Salih Zeki Tombak / 30.01.2021
“Biz Burada Başkasının Irkçısını Sevmeyiz Ahbap!” (*)
ABD’nin Minnesota eyaletinde , ırkçı beyaz polis tarafından işlenen George Floyd cinayetiyle ilgili olarak Erdoğan, “Konunun takipçisi olacağız. George Floyd’u saygıyla anıyor, ailesine ve sevdiklerine baş sağlığı diliyorum.” açıklaması yaptı.
İnsan, ABD’de örneklerine çok sık rastladığımız, siyahilere karşı, ırkçı polislerin işlediği cinayetlere, kendi ülkesinin Cumhurbaşkanının tepki göstermesinden gurur duymak istiyor.
Tabii aynı Cumhurbaşkanı keşke, kendi devletinin “memurları”nın, televizyon kameraları önünde,bütün dünyaya göstere göstere işlediği ve sadece 3 polisin “bilinçli taksirle ölüme sebebiyet vermek” suçundan “yargılanır gibi” yapıldığı Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi cinayetinin de takipçisi olsaydı…
Veya, Gazi Mahallesi’nde kendi evinde, polis tarafından yakın mesafeden tabancayla vurularak öldürülen Dilek Doğan cinayetinin de takipçisi olsaydı…
Binlerce cinayet, onlarca toplu katliam sayarak sayfalar ve sayfalar doldurmak istemiyorum. Bu cinayet ve katliamların takipçisi bir Cumhurbaşkanımız olsaydı…Berkin Elvan cinayetinin mesela..
Aslında, yanlış anlaşılmasın; bizzat Cumhurbaşkanı değil ama, Cumhurbaşkanı’nın başı olduğu devlet, bu tür polis tarafından işlenen cinayetleri çok sıkı biçimde takip ediyor ve cinayet işleyen ırkçı polislerin cezasız kalması için bir devletin elinden gelecek her şeyi yapıyor.
Biliyorum, “ırkçı polisler”, Türkiye’de olmaz. Zaten “bizde ırkçılık yoktur,”. Irkçılık dediğin, Avrupa’da ve Amerika’da olur. Amerika’da siyahlara ve İspaniklere; Almanya’da, Türklere karşı yapılan ayrımcılığa, aşağılamaya, adaletsizliğe, eşitsizliğe IRKÇILIK denir.
Bizde Amerikalı siyahlardan yok. İspanik de yok. Zaten biz kendimiz Türküz. Dolayısıyla bizde ırkçılık olmaz.
Irkçılık sıfatını kabul etmeyen ırkçılar için daima bir “ama”vardır. Bizim ırkçılığımızın gardrobu “ama”larla doludur.
“Kürtlerin Seçme-Seçilme Ehliyeti Yok”
Perinçek Türkiye’nin en karanlık, siyasi ahlakı en şüpheli tiplerinden biridir.
31 Mart seçimlerinden bir süre sonra HDP’nin “halkın özgür iradesiyle seçilmiş” belediye eş başkanları görevden alınıp yerlerine kayyım atanmaya başlandığında, bu kararı “halkın iradesi diye seçimlerde ortaya çıkan sonucu kabullenemeyiz. Kürt nüfusun özgür iradesinden bahsedebilmek için, o nüfusun önce eğitilmesi gerekir” diyerek savundu.
Başkanı olduğu partilere, halkın “özgür iradesiyle” bir kere; sadece bir kere %0.5 oy verdiği; Perinçek ve o günlerdeki “geçici yol arkadaşlarını” genel olarak % 0.2 ile evine yolladığı seçim sonuçları arşivinden görülebilir.
İşte bu “% 0.2” siyasetçi; HDP’ye oy veren 6 milyondan fazla insanın tercihini beğenmemekle kalmıyor; Kürt halkının “seçme ve seçilme” yeterliliği olmadığını; halk olarak eğitilmeleri gerektiğini söylüyor. Sorsak o da ABD’deki ırkçılıktan nefret ettiğini söyleyecektir.
Halbuki ırkçılığın tarihi, başka kepazeliklerle birlikte, seçme seçilme hakkına yönelik kısıtlamaların tarihidir.
