Sinan Dervişoğlu
Niçin Birinci Enternasyonal? – Marx ve diğer önderler için – Marx ile Weitling’in tartışması -Birinci Enternasyonal’ın gayrı resmi kuruluş öyküsü – Değişik sosyalist akımların bir arada çalıştığı ilk ve son örgütlenme – Marx’ın ideolojik ve teorik tavizi – Proudhon: Projesi olan bir sosyalist -Blanqui: Profesyonel devrimciliğin mucidi – İşçi sınıfının kendiliğinden devrimciliği – İşçi sınıfı ve ifade özgürlüğü için mücadele – Sendikalar ve kooperatiflerin mücadeledeki yeri – Marx’ın devrim anlayışındaki yanılgılar – Enternasyonal’de merkez ve yerel örgüt çatışması – Bakunin’in kural dışı tasfiyesi – Enternasyonal’in Marx eliyle feshedilmesi – Bakunin: Mutlak özgürlükten mutlak despotizme
NİÇİN BİRİNCİ ENTERNASYONAL?
Bu soru için akla gelebilecek ilk aşikâr cevap, Birinci Enternasyonalin tarihte yığınsal işçi hareketinin sosyalist düşünceyle ilk buluştuğu ve bu düşünceyi bayrak edinerek bir siyasal-toplumsal özne haline geldiği ilk deney olmasıdır. Bu deney öncesinde de devrimci-sosyalist-radikal örgütler mevcuttur: Almanya’da Marx ve Engels’in başını çektiği Komünistler Ligası, Fransa’da Blanqui’nin Mevsimler Derneği (La Société des Saisons), İngiltere’de sosyal adaleti savunan Kardeşlik Yanlısı Demokratlar (Fraternal Democrats), İtalya’da halk önderi Garibaldi’nin emekçileri harekete geçiren özgürlükçü örgütlenmeleri..vs zaten vardı; ancak bunlar çoğu aydın olan devrimci unsurlara dayanan kadro örgütlenmeleriydi ve bu örgütlenmelerde şu veya bu dozda var olan sosyalist yönelim, işçi sınıfının yığın hareketi ile bütünleşmiş olmaktan uzaktı. Bu bütünleşme ya da yan yana gelme Birinci Enternasyonal ile başladığı için bu hareket bir örgütlenme ve siyaset deneyi olarak önem taşımaktadır.
Ancak gene de bu deneye yeniden göz atmanın gereği olup olmadığı aşağıdaki argümanlarla tartışma konusu yapılabilir, böyle bir ihtiyacın varlığına itiraz edilebilir:
-
Resmi adı Uluslararası Emekçiler Derneği (UED) olan Birinci Enternasyonal’de Marksizmin yanı sıra Proudhon’culuk, anarşizm, sendikacılık gibi akımlar da mevcuttu. Bu akımların değerlendirilmesi yeterince yapılmış, bunların yanlışlıkları ortaya konmuş, Marksizm karşısında bu akımların hepsi mahkûm edilmiştir. Bunlara geri dönmenin ne gereği, ve günümüz açısından nasıl bir pratik faydası var?
-
UED, politik bir homojenlik olmadığı için, ne yazık ki Marksizm tam egemen olmadığı için bocalamış, tam etkili olamamıştır. Marksizm buraya egemen olsaydı UED daha doğru ve etkili olabilirdi. Nitekim sonra kurulan 2.Enternasyonal ve Komintern bir teorik-ideolojik homojenlik temelinde kurulduğu için daha anlamlı deneyler olmuştur.
-
UED bu homojenlik yokluğu yüzünden sonunda tıkanmış ve tarihsel işlevini doldurarak sahneden çekilmiştir. Bu deneyden öğrenecek yeni ne olabilir?
Bu soruların hepsi komünist hareketimizde UED için yazılan resmi tarihlerin, yapılan resmi yorumların doğal ve mantıksal uzantısıdır. Ancak bu argümanların tarihe daha objektif ve çok yönlü baktığımızda çok da geçerli olmadıkları görülmektedir. Dahası, geleceğe yönelik her bakış ve atılım, geçmişin de yeniden değerlendirilmesini kapsamak zorundadır. Bugün geçmişin uzantısı ise, “bugün”den daha ileriye gitmek bizi “bugün”e getiren dinamikleri sorgulamaktan geçer. Gerçekten de tüm işçi hareketleri tarihine böyle eleştirel bir bakışla bakıldığında o tartışmalara şu ya da bu oranda geri dönmek, hem bizim bugün de süren kimi yanlışları keşfetmemizi, hem de bugün için oldukça anlamlı olan pratikleri ve gerçekleri bilince çıkarmamızı sağlayacaktır. Bu bölümde de amaçladığımız, bize bugün faydalı olabilecek noktalara işaret etmektir.
MARX VE DİĞER ÖNDERLER İÇİN…
UED’in değerlendirilmesine girmeden önce, sadece bu bölüm için değil, tüm Örgüt Teorisi üzerine yapacağımız çalışmaya egemen olacak bir yaklaşımı daha baştan ortaya koymak istiyoruz. O da Marx başta olmak üzere bilimsel sosyalist teorinin ustalarına karşı sağlıklı bir yaklaşımın çerçevesini oturtmaktır.
Marx’ın sadece biz sosyalistler için değil, tüm insanlık için değeri ve anlamı bellidir: İltihapla boğuşan herkes nasıl penisilinin mucidi A.Fleming’e, nasıl kuduz hastalığını çözen Pasteur’e, verem mikrobunu keşfeden R.Koch’a şükran duyuyorsa, belki de bunların toplamından daha fazlasını Marx hak etmektedir. Engels’in mezar konuşmasında belirttiği gibi “Kaliforniya’dan Sibirya’ya kadar milyonlarca emekçi” ona kendilerini ezen bir sistemi ve onu aşmanın yolunu gösterdiği için ona şükran duyma durumundadır, büyük ölçüde de duymaktadır.
Ancak Marx (ve Engels, ve Lenin) sosyalistlerin günlük mücadelesinde ne ifade etmektedir, nasıl algılanmakta ve hissedilmektedir? Marx, öncelikle yazdığı dahiyane eserler, her biri birer mermi kadar etkili tespitler, formüller, aforizmalar, ve bunların yanında büyük veya küçük portrelerinden bize zeka dolu siyah gözlerinden bakan resimleri ve mermere oyulmuş sert yüz hatlı heykelleri ile hatırlanmakta ve algılanmaktadır. Bu Marx (ve Engels ve Lenin) bu halleriyle devrimci mücadelenin birer “ikonu” dur. Ancak bu algı yeterli midir, dahası doğru mudur?
Öncelikle Marx bir insandır. Üstün yetenekli, olağanüstü çalışkan, çile çekmiş, hayatını bir davaya adamış ve büyük eserler vermiş bir insandır, ama sonunda bir insandır. Acıları ve sevinçleri, öfkeleri ve alışkanlıkları, kişisel tepkileri ve takıntıları, zaafları ve yetenekleri ile, etiyle kemiğiyle kanıyla ve sinirleriyle herkes gibi bir insandır. Marx’ın (ve Engels’in ve Lenin’in) her türlü olumsuzluktan, negatif olgudan “arındırılarak” oluşturulmuş imajları bizleri otomatikman “hatasız-lekesiz Mesih” anlayışına, bir tür tanrılaştırmaya götürmektedir; bu algının ise bizzat Marx’ın kurduğu düşünce ve ahlak sistemine ne denli zıt olduğunu söylemeye dahi gerek yoktur. Marx’ın düşüncesinin en güçlü yönü onun bilimselliği ve rasyonelliğidir; bilimsel ve rasyonel olan her teoride ve pratikte hatalar ya da iyileştirilmesi gereken noktalar olabilir, ve bu hata ve eksiklerin giderilmesi üzerinden teori ve pratik gelişir, “asla eleştirilmeyecek kadar mükemmel” bir düşünce sistemi algısı bilimsel değil dinseldir; böyle bir sistemin ise insanlığı komünizme götürmenin rehberi olan bilimsel sosyalist düşünce ile ilgisi yoktur.
Bu “ikonlaştırma”nın kaynağı esas olarak psikolojiktir: Hepimizin uğruna büyükfedakârlıklar yaparak sürdürdüğümüz siyasi mücadelede bir “kutsal sığınak”, bir tertemiz alan yaratma ihtiyacı doğal bir psikolojik reflekstir. Doğaldır, ama doğru değildir. Bir zamanlar (1956’ya kadar!) Stalin de bu kutsal sığınağın dahilindeydi; sonra “çıkarıldığı” bilinmektedir. Bugün Stalin, Troçki, Mao, Ho Amca, Fidel, hatta Che bile sosyalist camiada değişik açılardan siyasi planda “topa tutulabilmektedir”; ancak Marx, Engels ve Lenin hala bu hatasız, lekesiz, %100 doğru sayılan kutsal alanın içindedir. Sosyalizmin geçmiş ve bugünkü, teori ve pratiğindeki bütün hatalar ve olumsuzluklar bu 3 ismin “dışında” aranmakta, Marksizmin özü olan diyalektik-eleştirel metot bu sığınağın kapısında (tıpkı camiye girerken çıkarılan ayakkabılar misali) “vestiyere” bırakılmaktadır. Sosyalistler arasında yaygın olan genel yaklaşıma göre bu üç ismin “hiçbir hatası yoktur”, hatalar hep sonradan gelenlere aittir. Bu çerçevede her sosyalist akımın kendi “olağan şüphelileri” mevcuttur: “Despot” Stalin, “köylü” Mao, “hain” Troçki, “fokocu” Che….vs. Gerçekte ise sadece bu 3 isim değil, yukarda “topa tutulduğunu” söylediğimiz isimlerin de hepsi birlikte, insanlığa büyük katkıları olmuş, artıları ve eksileri ile emeğin kurtuluşu için mücadele etmiş değerlerdir; ancak hepsinin gerek pratiğinde, gerekse düşünsel üretimlerinde (gene bu 3 isim dahil!) hatalar ve eksikler olabilir, hatta vardır. Bütün mesele yapılacak analiz ve eleştirinin iki temel değeri, yani kapitalizmi devrim yoluyla yıkma ve tüm dünyada sınıfsız komünist toplumu kurma hedeflerini tartışmasız baz alması, eleştiri ve analizlerin bu hedeflere hizmet etmek kaydıyla (ve hizmet edecek şekilde) yapılmasıdır.
Bu uyarıyı yapma ihtiyacını niçin hissettik?
Birincisi genel olarak sağlıklı bir örgüt anlayışı oluşturmak için sosyalist hareketin tarihini ele alma görevi, bu tarzda bir bakışı, yani Marx’a Marksist olarak, Lenin’e bir Leninist olarak bakmayı zorunlu kılmaktadır ve ilerideki bölümlerde bu bakış açısı, yani devrimci özüne ve katkısına sahip çıkarak eleştirme ve geliştirme bakışı egemen olacaktır. Ancak çalışmamızın ilk bölümü için bu yaklaşımın özel bir anlamı daha vardır. 1.Enternasyonal deneyiminde teorisyen Marx”ın yanında siyasetçi ve örgüt yöneticisi Marx olgusuyla karşı karşıyayız. Yani burada artık sadece Marx’ın teorik metinleri ile değil, somut siyasal pratiği ile yüz yüzeyiz ve onu analiz görevi ile yükümlüyüz. Bu özel durum da Marx’ı tüm mistifikasyonların ötesinde somut gerçekliği içinde bilmeyi ve değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Resmi veya gayrı resmi, tüm Marx biyografileri elden geçirildiğinde (muazzam teorik dehası dışında) karşımızdaki “insan Marx” şudur:
-
Büyük acılar çekmiştir. 7 çocuğundan 4’ünü bakımsızlıktan kaybetmiş, evlat acısını 4 defa yaşamış bir insandır. Bir tek erkek çocuğu olmuş; onu, yani Edgar’ı da 8 yaşında kaybetmiştir, onu kaybettiği gün saçlarının beyazlandığı söylenir.
-
Eserlerinde aktardığı işçiler kadar yokluk dolu bir hayat yaşamıştır. Bir parça et alabilmek için ceketini rehin bırakmış, peşindeki alacaklılarla ömür boyu uğraşmış, evine çok defa (onu ve ailesini en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakacak) hacizleri yaşamak zorunda kalmıştır. 1 yaşında ölen kızları Franziska’nin tabutu ve kefeni için borç para aldığı bilinir.
-
Mükemmel bir babadır. O yokluk içerisinde bunu çocuklarına hissettirmemek için elinden geleni yapmış, onlarla her fırsatta şakalaşmış, oynamış, onların kendisiyle dalga geçmelerine (örneğin koyu teni dolayısıyla kendisine “Arap” (Moor) lakabını takmalarına) gülerek katlanmıştır.
-
Buna karşılık insani ilişkilerinde SON DERECE problemlidir. Kişisel ilişkilerinde genel olarak haşin, eleştiriye tahammülsüz ve yer yer oldukça kırıcıdır. Hayatı boyunca karşılıklı saygıya ve sevgiye dayalı olup sürekliliğe sahip bir ilişkiyi sadece ve sadece 2 kişiyle, karısı Jenny ve mücadele arkadaşı Engels’le yaşayabilmiştir (Engels ile olan ilişkisi de bir ara Marx’ın duyarsız bir tavrı yüzünden kısa bir süre için gerilmiş, sonra Marx’ın alttan alması ve Engels’in hoşgörüsü ile geçip gitmiştir)1. Buna karşılık hayatı boyunca ilişki ve birliktelik kuruduğu isimler, Bauer, Rutenberg, Schapper, Willich, Arnold Ruge, Freiligarth, Herweg, Vogt, Eccarius, F. Lasalle, Proudhon, Bakunin, Komüncü A.Serrailler ve başkaları ile kısa zamanda kanlı bıçaklı olmuştur. Bunlardan Proudhon ve Bakunin ile çatışmalarının siyasi boyut taşıdığı doğrudur, ancak tüm diğer çatışmaları siyasi argümanlar kadar, belki de daha fazla kişisel tahammülsüzlüğün izlerini taşımıştır ve bunların da “tamamıyla siyasi olduğunu” iddia etmek ne yazık ki ona olan sevgiden kaynaklanan bir “cilalama” çabasından başka bir şey olamamaktadır. Örneğin bir Lassalle’in görüşlerine yönelik yazdığı “Gotha Programınının Eleştirisi”nden çok önce, bizzat Engels’e yazdığı mektuplarda ona olan kişisel antipatisini dile getirmiştir (kendisine karşılıksız maddi yardım yapan Lasalle’a “Yahudi zenci” lakabını takmıştır!)2. Dürüst bir devrimci işçi olan W. Weitling’le yaptığı (ve tarihsel önemi açısından ilerde ele alacağımız) son derece kırıcı tartışmayı hiçbir sosyalistin Weitling için içi sızlamadan okuması mümkün değildir. Kendisine yazdığı mektuplarıyla tanıdığımız L.Kugelmann ile dahi, mektuplarda süren dostluk, Kugelmann bizzat gelip Marx ile birlikte yaşamaya başladığında sarsılmış, Marx Kugelmann’a duyduğu kişisel (tamamıyla kişisel!) tepkiyi mektuplarında Engels’e aktarmıştır3. J.Weydemeyer ve F.A.Sorge ile olan ilişkisi ise bozulmamıştır; zira bu iki arkadaşı hep ABD’de yaşayıp onunla “uzaktan” bir dostluk sürdürmüştür. Yan yana gelselerdi bu dostluğun da akıbeti belirsizdir.
-
Eleştiriye, kendisininken farklı görüşlere ve en önemlisi etrafındaki birinin ondan bir konuda galebe çalmasına tahammülsüzdür. Sık sık azarlamaktan geri kalmadığı kadim dostu ve yoldaşı W.Liebknecht ile evde satranç oynadığında (satranç için gerekli zekâ türü, Marx’ta zirve yapmış olan analitik zekâdan farklı olduğu için) hep yenilmiş, her yenilgi sonrasında Liebknecht ile şiddetli kavga çıkarmış, sonunda karısı Jenny evde satranç oynanmasını yasaklamıştır.4
-
Yüksek bir egosu vardır ve bu olgu belki de her dehada doğal karşılanabilir. Dahası, farklı görüşlere tahammülsüzlüğü, onun teorik eserini mükemmelleştirmek için keskin tuttuğu bir bıçak gibi de algılanabilir. Ancak teorik üretimde anlamlı olan bu olgu, iş siyasal pratiğe geldiğinde bir sorundur: Yüksek ego ve siyaset, özellikle sosyalist siyaset tehlikeli ve uyumsuz bir karışımdır, bu tarz bir öznenin yürüttüğü pratiğin sosyalist siyasette olumsuz izdüşümleri olması kaçınılmazdır. Bakunin’in oldukça etik dışı gerçekleşen tasfiyesi ve 1.Enternasyonal’in oldukça “garip” olan kapanışı gibi örneklere de ilerde değineceğiz.
Ekim Devrimine önderlik eden, siyasal dehası ile ilk sosyalist devrimi dünyada mümkün kılan ve sadece biz sosyalistlerin değil, tüm insanlığın kendisine çok şey borçlu olduğu büyük önder V.İ.Lenin için de benzer örnekler bulunabilir. Bazen doğru kararları yanlış biçimde savunduğu noktalar olmuş, 7 Kasım 1917 gününde ayaklanma kararı alınması için MK’ne yazdığı mektupta “bu kararı MK almadığı takdirde MK’den istifa edip tabana gideceğini” bildirmiştir.5 Savunduğu görüş doğru olmasına rağmen bu yaptığı fiilen Partinin resmi ve meşru karar organı olan ve kendisinin de üyesi olduğu MK’nin otoritesini hiçe saymak, kendi yüksek kişisel prestijine dayanarak ona meydan okumak ve bir anlamda tehdit etmektir. Aynı şekilde inatla savunduğu, ancak gerçekten devrim sürecine tam olarak ne kazandırdığı bugün dahi tartışılması gereken Brest-Litovsk barışını (buna herkes o dönem “ahlaksız barış” adını takmıştı) önce Troçki ile birlikte kimseye haber vermeden onaylamış6, sert eleştirilerin yükselmesi üzerine “bu kararı kabul etmezseniz istifa ederim” tehdidinde bulunmuştur7. Bu tavırların, hep sevgi ve saygıyla andığımız ve dünya durdukça da anmaya devam edeceğimiz büyük önder Lenin’den bile gelse, kabul edilebilir tavırlar olmadığı ortadadır.
Bu vurgularımızın amacı Erostrat’vari bir “putları kırma” çabası değildir. Büyük isimlere saldırıp değersizleştirerek sözde bir düşünsel başarı yakalama gayreti, olsa olsa hastalıklı bir egonun ürünüdür ve Marx, Engels ve Lenin’e derin bir saygıyla bağlı bir sosyalist olan bu satırların yazarı için böyle bir tavır bir utanç olurdu. Burada yaklaşımımız, bu büyük insanları tüm gerçeklikleri ile anlamak, kavramak ve sevgiyi bu gerçekliğe oturtabilmektir. Ömür boyu süren kalıcı bir sevgiyi yaşamış insanlar için söylenen şu klişe, bizler için de geçerli olmalıdır:
“Başta, hatalarını hiç bilmeden onu sevdim.
Hata ve eksiklerini öğrendiğimde ise onu daha çok sevdim”
Niçin daha çok? Çünkü muazzam eserlerinin yanı sıra kimi hataları ve olumsuzlukları ile kavranan bir Marx (ve Engels, ve Lenin) tek tek sosyalist bireylere yukardan hükmeden dev bir portre ve bir ikona olmaktan çıkarak çok daha “gerçek” olacak, onları bizler gibi gerçek birer insan olarak, hocamız ve dostumuz Marx, parlak bir arkadaşımız ve yoldaşımız Marx, kısaca “bizim Marx” (ve “bizim Engels” ve “bizim Lenin”!) olarak algılayacağız ve seveceğiz.
21. Yüzyılda bir komüniste yaraşan sevgi de budur.
Bu yaklaşımı aklımızda tutarak, UED’in kuruluşunun öncesinde gerçekleşen, başta basit görünen, ancak örgütlü mücadelede ciddi uzantıları olan tarihsel bir tartışmayı ele alalım:
MARX-WEİTLİNG TARTIŞMASI
Wilhelm Weitling 1840 ve sonrasında işçi sınıfının mücadelesine kendini adamış bir emekçi (terzi) ve bir politik militandır. Fransa ve Almanya’da devrimci eylemlere katılmış, hapis yatmış, insanlığın kurtuluş yolu olarak komünizmi savunmuş ve hem bu doğrultuda kitaplar yayınlamış, hem de işçiler arasında örgütlenmeler kurmuş bir devrimcidir. İşçiler arasında sosyalist esaslara dayalı komünler kurmuştur; ancak bu komünleri sadece işçi sınıfının kendi durumunun farkına varması için öngörmüş, sosyalist bir geleceğe bu tür komünlerle değil, şiddete dayanan bir devrimle geçileceğini savunmuştur. Günümüzün “resmi” literatüründe “ütopik komünist” olarak tanımlanmaktadır; ancak bu, günümüze ait bir tanımdır. O dönemde Marx’ın da görüşleri tüm bilimselliği ile henüz formüle edilmekte olduğu için bu “ütopik” deyimi herkes için geçerli olabilir.
Başlangıçta onun yazı ve yaklaşımlarına olumlu yaklaşan ve öven Marx, onunla 1846 yılında bir tartışma yaşamıştır. Tartışmanın özü, Weitling’in bilimsel bir teoriden yoksun olması, Marx’ın ise böyle bir teoriye sahip olma iddiasıdır. Diyalog, bu tartışmayı bizzat izleyen Rus aydını Annenkov tarafından aktarılmıştır. Şöyle başlatır Marx tartışmayı:
“Anlat bize Weitling. Almanya’da komünist vaazlarla ortalığı karıştıran, pek çok çalışan insanı peşinden sürükleyen, onları işlerinden ve ekmeklerinden eden sen, devrimci ve sosyalist faaliyetlerini nasıl haklılaştırıyorsun ve gelecek için bunları nasıl düzenlemeyi öngörüyorsun?”
