Sinan Dervişoğlu
Marx’ın sadece biz sosyalistler için değil, tüm insanlık için değeri ve anlamı bellidir: İltihapla boğuşan herkes nasıl penisilinin mucidi A.Fleming’e, nasıl kuduz hastalığını çözen Pasteur’e, verem mikrobunu keşfeden R.Koch’a şükran duyuyorsa, belki de bunların toplamından daha fazlasını Marx hak etmektedir. Engels’in mezar konuşmasında belirttiği gibi “Kaliforniya’dan Sibirya’ya kadar milyonlarca emekçi” ona kendilerini ezen bir sistemi ve onu aşmanın yolunu gösterdiği için ona şükran duyma durumundadır, büyük ölçüde de duymaktadır.
Ancak Marx (ve Engels, ve Lenin) sosyalistlerin günlük mücadelesinde ne ifade etmektedir, nasıl algılanmakta ve hissedilmektedir? Marx, öncelikle yazdığı dahiyane eserler, her biri birer mermi kadar etkili tespitler, formüller, aforizmalar, ve bunların yanında büyük veya küçük portrelerinden bize zeka dolu siyah gözlerinden bakan resimleri ve mermere oyulmuş sert yüz hatlı heykelleri ile hatırlanmakta ve algılanmaktadır. Bu Marx (ve Engels ve Lenin) bu halleriyle devrimci mücadelenin birer “ikonu” dur. Ancak bu algı yeterli midir, dahası doğru mudur?
Öncelikle Marx bir insandır. Üstün yetenekli, olağanüstü çalışkan, çile çekmiş, hayatını bir davaya adamış ve büyük eserler vermiş bir insandır, ama sonunda bir insandır. Acıları ve sevinçleri, öfkeleri ve alışkanlıkları, kişisel tepkileri ve takıntıları, zaafları ve yetenekleri ile, etiyle kemiğiyle kanıyla ve sinirleriyle herkes gibi bir insandır. Marx’ın (ve Engels’in ve Lenin’in) her türlü olumsuzluktan, negatif olgudan “arındırılarak” oluşturulmuş imajları bizleri otomatikman “hatasız-lekesiz Mesih” anlayışına, bir tür tanrılaştırmaya götürmektedir; bu algının ise bizzat Marx’ın kurduğu düşünce ve ahlak sistemine ne denli zıt olduğunu söylemeye dahi gerek yoktur. Marx’ın düşüncesinin en güçlü yönü onu bilimselliği ve rasyonelliğidir; bilimsel ve rasyonel olan her teoride ve pratikte hatalar ya da iyileştirilmesi gereken noktalar olabilir, ve bu hata ve eksiklerin giderilmesi üzerinden teori ve pratik gelişir, “asla eleştirilmeyecek kadar mükemmel” bir düşünce sistemi algısı bilimsel değil dinseldir; böyle bir sistemin ise insanlığı komünizme götürmenin rehberi olan bilimsel sosyalist düşünce ile ilgisi yoktur.