Türkiye Irkçılarına Model Alternatifleri
Nelson Mandela’yı hatırlarsınız. Ülkesine hakim olan ırkçı rejim, kendisini 27 yıl hücrede tutmuş ve özgürlüğüne, ülkesiyle birlikte, 1994’te kavuşmuş ve Güney Afrika Cumhuriyeti Başkanı olmuştu.
O yıllar, Türkiye’de Tansu Çiller’in Başbakan, Mehmet Ağar’ın Adalet ve İçişleri Bakanı olabildiği yıllardır. Kürt siyasetine ve sol muhaliflere yönelik baskı ve şiddet had safhadadır. Demirel, Kürt halkına karşı, kirli işleri yapsın diye partisinin başına geçirdiği Tansu Çiller ve hükümetini, kaçtığı Cumhurbaşkanlığı koltuğundan takip etmekte, faili meçhul cinayetlerin sayısı 17 bini bulurken, mazlumların “ah’ı” dünyayı tutmaktadır.
Tam da o günlerde Erdoğan’ın George Floyd’a duyduğu ilgi nev’inden, dönemin “pek akılllı ” devlet yönetimi imajına makyaj olsun diye “Atatürk Devlet Nişanı”nın ikincisini Nelson Mandela’ya vermek ister. Birincisi de Polonya’lı Leh Walesa’ya verilmiştir. Mandela Türkiye’de olan biteni, Dünyanın bütün demokrat insanları gibi yakından takip ettiği için nişanı almayı reddeder. Açın o dönemin gazetelerini, Ertuğrul Özkök Hürriyeti başta olmak üzere, Mandela’nın ne yamyamlığını bıraktı bizim medya, ne emperyalizmin uşağı olduğunu…
Tabii bizim devlet nişanı Mandela tarafından “gömülünce”, 1995 ve 96’da kimseye “tevcih” edilemedi. 1997’de çok şükür, Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev kabul etti de, tarihe “sadece bir kere verilen devlet nişanı” olarak geçmekten kurtuldu.
Aynı yıl, Aliyev’in prestijinden aldıkları cesaretle Bosna Hersek’li Aliya İzzet Begoviç ‘e de verdiler. Sonra, “kimi köşeye kıstırılarsa”…
Mandela’yı 27 yıl hücrede tutanlara gelince…
Güney Afrika’da, nüfusun %10’na yakınının oluşturan ırkçı beyaz azınlık 2. Dünya savaşı biterken, Ulusal Parti iktidarı altında Apartheid olarak anılan ırk ayrımına dayalı rejimi kurdu. Aslında 2. Dünya savaşı öncesinde de Hollanda ve İngiltere kökenli sömürgeci beyaz azınlık ırkçı bir rejimi sürdürüyordu. Ancak savaş esnasında “İngiltere safında mı, yoksa Almanya safında mı savaşa katılalım” tartışmasında, Nazilerden yana tercihde bulunan Uusal Parti, savaştan sonra tek başına iktidar oldu ve İngiltere’den yana olan beyaz sömürgecilerin de desteğiyle 1994’e kadar ırkçı rejimi devam ettirdi.
Irkçı rejim, siyahların seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere temel yurttaş haklarını tanımayı reddediyordu. Eşitlik ve özgürlük isteyenleri de ırkçı beyaz polis marifetiyle üzerlerine ateş açtırarak, kuytuda yakaladığı önderlerine suikastler tertipleyerek; gözaltına aldığı ve tutukladığı direnişçilere işkence ederek ezmeye çalışıyordu.
Faşizm her yerde benzer işler yapar.
Joan Baez’in “Biko” şarkısını dinleyin. Oradaki Biko, apertheid rejiminin beyaz polisi tarafından ağır işkenceden geçirilerek öldürülen özgürlük savaşçısı Biko’dur. Korona günlerinde vakit ayırabilirseniz, Biko’nun hayatını ve mücadelesini anlatan filmi de izleyin.
Eşitlik ve özgürlük mücadeleleri insanlığın en büyük kültür ırmaklarının esin kaynağıdır. O ırmakların kıyısında sık sık gezinin.
Rejim, ırkçı yargıçların, ırkçı savcıların, ırkçı hukuk sisteminin hükümleriyle, uluslararası baskı nedeniyle öldüremediği Mandela gibileri, uzun yıllar hücrelerde çürüttü. Ve her zulüm düzeni gibi yıkıldı gitti.