Weitling cevap olarak ekonomi teorisi hakkında bir bilgisi olmadığını itiraf eder ve amacının demokratik ve sosyalist komünler oluşturarak sefalet içindeki işçi sınıfının gözlerini açmak olduğunu belirtir. Marx öfkeyle sözünü keserek “boş umutlar yaratmanın ezilenleri kurtuluşa değil yıkıma götürdüğünü, özellikle Almanya’da işçilere sağlam bilimsel bir fikir ve pozitif bir doktrin vermeden seslenmenin vaiz rolü oynamak gibi bir sahtekarlık olduğunu, sadece ağzı açık aptallara seslenen bir peygamber rolüne soyunmak olduğunu” belirtir ve Annenkov’u göstererek ekler:
”Bakın, aramızda bir Rus var. Sizin rolünüz onu ülkesinde uygun olabilir. Orada gerçekten de saçma peygamberler ve saçma müminlerden oluşan dernekler işe yarayabilir. Ama Almanya’da pozitif bir doktrin olmadan yapılmış olan her şey kuru gürültü olmaktan ve ezilenlere zarar vermekten başka bir işe yaramaz.”
Bu açık saldırı karşısında sararan Weitling şu cevabı verir:
“Yüzlerce insanı adalet, dayanışma ve kardeşçe yardımlaşma adına tek bir bayrak altında toplayan biri boş ve değersiz bir insan değildir. Bu saldırı karşısında tek tesellim ülkenin her köşesinden aldığım ve minnet ifadeleriyle dolu yüzlerce mektuptur ve mütevazi ve hazırlık niteliğindeki çalışmalarım halkın sefalet ve acılarından uzakta, çalışma odalarında yapılan doktrin analizlerinden ve eleştirilerden belki de daha önemlidir.”
Marx bu sözler üzerine masaya şiddetli bir yumruk vurarak ayağa fırlar ve “Cehalet şimdiye kadar hiç kimseye yaramadı” diye haykırarak odayı terk eder.8 Engels’in her zamanki asil ve centilmen duruşuyla bu tartışmayı sessizce izlediği aktarılır.
Bu tartışmayı okuyan en inançlı Marksistin dahi, iyi niyetli bir işçi ve devrimci olan Weitling için içinin sızlamaması söz konusu olmamıştır. Bir anlamda Marx bilgisi ve dehasıyla Weitling’i “ezmiştir”. Devrimci mücadele için bilimsel bir bilginin gerekliliğini vurguladığı için haklı olduğunu düşünebilir; onun sert ve kırıcı sözlerini ise bu büyük öğretmenin sert ve haşin karakterine bağlayıp hoş görebiliriz. Buraya kadar bir sorun olmadığı düşünülüp bu tartışma “es” geçilebilir, geçilmiştir de. Ancak bu tartışmada bu izlenimin ötesinde olan, belki Marx’ın teorisinin bilimselliği ve değerine olan (haklı) inancımız dolayısıyla kavrayamadığımız ince bir nüans vardır; bu nüansta tüm dünya sosyalist hareketine damgasını vuracak bir olgunun, bir tehlikenin ve deformasyonun izlerin görmek hem mümkün hem de gereklidir: Bilginin bir “güç objesi”, teorinin bir “hükmetme gerekçesi” haline gelmesi. Aktardığımız diyalogda açıkça (ve kolayca!) görülebilecek şey bu münakaşanın bir yöntem, fikir tartışması veya iknaya yönelik bir fikir alışverişi değil, tam olarak bir güç ve iktidar tartışması olmasıdır. Marx sürekli olarak “bilimsel temel, pozitif doktrin” vurgulaması ile Weitling’e üstün gelmeye çalışmakta ve onun etkisini kendi lehine geriletmeyi amaçlamaktadır. Bu gerçek, Marx’a olan sevgimizin görmemizi engelleyemeyeceği kadar bariz ve açıktır.
O zaman şu soruyu soralım: Bilimsel bir teorinin bir örgüte (ve oradan da işçi sınıfına) egemen olmasını istemek yanlış mıdır? Bu sorunun cevabını vermeden önce kısaca ve kabaca da olsa 100 yıllık örgütsel sosyalist pratikleri gözden geçirmekte yarar vardır. “Benim doğru bir teorim var, dolayısıyla ben yönetmeliyim” olarak özetlenebilecek bu anlayış (Marx’ı tenzih ederek söylemeliyiz ki) 100 yıldır sosyalist saflarda defalarca zuhur etmiş; sübjektif, sınıfın gerçek ihtiyaçları ile hiçbir ilgisi olmayan fikirsel ayrışmaların temel argümanı, çoğu zaman da siyasette kaçınılmaz olarak gelişen egoların hâkimiyeti için kullanılan bir örtü olmuş ve zarar vermiştir; hala da vermeye devam etmektedir. Bu konuyu “devrimci mücadelede teorinin yeri”ni ele alacağımız ileriki yazılarımızda derinlemesine işleyeceğiz; ancak şu aşamada sadece dikkat çekmekle yetindiğimiz bu ciddi soruna temel olacak yaklaşımımız için şu kadarını söyleyebiliriz: Devrimci örgüte hâkim olması gereken ve “hükmetme hakkına” sahip olan tek şey doğru politikadır ve bu her zaman “doğru teori” ile aynı şey değildir. Doğru politika ise sadece somut pratikte başarıyı getirerek kendini ispat eden, ya da başarıyı getireceği örgüt ve sınıf tarafından kabul edilen, benimsenen ve desteklenen politikadır, bir fikre hükmetme hakkı veren tek meşruiyet de budur, yoksa “bilimsellik” iddiası değil.
BİRİNCİ ENTERNASYONAL’İN (GAYRI RESMİ) KURULUŞ ÖYKÜSÜ:
LOUİS BONAPARTE’IN POLİTİK GAFI
Çalışmamız ayrıntılı bir tarih anlatımı olmamakla birlikte, bir örnek olarak önem taşıdığı için resmi tarihlerde çok dile getirilmeyen bir noktayı bilince çıkarmak istiyoruz. UED’nin 1862 yılında bir Fransız işçi delegasyonunun İngiltere’ye giderek İngiliz işçileriyle Londra’daki Saint Martin’s Hall’da gerçekleşen tarihi buluşma ile başladığı bilinmektedir. Asıl soru, Fransız işçilerinin niçin ve nasıl İngiltere’ye gittiğidir.
İşin aslı, Fransız işçi delegasyonunu İngiltere’ye yollayanın İmparator 3.Napolyon (Louis Bonaparte) olmasıdır. Kendi ülkesinde burjuvazi ile ekonomik sebeplerden kaynaklanan bir siyasi gerilim yaşayan 3.Napolyon, toplumdaki siyasi desteğini sağlama almak için işçi sınıfına bir “mavi boncuk” yollamak istemiş, bu amaçla İngiltere’de yapılan Uluslararası Fuar münasebetiyle bir Fransız işçi delegasyonunun İngiltere’ye giderek ve İngiliz işçileri ile görüşerek emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için fikir alışverişinde bulunmalarını istemiştir. Saint Martin’s Hall’daki buluşmanın fiili arka planı budur. Ancak iş bundan sonra farklı ve öngörülemeyen bir rota izlemiş, “yaşam koşullarının iyileştirilmesi” konusunda son derece dolu ve kararlı olan işçiler kısa zamanda radikal aydınlara yönelmiş, bu inisiyatif ile kurulan UED tüm kıtada ve dünyada işçi ve emekçi sınıflara kurtuluşun yolunu gösteren ve statükoyu sarsan bir güç haline gelmiştir. Bu öngörülememiş sonuç için sonradan burjuvazi saflarında duyulan pişmanlık büyüktür: Dönemin işçi düşmanı, ancak basiretli Paris Emniyet Müdürü şunları söylemiştir:
“Böyle bir yolculuğa izin verildiğini görmektense ülkede emek örgütlenmesi aleyhine olan tüm kanunların geri çekilmesini dahi tercih ederdim.”9
UED’in kuruluş öyküsü bir anlamda 1961’de Türkiye’de “düzene saygılı ve uslu” bir işçi partisi olarak kurulmasına izin verilen TİP’in kısa zamanda sosyalist aydınlarla birleşerek düzeni sarsan bir güç olmasına benzemektedir. Büyük örgütsel atılımlar, bazen burjuvazinin öngörüsüzlüğünden, basiretsizliğinden yararlanarak da gerçekleşebilir. UED’in devrimci bir güç olmasındaki kilit unsur ise (tıpkı Türkiye’de olduğu gibi) sosyalist ve radikal aydınlara yönelmesidir. Bu aydınların başında ise, emek konusundaki yoğun çalışması ve eseriyle tanınan Karl Marx gelmektedir.
BİRİNCİ ENTERNASYONAL’İN ÖZGÜLLÜĞÜ:
DEĞİŞİK SOSYALİST AKIMLARIN BİR ARAYA GELDİĞİ İLK (VE SON!) ÖRGÜTLENME
Bunun üzerinde durmak ve bu olguyu somut gerçekliği üzerinden algılamak önem taşımaktadır. İşçi sınıfının hem ekonomik hem siyasi mücadelesini örgütleme, sınıfı toplumsal-siyasal bir güç haline getirme misyonuyla kurulan 1.Enternasyonal’de hepsi kapitalizmi aşmayı ve emekten yana bir toplum kurmayı hedefleyen değişik sosyalist akımlar mevcuttu. Marx ve Engels’te somutlaşan ve Almanya’da belli bir tabanı olan Marksist akım, işin içinde ciddi bir ağırlığı olan ve ihtilalci bir perspektifi olmasa da kapitalizmi aşmak isteyen İngiliz işçi hareketinin temsilcileri ve sendikacılar, Fransa’da önemli ağırlığı olan Proudhon’cular, daha sonra katılarak belli bölgelerde mühim bir güç elde edecek olan Bakunin’ci anarşist akım, öte yandan açıkça sosyalist olmamakla birlikte ona sempati duyan ve cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı bir karakter taşıyan Garibaldi gibi önderler, hepsi UED’nin ana gövdesini oluşturan değişik akımları temsil etmekteydi. Bu akımlar, davasını temsil etmek iddiasında ve kararlılığında oldukları işçi sınıfının çıkarlarını savunmak ve geliştirmek için birlikte çalıştılar, birlikte kararlar aldılar ve mücadele ederek işçi sınıfına önemli kazanımlar bıraktılar.
Bu resimde iki noktayı vurgulamak önemlidir. Birincisi bu akımların hepsi somut bir güce dayanıyor ve Avrupa işçi hareketinde maddi bir gerçekliğe karşılık düşüyorlardı. Başka bir deyişle, ülkemizdeki “sol birlik platformları”nda olduğu gibi herhangi bir maddi ağırlığı ve gerçekliği olmayan XX örgütünün itirazları için saatlerce tartışmak UED’de söz konusu olmadı. İkincisi ise her biri ülkesinde veya kıtada belli bir ağırlığı, sınıf içinde belli bir somut gücü ve eğilimi temsil eden bu akımlar (bu yazının sonuna doğru aktaracağımız nihai kriz dışında) birbirleri ile anlaşmaya, ortak tavır geliştirmeye, konsensüs yaratmaya ve sınıfın davası için “kırmızı çizgileri”ni esnetmeye açık birer tavır sergilemeyi başardılar.
Örnekler ilginçtir. İşin başında önemli bir önder rolü olan Marx, Proudhon’un aşağıda ayrıntılarını aktaracağımız “toplumsal yapıyı ekonomik tedbirlerle dönüştürme” projesini reddetmekle birlikte UED’in ilk 2 kongresinde Proudhon’cular (tabanları dolayısıyla) belli bir ağırlık taşıdılar ve bu kongrelere damgalarını vurdular. Bu çerçevede, tamamıyla Proudhon’cu bir önerme olan “işçi kooperatifleri için bir Kredi Bankası kurma” teklifi kabul edildi. Muhtemelen Marx, gönülsüz de olsa çok anlamlı bulmadığı, ama en azından kendisinin de desteklediği işçi kooperatifleri projesine faydası dokunabilir diye bu karara ses çıkarmadı.
Bir diğer “kırmız çizgileri esnetme” örneği bu sefer Proudhon’ların aleyhine tecelli etti. Bu akımın aşağıda açıklayacağımız gib net bir “kırmızı çizgisi” olan “işçi sınıfının politik mücadeleye katılmaması” fikri 1871 Londra kongresinde reddedildi, işçi sınıfının kendi ekonomik ve toplumsal çıkarları için politik mücadeleye katılmasının gerekli olduğu kararı çıkarıldı. Prodhon’cular, çok istekli olmamakla birlikte tüm kıtanın işçi temsilcileri tarafından desteklenen bu ortak kararı kabullendiler10. Her iki durumda da “bu karar çıkarsa biz yokuz” gibi (onlarca yıldır pek aşina olduğumuz türde!) bir tavır asla geçerli olmadı.
Dünya işçi ve sosyalist hareketleri tarihinde ilk ve son kez gerçekleşen bu çok sesliliğin ve mutabakat-konsensüs ruhunun üzerine bir kez daha düşünmek yararlı olabilir. Akla ilk gelen yorum şu olabilir: “Bu çok sesli durum işçi hareketinin ilk emekleme yıllarının ve politik-teorik olarak az gelişmişliğinin ürünüdür. Ancak tek bir bilimsel görüş olan Marksizm sonraları işçi hareketine egemen olunca böyle bir “çok seslilik” sorunu ve onu sürdürme ihtiyacı ortadan kalkmıştır”. Bu görüşün yanlışlığını ve yüzeyselliğinİ anlamak için günümüz dünyasındaki sosyalist çeşitliliği müşahede etmek yeterlidir. “Marksizmin (ya da yıllar sonra Marksizm-Leninizmin) egemen olması” hiçbir zaman görüş çeşitliliğini ve çok sesliliği ortadan kaldıramamıştır. Günümüzde “tek ve bilimsel görüş” olarak kabul ettiğimiz Marksizm adına ortaya çıkan ve değişik ülkelerde belli bir ağırlığı olan akımları gözümüzün önüne getirelim: Geleneksel sovyetik KP çizgisi, Maocu çizgi, kendi içindeki varyantları ile Troçkist çizgi, gerilla savaşı ve silahlı mücadele geleneğinden gelen devrimci “hareket” tarzı örgütlenmeler, Avrupa’da sermayenin ciddi bir tehdit olarak gördüğü sol sosyal demokrat güçler, “sosyalizmi” benimseyen ekolojist ve feminist örgütlenmeler…vs. Sosyalist görüşlerin çeşitliliği ya da çeşitlenmesi, işçi sınıfının siyasi hareketinin kaçınılmaz yazgısıdır. Bugün için yukarda zikrettiğimiz akımlar, gerçekleşecek mucizevi bir devrimle tekleşip birleşseler dahi (ki bu pratikte imkansızdır) bu “yeni ve tekleşmiş” çizginin dahi hayatın ve toplumsal gelişmenin karşımıza çıkaracağı sayısız yeni durum ve yeni sorun karşısında içinde farklılaşmalar üretmesi kaçınılmazdır.
Bu çeşitliliği “tek doğru bir çizgi, ve onu yanında N tane yanlış çizgi” diye algılamak da mümkündür ve (ne yazık ki) bugün dünya soluna egemen olan bakış açısı budur. Gerçekten de bu çeşitli akımlar arasında (tıpkı UED’deki Marx’ın çizgisi gibi) tek bir tanesi en doğru ve diğerleri de değişik oranlarda yanlışlar barındıran çizgiler olabilir. Ancak bu durumda dahi, açıkça düşmanla iş birliği (2.Enternasyonal’in müflis liderleri gibi) ve mücadelenin önünü tıkama ya da ona açık darbe vurma tavrı geçerli olmadıkça, anlamlı bir emekçi tabanını temsil ederek mücadeleye samimi bir devrimci katkı yapma niyeti ve iradesi geçerli oldukça, yapılması gereken tüm farklılıkları “düşman” ilan etmek değil, farklılığı sınıfın çıkarları için mümkün olduğu kadar yönetmektir. Doğru olan politik tavır budur; Marx’ın da uzun bir süre yaptığı bu olmuştur.
Ortak mücadele için farklılıkları yönetmek sadece bir hoşgörü, nezaket, esneklik ve iyi niyet konusu değil, devrimci politikanın doğru kavranmasına yönelik bir netlik konusudur. Sınıfın kısa, orta ve uzun vadeli siyasi çıkarlarını başa koymak yerine “bir teoriyi egemen kılmak”, teoriyi mücadelenin bir aracı olarak değil bir varlık sebebi, tüm toplumsal mücadeleyi de “kutsal” bir teorinin bir yansıması olarak gören sübjektivizm uzun yıllar ve hala sosyalist harekette etkisini koruyan bir çarpıklıktır ve hem geçmişte hem de bugün sosyalist mücadelenin hem tek örgüt içinde, hem de dışında olmazsa olmazı olan “farklılıkları yönetebilme yeteneğine” ciddi darbe vuran bir unsur konumundadır.
PROUDHON VE BLANQUİ’YE YENİDEN BAKMAK
O dönemin diğer sosyalist akımları olan Proudhon’culuk ve Blanqui’ciliğe, bugün yaşanan 100 yıllık deneylerin sonrasında yeniden bakmak bize bugün için faydalı olabilecek ip uçları sunabilir. Önce Proudhon’dan başlayalım:
PROUDHON: BİR PROJESİ OLAN SOSYALİST
Proudhon, 1800’lerin ikinci yarısında kapitalizmin yarattığı sömürü, sefalet ve baskıya Marx ile eş zamanlı olarak karşı çıkmış, bu yönde bir teori ve eylem geliştirmiş, bir dönem Marx ile de yakın ilişki kurmuş bir sosyalisttir. Produhon’culuk tarih içinde egemen akım haline gelen bizim Marksist anlayışımız tarafından mahkûm edilmiş ve bir anlamda tarihe gömülmüş olabilir. Ancak bu tartışmayı ve onun argümanlarını yeniden hatırlamak, bugün bir güncel görev haline gelen sosyalist eylem ve örgütlenmeyi geliştirme ve yenileme görevimize ışık tutacak ip uçları sunabilir mi? Bakalım:
Proudhon’un temel yanlışı, siyasal iktidarı ele geçirmeye gerek olmaksızın toplumda bir sosyal ve ekonomik dönüşüm gerçekleştirme beklentisidir. Bugün bu yaklaşımın geçersizliğini görmek ve anlamak çok kolaydır. Buna rağmen Proudhon, Fransa gibi bir “siyasal devrimler diyarı”nda işçi hareketi üzerinde uzun süre etkili olmaya devam etmiş ve bu etki sadece UED’e değil, daha sonra göstereceğimiz gibi Paris Komünü’nde de sürmüştür. Bir siyasal devrim yerine Proudhon bir sosyal ve ekonomik düzen tasarlamış, siyasal iktidara hiç dokunmadan bu sosyo-ekonomik düzenin işçilerle birlikte inşa edilebileceğini savunmuştur. “Mutuellisme” (“mutuel=karşılıklı, mutuellisme = karşılıklılık yanlısı olma) adını verdiği sistemi 1848’de yazdığı Devrimci Program (“Programme Révolutionnaire”) da ayrıntılı olarak açmıştır. Buna göre işçiler (o sırada İngiltere’de de yaygınlaşmaya başlayan) kooperatif tarzı üretim işletmeleri kuracak, kendi aralarında kağıt parayı ortadan kaldırarak karşılıklı (mutuel) ürün değiş tokuşu yapacaklar, bu konuda işçilere destek olmak için bir Kredi Bankası kurulacak, siyasi iktidarı yıkmaya yönelik bir niyet ve düşmanlık olmadığı için ilgili yasalar hükümetten talep edilecek, ekonomi içinde yaygınlaşması beklenen bu “karşılıklı” ekonomik ilişkiye (onlara da ciddi avantajlar sunduğu için) özel işletmeler de dahil edilerek gelir dağılımı dengelenecek, zorla bir “mülksüzleştirme” ve siyasi iktidarı “yıkma” olmadan üretken ve adaletli bir toplum kurulacaktır. Onu klişe sözü “mülkiyet hırsızlıktır” olmasına rağmen Proudhon pratikte asla keskin bir mülkiyet düşmanı olmamış, programında mülkiyetin korunarak mutuel bir toplumda toplumun bütünü için yararlı hale getirilebileceğini savunmuştur.11
Öncelikle imkansızlığı aşikâr dahi olsa bu projesiyle Proudhon’a bir “ütopik sosyalist” demek yanlış olur. Saint-Simon, Fourier ve Owen gibi ütopik sosyalistlerin sözde “projeleri” sadece yüzeysel temennilerden ibaret olmasına karşın, Proudhon kendi projesi üzerine ayrıntılı şekilde çalışmış, yer yer anlamlı ekonomik gösterge ve unsurlarla onu desteklemiş, sonuçta “ütopya” denmesi zor olan son derece ayrıntılı bir toplumsal ve ekonomik düzen fikrini daha sonraki eserlerinde daha da derinleştirmek üzere geliştirmiştir.
Proudhon’un bizim Marksist siyasi mücadele yaklaşımımızla çatışma içinde olduğu üç ana nokta vardır. Şunları savunmaktadır Proudhon:
-
Devlet iktidarını ele geçirerek ve onun üzerinden sosyalizmi kurma fikri yanlıştır. Devlet de tıpkı kapitalist sömürü gibi ortadan kaldırılması gereken bir aygıttır; devlet üzerinden bir toplumsal düzen kurma fikri otomatik olarak yeni bir despotizme götürür.