Bu “ikonlaştırma”nın kaynağı esas olarak psikolojiktir: Hepimizin uğruna büyük fedakârlıklar yaparak sürdürdüğümüz siyasi mücadelede bir “kutsal sığınak”, bir tertemiz alan yaratma ihtiyacı doğal bir psikolojik reflekstir. Doğaldır, ama doğru değildir. Bir zamanlar (1956’ya kadar!) Stalin de bu kutsal sığınağın dahilindeydi; sonra “çıkarıldığı” bilinmektedir. Bugün Stalin, Troçki, Mao, Ho Amca, Fidel, hatta Che bile sosyalist camiada değişik açılardan siyasi planda “topa tutulabilmektedir”; ancak Marx, Engels ve Lenin hala bu hatasız, lekesiz, %100 doğru sayılan kutsal alanın içindedir. Sosyalizmin geçmiş ve bugünkü, teori ve pratiğindeki bütün hatalar ve olumsuzluklar bu 3 ismin “dışında” aranmakta, Marksizmin özü olan diyalektik-eleştirel metot bu sığınağın kapısında (tıpkı camiye girerken çıkarılan ayakkabılar misali) “vestiyere” bırakılmaktadır. Sosyalistler arasında yaygın olan genel yaklaşıma göre bu üç ismin “hiçbir hatası yoktur”, hatalar hep sonradan gelenlere aittir. Bu çerçevede her sosyalist akımın kendi “olağan şüphelileri” mevcuttur: “Despot” Stalin, “köylü” Mao, “hain” Troçki, “fokocu” Che….vs. Gerçekte ise sadece bu 3 isim değil, yukarda “topa tutulduğunu” söylediğimiz isimlerin de hepsi birlikte, insanlığa büyük katkıları olmuş, artıları ve eksileri ile emeğin kurtuluşu için mücadele etmiş değerlerdir; ancak hepsinin gerek pratiğinde, gerekse düşünsel üretimlerinde (gene bu 3 isim dahil!) hatalar ve eksikler olabilir, hatta vardır. Bütün mesele yapılacak analiz ve eleştirinin iki temel değeri, yani kapitalizmi devrim yoluyla yıkma ve tüm dünyada sınıfsız komünist toplumu kurma hedeflerini tartışmasız baz alması, eleştiri ve analizlerin bu hedeflere hizmet etmek kaydıyla (ve hizmet edecek şekilde) yapılmasıdır.
Bu uyarıyı yapma ihtiyacını niçin hissettik?
Birincisi genel olarak sağlıklı bir örgüt anlayışı oluşturmak için sosyalist hareketin tarihini ele alma görevi, bu tarzda bir bakışı, yani Marx’a Marksist olarak, Lenin’e bir Leninist olarak bakmayı zorunlu kılmaktadır ve ilerideki bölümlerde bu bakış açısı, yani devrimci özüne ve katkısına sahip çıkarak eleştirme ve geliştirme bakışı egemen olacaktır. Ancak çalışmamızın ilk bölümü için bu yaklaşımın özel bir anlamı daha vardır. 1.Enternasyonal deneyiminde teorisyen Marx”ın yanında siyasetçi ve örgüt yöneticisi Marx olgusuyla karşı karşıyayız. Yani burada artık sadece Marx’ın teorik metinleri ile değil, somut siyasal pratiği ile yüz yüzeyiz ve onu analiz görevi ile yükümlüyüz. Bu özel durum da Marx’ı tüm mistifikasyonların ötesinde somut gerçekliği içinde bilmeyi ve değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Resmi veya gayrı resmi, tüm Marx biyografileri elden geçirildiğinde (muazzam teorik dehası dışında) karşımızdaki “insan Marx” şudur:
- Büyük acılar çekmiştir. 7 çocuğundan 4’ünü bakımsızlıktan kaybetmiş, evlat acısını 4 defa yaşamış bir insandır. Bir tek erkek çocuğu olmuş; onu, yani Edgar’ı da 8 yaşında kaybetmiştir, onu kaybettiği gün saçlarının beyazlandığı söylenir.
- Eserlerinde aktardığı işçiler kadar yokluk dolu bir hayat yaşamıştır. Bir parça et alabilmek için ceketini rehin bırakmış, peşindeki alacaklılarla ömür boyu uğraşmış, evine çok defa (onu ve ailesini en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakacak) hacizleri yaşamak zorunda kalmıştır. 1 yaşında ölen kızları Franziska’nin tabutu ve kefeni için borç para aldığı bilinir.
- Mükemmel bir babadır. O yokluk içerisinde bunu çocuklarına hissettirmemek için elinden geleni yapmış, onlarla her fırsatta şakalaşmış, oynamış, onların kendisiyle dalga geçmelerine (örneğin koyu teni dolayısıyla kendisine “Arap” (Moor) lakabını takmalarına) gülerek katlanmıştır.