Peki bütün bunlar, bu kötülükler neden yapıldı? Elbette her kötülük organizasyonunun altını eşerseniz mülkiyetli toplumu, servetin özelleşmesini, kar hırsını ve bunun için sınıf olarak örgütlenmiş imtiyazlıları görürsünüz. Güney Afrika’nın yeraltı zenginliklerine ve coğrafi konumunun avantajlarına sadece küçük bir azınlığın sahip olması için her türlü kötülük organizasyonu yapıldı. Altın ve elmas madeni çukurlarında emeği sonuna kadar sömürülen siyahların aşağı, eğitimsiz, ırk olarak geri ve yetersiz olduğu ileri sürüldü. Beyazlara ait yerleşimlerle siyahlarınki ayrıldı. vs vs.
“Özgürlükler Ülkesi Amerika”
ABD’de seçme seçilme hakkı, kadınların ve siyahların eşitlik mücadelesi tarihinin en temel mücadele başlıklarındandır. 1789’da, sadece “oy vergisi veren beyaz erkek”ler oy kullanabiliyordu. İç Savaş’ın bittiği 1865’te siyah erkeklere de oy hakkı tanındı, Ve 1866’da ırkçılık Klu Klux Klan’ı kurarak bu demokratik adıma cevap verdi. Eşitlik isteyen binlerce siyah, bu aşağılık örgüt tarafından, linç edilerek öldürüldü. “Özgürlükler ülkesi Amerika”nın yerel polis örgütleri, şehir ve kasaba şerifleri, bazen merkezi hükümet ve FBI, cinayetlerin üstünü örttü.
Çünkü emperyalist bir devlet, sadece dünyanın başka yerlerinde pis işler yapmaz. O kirlilik, kendi ülkesinin içinde, ırkçılıkla, eşitsizlikle, adaletsizlikle, cinayet ve katliamlarla karılmış hamurunda vardır.
1920’de siyah kadınlara da beyaz kadınlarla birlikte seçme ve seçilme hakkı verildi. Ama “oy vergisi” bu hakkı siyahlar için fiilen geçersizleştiriyordu. Seçme ve seçilme hakkı hem ırksal, hem sınıfsal bir ayrıcalık olmaya devam ediyordu.
Klu Klux Klan cinayetleri 1950’lerde hız kesmeden devam ediyordu. (Hiç değilse “Misisipi Yanıyor” filmini Korona günlerine sıkıştırın, daha önce seyretmediyseniz.)
Nihayet 1964’te “oy vergisi” kaldırıldı. Bizim 1964’te Kıbrıs gerilimiyle ilgili olarak Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı mektupla hatırladığımız ABD Başkanı Lyndon Johnson döneminde önce “oy vergisi” kaldırıldı (1964). Ve Medeni Haklar Yasasına “ABD’de siyah ırka mensup kişilere okullarda, kamusal alanlarda ve işe alınmada yapılan negatif ayrımcılığın yasaklandığı” eklendi. Johnson’un 2 Temuz 1964’te imzaladığı değişiklikle yasa, ırkçı ayrımcılığı yasa dışı ilan etti. Elbette bu yasal düzenlemenin öncesinde, Martin Luther King’in “Bir Hayalim Var” konuşmasını yaptığı milyonların katıldığı eylemleri hatırlamalıyız. Nitekim o konuşma cezasız kalmadı. Bir kaç yıl sonra Martin Luther King bir ırkçı suikastin kurbanı oldu.
Seçme ve seçilme hakkı konusunda, yasalar önünde eşitlik 175 senede sağlandı. Bu noktaya binlerce cinayetle, çok sayıda suikastle, devasa kitlesel mücadelelerle gelinebildi.
Irkçılığa karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ABD’deki tarihinde 1965 daha dün sayılır. Yasalar değişse de, zihniyetler; özellikle, ayak izleri devletin içine giden kirli zihniyetler, yerleşik oldukları devlet dehlizlerinde sonuna kadar takip edilip, halkın gücü ve iradesiyle dibine kadar kazınmadıktan sonra yok olmazlar. Nitekim ABD’de siyahlara ve İspaniklere karşı işlenen polis cinayetlerinin sona ermemesinin sebebi, hem yerel yönetimlerde, hem merkezi iktidarlarda ve devlet yapısında hakim olan “cezasızlık” anlayışıdır.