-
Siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından devrim yoluyla ele geçirilmesi fikri de yanlıştır. İşçi sınıfı toplumu ve ekonomiyi dönüştürecek bir programa yoğunlaşmalıdır.
-
Bu açıdan, işçi sınıfının günlük anlamda siyasetle ilgilenmesi, siyaset sahnesinde diğer unsurlarla (kralcılar cumhuriyetçiler, bonaparte’çılar..vs) bir oyuncu olarak yer alması gereksizdir.
Proudhon’u karakterize eden bu üçlü nefrete, “devlet”, “devrim” ve “siyaset” düşmanlığına gülüp geçmeden önce onun argümanlarını bilmekte yarar vardır. Siyasal iktidarın ele geçirilmesine niçin karşı olduğunu özetle şöyle açıklar: “1789’dan beri 1830, 1832, 1848’de defalarca siyasi iktidarı ele geçirmek için yapılan ayaklanmalara işçiler ve emekçiler katıldı, canlarını verdiler, HİÇBİR ŞEY elde edemedik. Bunların hepsinin sonunda sömürücü sınıflar geldi ve canını veren işçi sınıfının üzerine çöreklendiler. Sonra verilen oy hakkı ve seçimler ise sonunda burjuvazinin kazandığı bir tiyatro olmaktan öteye gidemedi. Siyasal iktidarı ele geçirmek bir çözüm değil; asıl olan toplumun ekonomik ve sosyal yapısını, kodlarını değiştirmektir. Bu olmadan hiçbir kurtuluş mümkün değildir”.12 Bu fikir, yani nihai kurtuluş için toplumun sosyal ve ekonomik dönüşümünü temel alma fikri yanlış değildir, sorun bu dönüşümün nasıl gerçekleşeceğidir.
Bu bizi birinci argümana, “devlet üzerinden sosyal-ekonomik dönüşümü gerçekleştirme” fikrine olan düşmanlığına götürmektedir. Haklı olarak “komünist program” adını verdiği bu programa Proudhon iki açıdan karşı çıkmaktadır:
-
Üretime müdahale eden bir devlet, ekonomide verimliliği yok edecektir
-
(en önemlisi) Böylesi “tam yetkili ve güçlü devlet” kaçınılmaz olarak yeni bir despotizmden başka bir şey olamaz. İster monarşi, ister cumhuriyet olsun, devlet aynı şeydir, bir baskı aracıdır.13
Bugün bizler siyasal iktidarı ele geçirmenin zaruretine ve bir devletin (geçici) gerekliliğine inanmakla birlikte, 100 yıllık sosyalist iktidar pratikleri ele alındığında (hem ekonomik verimsizlik, hem de kabuklaşan devlet) Proudhon’un her iki argümanında da hiç de tümüyle yanlış olmayan bir gerçekliğin izlerini görmek mümkündür.
Üçüncü argüman ise, Proudhon’un en çürük argümanıdır. 1789’dan beri emekçileri kullanan ve manipüle eden, en son 1848’de önce onunla birlikte olup sonra onu acımasızca ezen burjuva Cumhuriyetçiliğine olan nefreti bu tavrın temelindedir; ve bu sebeple onun taraftarları UED’e kimi sol Jakobenlerin ve tanınmış cumhuriyetçilerin girmesine sert muhalefet etmiştir. Ancak madalyonun öbür yüzü gerici siyasal iktidarla uzlaşmadır. “Kesinlikle siyasetle uğraşmayacağız ve cumhuriyetçilerle ilişki kurmayacağız” yemini etmiş bir akıma İmparator Louis Bonaparte’ın da “dokunmayacağı” açıktır; hatta mantığı tersine çevirirsek, belki de bu “politika düşmanlığı” iktidarın şimşeklerinden kurtulup düzen içinde “uslu” bir sosyal çalışma yapmanın garantisi olarak benimsenmiş ve sürdürülmüştür. Dolayısıyla bu “siyaset yapmama” tavrında burjuva cumhuriyetçiliğine alet olmama hassasiyetinin yanı sıra “imparatoru ve onu polisini kızdırmama” korkaklığı da aynı anda var olmuş, sonunda da Komün esnasında dürüst Proudhon’cular mücadeleye devam ederken bu “sağ kanat” diyebileceğimiz Produhon’cular Versailes ile anlaşmıştır.
Ancak daha sonrası ilginçtir. Proudhon ömrünün sonuna doğru işçi sınıfının siyaset yapmasının gerekliliğini kabul etmiş ve bu fikrini içeren eseri (İşçi Sınıflarının Siyasal Kapasitesi Üzerine (“De La Capacité Politique des Classes Ouvrières”) ölümünden kısa süre sonra basılmıştır. Bu kitapta Proudhon işçi sınıfının siyaset yapmasını gerekli olduğunu kabul etmiş, ve (bizlere “aklı yolu birdir” dedirtircesine) bugüne de uzantısı olan ilginç görüşler geliştirmiştir. Proudhon “sınıfın siyasal kapasitesi” dediği olgunun 3 unsurdan oluştuğunu belirtmiştir:
-
Bilinç
-
Fikir (yani geleceğe yönelik bir toplumsal proje)
-
Somut pratik çözümler 14
Özellikle siyaset yapmak için sınıfın sahip olması gereken “bilinç”i Proudhon şu
şekilde tanımlamıştır:
-
Sınıfın kendisi hakkında
-
Devletle olan ilişkisi hakkında
-
ve toplumun diğer tabakalarıyla olan ilişkisi hakkında bilinç. 15
Burada Lenin’in yıllar sonra yapacağı siyasi bilinç tanımının, yani ekonomik bilincin ötesinde işçilerin sadece kendi ekonomik yaşantılarının değil, devletin ve toplumun tüm diğer tabakalarının bilgisini de kapsaması gereken siyasi bilinç tanımının oldukça benzerini görüyoruz. Fransa özelindeki değişik sosyalist ekolleri sayan Proudhon, işçi sınıfının bunlardan esinlenmekle birlikte bunların hiçbirini kendine “efendi” yapmadığını, kendi inisiyatifiyle yola devam edeceğini söyler ve sınıfın bir bütün olarak iradesine olan güvenini dile getirir.
Proudhon’u da kendi argümanlarıyla anlamaya çalıştığımız bu çalışmada bugüne ışık utacak yegane olgu, bu düşünürün sınırsız bir devlet iktidarı ile sosyalizmi kurmanın handikapları üzerine yaptığı uyarılardır; bunlar da zaten günümüzde (Proudhon’a ihtiyaç olmaksızın) sosyalistlerin üzerinde yoğunlaştıkları, yoğunlaşmaları gereken bir konu durumundadır.
Buna karşılık Proudhon’un o dönemde sahip olduğu etkinlik göz önüne alındığında, bugüne ışık tutması gereken başka bir özelliği de görmemiz gerekmektedir. O da Proudhon’un geleceğe yönelik (belki bilimsel olmayan, siyasi açıdan temelsiz) ama somut ve üzerine düşünülmüş bir projesi olmasıdır, ve bu onun işçiler nezdinde en büyük avantajıdır. Bilindiği gibi Marx, sosyalizmi savunurken geleceğe yönelik, sosyalizm projesinin alacağı biçim konusunda hiçbir öngörüde bulunmamış, hatta bilimsel olmamakla eleştirdiği ütopik sosyalistlerle aynı tarafa düşmemek için böyle bir öngörüden bilinçli olarak kaçınmıştır. Söylediği tek somut şey “birleşmiş üreticilerin birlikte yönettikleri bir toplum” formülünden (ya da ifadesinden) öteye gitmemiş, daha fazla öngörünün saçma ve gerici sonuçlara yol açacağını dahi iddia etmiştir. Marx’ın bu “bilimsellik adına” hiçbir toplumsal proje geliştirmeme ve buna karşı çıkma tavrı bugün, 21. yüzyılda kesinlikle sorgulanmalıdır. Geleceğe ilişkin genel hatlarıyla dahi bir proje geliştirmemenin bilimsellikle, ya da bilimsel olma iddiasıyla hiçbir ilgisi olmadığı görülmelidir. Bilimin, ya da bilimsel olma iddiasındaki hiçbir teorinin işlevi sadece geçmişi ya da bugünü “açıklamak” değildir; gerçekten bilimsel ise geleceğe ilişkin de, çok genel hatlarıyla da olsa bir öngörü ve öneri sunabilmelidir. Fizik bilimi sadece binanın geçen hafta ya da bugün niçin yıkıldığını açıklamaz, aynı zamanda attığımız bir taşın kaç saniye sonra ve nereye düşeceğini söyler, bilimin gücü de bir anlamda budur. Toplum bilimlerinde elbette geleceğe yönelik ayrıntılı, “milimetrik” öngörülerde bulunulamaz, ancak mevcut durumdan hareketle gelecek toplumun ya da bu toplumdaki belli fonksiyonların genel hatlarıyla nasıl yürüyeceğini söylemesi hem mümkündür, hem de gereklidir. Siyasi iktidarın ele geçirilmesi konusunda (haklı olarak) ısrar eden Marx’ın, bu iktidar ele geçirildikten sonra ne yapılacağına, ekonominin ve siyasetin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair tek kelime dahi söylememiş olması bir handikaptır. Bu konuda yegâne öngörüsü Gotha Programının Eleştirisinde söylediği “kapitalizm ile komünizm arasındaki sürecin proletarya diktatörlüğü olduğu” ifadesidir; proletarya diktatörlüğünün “ne olduğu” ve “ne olmadığı” bugün hala tartışıldığı göz önüne alındığında bunun da bir netlik olduğunu söylemek mümkün değildir. “Siyasi iktidarı ele geçirip devlet olacağız” dendikten sonra ne yapılacağına dair hiçbir şey söylememek, doğal olarak Proudhon’un “sosyalist ekonomiyi devlet despotizmi ile kurma” eleştirisine mahal vermektedir; çünkü bu konuda, yani ne yapılacağına dair hiçbir şey söylenmemektedir. Öte yandan bu boşluğun en trajik sonuçlarını ilk sosyalist devrim olan Ekim Devrimi yaşamış, iktidarı alan Bolşevikler sosyalizmin ne olduğu ve nasıl kurulacağına ilişkin hiçbir yönlendirici fikrin olmadığı bir ortamda kafalarını vura vura ve hata da yaparak bir dizi gerekliliği “keşfetmek” zorunda kalmıştır.
Toplumda adaletsizliğin nasıl ortadan kalkacağı ve sağlıklı ve adil bir toplumun nasıl kurulacağına dair Proudhon’un yanlış dahi olsa insanların kafasında sosyalizmi somutlaştıran ve umut veren bir projeye sahip olması Marx karşısındaki en ciddi avantajıdır. Marksizm Proudhon karşısındaki bu dezavantajını, bir sonraki yazıda göreceğimiz gibi Proudhon’un iktidara ilişkin yanılgılarının Paris Komünü’nde iflas etmesi ile gidermiş ve ideolojik önderliği ele geçirmiştir. Ancak sosyalist bir projenin neye benzemesi gerektiği konusundaki boşluk uzun süre devam etmiştir ve bugün reel sosyalizmin yıkılması ile bu soru hala sosyalistlerin gündeminin başındadır; dahası bu soruyu artık “bilimsellik” adına geçiştirme lüksüne hiçbir sosyalist sahip değildir.
BLANQUİ:
“PROFESYONEL DEVRİMCİLİĞİN” MUCİDİ
Bir diğer önemli akım da Blanqui ve onun temsil ettiği devrimci çizgidir. Blanqui bir süre Marx ile temas etmekle birlikte UED’e hiç bulaşmamış, genel olarak onun faaliyetlerinin dışında kalmıştır. Buna karşılık o çalkantılı dönemde Fransa’daki devrimci faaliyetleri belli bir önem taşımıştır.
Blanqui, 1789 ile başlayan Jakoben gelenek ile somutlaşan devrimci anlayışın bir anlamda sosyalist hareketteki uzantısıdır. 17 yaşında gizli ve Jakoben geleneğin sürdürücüsü olan Carbonari cemiyetine katılmış, daha sonraları “Jakobenler gibi kulüplerde örgütlenmeliyiz” fikrini geliştirmiştir (kendisine sonradan takılan lakaplardan biri de “küçük Robespierre”dir) Dar ve iyi organize olmuş bir örgütle düzene saldırmak, halktaki tepkiyi ateşlemek, isyanı yükseltmek ve mevcut iktidarı yıkarak ona “devrimciler” olarak el koymak Blankist strateji ve politika anlayışının temeli olmuştur. Sayısız başkaldırı ve barikat savaşı örgütlemiş olan Blanqui bunun için de ağır bir bedel ödemiş, ömrünün 37 yılını hapislerde geçirmiştir. Kendisine verilen en yaygın lakap “L’Enfermé” (Mahpus) olmuştur.
Bizim komünist geleneğimizde Blanqui daha sonra Lenin’de önem kazanacak olan “profesyonel devrimci” kavramının yaratıcısı olarak bir değere sahiptir. Düzenle her türlü bağını koparmış, ölüm dahil en büyük fedakarlıkları göze almış, 24 saatini devrimci çalışmaya adamış bir siyasi kadro olarak “profesyonel devrimci” ve bu tür kadrolardan oluşan bir devrimci örgütlenme Blanqui’nin temel yaklaşımı olmuş, bu kavram daha sonra Lenin’le birlikte komünist geleneğimizde de belli bir değer kazanmıştır.
Blanqui yasal olanaklar izin verdiğinde (1848 sonrası ve 1871 esnasında) Fransa’da devrimci örgütlenmenin en yaygın biçimi olup Jakobenlerden devralınan devrimci “kulüplerde”, olmadığı zaman da gizli örgütlenmelerle birer “savaş örgütü” kurmuştur. Yapılan ilk iş silah ve cephane temin etmek, yeni savaşçılar kazanmak ve bunları sert bir hiyerarşi içinde birleştirmektir. Bizzat kendi not defterinde örgütün değişik üyelerinin savaşçı özelliklerini tek tek değerlendirdiği notlar bulunmuştur:
“iyi – hastalıklı ve yorgun – çok sağlam – ateşli – iyi ama içine kapalı – geveze ve gevşek – pek güvenilir değil – eski asker- çok aktif ve çevresi var …”16
Örgütü sömürüye karşı isyan eden bir örgüt olmasına karşın içinde pek az, hemen hemen hiç işçi yoktur. Proudhon’un toplumsal projesinin işçiler üzerinde ciddi bir etkisi vardır ve “işçileri Proudhon’un peşinden koparmayı” hedeflemekle birlikte bu konuda başarısı son derece sınırlıdır. Genel oy hakkı gibi demokratik özgürlüklere de devrimi baltalayacağı için karşıdır. Devrimler diyarı olarak gördüğü Fransa’nın 1789’dan beri sahip olduğu geleneğe hayrandır; o açıdan Fransız olmayan devrimcilere (bu arada “Prusyalı filozof” dediği Marx’a) karşı küçümseyici bir tavır içindedir. Marx 1861’de ona takdirlerini bildirdiği ve yardım teklif ettiği bir mektup yazmış, Blanqui sade bir teşekkürle cevap vermiştir; ancak UED’e karşı negatif tavrı devam etmiştir. 1868’de yazdığı bir mektupta “UED’in olayların kuyruğuna takıldığı ve kitleler üzerinde yarattığı etki ve birikimin sıfır” olduğunu17 belirtmekten geri durmamıştır.
Bu genel bilgilendirmeyi yaptıktan sonra Blanqui’nin siyaset ve örgütlenme anlayışının bugüne olan uzantısı hakkında 2 noktayı belirtelim.
Birincisi “profesyonel devrimcilerden oluşan ve sert hiyerarşiye dayanan örgüt” anlayışının, bugün dahi bizlerde yarattığı devrimci heyecan ve saygıya rağmen ne denli ciddi savrulmalara açık olduğu görmektir. Böyle bir örgütün temeli “şefler” ve “şeflik sistemi”dir ve bu şeflerin tabandan denetlenmeleri söz konusu olmadığı için her kademede çarpıklıklara açıktır. Örnek vereceğimiz ilk deformasyon “örgütü işçilere açmak” hedefi konulduğunda Blankist örgütün hepsi öğrenci-aydın olan orta kademe kadroları kazandıkları birkaç işçiyi vitrine koyan, dergi müdürlüğü gibi bütün yasal sorumlukları ve riskleri bu işçilerin sırtına yıkıp kendilerini arka planda garantiye aldıkları ve ilk hukuksal saldırıda işçilerin okkanın altına gidip kendilerinin örgütü arka planda yönetmeye devam edecekleri bir plan oluştururlar.18 Bu açıkça ahlaksızlıktı, kaynağı da “kendini toplumun üstünde ve her şeye hakkı olan önder” olarak görmenin yarattığı çarpıklıktı, ve Blanqui bunu görüp şiddetle reddetti. Ancak bizzat Blanqui’nin kendisi çok daha ciddi bir siyasi skandalın hedefi olacaktı.
1848 devriminden 5 hafta sonra Taschereau adlı bir gazeteci devrilen kral Louis Philippe’in İç İşleri Bakanlığına ait olan ve devrim öncesi 1839 tarihli gizli belgeleri yayınlar. Bu belgelerden biri ismi XXXX olarak geçen bir siyasi tutuklunun arkadaşlarına ilişkin İç İşleri Bakanı Duchatel’e şahsen yaptığı itiraflardır ve bütün verilen bilgiler, bu bilgileri bilme şansına sahip olan tek bir unsuru işaret etmektedir: Auguste Blanqui. Olay devrimci çevrelerde bomba gibi patlar ve Blanqui ihanetle suçlanır. Olayı değerlendirmek üzere içinde Proudhon’un da olduğu bir “devrimci jüri” kurulur; ancak Blanqui ifade vermeyi reddeder. Suçlama Blanqui’nin kendi giyeceği hükmü hafifletmek için bir tür uzlaşmaya gittiği yönündedir; dahası Blanqui okul yıllarında eski bir tanıdığı olan Bakan Duchatel ile görüştüğünü inkâr da etmemektedir. Dava arkadaşı Barbès ona şiddetle saldırır ve ilerici kamuoyu bu konuda bölünür.
Bu olay sadece o dönem değil, bugüne kadar dahi tüm tarihçileri ikiye bölmüş ve netleştirilememiş bir olaydır, ve lehte/aleyhte argümanlar hiç de az değildir. Belgeler sahte veya fabrikasyon değildir; öte yandan ifade Blanqui’nin üslubuna uymamaktadır; Blanqui’nin ölüme mahkum edilmesi zaten gündemde değildi, öte yandan Blanqui bakan ile gerçekten görüşmüştür…vs. Bizim de burada nihai bir hüküm vermemiz doğru olmaz. Biz burada Blanqui’nin tarihsel emeğine olan saygımızdan dolayı ihanet seçeneğini reddetsek dahi açık olan şudur: Bu tarzda içe kapalı, dar konspiratif örgütler, bir kitle mücadelesinden ve ona hesap vermenin berraklığından uzak oldukları sürece bu ve buna benzer provokasyonların nesnesi olmaktan kurtulamazlar.
Ancak Blankizme ilişkin değineceğimiz ikinci nokta, Avrupa’da işçi hareketinin gelişimi açısından daha da önemlidir. Blanqui’nin en şiddetli muarızlarından biri Komün’de etkin bir rol oynayacak olan ve dilimize de kitabı (bkz. İsyancı: Komün Günlüğü) çevrilmiş olan Jules Vallès’dir. Birçok çağdaşı gibi önce cumhuriyetçi olup işçi sınıfını tanıdıktan sonra sosyalizmi seçen bir aydın olarak Valles, hayatını bir üçlemede anlatmıştır: “Çocuk”, “Lise Mezunu”, ve “İsyancı”19 (bu üçlemenin sadece son kitabı dilimize çevrilmiştir). Üçlemenin ikinci cildi 1848’i ve sonrasında 1851’deki Louis Bonaparte’ın darbesini, üçüncü cildi ise 1871 Paris Komünü’nündeki anılarını içermektedir. Bu anılarda Valles’in bazı vurguları öne çıkmakta, göze çarpmaktadır. Sosyalizmi işçilerle tanışarak, onların acılarını ve sefaletini görerek benimseyen Vallès 1851 L.Bonaparte darbesi esnasında bir şeyler yapmanın gerekliliğini hissedip çaresizlik içinde kıvranırken bir haber gelir: “Seksiyonlar geliyor!” Seksiyon, bizim KP geleneğindeki “hücre”nin Blankist akımdaki karşılığı olan bir tür “savaş grupları”dır. Vallès tam bu noktada işçi sınıfını “kurtarmaya” gelen, kendini onun dışında ve onun kurtarıcısı olarak algılayan ve lanse eden bu anlayışa karşı olan nefretini dile getirir; bu anlayışa egemen olan elitizmi ve sınıfın gücünün küçümsenmesini teşhir eder. O devrimci aydınların işçilerle birlikte ortak geliştireceği bir iradenin, ve bu kitlesel bütünlük içinde birlikte, açıklık ve şeffaflık içinde özgürce ve içselleştirilerek alınacak kararların uygulanacağı bir mücadele anlayışından yanadır. Blankizmin retoriği olan “yanılmaz şefler ve önderler” edebiyatının işçi sınıfına bir tür “Devrim Panteonu20” empoze etmek olduğunu belirtir ve hem tanrıyı hem de despotizmi reddetmiş bir siyasi gelenekte bu iki hastalığı, yani tanrısallığı ve despotizmi “devrim” adına sınıfa musallat etmenin tehlikesine dikkat çeker; bunun sosyalizm açısından ifade ettiği çarpıklığı önemle vurgular.