- Buna karşılık insani ilişkilerinde SON DERECE problemlidir. Kişisel ilişkilerinde genel olarak haşin, sert, eleştiriye tahammülsüz ve yer yer oldukça kırıcıdır. Hayatı boyunca karşılıklı saygıya ve sevgiye dayalı olup sürekliliğe sahip bir ilişkiyi sadece ve sadece 2 kişiyle, karısı Jenny ve mücadele arkadaşı Engels’le yaşayabilmiştir (Engels ile olan ilişkisi de bir ara Marx’ın duyarsız bir tavrı yüzünden kısa bir süre için gerilmiş, sonra Marx’ın alttan alması ve Engels’in hoşgörüsü ile geçip gitmiştir)1. Buna karşılık hayatı boyunca ilişki ve birliktelik kuruduğu isimler, Bauer, Rutenberg, Schapper, Willich, Arnold Ruge, Freiligarth, Herweg, Vogt, Eccarius, F. Lasalle, Proudhon, Bakunin, Komüncü A.Serrailler ve başkaları ile kısa zamanda kanlı bıçaklı olmuştur. Bunlardan Proudhon ve Bakunin ile çatışmalarının siyasi boyut taşıdığı doğrudur, ancak tüm diğer çatışmaları siyasi argümanlar kadar, belki de daha fazla kişisel tahammülsüzlüğün izlerini taşımıştır ve bunların da “tamamıyla siyasi olduğunu” iddia etmek ne yazık ki ona olan sevgiden kaynaklanan bir “cilalama” çabasından başka bir şey olamamaktadır. Örneğin bir Lassalle’in görüşlerine yönelik yazdığı “Gotha Programınının Eleştirisi”nden çok önce, bizzat Engels’e yazdığı mektuplarda ona olan kişisel antipatisini dile getirmiştir (kendisine karşılıksız maddi yardım yapan Lasalle’a “Yahudi zenci” lakabını takmıştır!)2. Dürüst bir devrimci işçi olan W. Weitling’le yaptığı (ve tarihsel önemi açısından ilerde ele alacağımız) son derece kırıcı tartışmayı hiçbir sosyalistin Weitling için içi sızlamadan okuması mümkün değildir. Kendisine yazdığı mektuplarıyla tanıdığımız L.Kugelmann ile dahi, mektuplarda süren dostluk, Kugelmann bizzat gelip Marx ile birlikte yaşamaya başladığında sarsılmış, Marx Kugelmann’a duyduğu kişisel (tamamıyla kişisel!) tepkiyi mektuplarında Engels’e aktarmıştır3. J.Weydemeyer ve F.A.Sorge ile olan ilişkisi ise bozulmamıştır; zira bu iki arkadaşı hep ABD’de yaşayıp onunla “uzaktan” bir dostluk sürdürmüştür. Yan yana gelselerdi bu dostluğun da akıbeti belirsizdir.
- Eleştiriye, kendisininken farklı görüşlere ve en önemlisi etrafındaki birinin ondan bir konuda galebe çalmasına tahammülsüzdür. Sık sık azarlamaktan geri kalmadığı kadim dostu ve yoldaşı W.Liebknecht ile evde satranç oynadığında (satranç için gerekli zekâ türü, Marx’ta zirve yapmış olan analitik zekâdan farklı olduğu için) hep yenilmiş, her yenilgi sonrasında Liebknecht ile şiddetli kavga çıkarmış, sonunda karısı Jenny evde satranç oynanmasını yasaklamıştır.4
- Yüksek bir egosu vardır ve bu olgu belki de her dehada doğal karşılanabilir. Dahası, farklı görüşlere tahammülsüzlüğü, onun teorik eserini mükemmelleştirmek için keskin tuttuğu bir bıçak gibi de algılanabilir. Ancak teorik üretimde anlamlı olan bu olgu, iş siyasal pratiğe geldiğinde bir sorundur: Yüksek ego ve siyaset, özellikle sosyalist siyaset tehlikeli ve uyumsuz bir karışımdır, bu tarz bir öznenin yürüttüğü pratiğin sosyalist siyasette olumsuz izdüşümleri olması kaçınılmazdır. Bakunin’in oldukça etik dışı gerçekleşen tasfiyesi ve 1.Enternasyonal’in oldukça “garip” olan kapanışı gibi örneklere de ilerde değineceğiz.
Ekim Devrimine önderlik eden, siyasal dehası ile ilk sosyalist devrimi dünyada mümkün kılan ve sadece biz sosyalistlerin değil, tüm insanlığın kendisine çok şey borçlu olduğu büyük önder V.İ.Lenin için de benzer örnekler bulunabilir. Bazen doğru kararları yanlış biçimde savunduğu noktalar olmuş, 7 Kasım 1917 gününde ayaklanma kararı alınması için MK’ne yazdığı mektupta “bu kararı MK almadığı takdirde MK’den istifa edip tabana gideceğini” bildirmiştir.5 Savunduğu görüş doğru olmasına rağmen bu yaptığı fiilen Partinin resmi ve meşru karar organı olan ve kendisinin de üyesi olduğu MK’nin otoritesini hiçe saymak, kendi yüksek kişisel prestijine dayanarak ona meydan okumak ve bir anlamda tehdit etmektir. Aynı şekilde inatla savunduğu, ancak gerçekten devrim sürecine tam olarak ne kazandırdığı bugün dahi tartışılması gereken Brest-Litovsk barışını (buna herkes o dönem “ahlaksız barış” adını takmıştı) önce Troçki ile birlikte kimseye haber vermeden onaylamış6, sert eleştirilerin yükselmesi üzerine “bu kararı kabul etmezseniz istifa ederim” tehdidinde bulunmuştur7. Bu tavırların, hep sevgi ve saygıyla andığımız ve dünya durdukça da anmaya devam edeceğimiz büyük önder Lenin’den bile gelse, kabul edilebilir tavırlar olmadığı ortadadır.
Bu vurgularımızın amacı Erostrat’vari bir “putları kırma” çabası değildir. Büyük isimlere saldırıp değersizleştirerek sözde bir düşünsel başarı yakalama gayreti, olsa olsa hastalıklı bir egonun ürünüdür ve Marx, Engels ve Lenin’e derin bir saygıyla bağlı bir sosyalist olan bu satırların yazarı için böyle bir tavır bir utanç olurdu. Burada yaklaşımımız, bu büyük insanları tüm gerçeklikleri ile anlamak, kavramak ve sevgiyi bu gerçekliğe oturtabilmektir. Ömür boyu süren kalıcı bir sevgiyi yaşamış insanlar için söylenen şu klişe, bizler için de geçerli olmalıdır:
“Başta, hatalarını hiç bilmeden onu sevdim.
Hata ve eksiklerini öğrendiğimde ise onu daha çok sevdim”
Niçin daha çok? Çünkü muazzam eserlerinin yanı sıra kimi hataları ve olumsuzlukları ile kavranan bir Marx (ve Engels, ve Lenin) tek tek sosyalist bireylere yukardan hükmeden dev bir portre ve bir ikona olmaktan çıkarak çok daha “gerçek” olacak, onları bizler gibi gerçek birer insan olarak, hocamız ve dostumuz Marx, parlak bir arkadaşımız ve yoldaşımız Marx, kısaca “bizim Marx” (ve “bizim Engels” ve “bizim Lenin”!) olarak algılayacağız ve seveceğiz.
21. Yüzyılda bir komüniste yaraşan sevgi de budur.
1 E.H.Carr, Karl Marx, İletişim yayınları, İstanbul, 2010, s 126-128
2 A.g.e. 216
3 A.g.e. 353
4 A.g.e 120
5 E.H:Carr, The Bolshevik Revolution, Pelican Books, England, 1986, Volume One, s.104
6 Alexander Rabinowitch, Bolşevikler İktidarda, Yordam Kitap, İstanbul, 2013 s.168
7 A.g.e. 177