Cinayetlerden sonra, eğer ulusal ve uluslararası basın, cinayeti toplumun gözüne sokmayı başarırsa, katil polisler genellikle işini kaybetmektedir. Cinayet yeterince afişe olmamışsa, katil polis bir süre ortadan kaybolduktan sonra yeniden görevine dönmektedir.
Türkiye’de de uygulamanın “halka karşı işlenen suçlarda cezasızlık” esasına dayandığını hatırlayalım. Çünkü, yazılı olmayan anayasanın birinci maddesi budur. Sistem aynıdır. Tek fark, Türkiye’de polis şiddetini yayınlayacak, afişe edecek bir basının olmamasıdır. Eğer sosyal medya haberi yaymayı başaramazsa, konu hemen örtülür. Veya bütün dünyanın gözü önünde, canlı yayında işlenen Tahir Elçi cinayeti gibi, çürümeye ve uyutmaya yatırılır ve şartları olgunlaştırıldığında dosya kapatılır
Peki canlı yayında, bütün Türkiye’nin ve Dünya’nın gözü önünde işlenmiş bu cinayet için, Türkiye neden ayağa kalkmadı? Çünkü “öldürülen Kürtse…” sessizce onaylamaya hazır; zihni ırkçılıkla kirletilmiş bir toplumumuz var. Her cinayeti, her vahşeti, her katliamı hoşgörmek için, ikna edici “ama”larımız var.
Bakalım, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın söylediği kulaklarımıza aşina gelecek mi: “Herkes özgürce kendi kimliğini yaşayabilsin, dediğimizde yüzde 80’i aşan, ‘doğru’ kanaati var. Ama işi Kürtler veya Aleviler diye somutlaştırdığınız zaman oran yüzde 50’lere düşüyor.”
Düşmanlık Duymaları Boşuna Değil
HDP çoğumuzun sandığı gibi, tanıdığımız, bildiğimiz “partilerden bir parti” değil. Bir “Kongre”nin partisi. (O konuya bu yazıda girmeyeyim.)
Doğrusunu bilin; seversiniz, sevmezsiniz, o sonraki iş.
Bileşenleri olan bir parti. Türkiye’nin sosyalist birikimi, Kürt halkının siyasi birikimi, kadın mücadelesi birikimi, çevre mücadelelerin birikimi, halkların ve inanç gruplarının varolma mücadelesi birikimi vb vb biraraya gelerek HDP’yi kurdular. Elbette bu tarifler içinde olanların hepsi değil; ama bu tarifler içinde olanların hepsinden, geniş bir kurucular topluluğu kurdu HDP’yi. Hem bir bileşen hukukunu gözeterek birlikteler; hem de kendileri olmaya devam ediyorlar.
HDP “kadın” partidir. Kadın sözü, kadın bakış açısı, önceliklidir, ağırlıklıdır. HDP bu yüzden kadınların siyasette öne çıkmasını, erkeklerle başabaş yarışmasını beklemez. Kadınların önündeki engelleri kaldırır. Mesela HDP’de Eş Başkanlık kurumunu oluşturan, kadınların eşitlik mücadelesinin birikimidir. Genel Başkanlık dahil, her kademede kadınların erkek yoldaşlarıyla, eşitleri olarak yanyana sorumluluk aldığı; bir kurul oluşturulurken kadın sayısı yetersizse boşlukların erkeklerle doldurulmadığı; tersine kurulun toplam sayısının düşürüldüğü bir partiden sözediyorum.
HDP’de işler oy çokluğuyla yürümez. Bileşenler ve hiçbir bileşenin mensubu olmayan “bireyler”, bütün işleri “mutabakat” ile yürütür. Hiçbir çoğunluk; hiç kimseye kendi doğrusunu veya tercihini dayatamaz.
Parti bünyesinde, ilçe, il ve parti Eş Başkanları, kongrelerde birlikte seçilir. Yerel Yönetimlerdeki Eşbaşkanlar ise, eğer başkan adayı kadın değilse, Belediye Meclisi seçimlerinde birinci sıraya konulan, seçilmiş kadın Meclis üyesidir.