Valles bu tavrıyla aslında Engels’in yıllar önce “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” düsturunu, ve gene daha sonra Engels’in 1873 yılında “bir avuç devrimci önderin diktatörlüğünün proletarya diktatörlüğü demek olmadığı”21 yönündeki vurgularını kendi dünyasında hissetmiş ve aktarmıştır. Ancak daha da önemlisi, UED’in mücadelesi ve Paris Komünü ile birlikte yığınsal bir siyasal güç haline gelen işçi sınıfı, kendi örgütlenmesinde de bu anlayışı egemen kılmış, kendi yığınsal mücadelesinde ete kemiğe bürünen bilinçli iradeyi başa koymuş, oluşan farklılıkları kendi gerçeği olarak kabullenmiş ve onlarla yürümüş, herhangi bir “yüce ilkeler” adına içerde veya dışarda hiçbir lider, grup, ekip vs’nin iradesini kendisine dayatma fikrini temelden reddetmiştir. Avrupa’nın sosyalist işçi hareketi bu ruhla şekillenmiş ve 2. Enternasyonal’in yıkılışına kadar devam etmiştir.
Tam bu noktada, siyasi işçi örgütlenmelerinin tarihinde oluşan bir problemi, çalışmamızın ileriki bölümlerinde çözmek üzere ortaya koyalım ve tanımlayalım. Blanqui’nin literatüre soktuğu “profesyonel devrimci, sert disiplinli hiyerarşik yapı, savaş örgütü, askeri veya yarı askeri disiplin” gibi kavramlar 1917 sonrası Bolşevizm ve Lenin tarafında işçi hareketine, elbette Blanqui’den farklı olarak emek ekseninde ve işçi sınıfı temelinde yeniden gündeme gelmiştir. Lenin’in bu katkılarının bir anlamı ve pratikte kendini ispat etmiş somut başarıları da vardır, dahası Lenin’in gündeme getirdiği “önderlik” kavramının siyasette hayati bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Ancak yukarda aktardığımız tarihsel resim karşısında bu katkılar iki açıdan, uzantıları bugüne kadar gelen iki problem yaratmıştır. Birincisi Bolşevizm’in getirdiği vurgular gelişmiş ülkelerin işçi hareketinin yukarda anlattığımız tarihsel kodlarıyla bir çelişki yaratmış, bir “Merkez Komitesinin tartışılmaz egemenliği ve bunu baz alan bir disiplin” Avrupa’nın gelişkin ülkelerinin işçi hareketi ile (fiili bir durum olarak) tam anlamıyla bir “ten uyuşmazlığı” yaratmış, Bolşevik örgüt ve mücadele anlayışı birkaç istisna dışında gelişkin ülkelerdeki işçi hareketlerinin hiçbirinde asla kök tutamamıştır. İkinci konu ise Lenin’in önemli bir katkısı olan “öncülük” sorununa ilişkindir ve önceki yazımızda sorduğumuz soruları yeniden hatırlatmamızı zorunlu kılmaktadır: Öncülük nedir? Bilenlerin bilmeyenlere anlatarak onlara yardım etmesi midir? Yoksa süreklileşmiş bir misyon olarak bir grubun ya da partinin ebediyen işçi sınıfını yönetme hakkı mıdır? Lenin’in hayati katkısı olan “öncülük” kavramının bugün, dünya işçi ve sosyalist hareketinin 100 yılı aşkın deneyleri ışığında yeniden üretilmesi bir ihtiyaçtır.
BİRİNCİ ENTERNASYONAL’İN İLK PROGRAMI:
MARX’IN TEORİK-İDEOLOJİK TAVİZİ
İlk toplantılarda UED’nin Genel Konsey’ine seçilen Marx, bu örgütün bir tür program ve tüzüğü niteliğinde olan “UED’nin Geçici Kuralları ve Hitabı” bildirisini kaleme aldı. Bu bildiri sınıfın mücadelesinin hedeflerini, uluslararası boyutunu ve prensiplerini başarıyla aktaran (ve sonu Manifesto’daki ünlü çağrıyla, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” ile biten) bir bildiri olmakla birlikte şu ifadeyi de içermekteydi:
“…(işçiler) kendi hükümetlerinin diplomatik eylemlerini izlemeli, onlara gerekirse ellerindeki tüm araçlarla karşı çıkmalı, bu olamıyorsa farklı teşhir eylemlerini birleştirmeli ve ahlak ve adaletin basit kanunlarını savunmalıdır”22
Başka bir yerde de:
“Bu Uluslararası Derneğin kurucuları ve ona bağlı olan tüm cemiyet ve bireyler birbirlerine karşı ve tüm insanlara karşı davranışlarında temel olarak gerçek, adalet ve ahlakı temel alacaklardır.” 23
Marksizme aşina her okuyucu burada yüceltilen ve temel alınan Ahlak, Adalet gibi kavramların tamamıyla sınıfsal kavramlar olduğunu, sınıfların ötesinde bir Ahlak ve Adalet’in olmadığını, Marx’ın ilk ve en büyük keşiflerinden birinin de bu kavramların sınıfsal ve göreceli kavramlar olduğunu teşhis etmesi olduğunu bilir. Proudhon’un aksine Marx, büyük harflerle yazılmış Adalet, Ahlak, Özgürlük, Hakikat, Kardeşlik gibi kavramların mutlak olarak hiçbir anlam ve değer taşımadığını, ancak sınıfsal bir çerçeve ve perspektifte bir anlam taşıyabileceğini, bütün sınıflar için ortak ve tek bir “adalet” ya da “ahlak” ya da “özgürlük” olmadığını net ve kesin bir biçimde ortaya koymuş ve bunun için yoğun bir kavga vermiştir. O zaman, bizzat bu bildiriyi kaleme alan Marx’ın, kendi keşfettiği ve işçi sınıfı için de önemli olduğunu bildiği bu konuda yeniden eski ve bulanık kodları kullanmasının, daha net bir deyimle “teorik ve ideolojik taviz” vermesinin mantığı nedir? Muhtemel bir yanılgıyı önlemek için şunu da not edelim: Bu “politik” (günlük eyleme, mücadelenin kısa vadeli ihtiyacına yönelik) bir taviz değil, hareketin temel ilkelerine, fikirsel temeline yönelik bir tavizdir ve kesiklikle teorik ve ideolojik bir nitelik taşımaktadır.
Bu durumu bizzat Marx, Engels’e Kasım 1864’te yazdığı bir mektupta şöyle açıklamıştır:
“Bizim görüşlerimizin mevcut ruh haliyle Emek hareketi için kabul edilebilir bir biçimde ifade edilmesini garanti edecek şekilde işleri yürütmek çok zordu…. Yeniden uyanan hareketin bize eski dobralıkla konuşmamıza imkan sağlaması biraz zaman alacak. Bugün için parolamız “fortiter in re, suaviter in modo” (gerçekte kararlı, üslupta nazikçe) olmalı”24
Marx burada hareketin dinamizmine güvenmekte, böyle geri terimlerle başlayan bir hareketin dahi büyüyüp güçlendiğinde bu kavramların aşılmasını sağlayacak bir momentum ve atılım sağlayacağına inandığı için bu tavizi makul ve mübah görmektedir. Marx haklıdır; gerçekten de güçlenen uluslararası işçi hareketi kısa zamanda, aşağıda da ele alacağımız gibi, bu illüzyonları aşmış ve UED’in sonuna doğru Marx’ın bilimsel mücadele kodları hareket içinde oldukça yaygınlaşmıştır. Ancak onu bu konuda haklı görmek, bizi örgüt ve siyaset teorisinde yeni sorularla karşı karşıya bırakmaktadır:
Öncelikle Marx bu konuda kendi kendine karşı gösterdiği toleransı birkaç sene sonra Marksistleri ve Lasalle’cıları bir araya getiren ve Alman işçi hareketini birleştiren Gotha programına karşı göstermemiştir. O programda da Lasalle’in (Marx’ın yazdığı “adalet ve ahlak” gibi fikirlerden daha yanlış olmayan) hatalı görüşlerine (“işçi sınıfı karşısında tüm sınıflar gerici bir kitle oluştururlar” görüşü ya da Ricardo’nun “sermayenin tunç kanunu” gibi) bunlar detay bile olsa şiddetle saldırmış, bu tür görüşleri içerdiği için programın bütününe yönelik aşağılayıcı ifadeler (“ahmakça” gibi) kullanmaktan çekinmemiştir. Halbuki durum oldukça benzerdir: Büyük bir yığınsallığa erişen, ancak hala Bismarck’ın gerici baskısı altında ezilen Alman proletaryası acilen “birlik” istemekte, bir an önce tek bir siyasi özneyle siyaset sahnesine atılmayı arzulamaktadır. Lasalle de bu süreçte sıradan bir insan değil, işçi hareketinin örgütlenip bir güç haline gelmesine fiilen ciddi bir katkı yapmış bir önderdir. Gotha programındaki Lasalle’cı fanteziler (tıpkı UED’deki “adalet” illüzyonu gibi) hareketin bu birleşmeden kazanacağı dinamizm ile eriyip gitmiş, Alman işçi hareketi kısa zamanda Bebel’in önderliğinde tümüyle Marksist kodlarda şekillenmiştir. 1914’te oluşacak sapmanın ise Gotha programının Lasalle’cı kodlarıyla herhangi bir ilişkisi yoktur ve sorunun kökü daha derinlerde olup 2.Enternasyonal ile ilgili çalışmamızda ele alınacaktır.
O zaman soru şudur: Günlük politik tavizlerin dışında bu tarzda, temel fikirlere ve kodlara yönelik tavizler vermek mümkün müdür? Doğru mudur? Bunlar her zaman verilebilir mi? Bunun haklılığının ya da haksızlığının kriteri nedir?
Burada siyasi özne (devrimci örgüt) ile emekçilerin yığın hareketi arasındaki ilişkinin çok hayati bir noktasına geliyoruz. Temel olarak olması (ve siyasi özne tarafından fark edilmesi) gereken yığın hareketinin devrimcileştirici dinamizmidir. Böyle bir dinamizm varsa, başta bu tür ideolojik esnemelerle sağlanan birlikteliğin önünü açtığı yüksek toplumsal dinamizm, bir süre sonra bu esnemelerle terk edilen ideolojik mevzilere yeniden geri dönüşün önünü açacaksa, bu esneklikleri yapanlar da bunları gidermenin gerekliliğini baştan düşünmüşlerse, bu tür esnemeler doğru, hatta yararlıdır. Aynı şekilde ağır baskı koşullarında yasal siyaset olanağı elde etmek harekete ciddi toplumsal olanaklar sunacaksa, devrimci siyasi özne kitlelere ilan edeceği programda mevcut burjuva düzenin kimi ideolojik kodlarına yer verebilir. Burada temel faktör, siyasi öznenin bu kodların geçersizliği ya da yanlışlığı (ve bir süre sonra onlardan geri dönmenin gerekliliğine ilişkin) net bir bilince sahip olması ve elde edilecek politik gücün bu kodları süreç içinde eritme olanağını yaratabilmesidir. Bu elbette kritik bir tespit ve tercihtir. Şayet siyasi özne bu “esnetilmiş” kodlara gerçekten inanıyorsa (Bernstein ya da TBKP örneğinde olduğu gibi) veya bu esneme hiçbir toplumsal atılımla birleşmeyip sadece partinin saflarını düzen yanlısı unsurlarla doldurup onu sağa çekecekse bu tür tavizler yanlış, zararlı ve yıkıcıdır. TBKP örneğinde “emperyalizm savaşlardan arındırılabilir”, ya da “TÜSİAD demokrasi mücadelesinin parçasıdır” gibi saçmalıkları sırf siyasi meşruiyet için savunup toplumsal mücadeleye hiçbir dinamizm katamayan (bu kodlarla zaten katmak mümkün değildir) örgüt yöneticileri TİP ve TKP’nin ortak likidasyonunun organizatörleri oldular. Buna karşılık yukarda değindiğimiz yaklaşımın başarılı başka örnekleri de vardır.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Ho Şi Minh bir yandan Vietnam’daki Japon işgaline karşı savaşırken (ve savaştaki global ittifaklar gereği ABD’den dahi yardım alırken) bir yandan da Vietnam’ın eski sömürgeci patronu Çin devletinin, o sıralar hala Çan Kay Şek’in yönetimindeki milliyetçi-gerici Çin yönetiminin baskısı altındaydı. Kendi ülkesinde zaten komünistlerle kıran kırana bir savaşa girmiş olan Çan Kay Şek, Vietnam’da komünist bir gücün varlığına izin vermeyeceğini açıkça belirtmişti. Bu somut ve zorunlu koşulları göz önüne alan Ho, 1942-1944 arasında kurucusu ve yöneticisi olduğu Hindiçini Komünist Partisi’ni feshetti ve onu “Marksizmi inceleme grupları”na indirgedi. Bir komünist için partinin programı, hedefleri ve şiarlarıyla birlikte feshedilmesi, verilebilecek en büyük ideolojik tavizdir ve bu tavır o dönem savaşın kargaşası içinde çok yankı bulmamakla birlikte dünya komünist camiasında belli bir hoşnutsuzluk da yarattı. Ho, partinin mevcut bütün örgütsel iskeletini yeni kurulan Vietminh (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) içine taşıdı ve orada muhafaza etti. Buna karşılık Vietminh’in programı klasik bir ulusal kurtuluş ve burjuva demokratik devrim programı idi (işgale karşı çıkan yurtsever toprak ağalarının desteğini almak için toprak reformu dahi konulmamıştı!). Komünistler, parti ve parti kimliği olmaksızın, ellerinde (içinde toprak reformu dahi olmayan son derece geniş, sadece işgali sona erdirmeye dayanan) bir programdan ibaret bir mücadele zemininde var olmaya başladılar.
Ancak Ho’nu hesabı doğru idi: Komünistlerin aktif olduğu bir ulusal kurtuluş sürecinin yaratacağı dinamizmin bu mevzileri geri alabileceğini hesapladı ve haklı çıktı. İskeletini komünistlerin teşkil ettiği bir ulusal kurtuluş hareketi işgali sona erdirip iktidara geçtiğinde (1945) adıyla sanıyla bir KP olmaksızın komünist ağırlıklı ve komünist yönlendirme altında bir yönetim oluştu. 1949’da Çan Kay Şek yıkıldığında ise Ho amca gecikmeden terk edilen mevziiyi yeniden kurdu ve cephe bünyesindeki komünistler Vietnam İşçi Partisi olarak yeniden, açık bir komünist hedef ve kimlikle partileştiler.
Benzer bir örnek Küba için de farklı olarak verilebilir. Batista’ya karşı Sierra Maestra’da silahlı mücadele veren Fidel önderliğindeki kadroların önemli bir kısmı sosyalizme inanmış kadrolardı. Che ve Raul “partisiz” komünistlerdi, Fidel de genel olarak sosyalizmin kodlarını benimsiyordu. Öte yandan Küba’nın geleneksel KP’si olan PSP (Sosyalist Halk Partisi) de gerilla hareketine destek sunmaya başlamıştı. Buna rağmen Küba devrimcileri siyasi hedef olarak “sosyalizmi benimsediklerine” dair tek bir kelime dahi etmediler. Fidel yıllar sonra açık açık “O sıralarda sosyalizmi istediğimizi söyleseydik, komünist niyetimizi açığa çıkarsaydık dağdan şehirlere dahi asla inemezdik” diye itiraf etmiştir. Kendini tamamıyla ve sadece Batista diktatörlüğünü yıkma hedefiyle tanımlayan Küba devrimcileri, bu sayede sadece Küba’da değil, tüm dünyada solun ve sosyalizmin ötesinde bir meşruiyet ve destek kazanmış, ABD bile bu harekete başta müdahale etmek yerine diyalog kurma yoluna gitmiştir. Süreç gene aynıdır: Kötü şöhretli bir diktatörlüğü yıkmanın yarattığı muazzam dinamizm ve kazandırdığı prestij, bir sonraki aşamada devrimci önderliğin gerçek niyetini açıkladığında sosyalist bir siyasal hegemonyaya dönüşmüş, Küba’da sosyalist devrimi zafere ulaştırmıştır.
Burada örgüt ve siyaset teorisinin inşasına ilişkin önemli bir noktayı yakalama şansına ulaşıyoruz. Devrimci siyasi öznenin (“Parti”) amacı “kendi iktidarını” kurmak değil, emekçilerin toplumsal mücadelesini devrimcileştirmek, hem kitlesel hacmini, hem de dövüşkenliğini ve siyasi netliğini artırmak, geliştirmek ve iktidara yöneltmektir. Bu noktada örgütün belirli bir andaki teorik-ideolojik-siyasi “kırmızı çizgileri”, yani mutlaka ve açık açık savunması gereken kodların ne olması gerektiğini sorgulayalım. Yukardaki bütün örneklerin de gösterdiği gibi her temel (bilimsel, ispatlanmış) teorik doğru “kırmızı çizgi” değildir, olamaz, olmamalıdır. Bu kırmızı çizginin ne olması gerektiğini, yukarda değindiğimiz şekliyle Partinin misyonu olan toplumsal süreçleri devrimcileştirmek için gerekli asgari ilke, şiar ve hedefler belirler. Bir teorik-ideolojik ilkeyi “atlamak” hatta (Marx örneğinde olduğu gibi) “sulandırmak”, doğacak dinamizm ile bir sonraki adımda onları yeniden ve daha güçlü bir biçimde gündeme getirmenin önünü açacaksa, bu yaklaşım yanlış değildir. Devrimci politikada susmak ve geçiştirmek de bu politikanın parçası olan bir “tavır”dır. Tıpkı müzikte susma işareti olan “es”in de mevcut notalar kadar müziğin bir parçası olması gibi (Beethoven ve Mozart’ın o olağanüstü eserlerinden tüm “es”leri çıkardığınızda ortaya nasıl bir estetik yoksunu gürültü ve kakofoni çıkacağı ortadadır).
Bu gerçeği ve olguyu kulak ardı etmenin iki yıkıcı sonucunu yıllardır yaşıyoruz: Birincisi tüm teorik doğruları “kırmızı çizgi” haline getirince, oluşacak en ufak düşünsel farklılıklar bölünmelere neden olmakta, baskı ve sömürü altında inleyen milyonlarca emekçiyi zerre kadar ilgilendirmeyen ve o anın pratiğinde hiçbir yansıması olmayan düşünsel farklılıklar devrimci örgütleri parçalamakta, un ufak etmektedir. Emeği kurtarma iddiasıyla ortaya çıkıp “kendi” fikirleri yüzünden bölünen bir hareketin sıradan emekçilerde nasıl (ve haklı!) bir güvensizlik, hatta tepki yaratacağını anlamak son derece kolaydır.
İkinci sonuç ise daha hazindir. Bilimsel sosyalist öğretinin tüm doğrularını tüm konularda aynı anda savunan, emekçi halkın ve mevcut toplumsal dinamizmin bunları nasıl algılayacağını zerre kadar düşünmeyip “devrimci saflık” adına bunları her alanda ve aynı anda öne süren bir siyasi özne, halk nezdinde hem takdiri hem de tepkiyi aynı anda yaşamakta, oluşan olumlu ve olumsuz hisler birbirini nötralize etmekte (bazen mevcut burjuva ideolojik hegemonya dolayısıyla olumsuzluk ağır basmakta), sonuçta ilk metnimizde de belirttiğimiz gibi bu siyasi özneler “ne uzayıp ne de kısalan” siyasi aksesuarlara dönüşmektedir.
BİRİNCİ ENTERNASYONAL’DE
İŞÇİ SINIFININ “KENDİLİĞİNDEN” DEVRİMCİLİĞİ
Sürekli Lenin’e atfedilen ve “devrimci bilinci aktaran bir özne olmazsa işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi sıradan trade-union’culuğı aşamaz” ifadesi oldukça arızalı bir ifadedir. Lenin gerek (bu görüşleri formüle ettiği kitabı olan) Ne Yapmalı için daha sonra oldukça net uyarılar yapmış olmasına ve bizzat bu ifadeyle %100 çelişen yeni ifadeler kullanmasına rağmen, “Lenin hariç herkesin Lenin adına konuştuğu” günümüzde bu ifade birçok devrimci tarafından hala bir temel doğru olarak addedilmektedir. Ne Yapmalı’nın ve Bolşevik örgütsel deneyin eleştirel analizini çalışmamızın ileriki bölümlerinde yapacak olmakla birlikte, daha ilk aşamada bu ifadenin yanlışlığını anlamamız sağlayacak somut pratikleri UED deneyiminden aktaralım.
Öncelikle Birinci Enternasyonal direkt işçilerin inisiyatifiyle kurulmuş bir örgüttür, içinde Marx, Engels, Liebknecht, Bakunin gibi aydınlar olmakla birlikte kurumsallaşmış bir siyasi özne ya da özneler yoktur ve mücadeleye tamamıyla işçilerin kısa ya da orta vadeli beklenti, talep ve özlemleri yön vermektedir. Ancak bu haliyle dahi mücadele sıradan trade-union’culuğun çok ötesindedir.
