Uyanmasın Diye Kendisine Savaş Açılan Toplum

Salih Zeki Tombak / 30.01.2021

Salih Zeki Tombak’ın daha önce Kuzgun Portal’da yayınlanan bu yazısını yazarın izniyle sitemizde yayınlıyoruz.

@tombak_salih

Tehdidi nereden bekliyorsanız . Tedbiri o yönde alırsınız.

Sisteme egemen zihniyet güçlü bir orduya sahip olmayı hep “dış tehdit” olarak gerekçelendirir.

Ama bir asıra yaklaşan Cumhuriyet devrinde, ordu 3 “başarılı darbe”. Talat Aydemir liderliğinde 2 başarısız darbe girişimi, 12 Mart’tan 3 gün önce, başarısız 9 Mart “hareketi”, bir adet başarısızlığı apaçık ortaya çıkmış bulunan “post modern” darbesi; teşebbüs edenler bakımından başarısız, önlemek için hayatını ortaya koyan pek çok insan için, darbe önlendiği halde sonucu derin bir hayal kırıklığı ve  teşebbüsü “Allah’ın bir lütfu” haline getirebilmiş olanlar için başarılı 15 Temmuz darbesi gerçekleştirmiştir.

27 Mayıs Demokrat Parti iktidarını devirdi. Bununla beraber MGK’yı kuran, TSK’yı neredeyse yeniden inşa eden, 1962’de MAH’ın başına Fuat Doğu’yu getirerek kurumu MİT’e dönüştüren 27 Mayıs’ın yarattığı süreçlerdir. Devlet içinde işleyen süreçlerin sonucu olarak “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesiyle 12 Mart 1971 muhtırasını veren bir komuta yapısı ortaya çıkmıştır.  Sosyal uyanışı tehdit olarak dile getiren, muhtıra veren cuntanın başı ve Genel Kurmay Başkanı Org, Memduh Tağmaç’tır.

12 Eylül’ün gerekçesi de aynıdır. MHP ve yan kuruluşlarıyla bunların içine yerleşmiş “süper NATO” ve CIA’nin sahadaki yerli elemanı gibi davranan Fuat Doğu yetiştirmeleri 10 yıl boyunca, devlet kurumlarının himayesinde veya yasalardan muaf tutularak yürüttükleri iç savaştan zaferle çıkamadılar. Aksine  devrimci güçlerin ve işçi hareketinin , bütün dağınıklığına rağmen güçlü direnişi önünde geriledikleri için 1977 yılı  1 Mayıs katliamıyla somutlaşan bir strateji değişikliği gerçekleşti. Sokak cinayetleri darbeyi gerçekleştirecek olan kahvehane taramalar. Kahramanmaraş katliamı, Sivas, Çorum katliam girişimleri ve benzeri çok sayıda farklı boyutlarda katliam, daha sonra cuntanın  başı olan Kenan Evren’in deyişiyle toplumun 12 Eylül darbesine “hazırlanması içün” yürütülen bir faaliyete dönüştü.

Kısacası “güçlü ordu”, resmi ve ideolojik gerekçelendirmelerin aksine “dış tehditleri önlemek için” değil; belki yükselişi önlenemezse. dış destekler de bulabileceğinden endişe edilen “iç tehditlere” karşı inşa edilmiş ve güçlü tutulmuştur.

İÇ TEHDİT KONUSUNDA ÇEŞİT ZENGİNLİĞİ

Her defasında devrilen bir hükümet veya “şapkasını alıp giden” bir Başbakan görüntüsüne bakarak iç tehdidin seçimle gelen hükümetler olduğunu düşünenler vardır. Ancak iç tehdit, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan” adlı muhteşem eserinde anlattığı  üzere, daha Anadolu’ya geçme konusu, muhtemel kadrolar arasında konuşulurken belirlenmiştir:

Mustafa Kemal’in Şişli’deki evine gelen Albay İsmet, Anadolu’ya geçiş için şartını söyler, “Başlar ayak, ayaklar baş olmayacaksa”.