Türkiye’yi yöneten zihniyetin ne devrimci ve sosyalist harekete, ne Kürt siyasetine, ne kadınlara, ne Alevilere, ne “gayrı müslim” dedikleri bu toprakların kadim halklarına ve inançlarına, ne LGBTİ+’lere, ne göçmenlere tahammülü var…
Bu dinamiklerin kendi içinde inşa ettiği ve ülkeye ve bütün dünyaya yayılsın istediği eşitlik ve özgürlük temelli demokrasiye ise düpedüz düşmanlık duyuyorlar.
Bizim Ömrümüz de Kendilerini Tanımakla Geçti
– Daha Kurtuluş Savaşı için işgalciyle hiçbir çatışmaya girmemişken, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldürüp Karadeniz’in karanlık sularına gömen;
– Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i idam eden; Kızıldere’de Mahir Çayan ve yoldaşlarını katleden; İbrahim Kaypakkaya’yı işkencede öldüren,
– 1 Mayıs 1977’de işçi sınıfının üzerine ateş açıp 34 kişinin kanıyla Taksim’i ebediyen “1 Mayıs Meydanı” haline getiren;
– Eli yakın tarihimizde , ABD’nin ve büyük sermayenin çıkarı için binlerce ve binlerce devrimcinin, yurtseverin kanına girmiş olan; bu yüzden darbeler yapan, Diyarbakır , Mamak Cezaevlerinde zalimlik tarihinde yeni sayfalar açan ve kendi iktidarlarının devamı için;
– Bu ülkenin insanı birbiriyle barışmasın; birlikte yepyeni ve insana yaraşır, ortaklaşa bir hayat kurmasın diye her türlü kötülüğü yapmaya hazır, istekli ve kararlı olanlar aynı zihniyetin temsilcisidirler.
Bu karanlık kafa anti komünisttir. Dünyada sadece Suudi Arabistan ve Türkiye’de kalmış komünist parti yasağında ısrar ederler. İşçi sınıfının ve emekçilerin siyaset sahnesine çıkmasını daima yasaklamaya çalışırlar.
Bu ırkçı kafa, Kürtlerin siyaset yapmasına, TBMM’de güçlü bir grup kurmuş partinin bileşeni olmasına tahammül edemez. Kürdün siyasete katılımının, bu ırkçı kafa için kabul edilebilir yegane yolu, devletin karanlık tarafıyla içiçe geçmiş aşiret yapılarının, tarikatların işaretiyle kendi gerici ve halk düşmanı partilerine oy vermesidir.
Bu erkek egemen kafa, “Eş Başkanlık” denilince yerinden zıplıyor. Özgürleşmiş ve eşitlik mücadelesi veren kadının her şeyi değiştirmeye muktedir olacağını hissediyor, görüyor.
HDP, bütün eksikliklerine, yetmezliklerine rağmen bu kafa için, Kürdün, kadının, işçilerin, azınlık halkların ve inanç gruplarının, cinsel azınlıkların, kendisiyle eşit haklara sahip olarak siyaset yapmasıdır. Kendi aralarında yeni ve insanca bir yaşamın nüvelerini inşa etmesidir.
HDP’nin demokrasi mücadelesindeki yerini, eksiklikleriyle, yetmezlikleriyle biz biliyoruz. Onlar olduğu kadarından korkuyor ve nefret ediyor. Çünkü bu kadarı bile, Türkiye’nin çehresini değiştirmeye başlamak için yeterli.
Seçme ve Seçilme Hakkı: Adım Adım Apartheid Rejimi !
Bu yüzden HDP’nin eski Eş Genel Başkanları uyduruk gerekçelerle cezaevinde.
Bu yüzden CHP’nin de katkısıyla Milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığı kaldırıldı. 11 HDP milletvekili hapse atıldı. Bu arada CHP yönetimi kendi mensuplarının da kaleminin kırılmasına oy vermiş oldu. Milletvekili Enis Berberoğlu yetmedi, Eren Erdem’i de aldılar.
CHP 31 Mart öncesinde HDP Belediyelerine kayyım atanmasına tepki vermediği için, 31 Mart sonrası Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasının geri alınmasının ve İSTANBUL’A KAYYIM ATANMASININ yolunu açtı.
Ve artık konu, siyasi farklılık ve karşıtlık sınırlarını aşarak, direkt ırkçılık sahasına taşındı.
Öncesini bir tarafa bırakalım, HDP adayları, 31 Mart’ta 65 belediye başkanlığını kazandı.
YSK aday olmalarında hiçbir sakınca görmediği 6 belediye başkanına, KHK’lı olmalarını gerekçe göstererek mazbatalarını vermedi. Yerlerine ikinci sıradaki AKP adaylarını başkan atadı. KHK’lı olmak adaylığa engel değil; seçilince mazbata almaya engel.
Avrupa Birliği 2019 İlerleme Raporu, YSK’nın 31 Mart seçimlerine ilişkin tutumunu şöyle değerlendiriyor: “Yüksek Seçim Kurulunun, İstanbul’da seçimin yenilenmesine ve Güneydoğu’daki münferit belediyelerde belediye başkanlığının ikinci sırada yer alan adaylara verilmesine yönelik kararları; seçim sürecinin yasalara uygunluğu, dürüstlüğü ve Kurulun siyasi baskıdan bağımsız hareket edip etmediği hususlarında ciddi endişe kaynağıdır.”
İki belediye başkanını HDP, sonradan parti üyeliğinden çıkardı.
Sonra ırkçı-faşist hızar çalışmaya devam etti. Halkın özgür iradesiyle kazanılmış 65 Belediye Başkanlığından, elde şimdilik 12 tane kaldı. Diğerlerine kayyım atandı. Eş başkanların tamamına yakını tutuklandı. Muhtemelen Süleyman Soylu eliyle kalan başkanlıklara da el koyacaklar. Denilebilir ki, mevcut iktidar sadece HDP’ye mi düşmanlık ediyor ki; ırkçı olduklarını söylüyorsun? Irkçı faşistlerin sadece bir topluluğa saldırmadığını biliyoruz. Komünistlere, sosyalistlere, Yahudiler, Çingeneler vb etnik düşmanlarına , cinsel azınıklara, kadınlara, hoşlanmadıkları dini gruplara, özürlülere… Çünkü ırkçılık; sadece bir etnik düşmanlığa dayanmaz. Anti komünisttir, emperyal hevesleri vardır; cinsiyetçidir, homofobiktir, dürüstlükten nasibi yoktur vs vs.
Apaçık gerçek şudur: Rejim Kürt halkının seçme ve seçilme hakkını, 1994 öncesinde Güney Afrika’da hüküm süren ırkçı-beyaz azınlık rejimi gibi ırkçı mülahazalarla yok saymakta; en azından 1965 öncesi ABD’de, Siyahlara yapıldığı gibi, Kürtlerin seçme ve seçilme hakkını çeşitli bahanelerle kısıtlamaktadır. Her iki durum da tarihte ırkçılık olarak tescillidir. Türkiye’de bugün hakim olan zihniyetin de günü gelince “ırkçılık” olarak tescil edileceği gibi.
Bizdeki Klu Klux Klan da eşitlik ve özgürlük talep eden Kürd’ün canına kastetmekte, faili meçhul dosyaları adil, hukukla bağlı ve bağımsız bir yargı henüz ortaya çıkmadığı için, üst üste yığılmaya devam etmektedir.
30 Mayıs’ta Mardin’de, bir mağarada bulunan toplu mezar haberi vardı, belki gözünüze çarpmıştır. Görgü tanığı “en az 30 kuru kafa saydım” diyordu…
Hazır George Floyd cinayetinin takipçisi olmaya karar vermişken, Mardin’deki toplu mezarın da takipçisi olsanız…
(*) Başlığı “Atölye” adlı twitter kullanıcısından aldım.
Yazarımızın daha önce yayınladığımız yazıları
Amiral Cihat YAYCI’nın Tasfiyesi ve Devlet İçinde Taht Oyunları / 30.01.2021
Ekonomide Deniz Bitti / 30.01.2021
Krizden Halkçı Devrimci Bir Çıkış Mümkün mü ? / 30.01.2021
Erdoğan’ın İktisadi Dehasının Sınav haftası / 30.01.2021
İktidarın El Değiştirmesi Üzerine Senaryolar / 30.01.2021
Uyanmasın Diye Kendisine Savaş Açılan Toplum / 30.01.2021
“Artık Geri Çekilmek Yok” Rejimin İdlib İle İmtihanı / 30.01.2021