Öncelikle işçi sınıfının “kendinde sınıf” olarak hissettiği ve uğruna mücadele ettiği hedeflerin önemli bir kısmı sıradan “patron-işçi” çatışmasının dışına çıkmıştır ve bu “istisna” alandaki en önemli kalem ulusal sorundur. UED’deki işçiler, fabrika içindeki günlük ekonomik çıkarların çok ötesinde bir konuda, ezilen halkların özgürlüğü konusunda somut kararlar alarak iradelerini ortaya koymuştur; burada en dikkat çeken unsur İrlanda ve Polonya sorunlarıdır. İngiliz işçileri başta olmak üzere UED’deki işçilerin (herhangi bir devrimci özne kendilerine “dışardan bilinç” aktarmaksızın) ezilen halklar lehine aldığı tavırları hatırlatalım:
-
1844’te Chartist hareketi kuran işçiler tüm İngiliz sömürgelerindeki ezilen halklarla dayanışmalarını dile getirdiler, İrlanda özgürlük davasına destek oldular, Polonya halkına olan sıcak sempatilerini dile getirdiler.25
-
1850’de, iki yıl önceki 1848 devrimini bastırırken sergilediği zalimlikle ünlü Avusturyalı general Haynau, Londra’da bir bira fabrikasını ziyaret ettiğinde işçiler onu yakalayarak bıyıklarını kestiler, bir varilin içine koyup sokaklarda yuvarladılar. Eylem Londra’daki işçiler arasında büyük coşku yarattı.26
-
1860’ta kurulan Londra Sendikalar Konseyi, İtalyan ilerici ulusal kahramanı Garibaldi’yi törenle Londra’da karşıladı. 1862’de ise İngiliz burjuvazisinin kendi sınıfsal çıkarları için desteklediği Amerikan Güney eyaletlerindeki kölelik düzeni aynı örgüt tarafından protesto edildi. Özellikle de Çarlığın baskısı altındaki Polonya halkı ile dayanışma duyguları yoğun biçimde dile getirildi. 27
-
1866’da UED’nin Cenevre’deki ilk kongresinde Genel Konsey’in raporunda “Polonya’nı kendi kaderini tayin etmesi ve demokratik ve sosyal temellerde yeniden inşası yoluyla Avrupa’da Rus Çarlığının etkisinin yok edilmesi” kararı yer alıyordu.28
-
Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlığı sorunları Birinci Enternasyonal’in eylem ve bildirilerinde her zaman merkezi bir yer aldı. Bunun temeli de bu örgütü kuran Avrupalı işçilerin ulusal baskı ve köleliğe karşı gösterdikleri bilinçli tavırdı.
-
Aynı şekilde, işçi hareketinden gelmemekle birlikte kendi ülkesinin kurtuluşu için mücadele eden bir devrimci, İtalyan Garibaldi, hem UED’in çalışmalarında, hem de daha sonra kurulacak olan Paris Komünü’nde aktif rol aldı.
Bu resim “parti olmazsa işçiler basit sendikacılığın ötesine geçemezler” (Lenin’in bu yaklaşımı sonra aştığı nettir, ne yazık ki bu hala yeterince bilinmemektedir) ifadesinin ötesinde bir durumu bizlere göstermektedir. Bugün de, şaşırtıcı biçimde emperyalizmin merkezi ABD’de her geçen gün yükselen Filistin’le dayanışma eylemleri sadece aydınları ve öğrencileri değil, bizzat (bir zamanlar “artık düzenle bütünleştiler” denilerek dudak bükülen) Amerikalı mavi yakalı işçileri de kapsamakta, ABD, İngiltere ve İtalya’da bilinen herhangi bir “devrimci özne” olmaksızın, veya mevcut devrimci öznelerin etkisinin çok ötesinde bir oranda, sanayi ve ulaşım işçileri İsrail vahşetine karşı Filistin halkının yanında tavır almaktadır.
Lenin bu ifadeyi kullandıktan birkaç yıl sonra “İşçi doğası gereği sosyal-demokrattır (sosyalisttir)” demişti.29 İşçi sınıfının kendiliğinden devrimciliği, onun (Lenin’in deyimiyle) “sosyalist doğası” hala ciddi olarak kavranılması gereken bir konu olarak önümüzdedir. Sosyalist politikaların işçi sınıfını kitle olarak kazanamamış olmasının günahı, “işçilerin bilinçsizliği”, ya da “ideolojik hegemonya” gibi olağan mazeretler yerine bizzat sosyalist politikaların örgütlenmesindeki yanlışlarda ve açmazlarda aranmalıdır.
İŞÇİ SINIFININ
İFADE HÜRRİYETİ VE DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKLER İÇİN MÜCADELESİ
İfade ve fikir özgürlüğü için mücadele, Türkiye gibi gerici, faşizan baskılar altında yaşayan ülke ve halkların mücadelesinde önemli bir yere sahiptir; ancak bu yer ve önem, şimdiye kadar esas olarak faydacı ve enstrümantal olarak ele alınageldi. Mantık hep şu oldu: “Fikir özgürlüğü için mücadele esas olarak devrim için mücadele eden sosyalistlerin “nefes alması” içindir, demokrasi mücadelesinin bir gündem maddesidir, devrim ve sonrasındaki sosyalizm açısından yeri ve önemi göreceli, hatta talidir. “Doğru görüşler” iktidarda olduktan sonra fikir ve ifade özgürlüğü bu “doğru görüşlere” uygunluk çerçevesinde ele alınacak bir konudur.”
Ancak Birinci Enternasyonal deneyini incelediğimizde, dünya işçi hareketinin merkezi olan Avrupa’da işçilerin mücadelesinde fikir özgürlüğü maddesinin oldukça önemli, hatta bu hareketin kimliğini belirleyen konulardan biri olduğunu görüyoruz. Bu da gene bu deneyden hareketle önümüzde yeni perspektifler açabilecek bir konudur.
Enternasyonal’in 1867’deki Lozan kongresinde bu konuda yapılan bir konuşmada bir delege şunları söylemiştir:
“… Raporlar gösteriyor ki özgür yurttaşlar olarak haklarından yoksun bırakılan halklar arasında ve toplu gösteri, özgür konuşma ve basın özgürlüğü gibi gasp edilemez hakların sınırlandığı ülkelerde Enternasyonal’in eylemi büyük ölçüde zayıflatılmıştır ve ulaşılan sonuçlar sınırlıdır. Öte yandan, Enternasyonal’in ilerlemesi özellikle en geniş özgürlüğün egemen olduğu ülkelerde en fazla göze çarpmaktadır. Sonuç olarak işçilere siyasi özgürlük garanti edilmedikçe, Enternasyonal’in şanlı kaderini gerçekleştirmesi, tüm Avrupa’ya yayılması ve olması gerektiği gibi dünyanın toplumsal dirilişini sağlamaya hedeflenmiş güçlü ve muktedir bir işçi sınıfı federasyonuna dönüşmesi imkânsız olacaktır.”30
Aynı kongrenin sonuç bildirisinde şu karar alınmıştır:
“Eylül 1867’de Lozan’da toplanan Enternasyonal Kongresi, politik özgürlüklerden yoksun olmanın halkın sosyal öğrenimi ve proletaryanın özgürlüğe kavuşması için bir engel olduğunu görerek ilan eder ki:
-
İşçilerin sosyal özgürlüğe kavuşmaları, onların politik özgürlüğe kavuşmalarından ayrılamaz.
-
Politik özgürlüklerin verilmesi, mutlak zorunluluk taşıyan ilk tedbirdir.”31
Aynı şekilde bir sonraki yazımızda ayrıntılı inceleyeceğimiz Paris Komünü’nde, 23 Mart 1871’de, altında Enternasyonal marşımızın yazarı Eugene Pottier ve yıllar sonra Fransız Komünist Partisi’nin kuruluşuna katılacak olan Camelinat’nın imzasıyla yayınlanan bildiride Komün’ün hedefleri arasında “toplanma ve dernek kurma hürriyeti, mutlak basın hürriyeti ve yurttaş hürriyeti” ilan edilmiştir.
İşin özü bellidir: İşçiler, kendi davalarını halka, kamuoyuna, hükümete bildirecek araçlardan yoksun olduklarında mücadele tıkanmakta ve kısırlaşmaktadır. Sınıfın, kendi hedef ve amaçlarını herkese daha etkin anlatabilmek için hava ve su gibi siyasal özgürlüklere, sansüre ve yasaklara karşı fikir beyan etme, yayma ve örgütlenme özgürlüğüne ihtiyacı vardır. Bu özgürlükler, mücadelenin yükselmesinin olmazsa olmaz koşuludur.
Buraya kadar durum nettir ve bugün de (Türkiye dahil) tüm dünyada sosyalistlerin 100 yıldır demokratik hak ve özgürlükler için verdiği mücadelenin mantığıyla örtüşmektedir. Ancak tam bu noktadan sonra, işçi hareketinin yığınsal özellik taşıdığı Avrupa’da (diğer nispeten geri ülkelerde gerçekleşmeyen) iki farklı gelişme olmuştur:
Birincisi, Avrupa’daki işçi sınıfı hareketi bu özgürlükleri adım adım kazanarak içinde yaşadıkları toplumu değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Bugün tüm dünyada örnek gösterilen ve tüm insanlar için de belli (ve haklı) bir çekiciliği olan Avrupa “demokrasisi” bu mücadele içinde şekillenmiştir ve net olarak görülmesi gereken gerçek şudur: Avrupa’nın gelişkin kapitalist ülkelerinde basın özgürlüğü, sansüre karşı mücadele, toplanma ve protesto özgürlüğü, dernek ve parti kurma özgürlüğü, herkes için oy hakkı gibi (bu ülkelere değer ve çekicilik katan) tüm kazanımlar işçi sınıfının ve ilerici, sol güçlerin eseridir!32 İşçi hareketi, burjuva devrimlerinden sonra sadece ve sadece burjuvazinin değişik fraksiyonları arasında uygulanan, ancak emekçilere tamamıyla kapalı olan “demokratik haklar” zeminini, bizzat bu devrimlerin tarihsel meşruiyetine de dayanarak talep etmiş ve adım adım, bazen de büyük bedeller ödeyerek, kan ve göz yaşıyla kazanmayı başarmıştır. Bu göz önüne alındığında, Batı demokrasilerini tanımlamak için kullanılan “burjuva demokrasisi” deyimi hem bir doğruyu hem de bir yanlışı içermektedir. Bir açıdan bu deyim doğrudur, zira bir yandan yönetim mekanizmaları prensip olarak demokratiktir ve burjuvazi iktidardadır (bu anlamda bunlar birer “burjuva demokrasisidir”); öte yandan da işin “demokrasi” boyutu doğuşundan beri kitleleri baskı altına almaya çalışan burjuvazinin değil, işçilerin ve emekçilerin eseridir ve “burjuva” ve “demokrasi” kavramları arasındaki zıtlık göz önüne alındığında “burjuva demokrasisi” kavramı pekâlâ bir “oxymoron”a dönüşebilmektedir.
İkinci olgu ise bizler için sosyalist mücadelede bugün daha büyük önem taşımaktadır. Bu hakları adım adım elde eden Avrupa işçi hareketi, bu demokratik hak ve özgürlüklerin içeriğini, mahiyetini benimsemiş ve içselleştirmiştir. Başka bir deyişle bu hakları elde etme sürecinde toplumu değiştiren işçi hareketinin kendisi de kendine yeni değerler ve anlayışlar kazandırmıştır. Hareket içinde değişik görüşlerin kendini ifade edebilmesi, bunlara sansür uygulanmaması, fikirlerin hareket ve örgüt içinde serbestçe tartışılması, alınan karara herkesin saygı göstermesi, eleştiri hakkının ve özgürlüğünün her zaman elde tutulması, “birilerinin” yukardan dayatmalarla kendi kararlarını empoze etmesine karşı ortak bir reddediş, bütün bunlar Avrupa sosyalist işçi hareketinin temel değerleri haline gelmiştir. Tarihimizdeki ciddi bir kırılma da tam bu noktada başlamaktadır. İşçi sınıfının mücadelesiyle elde edilmiş bu tür demokratik kazanımlara tarihinde asla sahip olmamış, bunları yaşamamış bir işçi sınıfı 1917’de Rusya’da (ve daha sonra da benzer az gelişmiş ülkelerde) iktidara geldiğinde, bu tür hak ve özgürlüklerin önemsenmesine dudak bükmüş, bunların sınırlanmasının doğal olduğu devrim ve ertesindeki terör dönemi bittikten sonra bunları yeniden (ve mutlaka!) inşa etmenin önemini asla kavrayamamıştır. 1917’den sonra doğan komünist hareketimiz bu tür hak ve özgürlükleri sadece pragmatik ve enstrümantal olarak ele almış, bunları sadece mücadelenin önünü açmanın araçları olarak algılamış, bu değerlerin bizzat sosyalizm mücadelesi ve sosyalist bir toplumsal oluşum için taşıdığı tarihsel ve hayati değeri gözden kaçırmıştır. Bir oportünist değil bir devrimci olan Rosa Luksemburg’un Lenin’e yönelik “gerçek bir basın ve ifade özgürlüğü olmadan sosyalizm kurulamaz” uyarısının tarihsel anlamı da tam olarak budur. Bu kavrayış farklılığının Rusya ve diğer azgelişmiş ülkelerin sosyalizmi ile ileri ülkelerin işçi hareketi arasında yarattığı çatlak ne yazık ki zamanla büyümüştür ve bu çatlağın tek sorumlusunun Batı Avrupa’daki sosyal-demokrat sınıf uzlaşmacılığı olduğunu düşünmek (onların sorumluluğu da mevcut olmakla birlikte) bizim ciddi bir eksiğimizin gözden kaçmasına sebep olmaktadır. Eksiğimiz ve zayıf noktamız şudur: Sosyalizme yürekten inansa ve bunun için bir devrimin gerekliliğini kabul etse dahi, yukarda değindiğimiz değerler içinde yetişmiş ve şekillenmiş bir Batı Avrupalı işçinin Sovyet modeli gibi fikir ve ifade özgürlüğünün (ne yazık ki) sürekli olarak kısıtlandığı bir siyasal modeli benimsemesi mümkün değildir, zaten de mümkün olmamıştır.
Bu problem 1927’de bizzat Birinci Enternasyonal (Uluslararası Emekçiler Derneği – UED) in oldukça başarılı ve ayrıntılı bir tarihini yazan Sovyet yazar Steklov’un kitabında da görülmektedir.33 Bir Bolşevik olan Steklov, UED’in bu kararı için şunları söylemektedir:
“Bu karar büyük Fransız Devriminin ilan ettiği siyasal özgürlüklere (toplu gösteri hakkı, özgürlüğü, vicdan özgürlüğü) gibi siyasi özgürlüklere atıfta bulunmaktadır. Bu formül bir işçi kongresi için biraz uygunsuz (abç) durmaktadır, zira 1789’da ilan edilen özgürlüklerde özel mülkiyet hakkı (işçilerin asla yararlanamadıkları) vardı; öte yandan “1789 ilkelerinde” örgütlenme ya da grev hakkına dair tek kelime yoktur.”34
Steklov, Birinci Enternasyonal’in bu kararını bir anlamda “kınarken” hem Bolşeviklere hem de 1917 sonrası tüm dünya komünistlerine egemen olan mantığı yansıtmaktadır. Bu mantık da, bu tür demokratik hak ve özgürlükleri burjuva dünyasının birer unsuru olarak görmeye, “üretim araçlarının mülkiyetine” sahip olduktan sonra bunların tali ve göreceli meseleler olduğu kabulüne dayanmaktadır. Bu ciddi bir hatadır. 1800’lerin ikinci yarısından itibaren İngiltere, Fransa ve daha sonra Almanya’da egemen sınıfların ve onların kadrolarının, iş adamlarının, lordların, generallerin, milletvekillerinin çarpık tavırlarını, yolsuzluklarını ve skandallarını bangır bangır eleştiren ve bunları emekçilerin gündemine rahatça getiren bir basın özgürlüğü varken (Fransa’daki Dreyfus vakasının basında yol açtığı depremi hatırlayalım) Rusya 1917’ye kadarki tarihi boyunca böyle bir özgürlüğü yaşamadığı gibi, ne yazık ki 1917’den sonra da (çöküşe kadar!) yaşamamıştır. Bizim sosyalist SSCB’mizde yöneticilerin yolsuzluklarını, haksızlıklarını, tutarsızlıklarını bir nebze de olsa, sosyalist değerler çerçevesinde kamuoyuna yansıtan bir basın ve fikir özgürlüğü olabilseydi, süreci çöküşe götüren deformasyonların büyük ölçüde önlenebileceği açıktır. Burada da süreç benzer bir şekilde işlemiş, “bunlara gerek yok” diyenler gelişen sürecin ilk kurbanları olmuş, “sosyalizmde hukuka gerek yok” diyen “sol” muhalif Paçukanis hukuksuzluğun ilk kurbanlarından biri olurken, demokratik hak ve özgürlüklere dudak büken Steklov da bu özgürlükleri budamanın kurumsallaştığı bir yapının ilk kurbanları arasında yerini almıştır.
İfade ve fikir özgürlüğü, serbest tartışma, katılım ve şeffaflık sadece geçici ve araçsal değerler değil, emek eksenli bir çerçevede hem sosyalist mücadelenin, hem de sosyalizmin inşasının temel değerleri olarak kavranmak durumundadır. Bunlara “burjuva ideolojisinin aksesuarları” olarak dudak bükmek bize geçmişte pahalıya mal olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Bunların olmadığı kimi 20.yüzyıl sosyalizm deneyleri, yarattıkları tüm muazzam değerlere rağmen halka hesap vermeyen yöneticiler elinde yozlaşırken, bunları kendi içinde bastıran sosyalist örgütlenmeler de lider kliklerin otokrasisi altında kısırlaşmakta, daralmakta ve hem halktan hem de mücadeleden kopmanın dramını hala yaşamaktadır.
İŞÇİ SINIFININ İKİ KİTLESEL ÖRGÜTLENME BİÇİMİ:
SENDİKALAR VE KOOPERATİFLER
Bugün “işçi sınıfının örgütleri” denildiğinde akla gelen ikili bellidir: siyasal mücadele parti ile, günlük ekonomik mücadele sendika ile verilir. Günlük mücadele işçi sınıfının kendi öz bilincine ve gücüne ulaşmasını sağlayacaktır; grevler savaşın kendisi değil ama birer savaş okuludur…vs
Birinci Enternasyonal’de henüz ulusal planda sosyalist partilerin olmadığı bir momentte, sınıfın yığınsal örgütlenmesi için iki araç gündeme gelmiştir: sendikalar ve kooperatifler. UED’in ilk kuruluşunu ertesinde bu örgüte Avrupa işçi sınıfları içinde destek ve katılım büyürken “…UED’e katılım İngiltere’den sonra İsviçre ve Fransa şehirlerinde büyürken kısmen sendikal, kısmen kooperatif örgütlenmeler Enternasyonal adına propaganda görevini üstlenmişlerdi”.35 Bunları bugün incelemek, günümüzdeki mücadele için de belli ölçüde ışık tutabilir.
Patronlar yerine bizzat işçiler tarafından yönetilen üretim kooperatifleri fikri, 19. yüzyılın ikinci yarısında sosyalist düşüncede önemli bir yere sahipti. Proudhon üretim ve dağıtım kooperatiflerine dayanan bir sosyalizm projesini ayrıntılı olarak geliştirmiş, merkezi iktidarı deviren bir devrim hareketi olmadan da bu tür üretimin yaygınlaşması ile toplumun “sosyal ve ekonomik” dönüşümünün gerçekleşeceğini savunmuştu. Proudhon’u eleştiren ve merkezi iktidarı ele geçirmenin gerekliliğini savunan Marx ise, bu eleştirisine rağmen kooperatif hareketine büyük önem vermiş, (İngiltere’deki Rochdale örneğinde olduğu gibi) onu yeni bir üretim biçiminin eski toplumun bağrındaki ilk filizleri olarak selamlamıştı. Kapital’in 3.cildinde şunu yazıyordu Marx:
İşçilerin kendileri tarafından işletilen fabrikalar, her ne kadar şimdiki örgütlenmeleriyle var olan sistemin tüm çarpıklıklarını doğal olarak her durumda yeniden üretseler ve üretmek zorunda olsalar da, eski biçimin içinde yeni bir biçimin ortaya çıkmasının ilk örnekleridir; Ancak ilk başta sadece biçimde, birleşmiş işçiler kendi kapitalistleri haline gelse bile; yani kendi emeklerini değerlendirmek için üretim araçlarını kullansalar bile, sermaye ve emek arasındaki zıtlık burada yıkılmıştır. Bu fabrikalar, üretimin maddi güçlerinin ve onlara denk düşen üretimin toplumsal biçimlerinin gelişmesinin belli bir aşamasında yeni bir üretim biçiminin nasıl eskinin içinden doğal olarak çıkıp geliştiğini gösteriyorlar.36
Bütün odağını devrime ve iktidarı ele geçirmeye yönelten Blanqui ise bu projeleri küçümsemiş, Proudhon ve taraftarlarını “kooperatifçiler” diye alaya almış, devrimi savunmasına rağmen bu fikre yeşil ışık yaktığı için de Marx’a şiddetle saldırmıştır.
Eylül 1866’daki Cenevre kongresinde kooperatifler için şu karar alınmıştı:
Kooperatif hareketini, sınıf çatışmasının temeli üzerine kurulmuş şimdiki toplumun değiştirici güçlerinden biri olarak kabul ediyoruz. Fakat … mikroskobik gelişme şekilleriyle sınırlı kooperatif hareketi tek başına kapitalist toplumu değiştirecek güçte değildir. İşçilere tüketim konusunda işbirliği yapmaktan çok üretim işbirliğini salık veririz. Çünkü tüketim, şimdiki ekonomik sistemin sadece yüzeyine dokunur, diğeri ise ona temelden taarruz eder.37
Bir sene sonra yapılan Lozan kongresinde ise bir adım daha atılarak işçilerin kurduğu meslek birliklerinin kendi fonlarını bu tür kooperatifler kurmak için kullanmaları tavsiye edilmiş, dahası bu kooperatifleri desteklemek üzere bir “kooperatif kredi bankası” sistemi oluşması için hükümetlere baskı yapmaları istenmişti. Bu son öneri (“kooperatif banka sistemi”) esas olarak tamamıyla Proudhon’a ait bir fikirdi; içinde Marx’ın da yer aldığı Genel Konsey’in bu öneriyi hazırlayıp onaylamış olması da daha önce belirtiğimiz gibi önemlidir.