Tarihi romandan öğrenecek değiliz” diyeceklere, bu görüşmelerde bir yıl kadar önce Rusya’da Bolşevik Devrim’in gerçekleşmiş olduğunu hatırlatmış olayım. Kuzey komşumuzun büyük coğrafyasında, o günlerde Başlar ayak, ayaklar baş olmuştur!

Bu “sınıfsal” korku, daha işgal güçleriyle Kuvay-ı Seyyare unsurları dışında hiçbir ordu birliğinin tek bir çatışmaya girmemiş olduğu bir aşamada, öncelikleri belirlemiştir. Tarihçi Cemal Kutay, işgale karşı savaşa katılmak üzere Erzurum’a kadar gelen TKP Merkez Komitesi üyelerinden oluşan heyetin katledilmesini şöyle açıklar: “Onları Ankara’ya sokmamak. Yunan’ı denize dökmekten daha önde gelen bir vatan vazifesi olmuştu.”

1920’deki Doğu Halkları Kurultayı’nın öncesinden başlayarak. Ankara Hükümetinin ağır bir başarısızlık yaşaması halinde duruma el koymayı bekleyen Enver Paşa liderliğindeki İttihatçıları da bir politik rekabet ve tehdit unsuru olarak not edelim.

İşgalci Yunan Ordusu’na karşı bir özgüven vardı. 1897’de, gene çok parlak olmayan şartlarda Yunan Krallığı Ordusu karşısında Dömeke’de kazanılan kesin zafer hafızalardaydı. Ekim Devrimi ise yeniydi ve sarsıcıydı. Öne çıkan tehdit algısı, Cumhuriyetin kuruluşu döneminde hep aynı kaldı ve Soğuk Savaş döneminde ABD ile ilişkiler sıkılaştıkça daha da şiddetlendi.

İÇ TEHDİTLERE KARŞI “BELLİ ŞEYLER”

Diğer bir tehdit  ise İttihat Terakki iktidarından devralınan ve AKP hükümetlerinde Başbakan Yardımcılığı görevi üstlenmiş Cemil Çiçek’in özlü ifadesiyle “gayrı müslimlerle ilgili belli şeyler yapılmasaydı, milli devleti nasıl kurabilecektik?” zihniyetidir. “Belli şeyler” dediği Ermenilerin Sadrazam Talat Paşa’nın bizzat takipçisi olduğu bir planlama ile yaşadığı büyük trajedidir. Rumlar işgale karşı savaşın insanlık dışı bir parçası olarak Topal Osman gibi devlet hizmetindeki eşkıyalar elinde büyük katliamlara maruz bırakılmış ve savaşın bitiminde mübadeleyle; kalanların önemli bir kısmı,  1967 ve 1974’te ülkenin dibi kazınarak yüzlerce yıllık yurtlarından sürülmüştür.

Ermeni ve Rumların dışındaki, Anadolu’nun kadim halklarından olan Süryani, Ezidi gibi nüfusu daha az olan gayrı müslim halklar da “belli şeyler” zihniyetinden paylarını almışlardır ve almaya devam etmektedirler.

Savaşlar her zaman bir servet aktarım mekanizmasıdır. Ermenilerden sonra Rumlar başta olmak üzere diğer gayrı müslim ahalinin de mallarına çökülmüş ve “savaş ganimeti” anlayışıyla mala çökme, Türkiye tarihinde bugüne kadar uzanan bir reflekse, bir alışkanlığa dönüşmüştür.  Tekalifi Milliye hatırlatmaları boşuna değil.

Peki böylece, 1829’da Osmanlı’ya karşı Yunan bağımsızlık mücadelesiyle başlayan ve Cumhuriyetin kurucu kadrosu dahil  bölünme korkusu diyeceğimiz iç tehdit sona ermiş, ruhlar huzur bulmuş mudur?

Tabii ki hayır!

SIRA “MÜSLÜMAN ANASIR”DA

Her ayaklanma fırsat bilinerek. ayaklanmanın vuku bulduğu topluluk ve veya coğrafyayı hedef alan “tedip” harekatları devletin kurucu zihniyeti olmuştur. 1938 Dersim “Tunçeli Tedip Harekatı” ordunun ülke içindeki en kapsamlı harekatlarından biridir.  Önce harekat planlanmış, sonra bir ayaklanma olduğu iddia edilmiştir.

Ülke nüfusunun oldukça büyük bir bölümünü oluşturan Kürtlerin ana dilini konuşmasına, kültürünü geliştirmesine, kimliğini koruması ve zenginleştirmesine karşı baskı, yasak ve katliamlarla engel olunacağı ve böylece bir asimilasyon sürecinin gerçekleşeceği düşünülmüş, bu süreç planlanmış ve uygulanmıştır, 1980 sonrası Diyarbakır Cezaevi pratiğinden de beslenerek güç kazanan siyasi hareket; o gün bugündür sadece ordunun değil; devletin bütün güvenlik güçlerinin, sivil bürokrasisinin, yargısının, medyasının topyekun savaş yürüttüğü  bir hedefi halindedir.

Bölünme korkusuyla ülkenin önemli bir bölümünde halkın yaşama hakkı başta olmak üzere, temel yurttaşlık hakları ve bu arada özellikle seçme seçilme hakkı ağır şekilde ihlal edilmektedir. Bu yönde güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği, öldürme dahil pek çok suç hukuki takibattan muaf tutulmaktadır. Asıl vahim olan ise, bütün bunlar “Kürtlere=teröristlere” yapılıyor diye, hastalıklı bir milliyetçilik ve ırkçılıkla malul geniş yığınlar; işlenen hak ihlallerini kabullenmekte; aynı gerekçelerle kendi hak ve özgürlüklerine ve refahına yönelik ağır kısıtlamaları da sineye çekmektedir.

Dolayısıyla birlikte, özgürlük ve demokrasi alanını genişleterek, kaynakları refahın artması için kullanarak, barış içinde yaşamak yerine; seçilen şiddet yolu, amacına ulaşamadıkça daha yüksek bir doza tırmanmakta;  geleceği yok etmekte, ülkeyi ekonomik ve insani krizlere sürüklemektedir. Bu anlayışın vardığı en uç nokta ise, komşumuz Irak ve Suriye topraklarında yürütülen savaştır. Bu savaşta başarı kazanmak amacıyla, bütün dünyanın terörist kabul ettiği cihatçı unsurlarla, Heyet Tahrir-üş Şam gibi örgütlerle kurulan akıl ve hukuk dışı yakınlıklardır.

Orduyu, polisi, istihbarat örgütünü ölçüsüz güçlendirmek;  “komünizm” tehdidine karşı NATO üyesi olmak; bu kuruma üyelik için Kore’deki emperyalist müdahaleye katılmak ve şimdi NATO’nun dünyanın neresinde bir operasyonu varsa, oraya birlik göndermek… Bütün bunlar Cumhuriyetimizin bütün tehdidi nerede gördüğünü apaçık ortaya koyuyor. Dolayısıyla yığınak da, pratik de oraya olmuştur.

HALKI GÖRMEYEN, GÖZETMEYEN BİR DEVLET

En demokratik devlet yapılanmalarının da bir sınıf egemenliği örgütlenmesi olduğu ezberimde. Bununla birlikte, hiçbir egemenliğin halkı gözetmeyen, görmezden gelen bir zihniyetle meşruiyet kazanamayacağı ve sürdürülemeyeceği açıktır; faşist diktatörlükler dahil. Orada da baskı ve açık terör toplumun muhalif unsurlarına uygulanır; büyük çoğunluğun rızası ideolojik kampanyalarla, daha çok din, daha çok milliyetçilik pompalanarak ve her zaman büyük çoğunluğun refahtan asgari bir pay alması sağlanarak elde edilir.