Eylül 1868’deki Brüksel kongresinde ise Genel Konsey üyesi H.Jung şu açıklamayı yapmıştır:
“İsviçre’de çeşitli kooperatif birlikler kurulmuştur. Bu ülkede de işçiler birleşme ihtiyacını duyuyorlar. Kooperasyonlar kurarak sosyal meseleyi çözmenin mümkün olduğunu ileri sürmüyorum; ama bu tedbirlerin işçilerin yaşama şartlarını daha iyiye götürebileceğini düşünüyorum.”38
Brüksel kongresi, kooperatiflerin sınıf ruhunu koruması ve “ticari zihniyet”le yozlaşmasını engellemek için prensipler belirlemiş ve sonuç belgesinde şu kararı almıştır:
“Kongre en iyi kooperasyon tarzı hakkında varılmış kararların benimsenmesini her çareye başvurarak sağlamak amacıyla, Enternasyonal Derneği üyelerinin, her çeşit kooperatif topluluklara girmesini istemektedir.”39
Bu alıntıları yapmamızın amacı, kooperatif fikrinin işçi sınıfı hareketinin ilk yıllarında oldukça ciddi bir gündem maddesi olduğuna dikkat çekmektir. Enternasyonal’de “kooperatifler yoluyla sosyalizmi kurma ve emeğin kurtuluşunu gerçekleştirme” fikrini reddeden (başta Marx olmak üzere) çok sayıda unsur olmasına rağmen, kooperatif fikrinin işçi sınıfının hem yaşam koşullarını iyileştirme, hem de alternatif bir üretimin mümkün olabileceğini gösterme açısından desteklenmesi oldukça önemli ve anlamlıdır.
Diğer örgütsel biçim olan sendikalar ise gene Enternasyonal’in gündemine gelmiştir. Özellikle İngiltere’de kurtulmaya başlanan (Londra Meslek Konseyi gibi) sendikalar Fransa ve diğer ülkelerde de yayılmaya başlamış, işçilerin hakları için kullanılan mücadele yöntemleri ve bu arada grev konusu UED içinde tartışılmıştır. Dernekteki Proudhon’cular “sınıf çatışması üzerinden sosyalizme varma” fikrine karşı oldukları için grev yöntemine karşı çıkarlar; ancak grev fikri Enternasyonal’de bir yöntem olarak benimsenir. Daha mühimi ise, işçilerin günlük haklarını elde etmek için kurulmuş olan sendikalara, Enternasyonal’in biçtiği işlev ve benimsediği prensiplerdir. Sendikalar “emek ve sermaye arasındaki günlük mücadele için kesinlikle vazgeçilmez olmakla birlikte çok daha önemli olan diğer yönleri ücretli emek sistemini dönüştürmenin ve sermayenin diktatörlüğünü yıkmanın araçları olmasıdır”40. 1866’daki Cenevre Kongresi’nde şu karar alınmıştır:
“..b) Trade-union’ların (sendikaların) şimdiki halleri: Trade-union’lar bizzat kapitalist sisteme karşı kendi güçlerini yeteri kadar anlamış değillerdir. Bununla birlikte şu son zamanlarda büyük tarihi görevlerini fark etmeye başlamışlardır.
c) Gelecekleri: Sermayenin can sıkıcı manevralarına karşı kesin tepkilerinin eseri bir yana, şimdi işçi sınıfının köklü bir özgürlüğe kavuşmasının büyük amacı içinde bilinçle örgütlenme yuvaları olarak hareket etmelidirler. Bu yönde olan her sosyal ve politik eyleme yardım etmek zorundadırlar.”41
UED’de sendikalar ve kooperatiflere ilişkin bu tarihsel bilgileri verdikten sonra, çalışmamızın asli amacı olan bugüne, bu olguların bugünkü mücadelede örgüt ve siyaset anlayışına olan yansıma ve olası katkılarını tartışmamız gerekiyor. Önce üç soru soralım:
-
Sınıfın bu iki asli örgütlenme biçimlerinden birinin, kooperatiflerin zamanla eriyip gitmesi ve sendikaların (parti dışında) tek örgütlenme şekli haline gelmesi doğal ve kaçınılmaz mıydı?
-
O günden bugüne sınıfın yığınsal mücadele aracı olan sendikaların bugün varılan noktada başta saptanan misyonlarına, yani “ücretli emek sistemini sona erdirme” amacına uygun yapılar olduğu söylenebilir mi?
-
Yönetiminde ister sosyal demokratlar, ister komünistler olsun, toplu iş sözleşmesi ve ücret artışı fonksiyonu ile tanımlanmış bir sendikacılığın sosyalizm mücadelesindeki yeri, artıları ve eksileri nelerdir?
Önce birinci sorudan başlayalım. Kooperatifleri önemli bulmakla beraber siyasal iktidarı ele geçirme vurgusunu yapan Marx’tan ve bu vurguyu temel hedef olarak tanımlayan Lenin’den sonra, bu vurguların ışığında şekillenen mevcut Marksist kavrayış dünyamızda bu konuya ilişkin genel kanı “bu tarzda kooperatiflerin asla işlevli olamayacağı, kapitalist saldırılar karşısında ayakta kalamayacağı,” yönündedir ve “zaten ayakta da kalamadılar” pratik gerçeği ile de bu kavrayış tamamlanmaktadır.
1980 sonrası başlayan neoliberal saldırı karşısında işçilerin kendi kazanımlarını koruyabildiği tek tük örnekler olup daha sonra cazibe kazanan “işçiler tarafından yönetilen işyerleri” konusunda başarılı bir çalışma yapan İtalyan sosyalist Bruno Jossa bu sorudaki kooperatif-sendika ikilemini, hatta karşıtlığını tarihsel süreç içinde inceleyerek ilginç sonuçlara varmıştır. Jossa bu iki biçim arasındaki eşitsiz gelişmeyi (kapitalist saldırının yanı sıra, belki de onun ötesinde) şu iki faktörle açıklamıştır: Birincisi, işçiler açısından, Üretim Kooperatifleri kurmak, sendikalara kıyasla daha karmaşık ve daha maliyetli bir çözümdür. Daha karmaşıktır, çünkü belli bir üretimi yönetmenin bilgisini ve o üretimi yönetme kararlılığını içermek zorundadır. Daha maliyetlidir, çünkü bir kooperatif kurmak her şeyden önce bir maddi kaynağı zorunlu kılar. Bu kaynak üye işçi aidatlarına sahip sendikaların elinde zar zor mevcuttur, çoğu zaman eldeki kaynaklar yeterli değildir (kooperatif fikrinin şampiyonu olan Proudhon’un projesinde işçilere sıfır faizli kredi veren bir “Ulusal Kredi Bankası” fikrinin yer alması bir tesadüf değildir). Sendikal mücadele için ise ne üretim bilgisine, ne üretimi ayakta tutma kararlılığına, ne de bir maddi kaynağa ihtiyaç vardır. Dayanışmayı sağlam tutup direnmek yeterlidir.
İkinci faktör ise daha anlamlı ve uyarıcıdır: Sendikalar, kooperatif fikrine sıcak bakmamakla kalmamış, açıkça karşı tavır almıştır. Sebep ise aşikardır: Bir üretim kooperatifinde, yani sadece üretimin değil, ücretlerin de işçiler tarafından birlikte saptandığı ve uygulandığı bir birimde sendikaya yer yoktur! Kooperatif, sendikayı açıkça gereksiz kılmaktadır.42 Bu iki olgu, kooperatifler kapitalist Pazar içinde yok olup giderken, işçilerin (parti dışında) yegâne örgütünün sendika olması gerçeğinin ardında yatan, yukarda zikrettiğimiz “kapitalistlerin saldırıları”nın yanı sıra etkili olmuş diğer olgulardır.
Bu durum bizi ikinci sorumuza götürmektedir: Sendikalar, mevcut tanımlı işlevleriyle “ücretli emek sistemini yıkma” idealine hizmet edebilirler mi? Cevap net olarak “hayır”dır. Sendikalar bu sistemi yıkamaz, zira bizzat varlık sebepleri bu ücretli emek sisteminin kendisidir. Fabrikaların mülkiyetinin özel şahısların elinde olması ve kendilerinin de o özneleri zorlayıp daha iyi ücret (ama ücretli emeğin kalkması değil!) almaları onların tanımlı ve belirleyici işlevleridir. Gramsci sendika örgütlenmenin negatif yönlerine şu şekilde dikkat çekmiştir:
Sendikanın asli doğası rekabetçidir, komünist değildir. Sendika toplumu radikal şekilde değiştirmenin aracı olarak işlev göremez. Sendika proletaryaya sanayi meselelerinde becerikli bürokratlar ve teknik uzmanlar temin eder, ama proletarya iktidarının temeli olamaz.43
Neoliberal saldırının tüm dünyada (ve çok daha vahşice de Türkiye’de) sendikaları yok etmeye ve etkisizleştirmeye yöneldiği bir momentte, sendikayı bir kurum olarak eleştiren bu fikirler burjuvaziye mi hizmet etmektedir? Elbette hayır. Önce şunu net koyalım: Sadece düzgün bir ücret için mücadele eden ve işlevi bununla sınırlı bir sendikacılık dahi bugün Türkiye’de hala geçerlilik kazanmamış ve uğruna mücadele edilmesi gereken bir hedef durumundadır. Türkiye’de sosyalistlerin sendikal örgütlülüğü yaymak, güçlendirmek için verdikleri mücadele konjonktürel olarak doğrudur, haklıdır, gereklidir. Sorun bu fonksiyon ile tanımlı sendikaların güçlenip işçi sınıfının içinde yaygınlaşmış yegâne yapı olduklarında ortaya çıkmaktadır. Bugün sendikaların güçlü ve köklü oldukları Avrupa ülkelerinde ve ABD’de bu geleneksel biçim yıpranmakta ve güç kaybetmektedir. Bu da bizi yukardaki üçüncü soruya, sosyalizm mücadelesinde sendikaların yeri ve etkileri konusuna götürmektedir.
Sendikalar, işçilerin siyasi örgütlenmelerinden önce ve onun dışında oluşmuş yapılar olup, sonradan oluşan sosyalist partilerin önüne kooperatiflerin gerilemesiyle birlikte tek yığınsal işçi örgütlenmesi olarak, bir fiili durum olarak çıkmış, Marksist partiler (geçmişin sosyalist, bugünün komünist partileri) fiilen bunlarla yaşamak ve mücadeleyi örgütlemeyi kabullenmek durumunda kalmıştır. Başka bir deyişle kendi paralelindeki sendikalar her Marksist parti için bir tür doğal “habitat” haline gelmiş ve kendilerini işçi kitlelerine bağlayan ana kanal olarak parti politikalarında belirleyici olmuştur. Bu “ana kanal olma” olgusu, tüm yığınsal işçi partilerinde (sosyal demokrat veya komünist) sendikaları belirleyici kılmış, sendikaların kabul etmediği hiçbir politikayı partiler hayata geçirememiştir. Böylesine etkili olan bir kanalın yukarda da vurguladığımız gibi kapitalist ücretli emek sistemine olan göbekten bağımlılığı, sendikaları işçi partilerini (gene: hem sosyal demokrat hem de komünist) sağa çekebilen bir faktör olmasına yol açmıştır. İlerde de göreceğimiz gibi, örneğin 1900’lerin başında Alman Sosyal Demokrat Partisinin Sudekum gibi en sağ kanat önderlerinin sendikal yapının temsilcileri olması bir tesadüf değildir.
Bu somut olgulardan çıkarılması gereken sonuç “sendikaları reddetmek veya yok saymak” değildir, olamaz. Tüm dünyada neoliberal saldırının dağıtmak ve atomize etmek istediği işçi sınıfı örgütlülüğünde sendikalar hala önemli ve korunması gereken birer mevzidir; daha iyi ücretler için mücadele hala kapitalizme karşı yürütülen topyekûn mücadelenin önemli bir bileşenidir. Ancak kapitalizmi aşmak için sendikaları yeni bir anlayışla ele almanın gerekliliği de son derece nettir. Birinci Enternasyonal’in bu konudaki vurgusunu ortaya koyduktan sonra, İkinci Enternasyonal ve Komintern geleneğinde sendikaları ele alacağız ve sonra 21. yüzyılda yeni bir sendikal anlayışın temellerini ortaya koymaya çalışacağız. Bu konuda ilerde açmak üzere 3 temel yaklaşımı not edelim ve geçelim:
-
Sendikalar merkeziyetçiliği asgariye indirerek taban irade ve inisiyatifini azami gözeten ve yansıtan yapılar haline gelmelidir.
-
Sendikalar, sadece kendi iş kolu ve fabrikalarıyla sınırlı olmayan, ilgilendikleri üretim dalı ile ilgili tüm diğer toplumsal kesimleri (memurlar, kadınlar, mühendisler, kent sakinleri, işsizler…) kapsayan bir perspektifle, özellikle bugün ABD ve Avrupa’da filiz veren bir “toplumsal mücadele sendikacılığı” mantığı ile mücadeleyi sürdürmelidir.
-
Sendikalar, işçilere “üretimi bir bütün olarak anlamaya ve onu yönetmeye talip olabilecek bilinç ve bilgiyi vermeyi” hedeflemelidir.
MARX’IN DEVRİM ANLAYIŞI:
EKSİKLER, YANILGILAR
Birinci Enternasyonal’in merkezi başlangıçtan itibaren Londra olmuştur ve bu o dönemki önderlerin bilinçli tercihidir. Kapitalizmin en gelişkin olduğu, işçi sınıfının en yığınsal hale geldiği, işçi örgütlenmelerinin en yaygın ve güçlü olduğu ülke İngiltere’dir ve bu merkez yapma seçimi herkes tarafından (bu gerekçelerle) kabul görmüştür. Ancak bu tercihin ardından gelen siyasi beklentiler, bugün baktığımızda oldukça ilginç ve tartışılabilir argümanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. UED Genel Konseyi, Avrupa’da yaklaşan toplumsal devrimin sanayileşmiş İngiltere’de başlayacağı inancındadır. 1 Ocak 1870’de Marx tarafından kaleme alınan bir Genel Konsey bildirisi şunları söylemektedir:
İngiltere köylünün artık olmadığı tek ülkedir; toprağın mülkiyeti birkaç elde yoğunlaşmıştır. Kapitalist yöntemin hemen hemen tüm üretime hakim olduğu tek ülkedir. Nüfusun büyük çoğunluğunun ücretli emekçiler olduğu tek ülkedir. İşçi sınıfının sendikalarla örgütlenmesinin ve sınıf mücadelesinin ciddi bir olgunluk ve evrensellik kazandığı tek ülkedir. Kapitalizm ve toprak sahipliğinin derin kökleri olmasına rağmen onların yıkılması için gerekli maddi koşulların en olgun olduğu ülkedir. İngilizler toplumsal devrim için gerekli tüm şartlara sahiptir, tek eksik olan devrimci coşkudur (revolutionary fervor)” 44
Görüldüğü gibi, Marx’ın düşünce silsilesinde belirleyici olan olgu “üretici güçlerin gelişkinliği”dir. Kendi formüle ettiği tarihsel materyalist bakış açısı çerçevesinde bir üretim biçimi gelişmesini sonuna kadar sürdürüp artık o gelişmeyi devam ettiremez noktaya geldiğinde yıkılacaktır, bu açıdan da ilk yıkılacağı yer, bu üretici güçlerin en gelişkin olduğu ülke olan İngiltere’dir. Tek eksik “biraz devrimci heyecan”dır.
Sosyalist siyasal devrimi “üretici güçlerin gelişmesi sonucunda oluşacak ekonomik krizin beraberinde getireceği kaçınılmaz toplumsal dönüşüm” olarak algılamak, işçi hareketinin bir sonraki adımı olacak olan İkinci Enternasyonal’de belirleyici beklenti ve yaklaşım olacaktır ve bunun kökleri bizzat Marx’ın yukarda dile getirdiği mantıkta yatmaktadır. Ancak bu mantık ciddi bir boşluğu ve yanılgıyı içinde taşımaktadır.
Öncelikle “kapitalizmin başta geliştirdiği üretici güçlerin gelişmesini bir andan sonra durduracağı ve frenleyeceği” beklentisi doğru değildir, 150 yıllık pratikte de doğru çıkmamıştır. Sosyalist devrimi bir proje olarak bu beklentinin üzerine inşa etmek de anlamlı olmamış, dahası, İkinci Enternasyonal örneğinde göreceğimiz gibi işçi hareketinde deformasyonlara yol açmıştır. Niçin doğru değildir? Çünkü 200 yıldır kapitalizm üretici güçleri (özelikle de üretim araçlarını ve teknolojiyi) dizginlenemez bir hızla geliştirmekte, yenilemekte, ileriye götürmektedir. Buhar makinasından dizele ve elektrikli araçlara, atom enerjisi kullanımına, 19.yüzyıl sonu maşinizminden Ford sistemine, oradan bilgisayar kontrollü üretime, oradan bugünün Endüstri 4.0’ına, iletişimde radyodan telefona, oradan görüntülü haberleşmeye, internete, mobil teknolojilere geçiş, bütün bunlar 200 yıldır kapitalizm tarafından gerçekleştirilmektedir ve bugünün popüler konusu olan Yapay Zekâ ile de bu gelişimin sınırlarını hayal etmek dahi zorlaşmaktadır. Üretici güçlerdeki bu inkâr edilemez gelişim elbette ki insanlığı “mutlu yarınlara” götürmemektedir, tüm bu gelişim gelir adaletsizliği, hammaddelerin yağması, yerel savaşlar, gezegenin kirlenmesi, faşist darbeler, baskıcı siyasetler ile at başı gitmektedir, ancak tüm bu olumsuzlukların “üretici güçlerin gelişimini durdurması” söz konu değildir. Bütün bu “gelişme” elbette periyodik ekonomik krizlerle at başı gitmektedir; ancak bu krizlerin hiçbir kapitalizmi yıkmamakta, kapitalizm 1880’lerden beri kendi krizlerini siyaset üzerinden aşmaktadır. 1929 krizi Avrupa’da faşizm, ABD’de ise popülist politikalarla aşılmış, 1945 sonrası kriz Keynes’ci “sosyal devlet” ile halledilmiş, 1980’lerin krizi ise neoliberal saldırı ile çözüme kavuşturulmuştur. Kapitalizmin hayatını idame ettirmesini sağlayan ve ömrünü uzatan bu adımların hepsi toplumsal-siyasal atılımlardır; bu da bizi şu net sonuca götürmektedir: Kapitalizmin yıkılışı salt ekonomik düzlemde gerçekleşecek bir “çöküş” ile değil, bu çöküşü engellemek için ustaca kullanılan siyasi mekanizmanın felce uğratılması ile, kısaca siyasete müdahale ile, ancak ve sadece o şekilde gerçekleşecektir. Kapitalizmi yıkacak olan bir şahsın, ekibin ya da partinin değil, sadece ve sadece emekçilerin örgütlü, birleşik ve bilinçli siyasi iradesi olabilir. Bu irade olmadan kapitalizmin daha kaç yıl insanlığı mahvetmeye devam edeceği belirsizdir.
Marx’ın yukardaki tespitini bu olgular ışığında ele aldığımızda şu hazin sonuca varmaktan kendimiz alamayız: Marx’ın “yegâne eksik” diye ifade ettiği “devrimci heyecan”, aslında bir bütün olarak “devrimci siyaset”tir, ve “devrim için her şey hazır, sadece devrimci siyaset yok” demenin (yapacağımız kaba benzetme için Marx’ın anısından özür dileyerek) “pilav için her şey hazır, tek eksiğimiz pirinç” demekten farkı yoktur. Sosyalist devrimi maddi altyapıya ve ekonomik olgulara sıkı sıkıya bağlama gayreti Marx’ın başka tespitlerinde de (örneğin kapitalist ekonominin global niteliği dolayısıyla devrimin bütün ülkelerde gerçekleşeceği beklentisinde) belirleyici olacaktır. Ancak bunlara karşın Marx’ın ömrünün son dönemlerinde bir dizi alanda bu “ekonomik determinizm”den uzaklaştığına ve yeni arayışlara ve yaklaşımlara yöneldiğine dair çok sayıda işaret vardır. Özellikle Fransa Üçlemesinde, siyasetin ekonomiyle bağına rağmen bir düzey olarak farklılığına ve özgüllüğüne yönelik oldukça parlak tespitler yaptığını biliyoruz. Daha da ilginci, geçenlerde açığa çıkan ve Marx’ın Fransız sosyalist lider Jules Guesde’e Mayıs 1879’da yazdığı mektup bu konuda yeni ve eski konumuna göre 180 derece zıt (ve doğru!) bir konuma işaret etmektedir.
Benim kanaatime göre patlayıcı biçimdeki devrim bu kez Batı’dan değil, Doğu’dan – Rusya’dan – başlayacaktır. İlk olarak, şiddetli bir ayaklanmanın tarihsel bir zorunluluk haline geldiği diğer iki büyük despotizm [okunaksız] Avusturya ve Almanya’da tepki gösterecektir. Bu genel kriz anında Avrupa’nın, Fransız proletaryasını halihazırda bir işçi partisi olarak kurulmuş ve rolünü oynamaya hazır durumda bulunması son derece önemlidir. İngiltere’ye gelince, toplumsal dönüşümünün maddi unsurları fazlasıyla mevcuttur, ancak eksik olan itici ruhtur. Bu ruh ancak kıtasal olayların patlamasıyla oluşacaktır. İngiliz işçi sınıfının büyük bölümünün durumu ne kadar sefil olursa olsun, yine de bir dereceye kadar İngiltere’nin dünya pazarındaki imparatorluğuna katıldığını ya da daha da kötüsü, kendisinin buna katıldığını hayal ettiğini asla unutmamalıyız.45
Bütün bunlara rağmen, siyasetin ekonomiye indirgenemeyeceğine, bu iki düzey arasındaki eşitsiz gelişmeye, siyasetin ayrı bir düzlem olarak ele alınıp önem verilmesi gereğine, kapitalizmi yıkmada siyasetin belirleyici önemine dikkat çekmenin onuru Lenin’e aittir. Onun da örgüt ve siyaset anlayışında (ilerde göreceğimiz gibi) aşmamız gereken boşluklar olmakla birlikte bu tespiti ve katkısı, günümüzde de kapitalizme karşı verilen mücadelede belirleyici bir değer taşımaktadır.
İLK ÇATLAK:
ENTERNASYONAL’DE MERKEZ-YEREL ÖRGÜT ÇATIŞMASI
Enternasyonali ilerde kapanmaya götürecek krizin Marx ve Bakunin arasındaki çatışma olduğu söylenmektedir. Bu önemli ölçüde doğrudur, ve bugün anarşizmi reddetmiş Marksistler olarak bu tartışmada Marx’ın haklılığını temel alıp UED’deki krizi bu gözlükle yorumluyoruz. Ancak gene de bu tartışmanın bugünkü mücadele (özellikle de mücadelenin uluslararası ölçekte örgütlenme mantığı) üzerinde önemli ve anlamlı izdüşümleri vardır ve yeni bir gözle ele alınmayı hak etmektedir.
Bakunin, Marx’ın kapitalizm eleştirisini aynen benimsemektedir (Marx’a mektup yazarak Kapital’in Rusçaya tercüme edilmesini üstlenmiştir). Ancak tıpkı Proudhon gibi, devlet iktidarı üzerinden kurulacak bir sosyalizme karşıdır; tıpkı onun gibi sömürüyü aşmak için sadece üretim araçlarının özel mülkiyetini değil, devlet cihazını da (daha baştan!) yok etme taraftarıdır. Ancak Proudhon’un aksine toplumun barışçı bir dönüşümünden değil, siyasi mücadeleden ve mevcut kapitalist düzene karşı devrimden, onu yıkacak bir ayaklanmadan yanadır. Bu son vurgusu onu Marx ile yan yana getiren bir prensip olmuş, ancak süreç içinde önemli farklılıklar ve gerilimlerin doğmasını engellememiştir.
Bakunin, “devlet” fikrine karşı çıkarken, aslında her türlü “insana yukardan empoze edilen otorite” fikrine karşıdır ve bu yaklaşımı UED içindeki işleyiş ve örgütlenme konusuna da kısa zamanda yansımıştır. Marx ile teorik-ideolojik farklılığı netleşmiştir; bu (tıpkı Proudhon’cular gibi) onları aynı örgütte birlikte işçi sınıfının davası için mücadele etmekten alıkoymamıştır, ama her ikisi de kendi görüşlerinin yayılmasını ve güç kazanmasını istemektedir. Bu çerçevede Marx Londra’daki UED Genel Konseyinde ve Almanya’da işçi çevrelerinde etkili iken Bakunin, anarşist görüşlerin işçiler arasında yaygın olduğu üç ülkede ciddi bir yerel güce sahiptir: İspanya, İtalya ve İsviçre kantonları (İspanya’da işçi sınıfı içindeki oldukça güçlü anarşist etki, bilindiği gibi 1930’lara, İspanya İç Savaşı’na kadar sürecektir). Bu noktada Bakunin, (hem otorite fikrine olan düşmanlığından hareketle, hem de kendi yerel etkinliğini Marx’ın merkezdeki müdahalelerinden koruyabilmek için) ulusal-yerel örgütlerin merkezi bir organ tarafından yukardan yönetilmesine karşı çıkmış, yerel-ulusal örgütlerin geniş bir özerkliğe sahip olmasını savunmuştur.
Bu tartışmanın gerilimi zamanla elbette büyümüştür. Marx’ın ve İngiliz sendikacılarının etkili olduğu Genel Konsey Bakunin’in “disiplinsizlikle” suçladıkları yaklaşımlarını kınayıp sınırlamaya çalışırken Bakunin de UED ile bağını koparmayıp bildiğini okuyabilmek için bu kararlara önce ses çıkarmayıp UED örgütlülüğü dışında “kendi” gizli örgütünü kurmaya yönelmiştir. Bu “UED içinde ama ondan bağımsız” yapı (bugünkü terminolojimizle “hizip”) ortaya çıkınca çatışma daha da alevlenmiş ve aşağıda yeni bir yorumla ayrıntılarını aktaracağımız nihai kopmaya kadar sürmüştür.
Bu aşamada, gene bu tarihsel tartışmanın olguları ışığında bakışlarımızı gene günümüze çevirelim ve şu konuyu sorgulayalım: Uluslararası bir sosyalist işçi örgütlenmesinde değişik ülkelerde değişik eğilimlerin, UED örneğinde olduğu gibi bir ülkede Marksistlerin, başka ülkede anarşistlerin, bir diğerinde Proudhon’cuların güçlü ve egemen olması yanlış, kabul edilemez, imkânsız bir durum mudur?
Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için burada tartışılan konunun, yani örgüt içinde politik bütünlük ve tutarlılık konusunun iki ölçekte, yani ulusal ve uluslararası ölçeklerde niçin oldukça farklı olduğunu ortaya koymak ve kavramak zorundayız. Ulusal planda, yani belli bir ülkede örgütlenmiş olan bir sosyalist partinin değişik il ve bölge örgütlerinde güncel politikaya yönelik farklı aksiyon ve müdahale tarzlarının önerilmesi ve farklı mücadele anlayışlarının egemen olması gerçekten kabul edilemez. Farklılıklar her zaman vardır, olacaktır, hayatın gerçeğidir. Böyle bir partinin üyeleri arasında kimi teorik konularda farklı vurgular olabilir, dahası bu ülkenin değişik bölge ve illerinde de farklıklar olabilir (bir bölgede halk oldukça ilerici iken başka bir bölgede gerici-tutucu görüşler oldukça etkin olabilir). Ancak bu durumda dahi böyle ulusal planda örgütlenmiş bir partide bir bölge örgütünün seçimlere katılmayı, başka bir örgütün direkt silahlı mücadeleyi, başka bir örgütün keskin bir illegaliteyi, bir diğerinin yasal siyasette daha aktif katılımı savunup sonuçta ortak bir noktada anlaşamamaları, her birinin kendi bildiği yönde tavrı alması kabul edilebilir bir durum değildir. Değildir, çünkü ülke bazında düşman bütünleşik ve tektir: Ulus-devlet halinde örgütlenmiş burjuvazi. Bu tek ve bütünleşik düşmana karşı mücadelede de ülke çapında tek ve özdeş bir tavır gerekir ve bu tavır en güçlü olduğumuz bölgede de, zayıf olduğumuz bölgede de aynı olmak zorundadır. XX ili seçimlere katılırken ZZ ilinin onu boykot etmesi saçmalıktan başka bir şey olamaz. Seçime girilecekse her yerde girilir, ayaklanma yapılacaksa her yerde yapılır.
Ölçek ulusaldan uluslararasına çıktığında resim net biçimde değişmektedir ve bu değişimi algılamamak, kavramamak ciddi (kimilerinde hala süren!) hayallere neden olmaktadır. Değişik ülkelerin burjuvazileri kendi aralarında çatışmaları da güç birliğini de beraber yaşarlar ve elbette işçi hareketine, “kızıl tehlike”ye karşı ortak davranırlar. Ancak dünya burjuvalarının bir ortak devleti, bir dünya burjuva ordusu, dünya polisi, dünya istihbarat teşkilatı pratikte yoktur. Her ülkede kapitalizmin gelişmişlik seviyesi, sınıfların bileşimi, siyasi uyanıklığı, örgütlülük seviyesi, geçmişten devralınan politik gelenekleri, egemen sınıfın ideolojik hegemonyasının gücü, ülke siyasetinde gerilimin seviyesi kesinlikle farklıdır ve bir ülke ölçeğinde gerekli olan türdeş politik müdahale, uluslararası ölçekte doğru da değildir, mümkün de değildir. Dayanışma şarttır, ancak aynı örgütlenme ve siyasi müdahale formları asla tüm ülkelere empoze edilemez. Dahası, her ülkede geçmişin politik birikiminin yarattığı ve başat hale gelen farklı devrimci-sosyalist gelenekler güç kazanmış olabilir. Bu siyasetler belli yanlışları, ya da yanlış yapma potansiyellerini de taşıyabilir. Ancak o ülkede sınıfa önderlik ediyorlarsa, izledikleri politika net olarak kapitalizme karşı devrimci bir çıkış teşkil ediyorsa, yapılması gereken yoldaşça eleştirerek ve uyararak dayanışmayı sürdürmektir; yoksa dışlamak ve “yukardan birilerinin” saptadığı bir tornaya sokmak değil.
Geçmişten bugüne gelerek somutlaştıralım: İtalyan ve İspanyol işçileri UED içinde kapitalizme karşı Marksist değil anarşist bir yaklaşımı benimsemiş olabilirler. Anarşizm biz Marksistlere göre yanlış, bilimsel olmayan bir politik kültür ve yol da olabilir ve öyledir. Ama sonuçta bu ülkelerin işçi sınıfı kapitalizme karşı mücadelede bu yolu seçmiştir, düşmanla uzlaşmamaktadır, o ülkelerde sınıfın devrimciliğini bu akım temsil etmektedir. Anarşizm sadece İtalya ve İspanya’da ilk işçi mücadelesinin temellerini atmakla kalmamış, ABD’de de ciddi devrimci bir işlev görmüştür. 1 Mayıs’ı bizlere armağan eden gelişmenin ana kahramanları anarşist olduğu gibi, 1920’lerde tüm dünyada işçi dayanışmasının sembolü olan Sacco ve Vanzetti’nin de birer anarşist olduğu unutulmamalıdır. Tüm yanlışlarına rağmen yapılacak şey bu ülke örgütlerini zorlamak, baskı uygulamak, ya da Genel Konsey’in yapacağı gibi “feshetmek” değil, yanlışlarını bildirerek onlarla dayanışma içinde olmak, kendi ülkelerindeki mücadelede burjuvaziye karşı onları desteklemektir. Örneğin İspanyol işçileri o yıllarda anarşist bir mantıkla zamansız bir genel ayaklanma düzenleyip yenilselerdi, yapacağımız şey “alın size anarşizm, biz size demiştik” deyip burun kıvırmak ve sırt çevirmek değil, onların atılımdaki devrimci fedakârlığı takdir etmek, baskı kurbanlarına yardım etmek, hatalarını dostça bildirmek ve kendi hatalarından öğrenmeleri için onlara yardım etmekti. Bu, uluslararası ölçekte mümkün olan tek doğru tavırdır ve bunu bize gösteren ilk somut örnek Paris Komünü’dür.
UED’in Fransa örgütlerinde egemen olan akım her zaman Proudhon’culuk olmuştu ve Paris Komünü’nü yapan işçiler de Proudhon okulundan sosyalizmi öğrenmiş işçilerdi. Paris Komünü bir sonraki bölümde göstereceğimiz gibi esas olarak Proudhon’cuların, Blanquistleirn ve sol Jakobenlerin eseriydi. Olay bittikten sonra yazdığı son derece değerli bir eser olan “Fransa’da İç Savaş” dışında Marx’ın ne Komün öncesinde, ne de Komün esnasında hiçbir katkısı olmamış, Enternasyonal de bu önemli deneye herhangi bir katkı ya da müdahalede bulunmamıştı. Paris Komün’ünde UED üyesi işçi ve devrimciler vardı, bunlar azınlık olmakla beraber önemli roller üstlendiler; ancak bunların hiçbiri (Marx ile belirsiz bir teması olan Leo Frankel dışında) kabul edilebilecek asgari anlamda dahi “Marksist” değildi.
Sonuçta ne oldu? 150 yıldır tüm dünya işçilerine ve devrimcilere ilham veren muhteşem bir deney, Paris Komünü, Marx’ın, Marksizmin en ufak bir katkısı olmadan gerçekleşti. Marx, başta doğru bulmadığı bu kalkışmayı sonradan pozitif değerlendirdi, ona sahip çıktı ve kendi öngörüsü dışında gerçekleşen bu deneyi yorumlayarak işçi sınıfının siyaset teorisine bir katkıya çevirdi; doğru tavır da buydu. Ancak tam bu noktada tersten düşünelim: “Enternasyonal bir dünya partisidir ve tek doğru bilimsel teori egemen olmalıdır” deyip Proudhon’culuğun egemen olduğu Fransa örgütleri feshedilse ya da düşmanlaştırılsaydı, Komün gibi değerli bir deneyin mirasından yoksun kalacak, onu ancak yıllar sonra “arkeolojik kazılarda keşfedilen antik şehirler” gibi keşfetmek zorunda kalacaktık. Tıpkı bir zamanlar Ortodoks Marksist-Leninist bir yaklaşımla “fokocu-maceracı” diye mahkum ettiğimiz KP dışı devrimci akımların (kimi hatalarına rağmen) Latin Amerika ülkelerinde yarattıkları kalıcı devrimci değerleri ancak bugün anladığımız gibi.
Bugüne gelelim. Kapitalizmi yıkıp sosyalist bir gelecek inşa etme hedefinde olan sosyalist akım, ekol ve geleneklerin çeşitliliği UED zamanındakinden daha az değildir. Kendi ülkesindeki sınıf mücadelesine angaje olup kendi doğrularını baz alarak kapitalizme karşı dürüstçe mücadele eden bir dizi akımdan, klasik KP geleneğinden, ML tarzı Maocu örgütlenmelerden, 4.Enternasyonal’in şu ya da bu fraksiyonuna bağlı çalışan Troçkist akımlardan, gerilla geleneğinden gelen yığınsal hareketlerden, sosyal demokrasiden koparak sol, radikal bir sosyal demokrat tavır benimseyenlere kadar bir çok sosyalist siyasi özneden bahsetmek mümkündür, ve bu çeşitliliğin kısa zamanda ortadan kalkmayacağı açıktır. Dünya çapında etkili olacak büyük bir başarılı deney (1917 Rusya misali) gündeme gelse dahi, bu olası müstakbel çizginin tüm dünyadaki solu “tornaya sokup” tek bir formatta birleştireceğini ummak da doğru değildir, zira her ülkenin tarihinden gelen farklılıklar, böylesi bir başarının yorumlanmasında dahi farklılıklar yaratacaktır. Bu noktada prensip olarak ihtiyaç duyulan Enternasyonal örgütlenmede bu akımlardan birinin “dünya çapında egemen ve belirleyici” olmasını beklemek imkânsız, üstelik zararlı bir hayal olmaktan ileri gidemez. Belirli bir ülkede emekçilerin kapitalizme karşı mücadelesinde önderlik eden unsurların mücadele mantıklarında yanlışlar görsek dahi, yapılması gereken onları mücadelelerinde desteklemek ve dayanışma içinde olmaktır. KP geleneğinden gelen bir devrimci, Bolivya’da Morales’i, Venezuela’da bir zamanlar Chavez’in çizgisini yetersiz bulsa dahi, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelede ülkesindeki kavgayı bu özneler yürüttüğü için onları emperyalist saldırganlığa karşı desteklemek zorundadır. Maoculuğu eleştirebiliriz, ancak Filipinler’de ve Nepal’de halkın mücadelesine önderlik eden Maocu gelenekten gelen devrimci akımlarla dayanışma içinde olmak da (şayet emperyalizmi dünya çapında geriletmeyi ve sosyalizmin önünün açılmasını samimi olarak istiyorsak) şarttır. İngiltere’de kendimizi Ortodoks komünist Büyük Britanya Komünist Partisi-Marksist Leninist (CPGB-ML)’e ya da Troçkist gelenekten gelen Sosyalist İşçi Partisi (SWP)ye yakın hissetsek dahi, bu ülkede emekten yana radikal bir değişim çabasının bir dönem başını çeken ve bunu yığınlara mal eden Jeremy Corbin’e de destek olmak aynı şekilde gereklidir, doğrudur.
UED’in bugün bizlere bıraktığı en değerli miras, sınıfın mücadelesine sahip çıkma temelinde değişik sosyalist akımların bir araya gelerek işçi sınıfını Avrupa ve dünya çapında güçlü bir siyasi ve toplumsal özne haline getirebilme başarısıdır. Geleneğimizde egemen olan “ama işte tam da bu çeşitlik yüzünden yıkıldı” yorumu da tarihe geniş ölçekte baktığımızda anlamını yitirmektedir; zira tek bir sosyalist yorumun egemen olduğu sonraki iki enternasyonal de (Alman SDP’de somutlaşan Ortodoks Marksist yorumun egemen olduğu 2.Enternasyonal ve Bolşevik partide somutlaşan Marksist-Leninist yorumun egemen olduğu Komintern) iflas etmekten ve çözülmekten kurtulamamıştır. “Teklik” çözüm değildir, çözüm (tıpkı ulusal düzeyde örgütlenmiş bir partide olduğu gibi) kaçınılmaz olan farklılıkları yönetebilme becerisidir. UED’in yıkılışını şimdi bu gözle inceleyelim.
BAKUNİN’İN (KURAL DIŞI!) TASFİYESİ
Bakunin’in UED içinde kendine özel bir alan yaratma gayreti ve Marx ile girdikleri çatışma keskinleşince işler kopma noktasına gelmiştir. Buraya kadar süreç, doğru olmasa bile en azından anlaşılabilir. Asıl anlaşılması ve kabul edilmesi mümkün olmayan olgu ise, Bakunin’in UED’den tasfiyesinin siyasi olarak, siyasi gerekçelerle değil, adi suçla, “zimmetine para geçirme” gibi, üstelik doğru da olmayan bir suçlama ile gerçekleşmesidir. Bu konuda ayrıntılı bilgi veren 2 kaynaktan biri gayrı resmi, ancak somut olgulara ve belgelere dayanan bir Marx biyografisinin yazarı (aynı zamanda hepimize Ekim Devrimi konusunda son derece doğru ve öğretici bilgilerin sağlayıcısı) E.H.Carr’a, diğeri ise Bolşevik Parti üyesi bir Marksist olan G.Steklov’a aittir. Bakunin’in tasfiyesinin “hikayesi”, adımları zikrettiğimiz kaynaklara göre, şunlar olmuştur:
-
1872 Lahey kongresinde Bakunin ve ekibinin İttifak (“Alliance”) adlı gizli bir örgüt kurarak UED’in disiplinini ihlal ettiği gerekçesiyle bu örgütten ihracı talep edilir ve bu talebi incelmek üzere UED bünyesinde tarafsız bir komisyon kurulur.
-
Komisyon, kongre esnasında 2 gün boyunca bu konuda çalışır ve sonunda “bu konuda ciddi herhangi bir sonuca ulaşamadıklarını” belirtir 46
-
Bunun üzerine Marx bizzat devreye girerek Komisyon ile görüşür. Komisyon’a Bakunin çevresinden ünlü Rus nihilist Neçayev’in yazdığı bir mektubu gösterir.
-
Mektubun hikayesi şudur: 1869’da Bakunin Kapital’in birinci cildinin çevirisini üstlenmiş ve bir Rus yayımcıdan bu amaçla para almıştır. Ancak daha sonra Neçayev, kendisine “tercüme işini askıya alarak bütün kaynakları Rusya’da devrimci çalışmaya hasretmesini” istemiş ve Rus yayımcıya paranın peşini bırakması için tehditkâr üslupta bir mektup göndermiştir. Ancak Bakunin‘in (her iki yazara göre de) bu mektuptan haberi yoktur!47
-
Çeviriyi Bakunin’in yerine üstlenmiş olan öğrenci Lyubavin mektuptan Marx’ı haberdar eder; Marx da bu mektubu komisyona göstererek Bakunin ve arkadaşlarının ihracını talep eder. Komisyon Marx’ın etkisi altında bu kararı alarak Kongre’ye sunar. Kongre Bakunin ve yakın arkadaşı Guillaume’un ihracını onaylar. Marx 3 ay sonra arkadaşına yazacağı notta “mektubun işlevini gördüğünü” belirtir.48
Bu olguları analiz etmek gerekirse:
-
İşçi sınıfının ve hepimizin öğretmeni Marx, büyük dehasına yakışmayacak kadar küçük bir oyun oynamış, Bakunin’den her ne pahasına kurtulmak için bir mektup senaryosunu kullanmıştır.
-
Bakunin elbette sütten çıkmış kaşık değildir ve hizip tarzı faaliyetler sürdürdüğü doğrudur. Ancak bu süreçte politik olarak mahkûm edilmemiş, çok da ilgisinin olmadığı “adi bir suçla” itham edilmiştir. UED’in bu mektubu ve orada belirtilen olayları yargılama yetkisi olup olmadığı dahi tartışmalıdır; ancak Marx’ın büyük prestijine dayanarak oldukça zayıf ve tartışmalı bir kanıtla çok keskin ve sert bir karar almış, UED’in etkin bir liderini tasfiye etmiştir.
-
Bu olay Marksistler ve anarşistler arasında bir kan davasını başlatmıştır. Bu kan davası daha sonra inceleyeceğimiz gibi 2.Enternasyonal’in kuruluşuna da damgasını vurmuş, Marksistler ve anarşistler arasındaki bu keskin zıtlaşma (göreceğimiz gibi) Marksist kanadı da deforme etmekten geri kalmamıştır.
Buradan bugüne ilişkin çıkaracağımız en önemli sonuç ise şudur:
-
Bir lider kadronun ya da ekibin tasfiyesi gibi kritik bir konu öncelikle siyasi planda siyasi argümanlarla yapılmalı, “adi suç” niteliğindeki suçlamalar da varsa bunlar son derece net kanıtlarla ve olayın tüm ayrıntıları irdelenerek yapılmalıdır
-
Bu yapılmadığı takdirde, yani zayıf ve sübjektif delillerle gerçekleşen bir örgüt içi tasfiye, her iki tarafın da kendini haklı göreceği yönler taşıyacağı için uzun sürecek bir zıtlaşma yaratacak, bu zıtlaşma çok da haklı bir zeminde başlamadığı için zamanla her iki tarafta da siyasi deformasyon yaratacaktır.
UED’İN MARX ELİYLE FESHEDİLMESİ
1872’ye gelindiğinde UED’in varlığı sürmektedir. Ülke bazında deklare edilen üye sayıları yer yer abartılıdır, üyelerden para akışı çok güçlü değildir, ancak bir Enternasyonal’e ihtiyaç sürmektedir, UED varlığı ile ilham vermeye devam etmektedir ve işlevlidir. Ancak Marx açısından durum farklıdır:
-
Londra’da Genel Konsey’de Marx ile çalışan İngiliz sendikacıları, esas olarak siyaseti “işçilerin lehine kanunlar çıkarma faaliyeti” olarak görmektedir ve Marx’ın giderek devrimci karakteri belirginleşen vurgularıyla mesafeleri açılmaktadır. Bu sendikacılar Genel Konsey’den ayrılma eğilimindedir.
-
Bakunin ve yardımcısı tasfiye edilmiştir; ancak anarşist kadrolar UED’de hala vardır, belli yerelliklerde hala güçlüdür ve Marx’a (içerden ve dışardan) ateş püskürmektedir.
-
Son (ve muhtemelen belirleyici) olgu ise 1871 sonrasında katliamdan kurtulmayı başaran Vaillant gibi Komün liderleri Londra’ya gelmiştir ve işçi çevrelerinde prestijleri oldukça büyüktür. Bu liderler genel olarak Blanquist eğilimdedir ve en önemlisi, Komün esnasında ne varlığı ne de katkısı olmayan Marx’a karşı herhangi bir bağlılıkları ya da “otoritesini kabullenme durumları” söz konu değildir. Komün gibi bir işçi devriminin temsilcileri olarak İngiliz işçileri arasında dahi oldukça popüler konumdadırlar ve olabilecek ayrılıklarda Marx’ı “takmayacakları” açıktır.
Bu olgular (ancak işçi hareketinin geneli ile değil, tamamıyla kendi otoritesi ve etkinliği ile ilgi olgular) ışığında Marx, Genel Konsey’in yerinin Londra’dan taşınması gerektiğine karar verir; ancak Avrupa’daki tüm alternatif mekanlarda (Amsterdam, Lahey, Belçika, İsviçre…) anarşist etki bir risktir. Bunun üzerine Genel Konsey’i, yani UED’in merkezini ABD’ye taşıma kararı gündeme gelir. Bu son derece yanlış ve anlamsız bir karardır, zira:
-
ABD’de kapitalizm hızla gelişiyor olmakla birlikte işçi hareketi oldukça geri bir konumdadır. Avrupa’da işçi hareketine değer katan ve yaygınlık kazanan siyasal düşünce ve akımların (Marksizm, Proudhon’culuk, Blanquism, anarşizm, vs) ABD’de hemen hemen hiçbir karşılığı yoktur. Siyasal örgüt yok gibidir, var olan yegâne mevzi ise yerel bölgelerde (Şikago, Kaliforniya…) kurulan sendikavari işçi birlikleridir.
-
Gerek işçi örgütlenmelerinin yaygınlığı ve tecrübe birikimi, gerekse sosyalist siyasal düşüncelerin yaygınlığı dolayısıyla dünya işçi hareketinin merkezi hala Avrupa’dır. Bu güçlü ana gövdeyi ABD’den yönetme fikri mantık ötesidir; iletişim olanaklarının ve tekniklerinin son derece sınırlı olduğu o yıllarda delegelerin bir kıtadan öbürüne gitmesi bile son derece maliyetlidir ve sık sık bu maliyet karşılanamadığı için iki bölge arasında ciddi kopukluklar yaşanmaktadır.
-
1871 Komünü sonrasında merkezin Avrupa’da kalması daha da zaruret kazanmıştır; zira tüm Avrupa işçilerinde hayranlık ve umut yaratan bir Komün deneyi yaşanmıştır ve bu deneyin derslerinin tartışılarak yaygınlaştırılması Avrupa ve dünya işçi hareketine büyük katkı sağlayabilirdi. Bu “taşıma” kararına en sert itirazların Komün’ün hayatta kalmış temsilcileri olan Vaillant’dan diğer Komüncülerden gelmesi bir tesadüf değildir ve haklıdır. ABD merkezli bir uluslararası örgütün Komün’ü kavramasını ve derinleştirmesini düşünmek dahi mümkün değildir.
Bu “taşıma” kararının fiilen UED’i kapatma kararı olduğu, bunun beklenmeyen bir sonuç değil, bizzat baştan planlanan hedef olduğu ortadadır. Bu “taşıma” sürecinin gelişimi de oldukça ilginç olgularla doludur. Marx, UED’in merkezini New York’a taşıma kararını önerirken örgütün başına yakın arkadaşı F.A.Sorge’nin geçmesini istemiştir, ancak bizzat Sorge bu taşımaya karşı çıkmış ve itiraz etmiştir. Sonra Marx’ın arkadaşlık üzerinden yaptığı ısrarla kabul etmiş, ancak New York’a taşındıktan sonra dahi işini düzgün yürütebilmek için talep ettiği bazı belge ve bilgileri Marx’tan alamamıştır. Gene bu taşıma oylaması son derece ilginç ve çelişkili bir görünüm arz etmiştir. İki aşamada oylama yapılmış, önce “Genel Konsey’in yeri değiştirilsin” önerisi oylamaya konulmuştur. Bu öneriye desteğin bir kısmı, reformist sendikal kanattan ve anarşist eğilimlilerden gelmiş, onlar “Genel Konsey fiilen aradan çekileceği ve Enternasyonal’in onsuz da gayet güzel çalışacağını” ispat için Marksist grupla birlikte taşınma lehine oy kullanmıştır! Bu ilk oylamada yer değiştirilmesi lehine 30 evet, Londra’da kalması için 14 evet çıkmış, 13 delege oylamaya katılmayı reddetmiştir.49 İkinci oylamada ise New York’a taşınma oylamaya sunulmuş, bu karar 26 evet, 23 hayır, 9 çekimser gibi dar bir çoğunlukla kabul edilmiştir.50
Bu nokta geleneksel resmi tarih anlatımlarıyla hesaplaşılması gereken bir noktadır. ÇKP bünyesindeki yazarların yazdığı ve oldukça değerli bilgiler içeren “Dünya Sosyalist ve Komünist Akımının Tarihi” adlı eserde “UED’in tarihsel misyonun tamamladığı” belirtilerek bu fiili kapatma kararı haklı gösterilmeye çalışılmıştır.51 Bu bir anlamda “miadını doldurma” olarak da ifade edilebilecek yaklaşım oldukça gariptir. UED “son kullanma tarihi” olan bir gıda maddesi, bir konserve değildir. Tarihsel haklılık açısından “miadı çoktan dolmuş” burjuvazinin kimi partileri, örneğin İngiliz burjuvazisinin Muhafazakâr Partisi Tory’ler yaşadığı ve yaşamakta olduğu tüm krizlere rağmen aşağı yukarı 200 yaşındadır! Açıktır ki burada “miadı dolan”, daha doğrusu daralan ve zora giren tek şey Marx’ın kişisel ve teorik etkinliği ve otoritesidir; Marx bu otoritenin giderek riske girdiğini ve daraldığını görünce UED’i feshetmek yoluna girmiştir. Çok net ve açık olan budur.
Tam bu noktada Marksistler olarak bizlerde “Marx’ın görüşü yegâne doğru ve bilimsel olan görüştür, dolayısıyla onun etkisi daralıp riske giriyorsa o zaman işçi sınıfının uluslararası örgütü UED’i kapatmak doğru ve yerindedir” gibi bir görüş de gündeme gelebilir; fiilen (bu deyimlerle olmasa da) kafalarımızdaki düşünce budur. Bu son derece arızalı ve tehlikeli bir görüştür, ve yukarda Marx-Weitling tartışması ile ucundan değindiğimiz ve ilerde açacağımız “politik mücadelede teorinin yeri” konusuyla yakından alakalıdır. Hiçbir teorinin “haklılığı” (bu, savunduğumuz Marksist teori dahi olsa) bir maddi gerçekliği ve devrimci-ilerici bir işlevi olan bir emekçi örgütlenmesini feshetme ve emekçileri örgütsüz bırakma hakkını kimseye vermez. “Doğru bir görüşün egemen olmasını isteme” (ki bu doğaldır, her militanın hakkı ve görevidir) ile “bir görüşü savunan bir liderin veya ekibin egemen olmasını isteme” iç içe geçmiş ve art arda gelen iki olgudur; ikincisi birincisinin sonucudur; ancak tarihimizde çoğu zaman sebep ve sonuç yer değiştirmiş, güç ve iktidar olabilmek için bir teori ve onun haklılığı (onun “tek doğru olması” iddiası) bir hükmetme gerekçesi olarak kullanılmıştır. Tarihimizde ulusal ve uluslararası planda oluşan ve devrimcileri sınıfın pratiğinden kopararak sayısız bölünmenin, hepsinin olmasa da önemli bir kısmının ardında bu “teoriyi güç olmak için kullanma hırsı” yatmaktadır. Bizzat diyalektik bilgi teorimize göre hiçbir teori mükemmel ve nihai doğru değildir, her teorinin gelişen ve değişen hayat karşısında eksik kaldığı ve geliştirilmesi gereken noktaları kaçınılmaz olarak vardır, karşımıza çıkacaktır, o yüzden de her zaman hayatın canlı pratiği esas alınmalı, her teorik duruş diğer teorileri “silmek, yok saymak, susturmak” yerine örgütsel pratiği felç etmemek kaydıyla onlarla hesaplaşarak kendini sürekli geliştirmelidir.
UED’in feshedilmesinden sonra Engels, “bundan sonra kurulacak enternasyonal direkt olarak komünist bir Enternasyonal” olacaktır derken yeni enternasyonalin, saygınlığı ve etkisi giderek artan Marksizmin egemenliğinde kurulacağını varsaymıştı ve dediğinde haklı çıktı. 1889’da kurulacak olan 2.Enternasyonal direkt olarak Marksist temellerde kuruldu; ancak göreceğimiz gibi o da kendi iç çelişkileri sonucu bir krize ve çöküşe gitmekten kurtulmayacaktı.
Son olarak, UED’in “bir enternasyonal örgütün artık sürdürülemez olduğu ve gereksiz hale geldiği” şeklindeki fesih gerekçesinin anlamsızlığını ve yanlışlığını vurgulayan diğer bir somut olguyu burada zikredelim. UED (Marx eliyle) 1872’de feshedildikten sonra bu örgüt içinde kalmış veya dışına düşmüş anarşistler uluslararası planda çalışmalarına devam ettiler. Anarşistler uluslararası işçi hareketine yönelik 4 enternasyonal kongre daha düzenlediler: Cenevre, Brüksel, Bern ve Londra kongreleri. Alınan kararların ve konulan hedeflerin doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, bu yoğun aktivite dahi dünya işçi hareketinin bir örgütlenme ve mücadele ihtiyacının uluslararası planda varlığını sürdüğünün somut göstergesi olarak algılanmalıdır.
BAKUNİN VE ANARŞİST PROJELERİN KAÇINILMAZ KADERİ:
MUTLAK ÖZGÜRLÜKTEN MUTLAK DESPOTİZME VARMA
Bakunin’in sonradan izlediği yol, tüm iyi niyetine ve püriten iddialarına rağmen anarşizmin, günümüzde de anarşist-liberter politikaların kaçınılmaz sonunu ortaya koymaktadır. Ancak önce bu paragrafın başlığını biraz açalım:
Büyük yazar Dostoyevski, bilindiği gibi, gençliğinde bizzat nihilist-anarşist bir örgütlenme (Petraşevski çevresi) içinde yer almış, bu yüzden önce idama, sonra sürgüne mahkûm edilmiştir. Bu yaşam tecrübesine ilişkin intibalarını ünlü eseri “Ecinniler”de aktarmıştır. Dostoyevski elbette bir “sosyalist kaynak” değildir ve çelişkili bir kişiliktir. Yer yer sosyalizme yakın düşünceleri, yer yer Rus milliyetçiliğini ve Hristiyan idealini savunduğu bilinmektedir. Ancak gözlem ve insan ruhunu analiz etme dehası tartışılmayacak kadar büyüktür.
“Ecinniler”de edebiyat tarihçilerine göre Neçayev’den ilham alınan Verhovenski karakteri ile romanın ana kahramanı Stavrogin arasındaki diyalog ilginçtir. Nihilist bir ekip olarak Çarı, devleti, her türlü otoriteyi yıkmak istemektedirler. Temel ideal budur. Ancak Rus toplumunun gerçekliği, geriliği, vahşiliği ve kaotik yapısı sonucunda “yıktıktan sonra ne yapılabilir?” sorusu gündeme geldiğinde Verhovenski arkadaşı Stavrogin’e “Tek çözüm sizi Çar yapmaktır dostum!” demekten çekinmez. Romanın aynı nihilist çevrenin mensubu olan başka bir karakteri ise bu yaklaşımı şu sözlerle özetler: “Mutlak özgürlükten hareket ederek mutlak despotizme vardım”
Aslında bunda şaşılacak bir yön yoktur ve kaçınılmazdır. Niçin? Her türlü politikanın (anarşist politika dahil) amacı hayatı dönüştürmektir. Kafada kurulan politik çerçeve hayatın gerçeklerini göz önüne almadığında, uygulamaya geçtiği, ya da geçeceği andan itibaren acı gerçeklere takılır, hatta kafasını onlara çarpar. Gerçeklerle çelişmenin (“çarpmanın”) şiddeti ne kadar büyükse, ilk başta benimsenen “ideal” politik çerçevenin bunalımı, hatta iflası o kadar büyük olur, ve politik olarak hayatta kalmak için o ilk yaklaşımla taban tabana zıt konumlara savrulmak hem mümkün, hem de o çerçeve resmen iflas etmişse de kaçınılmaz hale gelir.
Bakunin örneğinde olan tamı tamına budur. Önce UED’de insan ruhuna vurulmuş bir zincir olarak her türlü otoriteyi reddeden bir konumda olmuştur. Ancak UED’den ve oradaki Marx dahil tüm sosyalist eğilimlerden koptuktan sonra kendi çevresinde tam bir “krala” dönüşmüştür. Kurduğu örgütsel yapıda bir yanda “yakın çevresi” (ayrıcalıklılar) diğer yanda da en tehlikeli işlere yollanacak (feda edilebilir) unsurlar yer almaktadır. Rusya içinde düşündüğü provokatif eylemler için bulduğu formül budur. İnsanları tek başına aldığı kararla ölüme yollama yetkisini kendinde gören bir şef olarak anarşizmin başlangıçtaki idealine ne denli ters düşen bir “sonsuz despot” haline geldiği ortadadır.
Komünizmin de ideali olan devleti ortadan kaldırma konusunda KP iktidarlarının geçtiğimiz yüzyıldaki başarısızlığı karşısında devletin en baştan reddedilmesi ve yıkılmasını savunan liberter, komünoter yaklaşımlar son yıllarda yeniden gündeme gelmektedir. Özellikle kimi ulusal hareketlerde Marksizm’e neredeyse alternatif olarak savunulan ve bir bayrak haline getirilen “radikal demokrasi” yaklaşımlarının pratiği de farklı değildir. Her kitlesel siyasal harekette bir ihtiyaç olan merkezi siyasi otorite konusu sağlıklı ve rasyonel bir çerçeveye oturtulmadığı için bu akımlar bir yandan özgürlük, katılımcılık, taban demokrasisi fikrini, merkezi otoriteye karşı belirsiz bir federalizmi bayrak haline getirirken, pratikte ne denli zıt yaklaşımların ortaya çıkıp belirleyici olduğu gözden kaçırılamayacak kadar barizdir. “Liderlik” adına ne denli despotik kararların alındığı, kapalı kapılar ardında alınan kararlarla halklar nezdinde son derece popüler ve sevilen kadroların sessizliğe mahkûm edilerek hapse gömüldüğü, yanlış ve ezilen halk için yıkıcı sonuçlara sebep olan sorumsuz eylemlerin nasıl tartışılmadan hasır altı edildiği bilinmektedir.
Örgütlü siyasi otorite olarak devletin erimesi ve sönümlenmesi ancak bilinçli bir toplumsal irade tarafından yürütülecek uzun bir toplumsal, ekonomik ve ideolojik dönüşüm sonucu gerçekleşebilir. Bunu düşünüp planlamadan ilk baştan devleti yok etmek, bunu mümkün görmek bir saçmalıktan başka bir şey değildir ve bunu savunanların birer “liberter despot” haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu da 19.yüzyılda Bakunin örneğinde trajedi olan şeyin 21.yüzyılda bir komedi olarak karşımız acıkması demektir.
UED’in değerlendirmesinin bu noktasında bu deneyin içinde bir “bağımsız alt olgu” olan Paris Komünü deneyine değinmek gerekmektedir. O da bir sonraki yazımızın konusu olacaktır.
1 E.H.Carr, Karl Marx, İletişim yayınları, İstanbul, 2010, s 126-128
2 A.g.e. 216
3 A.g.e. 353
4 A.g.e 120
5 E.H:Carr, The Bolshevik Revolution, Pelican Books, England, 1986, Volume One, s.104
6 Alexander Rabinowitch, Bolşevikler İktidarda, Yordam Kitap, İstanbul, 2013 s.168
7 A.g.e. 177
8 Karl Marx, E.H.Carr, s68-69 ve https://redsails.org/marx-meets-weitling/
9 G.M.Stekloff, “History of the First International”, Russel&Russel, New York, 1928, s382
10 Kabullenmekle kalmadılar, muhtemelen bu karardan bir şekilde etkilendiler. Aşağıda da aktaracağımız gibi Proudhon ömrünün son demlerinde işçi sınıfının politik mücadeleye katılmasının gerekliliğini kabul etti.
11 Programme Révolutionnaire, “Oeuvres Complètes de P.J.Proudhon”, Librairie des Sciences Politiques, 1938, Paris
12 P.J.Proudhon, “De La Capacité Politique des Classes Ouvrières (Ed.1865)”, Hachette Livres, Fransa, 2023. S.51-55
13 A.g.e, s.78 ve s.83
14 A.g.e, s.56
15 A.g.e. s.58
16 Maurice Paz, “Un Révolutionnaire Professionel, Auguste Blanqui”, Fayard, Paris, 1984, s.140
17 A.g.e. s.194
18 A.g.e. s158
19 J.Vallès: “L’Enfant”, Livre de Poche, 1972; “Le Bâchelier”, Garnier Flammarion, Paris, 1970; “L’Insurgé”, Gallimard, 1975
20 Panteon: Eski Roma’da Tanrıları bir araya getiren mabet. Günümüz Fransa’sında ülkenin büyük insanlarını gömülü olduğu anıt-mezar.
21 Un Révolutionnaire Professionel, s.65
22 History of the First International, s.48
23 A.g.e s.49
24 A.g.e. s.383
25 A.g.e. (s.14)
26 A.g.e. S.21
27 A.g.e. S.37
28 A.g.e. S.85
29 John Molyneux, “Marksizm ve Parti”, Belge Yayınları, 1991, İstanbul, s.72
30 “History of the First International”, s.104
31 Jacques Duclos, “Birinci Enternasyonal”, Sorun Yayınları, İstanbul, 1998, s.78
32 Bu konuda ABD’li ilerici akademisyen Evelyne Huber’in “İşçiler Olmasaydı Demokrasimiz Olmazdı” (Without Workers, We Wouldn’t Have Democracy” makalesi son derece öğreticidir:
https://jacobin.com/2019/01/capitalism-democracy-workers-movements-unions?fbclid=IwAR0aWcCEVn1-Y6UIMKkLr3vf4NuJgnGj0qAfvzgxrZFXJvShcGLhWyO2-3I
33 G.M. Steklov bir Bolşeviktir. Muhtemelen Troçki-Zinovyev’in “Sol Muhalefet” yanlısı olduğu kimi vurgularından bellidir (“Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışının egemen olduğu 1927’de hala “dünya devrimi”nin gerekliliğinden bahsetmektedir) 1937 Büyük Tasfiye sürecinde (1938’de) hüküm giymiş ve 1941’de kampta dizanteriden ölmüş, 1956’da itibarı iade edilmiştir.
34 History of the First International, S.395
35 A.g.e. S.58
36 Marx’tan aktaran Bruna Jossa, “Managing The Cooperative Enterprise”, Elgar Publishing, 2020, s.66
37 “Birinci Enternasyonal”, s.58
38 A.g.e. s.95
39 A.g.e s.111
40 “History of the First International”, s.84
41 “Birinci Enternasyonal”. S.59
42 Bruna Jossa, “Managing The Cooperative Enterprise”, Elgar Publishing, 2020, s.53
43 Gramsci’den aktaran Bruna Jossa, “Managing The Cooperative Enterprise”, Elgar Publishing, 2020, s.54
44 History of the First International, s.219
45 https://www.kostebek-kolektif.org/marxin-yeni-ortaya-cikarilan-mektubu-enternasyonalizmin-ve-partinin-gerekliligini-yeniden-onayliyor/ Son erişim: 10.09.2024
46 EHCarr, KMArx, s.310
47 “History of the First International”. S.238; ve “Karl Marx” s.313
48 “Karl Marx” s.310
49 History of the First International, s.235
50 Birinci Enternasyonal, S.206
51 Du Kangchuan, “Dünya Sosyalist ve Komünist Akımının Tarihi”, Canut Yayın Evi, İstanbul, 2015, s41