Bir deprem coğrafyasının devleti isen, depreme dayanıklı  konutlar, okullar, iş yerleri inşa edilmesini; şehir planlamalarının depremi merkeze koyarak yapılmasını sağlayacaksın. Ama bütün Türkiye sanayinin en aktif fay hattı üzerinde kurulmasına bakarkör olmuş bir devletten bahsediyoruz.

Egemen sınıfın ve devlet zihninin kendi halkından duyduğu korkular nedeniyle, ülke ekonomisinin yarattığı değerlerin merkez ülkelere aktarıldığı bir sisteme ülkeyi entegre ettiği bir yapılanmadan bahsediyoruz. Neredeyse periyodik hale gelen ekonomik krizlerle, çalışan sınıfların daima yoksulluk ile açlık sınırları arasında yaşamaya mahkum edildiği bir sistemden; sermaye sınıfının açgözlülüğü ile birleşen siyasetçilerin yolsuzluk ve ahlaksızlığının ülkenin kıt kaynaklarını yağmaladığı bir ülkeden… Ve her defasında çalışan sınıflara krizin bedellerini yüklemek üzere askeri darbeler, faşizan rejimler inşa edilen ülkeden..

Koronavirüs salgını bu devletin çalışmadığı ve çalışmayacağı bir yerden çıkan sorudur.

Devlet halkın sağlığına, canına kasteden bir tehdidi algılayacak ve ona karşı tedbir geliştirecek mekanizmaları ya hiç kurmamış
ya da kuruluş döneminde oluşturulan kimi kurumları kapatmıştır.

PARALEL YAPILANALIM. BAŞIMIZIN ÇARESİNE BAKALIM

AKP-MHP iktidarı halkı gözetmeyen devlet zihniyetinin ulaştığı zirvedir.  Salgın ortamında “5 maskeyi” dağıtacak organizasyon kabiliyeti olmayan, maske ve test kitini bile yolsuzluk konusu yapacak tıynettedir. Salgını ihale yapmak, cezaevlerinden kendi mafyasını çıkarmak,  cezaevlerine muhaliflerini doldurmak için fırsata çeviren bir iktidardır. İşsizlerin, milyonlarca yoksulun açlığına aldırmayan; ama bu esnada yandaş maden şirketlerinin ormanları ve su kaynaklarını yok etmesine kol kanat geren bir iktidar.

Lüksünden, israfından ve yolsuzluğundan salgın günlerinde de geri durmayan.. İdlib’de , Kuzey Irak’ta ve Libya’da savaş adımlarını atmaya devam eden bir iktidar..

Belediyelerin halka yardım etmesine: halkın kendi içinde dayanışmasına tahammülü olmayan…Yoksullara bedava ekmek dağıtılmasını yasaklayacak ölçüde gözü dönmüş bir iktidar…

AKP Sözcüsü Mahir Ünal’ın muhalefet Belediyelerinin halka yardım  götürmesini “paralel devlet yapılanması” olarak nitelendirmesi ve tehdit etmesi son derece isabetlidir. Halkı umursamayan bir devlet ve iktidar yapılanmasına karşı, yeni bir toplum, yeni bir devlet. yeni bir yaşam yaratmaya girişmek, bunun nüvelerini oluşturmak; muhalefet saflarını sıkılaştırmak bu tehdide verilecek en doğru cevaptır.

Madem devletin salgın karşısında halkı koruma yönünde “harbe hazırlığı” yoktur; o zaman halkın paralel örgütlenmesini ve dayanışmasını örmek şarttır.

Yazarımızın daha önce yayınladığımız yazıları

“Artık Geri Çekilmek Yok” Rejimin İdlib İle İmtihanı / 30.01.2021

 

Diğer Yazılar

İKTİDARIN MEŞRUİYET KRİZİ VE ANA MUHALEFETİN TUTUMU

Mustafa Durmuş /8 Mayıs 2024 Son günlerde siyasetin gündeminde CHP Gn. Bşk. Özel ile AKP …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir