Sinan Dervişoğlu
Paris Komünü’nü sadece Marx’tan okumak anlamlı mı? – “Güçlü bir Marksist Parti olsaydı” yorumlarını sorgulamak- Komün başarıya ulaşabilir miydi? – Komün’ün Avrupa’daki yankıları ve ardından kapanma sürecine sokulan Birinci Enternasyonal-Marx’ın soğuk ve mesafeli tavrı-Ezeli problem: Teori fetişizmi- Komün: İlk ve son “çok özneli emekçi iktidarı”
Birinci Enternasyonal’i (Uluslararası Emekçiler Derneği- UED) konu alan çalışmamızın ertesinde aynı dönemde gerçekleşen, UED deneyiyle bağlantılı, ama bir o kadar da ondan bağımsız olan Paris Komünü deneyini ele almak istiyoruz. Tarihteki ilk işçi sınıfı iktidarı olarak Paris Komünü’nün önemi ve değeri bellidir. Bizim ana akım sosyalist/komünist geleneğimizde Paris Komünü’ne ilişkin yorum ve bilgilerin asli kaynağı, Komün’den sonra Marx’ın kaleme aldığı “Fransa’da İç Savaş” adlı eser ve daha sonra Lenin’in bu yoruma yaptığı katkılardan oluşmaktadır. Tüm bu çalışmalar değerli görüşleri, gözlemleri ve teorik sonuçları içermektedir. Ancak yeni ve güçlü bir örgüt ve siyaset teorisi oluşturmak için başladığımız bu çalışmada, Paris Komünü, daha geniş bir perspektifle ele alınmayı hak etmektedir. Önce Paris Komünü’nün 150 küsur yıl ötesinden bizlere sunduğu parlak açılımları bilince çıkaralım:
KOMÜN’DEN BUGÜNE ULAŞAN IŞIK DALGALARI
Komün, sosyalist bir hareket olarak değil, önce cumhuriyetçi, sonra da yurtsever bir hareket olarak başladı; somut sınıfsal mevzilenmeler sonucunda bir emekçi iktidarına dönüştü ve sosyalist bir öz ve anlam kazandı. Cumhuriyetçilikle başladı; zira Fransa’yı 20 yıl yöneten İmparatorluk yönetiminin yıkılması ve cumhuriyet kurulması ilk ortak özlemdi. Yeni kurulan cumhuriyet meclisinde (eski kralcı fraksiyonlarla beraber) iktidarı ele geçiren cumhuriyetçi burjuvazi, ülke savunması için dahi olsa halkın silahlı gücünden korkarak kuşatılmış olan Paris’i utanç verici şekilde Prusya ordusuna teslim etmeye yönelince, yurtseverlik dürtüsüyle harekete geçen Paris emekçileri, kendi karşılarında burjuvazinin ve gericiliğin tüm kanatlarının koalisyonu buldular ve yurtsever özlemlerini sürdürebilmenin tek yolu olarak bir emekçi iktidarı kurmaya yöneldiler. Bu emekçi iktidarı deneyi, Komün’ü sosyalist mücadelenin ilk ve çok değerli bir deneyi noktasına yükseltti.
Komün’ün bugünün sosyalist mücadelesine ışık tutan deneylerini konu başlıkları altında kısaca ele alalım:
İşçi Yönetimi:
Paris halkı burjuvazinin otoritesini reddedip kendini yönetecek bir Komün meclisi kurduğu zaman, seçilen 60 üyeden 25’i bilfiil işçi, kalanların ise büyük çoğunluğu (işçi sınıfından yana) sosyalist veya sol cumhuriyetçi adaylardı. Tarihte ilk defa bilfiil fabrikadan ve atölyeden çıkmış işçiler, ülke yönetimine karar veren unsurlar arasına girdi.
Yeni emekçi demokrasisi:
19 Nisan’da yayınlanan Komün deklarasyonu “yargıçlar kurulunun, emniyet teşkilatının yeniden düzenlenmesi, Komün’ün en üst düzey görevlilerinin ve memurların seçilmesi ve sürekli denetlenmesi” öte yandan “düşünce özgürlüğünün garanti altına alınması ve toplantı ve gösteri hakkını doğru şekilde kullanılmasının sağlanması” gibi hükümler içeriyordu.[1] Memurların seçimi elbette (katiplere kadar!) tüm memurların seçimi değil, sadece üst düzey memurların (bakan, bakan yardımcısı..vs) kapsıyordu ve onlar için “seçimle gelir ve geri çağrılabilir” ilkesini koyduktan sonra da bir maksimum maaş tavanı (6000 Frank) saptanıyordu.[2] Bu ilkelerin yıllar sonra Lenin’e Devlet ve İhtilal adlı eserinde ne denli güçlü bir ilham verdiği bilinmektedir. Ancak çok bilinmeyen ise şudur: Bu ilkeler, Büyük Fransız Devrimi’nin, 1791 anayasasının maddeleri (memurların seçimle gelip kısa bir süre görev yapması) arasında yer alıyordu ve bununla Komün, Fransız devrimci cumhuriyetçi mirasın sonradan terk edilen bir ilkesine sahip çıkmış oluyordu. Benzer bir olgu da (Lenin’de büyük önem taşıyan) “yasama ve yürütmenin birleşmesi” ilkesinin 1793 Konvansiyonu’nun ilkelerinden biri olmasıdır.
Bu noktada, Komünden sonraki emekçi iktidarı deneylerinde (Sovyetler, Halk Demokrasileri…vs) ne yazık ki tekrar etmeyen iki olguya da değinmek zorundayız. Birincisi (sonraki deneylerde tekrar etmeyen) “çok özneli bir iktidar” olgusudur ki bunu aşağıda ayrıntılı ele alacağız. İkincisi ise halkın iktidar aygıtından bağımsız, tümüyle sivil kendi öz örgütlenmelerinin varlığı ve gücüdür. Komün esnasında Paris’te onlarca Halk Kulübü vardı ve bu kulüplerde ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar geniş kalabalıklar tarafından aktif olarak tartışılıyordu. “Paris 4.bölgede bir kulüp toplantısına 2000, 13.bölgedeki bir toplantıya ise 6000 kişi katılmıştı. Kulüpler, halk hareketinin örgütlenmesini temel bir formunu temsil ediyordu”.[3]
(Paris Komünü’nde merkez kulübünün açılış ilanı)
Kadınlar:
Bu konu, işçi yönetiminin yanı sıra Komün’ün en ayırt edici özelliğidir. Komün, 19. Yüzyılın “en kadın” devrimidir! Emekçi kadınlar Komün’e öylesine büyük bir kitlesellik ve aktiflik ile katıldılar ki, o dönemin basınında bu durum şu keskin ifadelere yansıdı. Bir Fransız gazeteci şunları yazmıştı:
“Üç devrim gördüm, ve ilk defa kadınların, hem kadın, hem de çocukların devrime bu kadar kararlılıkla karıştıklarına şahit oldum. Görülüyor ki bu devrim, kesin olmak gerekirse onların devrimidir ve bu devrimi savunurken kendi öz geleceklerini savundurlar”[4]
Kadınlar o güne kadar varlığı hissedilmeyen ve hizmetçi, çamaşırcı, temizleyici, terzi, mekanikçi, konfeksiyoncu, şapkacı, öğretmen, takıcı, ayakkabıcı, aşçı…vs gibi mesleklere dağılan geniş bir emekçi kitle oluşturuyordu. Dahası, yoksul kadınların kaderi olan evlilik dışı ilişkiler ve doğan çocuklar büyük bir toplumsal sorun konundaydı. 1856 nüfus sayımına göre doğan çocukların %26’sı gayrı meşru (evlilik dışı) idi.!)[5]. Tam olarak bir “alt proletarya” olan kadınlar, bu saiklerle Komün mücadelesine tüm enerjileri ile katıldılar. Özetlemek gerekirse:
-
Burjuvazinin halka ilk ihanet adımı olup Komün ayaklanmasını tetikleyen olayı, yani hükûmetin halkın silahlarına el koyma girişimini ilk olarak fark edip Komün’e haber vermenin onuru o gün sabah çok erken işe giden (hizmetçi, çamaşırcı…) Paris’in emekçi kadınlarına aittir.[6]
-
Komün’ün siyasi toplantılarına 4000 kadın katıldı.[7]
-
Kadınlar unutulmaz Louise Michel ve Elizabeth Dimitrieva gibi değerli liderlerin öncülüğünde kendi öz örgütlerini, Kadınlar Birliğini kurdular ve kendi Merkez Komitelerine ağırlıklı olarak yukarıda saydığımız mesleklerden çok sayıda işçi kadın seçtiler.[8]
-
Kadınlar tüketim kooperatifleri ve kadın emeğini değerlendirme atölyeleri kurdular.
-
Kadınlar, “kreş” kavramına yeni, ilerici bir içerik kazandırdılar. Kreşler sadece “çocuk muhafaza mekanları” değil, “onlara şefkatin, temel bir eğitimin ve demokratik insanlık değerlerinin kazandırıldığı yerler olarak organize edilmelidir” dediler ve yaptılar.[9]
-
İş Komün’ü elde silah korumaya gelince, kadınlar akıl almaz kahramanlıklar gösterdiler. 10.000 kadın barikatlarda silah kullandı. Kadınlardan oluşan silahlı müfrezeler barikatlarda Versailles birliklerine kök söktürdüler, çoğu öldü veya kurşuna dizildi, bazı barikatlarda savaşa devam edip orada sonuna kadar kalan ve canını veren kadınlardı.
Bu büyük kadın katılımı, o güne kadar erkek egemenliği altında yürüyen işçi hareketini sarstı ve “kadınlar olmadan bu iş olmaz” ilkesini ilk defa tüm işçi hareketinin kafasına kazıdı. Kadınların mücadelesine tanık olan Times gazetesi muhabiri bir İngiliz şunları yazmıştı:
“Eğer Fransız halkı kadınlardan oluşsaydı, ne müthiş bir halk olurdu”[10]
Enternasyonalizm:
Devrimci, halkçı bir yurtseverliğin, yani soyut bir “vatan ve millet” kavramına değil, emeğin yüzyıllar boyunca yarattığı eserlere sahip çıkma anlamındaki bir yurtseverliğin enternasyonalizm ile asla çelişmediğinin en parlak örneğini Komün vermiştir. Şehirlerini gerici Bismarck’a teslim etmeme saikiyle yola çıkan Komüncüler, enternasyonal dayanışma ve birlikteliğin en soylu örneklerini verdiler. 18 Mart 1871 sonrasında yapılan ilk Komün meclisi seçimlerinde işçiler, kendi listelerine bir Alman sosyalist olan W.Liebknecht’i ve İtalyan devrimci halk önderi G.Garibaldi’yi koydular. Bir Macar olan Leo Frankel’in Komün meclisine seçilme önerisi gündeme geldiğinde Komün şu kararı aldı:
“Komün’ün bayrağının Evrensel Cumhuriyetin bayrağı olduğunu ve her şehrin kendisine hizmet eden yabancıları yurttaş kabul etme hakkı olduğunu göz önüne alan Komisyon, yabancıların da temsilci olarak kabul edilebileceğini beyan eder”[11]
Böylece Macar Frankel, İtalyan Cipriani, Polonyalı Dombrowski ve Wroblewski, Rus Elizabeth Dimitrieva Komün’de idari ve askeri önemli görevler üstlendiler. Toplam 1725 yabancı Komün saflarında savaştı ve görev aldı. Bunların 737’si Belçikalı, 215’i İtalyan ve 300’ü Polonyalıydı.
Komün ve insanlığın kültür mirası:
Komün’e karşı Fransız aydınlarının bir kısmı, burjuva sınıfsal bağlantıları dolayısıyla düşmanca tavır aldılar: A.Dumas, G.Flaubert, A.Daudet, E.Renan, H.Taine Komün’e nefret kustular. Buna karşılık Fransa’nın büyük yazarı Victor Hugo, Komüncülerin mücadelesine saygı duyan yazılar yazdı; Komüncüler de iktidarı alır almaz bir bulvara onu adını verdiler (bu isim daha sonra Versailles tarafından geri alınacaktı!) Öte yandan G.Courbet, H.Daumier hatta E.Manet gibi ünlü ressamlar, J.B.Clement gibi şairler Komün’ü açıkça desteklediler, dahası Courbet Komün’de direkt görev aldı.
Komün, insanlığın kültür mirasına da saygılı davrandı. Komün’ün baş düşmanı ve birkaç hafta sonra onun celladı olacak olan A.Thiers’in heykel koleksiyonu işçilerin eline geçtiğinde, bir işçi olan Demay şunları söyledi:
“Unutmayın ki bu küçük heykeller insanlığın tarihinin parçasıdır ve bizler kültürün geçmişini, geleceğin inşası için saklamak istiyoruz. Bizler barbar değiliz.”[12]
Bir emekçi iktidarının bir şehrin yaşamını nasıl kökünden değiştirdiğini ise o sıra Paris’i ziyaret etmiş olan ve Cambridge’de ders veren bir İngiliz, Profesör Bowen şöyle anlatmaktadır:
“Paris son derece sakin, düzenli ve iyi yönetilmektedir… Paris kesinlikle alt sınıfların elindedir ve onu mükemmel bir düzenle yönetmektedirler. Şehirde bir tek polis memuru ve mahkeme olmamasına rağmen geçmişte cereyan eden suçların ve şiddetin yarısı bile artık vuku bulmamaktadır.”[13]
Komün’den Ekim Devrimine:
Ekim Devrimi, devamcısı olduğu Paris Komünü’ne büyük değer verdi. 1917 ve sonrasında hala yaşayan Paris Komünü savaşçılarına SSCB bağrını açtı, onlara ev ve iş verdi. Moskova’da Obuh sokağında bir “Komüncüler Evi” açıldı. Yaşamış olan son Komün savaşçısı, 1871 Kanlı Haftada Oberkampf sokağındaki barikatı savunan Adrien Lejeune 1942 yılında SSCB’de Novosibirsk kentinde hayata gözlerini yumdu. Sözlerini bir Komüncü olan E.Pottier’nin yazdığı Enternasyonal marşımızı besteleyen Pierre Degeyter, 1928 yılında Moskova’da, Komünist Enternasyonalin 6.Kongresinde büyük bir kalabalık önünde bu marşı icra eden bir orkestrayı yönetti.
Sosyalist bir deney olarak Komün’ün bugüne ışık tutan ve onu değerli kılan bazı yönlerini hatırlattıktan sonra, bu değerli tarihsel deneyi analiz etmenin ve doğru siyasi dersler çıkarmanın metodolojisine ilişkin önemli bir konuyu ele alalım:
PARİS KOMÜNÜ’NÜ SADECE MARX’TAN ÖĞRENMEK?
Paris Komünü’nü Marx’tan öğrenmek elbette anlamlıdır ve oldukça yararlıdır. İşçi sınıfının bu büyük öğretmeni kendi çağında kapitalizm ve onun iç çelişkileri üzerine en doğru ve anlamlı çalışmayı yapmış bir düşünür olarak Paris Komünü’nü de bu çerçevede değerlendirmiştir ve yaptığı analizler bize miras bıraktığı Marksist teori açısından yeni bir zenginlik içermektedir.
Ancak burada ciddi bir teorik ve metodolojik sorun vardır ve onu göz ardı etmek mümkün değildir. Komün’ün 100.yıldönümünde Fransız Komünist Partisi’nin o dönemki (biraz bağımsız yaklaşımlı) teorisyenlerinden Jean Ellenstein Komün’ü haklı olarak şöyle tanımlamış ve teşhis etmiştir: “Paris Komünü %80 Proudhon’cu, %10 Blankist, %10 da Jakoben bir olgudur”. Başka bir deyişle ve somut olarak Komün’de Marx, (ve Marksist düşünce ve Marksizm) yoktur! Marx’ın önderlik etmekle beraber Marksist düşüncenin asla tam olarak belirleyici olmadığı Birinci Enternasyonal için dahi bu geçerlidir. UED’in Avrupa işçi hareketinde yarattığı uyanış ve kalkışma, elbette Komün’e de ilham vermiştir, ancak Komün’ü Birinci Enternasyonal’in direkt uzantısı olarak görmek de doğru değildir ve bu olguyu Engels tüm devrimci dürüstlüğü ile şöyle formüle etmiştir: “Paris Komünü Enternasyonal’in kızıdır (“la fille de L’Internationale”), Enternasyonal onu hayata geçirmek için serçe parmağını dahi kımıldatmamış olmasına rağmen” [14]
Bu somut olgu, Komün’den günümüz için de anlamlı ve yararlı olabilecek siyaset ve örgüt dersleri çıkarmak için Marx dışı kaynaklara, özellikle Komün’ün içinde bilgi almayı, Komün’ü yaşamış unsurların eserlerini ve bu bağımsız (ve direkt) kaynakları kullanan eserlerden yararlanmayı zorunlu hale getirmektedir. Bu çalışmada yararlanacağımız kaynaklar (Marx’ın yanı sıra) Komün’ü günü gününe yaşamış bir sosyalist gazeteci olan P.O Lissagaray’ın “Paris Komünü Tarihi”, Komün’de Enternasyonal adına mücadele etmiş Jules Valles’in “İsyancı” eseri, ana kaynaklara dayanarak hazırlanmış olan Ellenstein’ın “Paris Komünü Üzerine Düşünceler” kitabı yer almaktadır. Öte yandan, Komün’ün 100. yıldönümünde Fransız Komünist Partisi tarafından düzenlenen ve 24 ülkeden işçi sınıfı partilerinin katıldığı bir uluslararası kolokyuma sunulan tebliğler de, ana akım Marksist-Leninist bakış açısını yansıtmanın yanı sıra değerli bilgiler içermektedir.
Önce bizim ana akım Marksist-Leninist literatürümüzün (Marx, Engels ve Lenin) Paris Komünü’nün yenilgi nedenlerini analiz eden yorumlarını burada kısaca hatırlayalım:
1) Komün yönetimi, en zayıf anında burjuvazinin tüm siyasi temsilci ve önderlerini kapsayan Versailles üzerine yürümedi, onları tutuklamadı, onları hareketsiz hale getirmedi.
2) Büyük bir para gücüne sahip olan Merkez Bankasına (Banque de France) el koymadı, aksine oradan sadece mütevazi miktarda “borç “alma” yoluna gitti. Bu süre zarfında Merkez Bankası Versailles’a mali destek sunmaya devam etti.
Bunlar haklı ve isabetli yorumlardır ve bu yorumlara konu olan hatalar, esas olarak Komün’de etkin olan Proudhon’cu yaklaşımın temel eksenlerinden biri olan (ve bir önceki yazımızda ayrıntılarıyla açıkladığımız) “iktidara geçmeme”, “iktidara el koymama” mantığının, bu konudaki tereddütlerin ve kafa karışıklığının direkt uzantısıdır.
Buna karşılık bu (teorik kökleri olan) pratik hataların yanı sıra bizim geleneksel literatürümüzde bu yenilgi için 2 yorum daha getirilmiştir:
3) Komün kazanamazdı, çünkü o dönemde Fransa’da kapitalizm gelişmeye hala devam ediyordu, gelişme potansiyelini yitirmemiş, bir kriz ve iflas noktasına gelmemişti. Lenin 1911’de şunu söylemişti:
“Bir toplumsal devrimin zafere ulaşması için en az iki koşul gereklidir: Yüksek derecede gelişmiş üretici güçler ve iyi hazırlanmış bir proletarya. Ama 1871’de bu koşullar yoktu. Fransız kapitalizmi hala azgelişmişti ve Fransa her şeyden önce bir küçük burjuvazi ülkesiydi (zanaatkarlar, köylüler, esnaf…)” [15]
4) “Paris Komünü tek başına kaldığı sürece, Berlin Komünü, Madrid Komünü ile desteklenmediği sürece zaten kazanamazdı”: Birinci Enternasyonal’in 1872’deki La Haye kongresinde Marx şu konuşmayı yapar:
“… Devrim ortak çabaların eseridir. Bunu büyük Paris Komünü örneğinden öğrenebiliriz. Komün niçin yenildi? Çünkü Paris proletaryasının şanlı ayağa kalması ile bağlantılı büyük bir devrimci hareketle, eşzamanlı biçimde tüm başkentlerde, Berlin’de, Madrid’de ve diğerlerinde gerçekleşmedi”[16]
O günden bugüne gerçekleşen toplumsal ve siyasi gelişmeleri göz önüne aldığımızda ana akımımızdaki her iki yorumunun da hatalı olduğunu ve gerçeklerle uyuşmadığını söylememiz gerekiyor. Açalım:
-
Bir önceki yazımızda[17]da belirttik: “Kapitalizmin gelişmeye devam ediyor olmasını” devrimi imkânsız kılan, onu başarısızlığa mahkûm eden bir unsur olarak değerlendirmek son derece sorunludur, arızalıdır. Kapitalizmin kendi gelişme olanaklarını yitirdiği ve başından itibaren gerçekleştirdiği ekonomik ve sosyal canlılığı yitirerek kendi mantığı içinde tıkanacağı, çöküş sürecine gireceği ve devrimin bu sosyoekonomik durumda gerçekleşeceği beklentisi gerçeklikten uzaktır (ve ilerde de göstereceğimiz gibi 2.Enternasyonal sağcılığında bu yaklaşımın damgasını görmek mümkündür). Bu yaklaşımın geçersizliğini Ekim Devrimi yeterince göstermiştir; ancak başarılı ilk devrim olması hasebiyle Ekim Devrimi’ne “özel bir ayrıcalık” tanımanın anlamı yoktur. Kapitalizm, Manifesto yazıldığı günden bugüne kadar ekonomik (ve onun zorunlu yansıması olan sosyal) planda dinamizmini asla yitirmemiştir, yitireceğe de benzememektedir. Sosyalist devrimlerin ancak “emperyalizm çağında mümkün olacağı, çünkü emperyalizm çağı ile kapitalizmin çöküş sürecine girdiği” tespitinin de bir anlamı yoktur; zira emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizm hiç de çökmemekte, sadece insanlık için yarattığı trajedi ve yıkım devasa boyutlara ulaşmakta, emekçiler ve halklar için çok daha geniş ve şiddetli bir isyan zemini hazırlamaktadır; ancak bilinçli ve örgütlü bir isyan olmadıkça kapitalizm çökmeyecektir. Bunun tersi de doğrudur: Bilinçli ve örgütlü bir emekçi isyanı ile kapitalizmin siyasal planda egemenliğine son vererek bir emekçi iktidarı kurulabilir ve bu o ülkede kapitalizmin gelişme seviyesinden bağımsızdır. Kapitalizmin nispeten geri olduğu (ya da “gelişmeye devam ettiği”) bir ülkede bir emekçi iktidarı her zaman mümkündür; kapitalizmin geri seviyede olması sadece emekçi iktidarının sosyalizmi inşa görevlerini zorlaştırabilir, karmaşıklaştırabilir; ama onun kurulmasını imkânsız kılmaz. Lenin 1911’de yaptığı bu Komün analizinde maddi-objektif unsurun önemine dikkat çekerek Marx’ta o dönem güçlü olan ekonomik-determinist tavrı doğrulayan bir yaklaşım benimsemiştir. Ancak bilinen gerçek ortadadır: Bizzat kendisi bu tespitten 6 sene sonra bunun tam zıddını yapmış, kapitalizmin asla belirleyici olmadığı yarı-feodal bir ülkede sübjektif, yani kitlelerin politik bilinç unsurunun elverişli olduğu bir ortamda iktidarı almakta ve sürdürmekte tereddüt etmemiştir. 1917’deki Lenin, bizzat 1911’deki Lenin’in somut gerçeklik karşısında diyalektik reddidir, zıddıdır. İşin trajik tarafı ise, Lenin 1917’de daha önce Komün konusundaki bu tespitinin zıddını yapmış olmasına rağmen Komün’ün 100.yıldönümü konferansına katılan birçok komünist parti ve kişinin Lenin’in bu eski (ve bizzat aştığı) yaklaşımını papağan gibi (“Lenin de zaten böyle söylemişti, kapitalizm hala gelişiyordu” diyerek) tekrar etmeleridir. İlerde de daha açacağımız gibi, Lenin’in eserinin en büyük handikabı budur: Gelişen pratik karşısında sürekli kendini yenileyen ve aşan, kendine ait geçmiş önermeleri gözünü kırpmadan reddedebilen Lenin’in eseri bir amentü gibi okunduğunda, bu dinamizm ve değişkenlik göz ardı edildiğinde, onun açıkça gerçeğe uymayan ve sonradan terk ettiği önermelerin dinsel bir bağlılıkla okunması ve tartışmasız benimsenmesi ciddi bir sorundur. Bu konuyu ileriki yazılarımızda daha fazla açacağız.
Sadece 1917 Ekim Devrimi değil, onun izinden giden 20.yüzyılın bütün sosyalist devrimleri ve kurulan emekçi iktidarları (Çekoslovakya ve Demokratik Almanya hariç) kapitalizmin yeterince gelişmediği ülkelerde kurulmuş, bu pekâlâ mümkün olabilmiştir. Üstelik sosyalist bir iktidarın kurulduğu 1945 Vietnam’ı ya da 1949 Çin’inin “kapitalizmin gelişmişlik seviyesi” açısından 1871 Fransa’sından dahi daha geri olduğu ortadadır.[18] Bu olgu elbette 20.yüzyıl sosyalizminin ciddi bir handikabı olmuş, kurulan iktidarlar kapitalizmin yarattığı gelişmişlik ve dinamizmi sosyalist bir yönetim altında yaratma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmış, bu süreçte bürokratik deformasyonlara yol açan hatalar yapılabilmiştir. Ancak burada sorun politiktir; yanlış olan bu ülkelerde “iktidarı almak” değil, iktidardan sonra gerekli doğru ve esnek politikaları yeterince izlememektir. İktidarı almanın tek kriteri ise (o zaman ve hala) kitlelerin örgütlülüğü, siyasal bilinci ve kararlılığıdır.
-
“Berlin ve Madrid Komünü olmadan Paris Komünü ayakta kalamaz” tespiti de yukardakine bağlı bir diğer yanılgıdır. Kapitalist ekonominin global niteliğini Marx, günümüzdeki “globalizm” nakaratlarından çok önce zekice tespit etmiş ve ortaya koymuştu. Kapitalist ekonomin sınırlar ötesi entegrasyonu ve global niteliği somut bir olgudur; ancak bu tespit, bir emekçi iktidarın kuruluşunu ekonomik gelişmenin seviyesine bağımlı kılan yukardaki yanılgıyla birleşince “devrimin de global olacağı, olması gerektiği” sonucuna yol açmıştır. Bu sonuç, bildiğimiz gibi 1917 sonrasında Lenin dahil Bolşeviklerin bir ara benimsediği, sonra somut gelişmeler (kaza veya arıza değil, zorunlu ve kaçınılmaz gelişmeler!) sonucunda vazgeçtikleri, Troçki’nin ise ömrünün sonuna kadar (bizce yanlış olan) bir alamet-i farika haline getireceği yaklaşımdır. Daha önce de yazdık, tekrar edelim: Ekonomik kriz globaldir, siyasi kriz ise yereldir, sınıfların karşılıklı siyasi mevzilenmesine ve örgütlülük seviyelerine bağlıdır ve dolayısıyla ülkeden ülkeye değişir. Siyasi iktidarı almak ya da elde tutmak için “xx ülkesini bekleyelim” nasıl denemezse, iktidara geçtikten sonra “zz ülkesinde de devrimin olmasını sağlayalım; yoksa batarız” demenin siyaset gerçeğinde hiçbir karşılığı yoktur. Hiçbir ülkedeki devrimci iktidar (o ülke ne kadar güçlü olursa olsun) başka bir ülkede “devrim yapılmasını sağlayamaz”, olsa olsa o ülkedeki devrimci güçlere (o da somut politik gerçeklerin izin verdiği ölçüde) yardım edebilir, ama bu hiçbir şeyi garanti etmez. Siyasal devrimle kurulan her emekçi iktidarı, devrimci dayanışmayı başa koymakla birlikte kapitalist iktidarların belirleyici olduğu bir dünyada bir süre (oldukça uzun bir süre!) yaşamak ve bu durumun oluşturacağı deformasyonları azami ölçüde göğüsleyecek politikalar üreterek ayakta kalmayı başarmak zorundadır.
Marx’ın bu tespitlerinden yıllar sonra Komün deneyini ele alan Lenin, yukarda zikrettiğimiz 1911 tarihli analizde haklı olarak “bilinç ve siyasal netlik” unsurunu öne çıkarmış, Komün’ün yenilgi nedenlerinin başında “ciddi bir işçi partisinin olmayışı”nı saymıştır. Şunu demiştir:
“Bir işçi partisi yoktu. İşçi sınıfının ne hazırlığı, ne de uzun bir yetişme süreci yoktu ve kitle olarak kendi görevleri ve onları gerçekleştirmenin araçları konusunda berrak bir fikre sahip değildi. Ne proletaryanın ciddi bir siyasi organizasyonu, ne de sendikaları ve kitlesel kooperatif birlikleri mevcut değildi.”[19]
Bu tespiti, daha sonra tüm dünya KP’leri “Marksizm’i benimsemiş güçlü ve tek bir öncü parti olmadığı için yenildi” şeklinde standart bir formüle dönüştürmüş, yukarda kaynak olarak zikrettiğimiz 1971 Paris Kolokyumunda katılımcı olan her parti bu tespiti birebir tekrar etmiştir (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti adına katılan Kore İşçi Partisi, başarının ön koşulu olarak “güçlü ve öncü parti” ile de yetinmemiş, “güçlü bir parti ve saygın bir lider” koşulunu eklemiştir!)
Siyasi bilinç ve netlik unsurunun belirleyici olduğu doğrudur, ancak bunu “Marksizm’i benimsemiş güçlü ve tek bir parti” ile aynı şey olup olmadığını sorgulayalım.
PARİS KOMÜNÜ’NDE “GÜÇLÜ BİR MARKSİST PARTİ” OLSAYDI…
Bu tespitte asıl anlamlı ve doğru olan yön Marx’ın düşüncesinin Paris Komününü gerçekleştiren Fransız proleterleri arasında yaygın, hatta biliniyor dahi olmamasıdır. “Kapital” Fransızcaya henüz çevrilmemiştir; Marx’ın diğer kitaplarının Fransa’daki basılmış nüsha sayısı 2 haneli sayılar seviyesindedir[20], hatta Fransa’yı konu alan “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” ve “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” dahi henüz Fransa’da yayınlanmamıştır. Genel etkili bakış Proudhon’a aittir; onun (bir önceki yazıda ayrıntılı aktardığımız) “iktidar olmama”, “devrim yapmama” gibi temel görüşlerinin, Engels’in de isabetli olarak belirttiği temel pratik hataların (Versailles’a yürümeme, Merkez Bankasına el koymama) ve onlara egemen olan kafa karışıklığı ve kararsızlığın belirleyici sebebi olduğu kesindir.
Ancak bu tespiti problemli yapan somut bir olgu da ortadadır: O sıralarda olabilecek en güçlü ve net Marksist parti, daha doğrusu Marksist bakış (Fransa’da olmasa bile) mevcuttu: O da UED’de etkili olan Marx’ın bizzat kendisiydi! Dolayısıyla bu tespitin geçerli olması için gerekli mantıksal ön koşul, şu iki soruya tartışmasız “evet” cevabı verilmesidir:
1)Marx, 18 Mart 1871’de Komün’ün burjuva hükümetine başkaldırıp kendi yönetimini kurmasını o anda desteklemiş midir?
2) Komün başladıktan sonra Marx, Komün’ün zafere ulaşması için doğru, yerinde ve isabetli tespitler yapıp bunları anında Komüncülere iletmiş midir?
İki soruya da “evet” cevabı vermek mümkün değildir. Birinci sorunun cevabını daha ilerde ele alacağız. Ancak ikinci soruya doğru cevabı şu aşamada verelim ve önce şunu hatırlayalım:
Komün’e giden süreçte Marx ne yaptı?
-
Öncelikle Sedan muharebesi yenilgisinin ardında 3.Napolyon iktidarı yıkılıp (mecburen) Cumhuriyet kurulunca, Eylül 1870’te Fransız işçilerine ayaklanma ya da devrim yoluna gitmemelerini, bunun “umutsuzca bir çılgınlık” (folie désesperée) olacağını söyledi ve kurulan Cumhuriyet’teki özgürlüklerden daha geniş ve güçlü bir örgütlenme kurmak için yararlanmayı başa koymalarını istedi[21]. Bu, henüz Fransız burjuvazisi Paris’i Prusya ordularına teslim etme ihaneti ve onu yaratacağı büyük infialden önceydi ve herhangi bir siyasal ayaklanmanın zemini olmadığı için makul ve haklı bir yaklaşımdı.
-
Ancak olayların gelişimin hatırlatarak Komün’ün gerçekleşme sürecini ortaya koyalım: Paris’in savunması için yasal bir kurum olan ve eli silah tutan herkesin silahlanmasına dayanan Ulusal Muhafız (Garde Nationale) kuruldu ve çoğunluğu işçi ve emekçi olan Paris halkı bu kuruluş bünyesinde Paris’i savunmak adına silahlandı. Ancak arka planda Bismarck ile Paris’in teslimini konuşan ve buna karar veren Fransız burjuvazisi, Paris’i savunmaya kararlı olan Ulusal Muhafızların tepkisini akim kılmak için onları silahsızlandırmaya, toplarına el koymaya karar verip bu konuda adım atınca Ulusal Muhafız üniforması altındaki Paris emekçileri Geçici Hükümete karşı ayaklandılar ve Paris’te kendi öz yönetimleri olan Paris Komünü’nü kurdular (18 Mart 1871) Bu noktada olayları yakından izleyen Marx’ın ayaklanma anında bu isyanı doğru bulduğu ve desteklediğine dair hiçbir yazı, bildiri, ifade yoktur. Sadece Komün yenildikten sonra, Fransa’da İç Savaş’ın üçüncü bölümü olan “Enternasyonal Emekçiler Derneği Genel Kurulu’nun 1871 Fransız İç savaşı Üzerine Hitabı” adlı yazısında “isyandan başka çareleri yoktu” türünde bir tespiti Temmuz 1871’de yapmış[22], bu hitapta Versailles hükümetinin iki yüzlülüğünü, kalleşliğini, Komüncülerin emekten ve özgürlükten yana attıkları adımların doğruluğunu parlak biçimde ortaya koymuştur. Öte yandan Komüncüler için söylediği “göğü fethe kalktılar” sözünün hem bir cesareti hem de (Marx’ın gözünde) bir tür hayalperestliği ortaya koyduğu düşünülebilir.
Peki Komün esnasında Marx ne yaptı?
-
Bir devrimci ve sosyalist olarak Marx, sonuçlara ilişkin görüşleri ne olursa olsun devrimci bir işçi eylemi olarak Komün’e sahip çıktı ve onu destekledi. UED üyesi olan sosyalistler Komün esnasında “20 Semtin Merkez Komitesi” (Comité Central de 20 Arrondissements) adı altında örgütlenmişlerdi (Leo Frankel, Serrailler, E.Pottier, Jules Valles…) ve Marx onlarla yakından temas kurarak olayları izliyordu.
-
Marx tüm bu süreç boyunca Komün için UED olanaklarını kullanarak Avrupa’da bir dayanışma ağı örgütlemeye çalıştı. Özellikle Alman işçileri arasında Komün lehinde ve Fransa’yı işgal etmeyi hedefleyen Bismarck rejimine karşı yoğun bir propaganda yapıldı ve bu çalışmanın etkileri Paris’i kuşatan Prusya ordusunda dahi meyvelerini verdi (Yenilgi sonrasında Paris’i kuşatan Alman birliklerinden Saksonya Taburu, katliamdan kaçan Komüncülerin serbestçe Paris’ten çıkmalarına destek oldu.)
-
Ancak asıl soruyu soralım: Sosyalist siyaset açısından Komün’ün zafere ulaşması için elzem olan adımların, yani 1) Versailes’a saldırıp burjuva hükümetinin teslim alınması 2) Merkez Bankasının parasına el konulması için Marx’ın Komün esnasında bir önerisi, telkini oldu mu? Marx’ın o dönemdeki mektuplaşmasını yakından incelemiş olan Ellenstein bu konuda tek bir görüş, öneri ya da tespitin Marx’tan gelmediğini ortaya koymuştur[23]. Marx’ın Komün’e ilişkin tüm mektup yazımı esas olarak bir dayanışmanın örgütlenmesi ve Komün’e yardımın sağlanması yönündedir. Komün’ün siyasi zaferi için hiçbir görüş ya da tavsiye yoktur, bu görüşler “post facto”, yani Komün yenildikten sonra bir analiz unsuru olarak gündeme gelecektir.
-
O zaman şunu soralım: Marx bu zorunlu adımları o sıra öngörmemiş olabilir. Peki bu adımları yani Versailles’a yürüyerek hükümetin teslim alınmasını öneren, savunan başka bir özne var mıydı? (“Marx görmediyse kimse görememiştir” gibi bir düşünce olabilir). Cevap ne yazık ki “evet”tir. Komün esnasında “hazır güç ve silah elimizdeyken Versailles’daki burjuva hükümete kendini toplama fırsatı vermeyelim, oraya saldırıp hepsini etkisiz hale getirelim” görüşü savunulmuş, bu görüş (Marx’tan ya da onunla temas halinde olan UED üyelerinden değil!) Ferré ve Duval gibi Blankistlerden ve Brunel gibi Sol Jakobenlerden gelmiş, yukarda adını andığımız Komün komutanı Dombrowski ve kadın lider Louise Michel tarafından da desteklenmiştir.[24] Ne yazık ki Proudhon’cu çoğunluk bu görüşlere rağbet etmemiş, bu görüş kenara atılmıştır.
Bu olguların ışığında şu soruyu sormanın zamanıdır:
KOMÜN BAŞARIYA ULAŞABİLİR MİYDİ?
Teorik olarak elbette başarıya ulaşabilirdi! “Teorik olarak” vurgusunun sebebi “teorik olarak zaten kazanamazlardı, yenilmeye mahkûmdular” görüşüne bir kontrast yapmak içindir; her iki görüş de aynı derecede hipotezlere dayanır, yani varsayımsaldır, ve ikinci görüşü genel geçer doğru olarak kabul etmenin bir anlamı yoktur. Asıl amacımız şunu vurgulamaktır: Komün’ün yenilgisi tamamıyla siyasaldır, bilinçle ve politikayla ilgilidir. Öte yandan “Komün kazanabilir miydi?” sorusunu sormak dahi mantıksal bir çelişkidir, zira “Komün’ün yenilgi nedenlerini” analiz edip tek tek saymanın yegâne anlamı, “bu hatalar yapılmasaydı Komün kazanabilirdi” demekten başka bir şey olamaz; bu da bu paragrafın başlığı olan sorunun doğru cevabıdır.
Bu açıdan Komün’e somut olgular ışığında alternatif bir bakışla bakalım, ve Komün’ün doğru bir siyasi bilinçle neler yapabileceğini ortaya koyalım:
-
Paris’te inisiyatifi ele geçirmenin önemi: Versailles’ı ele geçirmenin ve Merkez Bankası’na el koymanın yaratacağı muazzam devrimci olanak öncelikle iyi kavranmalıdır. Merkez Bankası Fransız gericiliğinin en büyük mali kaynağıydı ve buna bütünüyle el koymanın yaratacağı imkân açıktır. Öte yanda Versailles, Fransa’daki tüm gericiliğin, yani kralcıların, Orleanistlerin, Bonapartçıların ve Thiers gibi gerici cumhuriyetçilerin toplandığı, başka bir deyişle Fransa’daki burjuva-aristokratik gericiliğin “siyasal beyninin” olduğu yerdi; bu kadroların tümünü tutuklayıp “etkisiz hale getirmenin” burjuva siyasetin nasıl “kafasını keseceği”, burjuvazinin ülke içindeki siyasal hareket ve manevra olanağına ne denli büyük bir darbe olacağı ortadadır (tarihte güçlü bir devrimci bir örgütün merkez kadrolarının ele geçmesinin sınıf hareketine ne denli büyük darbe vurduğu onlarca örnek hatırlansın).
-
Paris’i tümüyle ele geçirmek ve iktidarı konsolide etmek mümkün müydü? Bu noktada, Komün yönetiminin tamamıyla siyasal bilinç eksikliğinden kaynaklan askeri hatalarını analiz edelim. Daha önce zikrettiğimiz Paris Komünü’nün 100 yıldönümü kolokyumunda, Fransız KP Merkez Komitesi üyesi, ve hem bir Direniş kahramanı hem de eğitimli bir profesyonel asker olan Albay Rol-Tanguy’nin değerli tespitlerini ortaya koyalım:
-
İlk başlarda, Ulusal Muhafızlar ayaklandığında, burjuvazinin emrindeki Fransız ordusu kendilerine verilen ulusal muhafızlara saldırma emrini reddetmiş, birçok yerde halkın (özellikle kadınların) coşkulu tezahüratı sonucu Ulusal Muhafız ile kardeşleşmiş, özellikle erler onlara sempatilerini göstermiştir. Ancak bu orduya geri çekilme emri gelince buna göz yumulmuş, o an ve yerde daha güçlü olan Ulusal Muhafızların bu orduyu silahsızlandırarak kendi saflarına katmaya zorlaması düşünülmemiş, 70 gün sonra onların celladı haline getirilecek bir ordunun Paris’ten çıkmasına sessiz kalınmıştır.
-
Komün sürekli olarak kendini müdafaada hissetmiş, genel askeri yaklaşım “bize saldırsınlar ki biz de karşılık verelim”den ibaret kalmıştır. Ayaklanmada savunmaya geçmenin ayaklanmanın ölümü olduğu gerçeği kavranmamıştır.
-
Büyük ve Paris’e egemen olma açısında stratejik mevkide olan Mont Valerien kışlası (bizdeki Selimiye’ye benzer bir nitelikte olan) oldukça zayıf ve savunmasız iken (burada bir ara toplam 22 asker vardı!) buraya saldırılmamış, ordunun burada toplanarak yeniden organize olmasına geçit verilmiştir.
-
Savunma aşamasında dahi Paris’in olanakları kullanılmamıştır. Rol-Tanguy, Paris’in şehir yapısı gereği çok sayıda irili ufaklı dar sokakları göz önüne alındığında “Paris’in (burjuva ordu için) dev ve ölümcül bir kapan” haline getirilebileceğini belirtmektedir. Hiçbir stratejinin olmadığı bir ortamda Versailles ordusu ile geniş caddelerde karşı karşıya gelinmiş, buradaki barikatlar, güçlenmesine göz yumulmuş burjuva ordunun saldırıları karşısında tutunamamıştır.[25]
-
Komün, kendi elinde olan (ve burjuvalara vermeyi reddettiği) 1740 toptan sadece 320’sini kullanabilmiştir.[26]
-
Bunların, hiçbir “objektif koşul” ile ilgisi olmayan son derece basit, kaçınılabilseydi rahatça zaferin yolunu açabilecek hatalar olduğunu not edelim. Peki Paris’te tam egemenlik kurmanın Fransız devrimci işçi hareketi açısından anlamı var mıydı?
-
Paris’in Fransa’da merkezi ve belirleyici konumu: Burada asıl hatırlanması gereken şudur: Paris, 2 yüzyıldır her açıdan Fransa’nın beyni ve kalbi, ekonomik, politik, kültürel, stratejik açıdan tartışmasız merkezi ve yönetici gücüdür. 1789 Büyük Fransız Devrimi tüm ülkede değil, esas olarak Paris’te başlamıştı. Devrim başladığında kuzeybatıdaki Brötanya kralcı gericilerin elindeydi, güneyde Toulon limanı İngilizlerin elindeydi, Lyon’da gerici bir isyan vardı, Almanya sınırı olan Alsace’dan ise Avusturya monarşisi saldırıyordu. Devrimin kalbi olan Paris oradan pompaladığı enerji ile bunların üstünden geldi. Büyük yazar Victor Hugo bu yüzden haklı olarak “Fransız Devrimi Fransa’nın Avrupa’yı, içerde de Paris’in Fransa’yı hizaya getirmesidir” demişti. Burjuvazinin siyasal beynini felç etmiş ve zenginliğinin ana gövdesine el koymuş devrimci bir Paris’in Fransa’yı “hizaya getirme” olanaklarının ne denli büyük olacağı aşikardır.
-
Diğer şehirler: “Bu gerçeğe rağmen sadece Paris ile devrim olmaz” denebilir ve doğrudur; ama realite de zaten bu değildir. Lissagaray yazdığı ayrıntılı Komün tarihinde diğer kayda değer büyük şehirler olan Lyon, Marsilya, Toulouse ve Narbonne’da, öte yandan birer sanayi merkezi olan Saint-Etienne ve Creusot’da kurulan komünlerden bahsetmektedir.[27] Buralarda Komün yönetimleri kurulmuş, kısa birer dönem şehre hâkim olmuş, ancak yerel gericilik Versailles’da varlığını sürdüren burjuva önderlikten aldığı maddi-manevi güçle bunları yıkmıştır. Vurgulamak istediğimiz şudur: Komün’ün ruhu Paris ile sınırlı kalmamıştır; sadece buralardaki hareket Paris’ten gerekli (ve onu başarıya ulaştırabilecek) maddi-manevi desteği almaya fırsat bulamamıştır.
-
Köylülük: Komün’ün köylülük ile bağ kurmadığı, bunu da yenilgi nedenlerinden biri olduğu belirtilmiştir ve doğrudur. Özellikle Lenin, bu olguya önem vermiş, aynı hatanın Rus devriminde tekrar etmemesi için hassasiyet göstermiştir. O dönemki gerçek duruma baktığımızda şu görülebilir: Louis Bonaparte’ı iktidara getiren darbe ve referandumda, köylülüğün bu despota büyük destek verdiği gerçektir. Ancak köylülüğün 1871’de hala Bonaparte’ı desteklediğini ve Komün’e tümüyle düşman olduğunu söylemek mümkün değildir. Elleinstein o dönemin taşra gazetelerinde yaptığı araştırma sonucunda şu sonucu iletmektedir. Mart 1871’de köylülük ve taşra asla “Komün’ü yıkalım” tavrında olmamış, daha çok beklemeye geçmiştir.[28] Bilindiği gibi köylülük kendi başına önderlik yapabilecek bir sınıf değildir ve bir öncüye ihtiyacı vardır. Aktarıldığı kadarıyla eski göz ağrıları olan Louis Bonaparte’ın devrildiği bir ortamda köylülük, siyasetin altüst olduğu o koşullarda kendi çıkarı için en yararlı olabilecek “önderliği” bekleyen bir konuma geçmiştir. Paris’te kendini ispat etmiş bir başarılı önderliğin bu kesimde de olumlu bir yankı yaratması imkânsız değildir. Bu olguyu Marx da vurgulamış ve şunu belirtmiştir:
“Taşralılar, Komün Paris’inin taşra ile 3 ay serbestçe temas ettiği takdirde genel bir köylü ayaklanmasının başlayacağını biliyorlardı. Aslında en büyük korkuları da buydu.”[29]
Bütün bu yaptığımız analiz ve argümanların amacı, doğru bir siyasi bilinçle Komün’ün başarılı (en azından daha başarılı, kalıcı ve yaygın) bir noktaya varabileceğini göstermektir. Elbette bunlar varsayımsaldır ve kaybedilen bir futbol maçından sonra “şu paslar doğru verilseydi maç kesin kazanılırdı” türünden moral artırmaya yönelik yorumlara benzetilebilir. Ancak bu doğru değildir. Amacımız, sadece (Lenin’de parlak bir şekilde var olan) “iktidara odaklanmış ve yoğunlaşmış bir bilincin” neler yapabileceğini, nasıl zaferin yolunu açabileceğini göstermektir.
AVRUPA’YI SARSAN KOMÜN
VE 1 YIL SONRA FESHEDİLME SÜRECİNE GİREN ENTERNASYONAL!
Burada Komün’ün Avrupa, hatta dünya üzerinde yarattığı etkileri ve sarsıntıları kısaca özetlemeye çalışalım. Lissagaray Komün’ün Avrupa’da yarattığı büyük dayanışma duygusunu şöyle aktarır:
“İşçi sınıfı Avrupa’nın her yerinde Paris’ten gelen haberleri yutarcasına okuyor, yüreği kendi merkezi haline gelmiş bu büyük kentle birlikte atıyor, yaptığı mitingleri giderek kalabalıklaştırıyordu. Genellikle yoksul olan işçi gazeteleri, burjuva basının yalanlarına karşı cesaretle mücadele ediyorlardı…Bazı yabancı gazeteler, savunucuların ekmek bulamayacak hale getiren Paris Komünü’nü desteklemek için iflasa gidecek kadar borçlandı.”[30]
Öte yandan yukarda bahsettiğimiz 100.yıl konferansında 24 ülkeden gelen Komünist Parti temsilcileri Komün’ün kendi ülkelerindeki yankılarını aktarmaya çalıştılar ve şu bilgileri bizlere ilettiler:
-
İngiltere: Komün, Avrupa’nın en güçlü işçi hareketi olan İngiliz işçi hareketini bir tür geri çekilme ve pasifleşme döneminde yakaladı; buna rağmen önemli bir yankı buldu. Hyde Park’ta Komün ile dayanışma için yapılan gösteriye 30.000 kişi katıldı. Marx’ın Komünü analiz ettiği ve sahip çıktığı Fransa’da İç Savaş, bu ülkede 4000 adet basıldı ve sattı.
-
İtalya: Devrimci bir halk önderi olan Garibaldi’nin Komün’e katkı sunmasının ardından buradaki hareket İtalya’da yakından izlendi. O dönemde işçi hareketinden çok bağımsızlık ve ulusal birlik konusunun belirlediği İtalyan politikasında Mazzini gibi demokratlar dahi bir süre Komün’ü destekleyen tavırlar aldılar.
-
Bulgaristan’da ulusal bağımsızlık için savaşan büyük şair ve milli kahraman Hristo Botev, Komün’den esinlendi ve onda kendi halkçı, ütopik komünist görüşlerinin bir yankısını buldu, bu eylemi yücelten coşkulu yazılar yazdı.
-
Bağımsızlığına yeni kavuşmuş Yunanistan, Romanya ve Sırbistan’da yeni gelişmeye başlayan sol ve halkçı düşünce Komün’den etkilendi, bu isyan bu ülkelerin basınında ve politik gündeminde belli bir yer işgal etti.
-
Ülkemizde uzun süredir fazla bilinmeyen bir gerçek ise, Komün’e o sırada Paris’te bulunan üç Osmanlı aydının da katılmış olmasıdır. Serol Teber’in “Paris Komünü’nde 3 Türk” kitabında[31] bahsettiği Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler Versailles’a karşı savaşta Komün’cülerin saflarında çarpıştılar. Aynı şekilde o dönemde İstibdada karşı mücadele eden yurtsever şair Namık Kemal İbret gazetesinde şunları yazmıştır:
“Komün taraftarlarının tuttukları yolun doğruluğunu, onlara karşı yapılan suçlamaların haksızlığını -Komüncüler- delilleriyle göstermiştir…Versaylıların tarih huzurunda alınlarında zalim ve iftiracı damgasıyla anılacak; Komünarların ise insan toplumunu ıslah etmek isteyen ve bu uğurda canlarını feda etmekten çekinmeyen kahramanlar olarak yücelecektir”
Avrupa’da (Osmanlı’ya kadar!) bu denli güçlü yankıları olan bu büyük devrimden sadece 1 yıl sonra Marx, Enternasyonal’in fiilen feshine giden süreci başlatacak, “UED’in merkezini ABD’ye taşıma” kararını 1872 La Haye kongresinde aldıracaktır! İşin ilginç tarafı, Komün önderlerinden bazıları sağ kalmayı başarmış ve İngiltere’ye kaçmıştır; aralarında Vaillant’ın da bulunduğu bu kadrolar İngiltere’de işçi toplantılarına katılmakta ve İngiliz işçiler tarafından saygıyla, yer yer coşkuyla karşılanmaktadır (bu “taşıma” kararına en sert tepkiyi göstereceklerin başında da onlar vardır!).[32] Avrupa (ve dünya!) işçi hareketi için bu kadar önemli olan, yukarda aktardığımız gibi her ülkede heyecanla takip edilen ve ciddi yansımaları bulunan, herhangi bir kitaptan çok daha fazla tecrübeyi ve dersi içeren, ve dolayısıyla Enternasyonal’in gündeminde uzun bir süre birinci madde olması gereken bir deneyden topu topu 1 sene sonra UED’in fiilen tasfiyesine girişmenin hiçbir mantıksal açıklaması yoktur, olamaz. Bu noktada bizleri muhtemelen rahatsız edecek olan, ama yüzleşerek aşmamız gereken somut bir olguyu gündeme getirmemiz gerekmektedir: Marx’ın Komün’e karşı soğuk ve mesafeli (negatif ve düşmanca dememek için) tavrı. Bu tespiti sadece UED’in 1 sene sonra kapatılması olgusundan hareketle yapmak (her ne kadar bu olgu son derece anlamlı da olsa) oldukça spekülatif gelebilir; o yüzden somut belgelere bakmak gerekir:
MARX’IN KOMÜN’E KARŞI SOĞUK TAVRI
Komün’den 10 yıl sonra Marx, Hollandalı bir sosyalist olan Ferdinand Domela Nieuwenhuis’e şunları yazmıştı:
Bu arada, halkın zaferiyle ani olarak ortaya çıkan bir hükümetin yarattığı zor durum, sıkıntı hiçbir şekilde spesifik olarak “sosyalist” bir şey değildir.
Tersine. Muzaffer burjuva politikacılar “zaferlerinden” hemen sıkıntı yaşamaya başlamışken, şimdi sosyalistler en azından utanmadan sıkılmadan bir değerlendirme yapabilir… Belki de beni Paris Komünü’ne yönlendireceksiniz; ancak bunun sadece bir kentin istisnai koşullar altında ayağa kalkması olduğu gerçeği bir yana, Komün’ün çoğunluğu hiçbir şekilde sosyalist değildi ve olamazdı da. Komün önderleri azıcık bir sağduyu göstererek Versay’daki burjuva karargâhı ile tüm halk kitleleri için faydalı olacak bir uzlaşmaya varabilirdi.— o dönemde elde edilebilir olan tek şey buydu. (Komün yönetiminin -SD) Fransa Merkez Bankası’na el koyması bile Versailles’ın kabadayılığına acı bir şekilde son verebilirdi.[33]
Bu metin oldukça ezber bozucudur ve kafasında Marx ile Komün’ü birleştirmiş ya da bağdaştırmış bir sosyalistin içini soğutmaması, Marx’a yönelik bir hayal kırıklığı yaratmaması imkansızdır. Komün ile ilgili bu çalışmada mutlaka açıklık getirmemiz gereken bu konuyu iki olgunun ışığında, hem gerçeklere dürüstçe bağlılık, hem de büyük öğretmene olan saygıyı koruyarak ele alalım:
-
“Komün’ün çoğunluğu hiçbir şekilde sosyalist değildi ve olamazdı da.” Komün’ün başlangıçta harekete geçiren saiklerin esas olarak cumhuriyetçi (Bonaparte ve tüm kralcı kalıntıların bertaraf edilmesi) ve yurtsever (“şehrimizi Bismarck’a teslim etmeyelim”) motifler olduğu doğrudur. Ancak sorun da tam burada devrimin kavranılması noktasında düğümlenmektedir. Komün’den sonraki 100 yıl içinde olan HİÇBİR sosyalist siyasal devrim direkt “sosyalizm” beklentisi ve hedefi ile çıkmamış, bu saik Rusya’da barış, toprak, özgürlük, 2.Dünya savaşı sonrası Doğu Avrupa’da Nazi işgali ve kalıntılarının yok edilmesi, Vietnam’da bağımsızlık, Çin’de toprak ve bağımsızlık için başlamış, bunu sadece ve sadece sosyalist güçlerin gerçekleştirebileceği gerçeğinin kitlelerce kavranması sonucu sosyalist iktidarlar kurulmuştur. Komün’de de durum aynıdır. Yurtsever ve cumhuriyetçi arayışlarla başlayan Komün, burjuvazi tüm kanat ve fraksiyonlarıyla birlikte utanç verici ve işbirlikçi bir tavırla başkenti düşmana teslim etmeye hazırlandığında kaçınılmaz olarak anti-burjuva ve emekçi bir karakter kazanmış, bu karakter Komün’e damgasını vurmuştur. Bu somut durum Komün içinde sosyalist unsurları (Proudhon’cu, Blankist, Enternasyonal yanlısı ve sol Jakoben) öne çıkarmış, bu unsurlar fiilen Komün’ün önderliğine geçmiştir. Komün’ün liderlerinden Varlin bir Proudhon’cu, Vaillant bir Blanqui’ci, Komün’ün içişleri bakanı (ve gericiliğe karşı radikal tedbirler alan) Flourens bir Blanqui’ci, Maliye sorumlusu Camelinat (sonradan Fransız KP kurucusu olacak) bir Enternasyonal üyesi ve en önemlisi, Komün’ün değişik komisyonlarına seçilen kadroların büyük kısmı (bizzat sosyalist düşünceye aşina) işçilerden oluşuyordu. Dolayısıyla “Komün’ün çoğunluğu hiçbir şekilde sosyalist değildi” tespiti gerçekleri oldukça zorlamaktadır. Komün’de Marksist olmadığı doğrudur, ama “sosyalist yoktu” demek, Marksist olmayanları sosyalist de saymamaktır ve açıkça arızalı, tek taraflı bir tespittir. Öte yandan Komün’deki sosyalist unsurların teorik ve politik zaaflarına hep vurgu yapılmıştır; ancak burada devrimci pratiğin dönüştürücü gücünü de gözden uzak tutmak bizi aynı yanlışa götürecektir. “Proudhon’cu” olarak bilinen önder ve kadrolar bizzat Komün pratiği içinde ustaları Proudhon’un en temel önermelerinden fiilen uzaklaşmış, onun zıttı (ve doğru) adımlar atmayı başarmıştır. Proudhon hiçbir şekilde özel mülkiyete dokunulmamasını vazederken Komün ünlü kararnamesi ile birçok burjuva işletmeye el koymuş, gene Proudhon “kadının yeri evidir” türünde gerici ve patriyarkal bir yaklaşımı savunmuş iken Proudhon’cu olarak bilinen Komün yöneticisi Varlin kadın emeğini değerlendirme ve kadınları aydınlatma için atölyeler kurma kararını hayata geçirmiştir. Benzer şekilde inanmış bir Cumhuriyetçi, ve liberal siyasi kodlardan tümüyle arınmamış olan J.Valles, Versailles yanlısı propaganda yapan gazetelerin kapatılması yönündeki (proletarya diktatörlüğünün ruhuna uygun olan) kararı sosyalist işçilerle tartıştıktan sonra kabul etmiştir. Sonuç olarak Engels’in daha sonra söylediği “Proletarya diktatörlüğü nedir görmek ister misiniz? İşte Komün!” sözü ile Marx’ın yukardaki mektuptaki “Komün sosyalist bir şey değildi” sözünü, Marx ve Engels’in tarihsel dostluğu adına bile yan yana koymak ve bağdaştırmak mümkün değildir.
-
“Komün önderleri azıcık bir sağduyu göstererek Versay’daki burjuva karargâhı ile tüm halk kitleleri için faydalı olacak bir uzlaşmaya varabilirdi.” Böyle bir tespitin, yani “ayaklanma yapmamalı, Versailles ile uzlaşılmalıydı” yapılmasını açıklayacak en iyimser yaklaşım olsa olsa insancıl bir bakış açısı olabilir (“o kadar insanın ölmesine gerek kalmazdı, bu kadar kayıp verilmezdi” gibi). Bu tavır yıllar sonra, 1905 yenilgisinden sonra Plehanov’un “silaha sarılmamalıydık” tavrına oldukça benzemektedir; ancak tarih Lenin’in cevabını, yani “Hayır, daha iyi ve daha örgütlü silaha sarılmalıydık” sözünü bizlere doğru cevap olarak hatırlatmaktadır. Marx’ın “faydalı uzlaşma” olanağı üzerinde gene de duralım: Komün’ü o günlerde anlamlı bir güç, hatta bir siyasi aktör haline getiren tek unsur, silahlı bir halk gücü haline gelmesidir. Komün silahlanmış bir güç olmasaydı, kapitalist ülkelerdeki herhangi sıradan bir “emekçi kamuoyu” olmaktan öteye gidemezdi ve böyle bir kamuoyunun nasıl ve hangi tavizleri koparabileceği ciddi olarak tartışmalıdır. Silahlanma ise açıkça bir meydan okumadır ve geri dönüşü yoktur. Böyle bir meydan okumadan sonra oluşabilecek en “pozitif” uzlaşmada bile ülkede 2 adet farklı silahlı gücün sürmesi mümkün değildir ve her türlü uzlaşma Komün’ün silahsızlandırılmasını içermek zorundadır (Marx öbür alternatif olan Versailles’ın yıkılmasını imkânsız gördüğü için). Burada gene olayların başına dönüyoruz: Komün’ü zorunlu, haklı ve kaçınılmaz olarak isyana sevk eden olgu da bizzat burjuva hükümetin onu silahsızlandırma çabasıdır. Silaha sarılmamış bir Komün, o anki en temel talep olan “şehrimizi Almanlara teslim etmeyelim!” konusunda onu en utanç verici koşullarla teslim etmeye kararlı bir burjuva hükümetten hangi “tavizi” koparabilirdi? En yaratıcı politik aklın dahi Marx’ın önerdiği bu “faydalı uzlaşma”yı somutlaştırması mümkün gözükmemektedir. Ancak tarihsel olarak bakıldığında daha büyük bir sorun vardır: Komün’ün yenilgisi, insanlığa ve işçi sınıfına Marx’ın bahsettiği ve olabilecek en “gerçekçi başarı”dan, herhangi bir “faydalı uzlaşma”dan çok daha fazla şey kazandırmıştır. Böyle bir uzlaşma ile Fransız işçi sınıfı olsa olsa daha elverişli yaşam ve örgütlenme olanakları elde edebilirdi (daha sonra Alman ve diğer Avrupa işçi sınıflarının elde edeceği gibi); Komün ise işçilerin direkt olarak siyasi iktidarı üstlenip şehri ve ülkeyi yönetmelerinin mümkün olduğunu insanlığa gösterdi; Komün’ün insanlığa örnek olan tarihsel değeri buydu. Komün’ün yenilerek insanlığa sağladığı muazzam kazançla, yenilmeyip Marx’ın önerdiği gibi Versailles ile uzlaşarak elde edebileceği (varsayımsal!) kazancın mukayesesini okuyucuya bırakıyoruz.
Ne kadar açıklaması zor ve ezber bozucu da olsa, bu mektupta net olarak gözüken şey bellidir: Marx, Komün konusunda Lenin’in, hatta Engels’in aksine oldukça mesafeli ve soğuktur ve Komün’den 10 yıl sonra dahi bu değişmemiştir. Bunun yanlış bir tavır olduğu da açıktır.
Peki bu tavrın, kaynağı nedir?
Birincisi, o dönemin koşullarında işçi hareketi içerisinde, özellikle de sosyalist vurgunun en güçlü olduğu Fransız işçi hareketinde Marx’ın en büyük rakibi Proudhon’dur, ve Komün’ü hem fiilen yöneten, hem de Komün’ü yaratan atılımı tetikleyen Proudhon’cular ve onun işçilere ilham veren düşünceleridir. Marx’ın Komün’e karşı bu tavrını tek başına “Proudhon tepkisi”nin sonucu olduğunu düşünmek fazla zorlama, hatta spekülatif bir açıklama gibi gelebilir. Ancak Engels’e 1870 yılında yazdığı aşağıdaki mektup bu konuda her türlü kuşkuyu ortadan kaldıracak oldukça net bir kanıt konumundadır:
“Eğer Prusyalılar kazanırsa …Almanya’nın ağırlığı batı Avrupa işçi hareketinin sıklet merkezini Fransa’dan Almanya’ya kaydıracaktır ve Alman işçi sınıfının hem teoride hem de pratikte Fransız işçi sınıfına üstün olduğunu görmek için 1866’dan bu yana her 2 ülkedeki hareketi karşılaştırmak yeterlidir. Almanya’nın dünya sahnesinde Fransa’ya olan hâkimiyeti derhal bizim teorimizin Proudhon’un teorisinden üstün olacağı anlamına gelecektir” [34]
Marx yeni ve güçlü bir teori geliştirmiştir, bu teorinin tek doğru ve devrimci teori olduğu düşünmektedir; bu teorinin her yerde hâkim olmasını istemektedir (buraya kadar doğru ve makul bir tavır). En güçlü rakiplerinden biri de Proudhon’dur, onun etkisini her ne pahasına kırmayı arzulamaktadır ve bunun için bir Prusya zaferinin dahi sağlayacağı faydayı hesaplamakta, bu Prusya zaferi bile onda bu yönde bir umut yaratmaktadır (burada arıza başlamaktadır!). Öte yandan diğer bir rakibi de Blanqui’dir; geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi ona “Prusyalı filozof” demekte ve Fransız olmayan herkes gibi onu da küçümsemekte, öte yandan onun UED’deki çalışmasını da yararsız ve beyhude bulmaktadır. Sol Jakobenlerin ise (bizim sol Kemalistler misali) onun teorisine en ufak bir ilgileri yoktur; onlar için 1793’ün şanlı anıları yeterince ilham vericidir. İşte ona hasım ve yabancı olan bu 3 akım 1871’de Paris’te devrimci bir iktidar ve tüm dünya işçi sınıfına ilham veren bir deney yarattıklarında Marx’ın tavrı, en hafif deyimiyle, soğuk ve mesafeli olmuş, yukarda zikrettiğimiz 1881 tarihli mektupta olduğu gibi küçümseyici ve yanlış tespitlere varmıştır.
İşçi sınıfının, bizlerin hepimizin bu büyük öğretmeninin bu soğuk ve mesafeli tavrını ortaya koymamızın amacı nedir? Birer Marksist olarak amacımız burjuva yazarlar gibi “Marx’ın hatasını bulup onu gözden düşürmek” olamayacağına göre, bu olumsuz görüşü aktarmamızın yegâne amacı hatayı analiz etmek, ders çıkarmak ve benzer bir hatanın saflarımızda zuhur etmesini önlemektir. Marx yeni bir teori yaratmıştır ve her olaya bu teorinin ve onu egemen kılma arzusunun gözlüğünden bakmaktadır. Yarattığı teorik eserin büyüklüğü, onun bu yaklaşımla yaptığı hataları önemsiz kılacak kadar etkileyicidir; öte yandan ona olan saygı ve bağlılığımız böyle bir hatayı rahatlıkla tolere etmemize imkân vermektedir. Ancak benzer nitelikte hatalar ne yazık ki uluslararası sosyalist ve işçi hareketinde daha sonra defalarca ortaya çıkmış, tekrar etmiştir ve aşağıda örneklerini vereceğimiz bu hataları tolere ettirecek hiçbir olgu artık yoktur. Yeni bir örgüt ve siyaset teorisi için teşhis edilmesi son derece önemli olan bu hatalı yaklaşım için yapılacak en doğru tanım, (Marx’ı tenzih ederek) aşağıdaki paragrafın başlığı olacaktır:
TEORİ FETİŞİZMİ:
TEORİYE YAPIŞMANIN YARATTIĞI KÖRLÜK
Bu çarpıklığın tasviri çok açıktır ve tanıdıktır:
-
Bir bütün olarak teoriye, veya o teori çerçevesinde yapılmış bir teorik-politik tespite, formüle, tanıma sıkı sıkıya bağlanmak
-
Hayat karşımıza bu teorik tespit veya formül ile çelişen bir olgu çıkardığında o olguyu (kafamızdaki şablona oturmadığı için) yok saymak, ya da onu “geçici bir arıza” olarak görmek
-
Veya bu olgunun toplumsal mücadele açısından sunduğu pozitif açılımları, bizim öngöremediğimiz bir olgu üzerinden gelişen farklı devrimci-sosyalist akımları küçümsemek, onlara dudak bükmek, onlardan ders çıkarıp öğrenmek yerine dışlamak ve yok saymak
Şimdi dünya sosyalist hareketinin tarihinde bu çarpıklığa verilebilecek sayısız örnekten üçünü zikretmekle yetinelim:
-
Lenin 1905 yılında demokratik devrim için “proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü” formülünü geliştirmişti. İlerde de tartışacağımız gibi aslında bir yandan sıradan burjuva liberalizminin kuyruğuna takılma riskinden kurtulma, öte yandan da Rusya’da sosyalist bir emekçi iktidarının imkânsızlığı önyargısının yarattığı oldukça zahiri (virtual) bir ifade olan bu formül Bolşevikler tarafından bir klişe, Menşeviklere karşı bir alameti farika olarak benimsendi. 1917 Şubat devrimi sonrasında burjuva Geçici Hükümet kurulduğunda, partinin büyük çoğunluğu bu teorik-politik formüle yapıştılar ve bu hedefin hala gerçekleşmediği, dolayısıyla güncel hedefin bu olduğunda ısrar ettiler. Çarpıklık ortadadır: Hayat karşılarına yepyeni bir olgu, bir ikili iktidar durumu çıkarmıştı, ana görev bu ikiliği emekçi iktidarı lehine tekleştirmek iken bu eski formüle yapışmak partiyi rahatlıkla siyaset dışına itebilirdi. Burada tam olarak bir teorik formüle yapışmanın yarattığı (çok şükür ki geçici!) bir körlükle karşı karşıyayız. “Geçici” diyoruz, zira Lenin bizzat kendisine ait olan bu eski formülü reddetti, hayatın somut gerçeğine hitap eden “tüm iktidar Sovyetlere” şiarını ortaya attı; ancak bunun için de yoğun ve başarılı bir ikna çalışması yürüttü. (“Nisan Tezleri” partinin yayın organı Pravda’da “Lenin yoldaşın kişisel görüşleri” başlığıyla yayınlanmıştı!) Bu ikna olmasaydı ve geçici körlük süreklileşseydi, Bolşeviklerin bu “proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” klişesiyle daha ne kadar siyasi patinaj yapacakları ve siyasetin merkezinden koparak devrimci fırsatları kaçıracakları ortadadır.
-
1954’te Cezayir’de Fransız sömürgeciliğine karşı geniş çaplı bir halk savaşı başladı. Yurtsever aydınların önderliğinde yoğun bir halk desteğiyle süren bu savaşa Cezayir Komünist Partisi katılmadı. Kan ve gözyaşı içinde süren, Cezayir halkına 1,5 milyon ölüye mal olan bu savaş 1962’de zafere ulaştığında Cezayir KP resmin tümüyle dışında kalmış, önderliği küçük burjuva milliyetçilerine kaptırmıştı. Yıllar sonra parti Genel Sekreteri Beşir Hacı Ali durumu değerlendirirken şu tespiti yaptı: “Biz Lenin’in devrimci durum tanımı olan “yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemedikleri durum” tespitinin gelişmiş ülkeler için geçerli olduğunu göz önüne almadık”. Türkiye Devrimci hareketinin bir değeri olan Mahir Çayan, “Kesintisiz Devrim 2-3” broşüründe “Beşir Hacı Ali sözde özeleştiri yapıyor” diyerek bu görüşün samimiyetsizliğini doğru biçimde yakalamış ve teşhir etmişti. Lenin’in “devrimci durum” konusundaki teorik tespitine yapışan, (belki de bu tespiti kendi eylemsizliği ve pasifliği için bahane olarak kullanan) Cezayir KP tipik bir siyasi körlük sergilemiş, teoriye sığınarak “devrimci durum daha oluşmadı” demiş, hayatın somut pratiği içinde yaşlısıyla genciyle binlerce, yüzbinlerce Cezayirlinin katıldığı silahlı mücadeleye “küçük burjuva milliyetçiliği ve maceracılık” diyerek dudak bükmüş, bu körlüğün bedelini de siyasette marjinalleşerek ödemiştir.
-
Mayıs 1968’de Paris’te bir avuç üniversiteli gencin Nanterre’de polisle çatışarak ve ölü vererek başlattıkları eylemlilik tüm Fransa’yı saran büyük bir halk hareketine dönüştüğünde, o dönem oldukça güçlü olan Fransız Komünist Partisi bu harekete uzun süre mesafeli kalmıştır. Sebep bellidir: Partinin (“Leninist teori” adına geliştirdiği) “devrim” senaryosu “fabrikalarda işçi sınıfının başlattığı ve onun partisi olan KP önderliğinde yükselip zafere ulaşacak olan” bir kurguydu. Bu olmadığı sürece oluşan her türlü harekete tutucu şekilde yaklaşan KP, önceleri üniversitelerde başlayan bu eylemliliği “küçük burjuva radikalizmi” olarak teşhis etmiş (hatta “oğul evladın babaya isyanı” (“révolte de fils à papa”) diye tanımlayarak alay etmiş), ancak bu hareket Fransa’nın o dönem hızla proleterleşen emekçi orta tabakalarına (bizdeki gri yakalılar misali) yayılan devasa bir halk hareketine dönüşmüş ve fabrikaları da sarsmaya başlamıştı. Bu noktada Parti, yönetiminde etkili olduğu büyük sendikal merkez CGT’yi harekete geçirerek genel greve gitmiş, ancak asla bu hareketi bir bütün olarak kucaklayan, ona sıcak bakarak önünü açan ve onu anlamaya çalışarak önderliğe yönelen bir tavır içinde olmamış, hep bu hareketin “zoraki ve iğreti müttefiki” olarak kalmıştır. Fransa’da tüm düzenin sarsıldığı, polis ve ordu dahil baskı aygıtlarının felce uğradığı gerçek bir devrim durumunu parti kemikleşmiş ideolojik refleksleri ve teorik senaryoları yüzünden kaçırmış; ancak 70’lerin sonuna doğru 68’den “Büyük Halk Hareketi” diyerek pozitif bir tonla bahsetmeye başlamış, tabii ki tren çoktan kaçmıştır.
Her 3 örnekte de sorun bazı partilerin münferit hatalarının ötesindedir ve özü şudur: Rehber edindiğimiz Marksist teori, tüm diğer siyasal teorilerin aksine olağanüstü bir zenginliğe ve güçlü bir iç tutarlılığa sahiptir. Ekonomiden tarihe, siyasetten sosyolojiye, biyolojiden fiziğe kadar son derece geniş bir spektrumda ve bu spektrumun her diliminde bir iddiası ve “söyleyecek sözü olan” bir teorik sistemdir ve onu benimseyen herkes üzerinde ciddi bir “göz kamaştırıcı” etkileyiciliğe sahiptir. Sorun da burada başlamaktadır: İdealist felsefenin tarihsel çıkış sebeplerini hatırlayalım: Bunların başında “hayatın içinden çıkan ve yüksek bir gelişkinliğe ulaşan fikirlerin maddi bağlamından koparıldığında giderek onu düşünen ve savunanların zihninde bir bağımsızlık ve giderek ayrı bir güç kazanması, bağımsız ve belirleyici bir olgu haline gelmesi” gelmektedir. Her teori gibi Marksist teori de bir “fikir” ya da “fikirler sistemi”dir. O da hayatın maddi gerçekliği içinde, 1848 sonrası işçi hareketinden, bilimlerdeki gelişmelerden doğmuş, sonraki devrimler ve sınıf mücadeleleri ile gelişmesini sürdürmüştür. Ancak hayatın içinden doğan tüm fikirler gibi onun da önermeleri ve tespitleri maddi bağlamlarından koparıldığında bir tür “devrimci metafiziğe” dönüşmesi riski vardır ve risk geçmişte ve hala değişik şekillerde tecelli etmektedir. Sonuç da nettir: Tüm zenginliğine ve güçlü iç tutarlılığına rağmen Marksist (veya marksist-leninist) teoriyi benimseyenler hayatın karşımıza çıkardığı yeni olgular karşısında kör ve sağır kalabilmekte, siyasal planda başarısızlığa sürüklenebilmektedir. Tek başına, bilimsel bir teori olan Marksizm’i savunmak, doğru bir devrimci politikanın garantisi değildir.
Sorunu tüm boyutuyla kavrayabilmek için bunun tersinin de doğru olduğu söyleyelim: Birçok somut durumda doğru devrimci tavır, Marksistler (ya da Marksist-Leninistler) gibi sağlam ve bilimsel bir teoriyi savunanlar tarafından değil, daha gevşek, hatta ütopik öncüllerden hareket eden grup ve hareketler tarafından da savunulmuş ve hayata geçirilmiştir. Burada da örneklerin sonu yoktur:
-
İlk ve en çarpıcı örnek, bu yazının konusu olan Paris Komünüdür. Bilimsel tutarlılık ve zenginlik açısından Marx’ın yanına dahi yaklaşamayan 3 görüş, Proudhon, Blanqui ve sol Jakobenler bu devrimi (yukarda gördüğümüz gibi Marx’ın fikirsel muhalefetine rağmen) yaparak dünya işçi sınıfına büyük bir deney ve ilham kaynağı kazandırdılar.
-
1917’ye kadar Rus Marksistleri (hem Menşevikler hem de Bolşevikler) Marksizm dışı bir akım olan Narodniklerin uzantısı konumundaki Sosyalist Devrimcilerin (Es Er’ler) köylü ve toprak sorunundaki görüşlerine muhalefet ettiler, 2.Enternasyonal’de egemen olan Ortodoks Marksizm adına köylülüğün büyük kitlesini “mülkiyet peşinde küçük burjuva bir kitle” olarak tanımlayıp programlarına “toprağın millîleştirilmesini” koydular. Rusya gerçeğine hiçbir şekilde uymayan (dolayısıyla Rus köylülüğünde hiçbir karşılık bulmayan) bu doktriner tavra karşılık SR’ler “önce köylüye toprak dağıtılmasını, sonra köylülüğün ortak kollektif birimlerde bir araya getirilmesini” savundular. SR’lerin bu tavrı (başka konulardaki yanlışlarına rağmen) doğru ve yegâne gerçekçi tavırdı ve Lenin 1917 Ekim sonrasında Bolşevik programı çöpe atarak SR’lerin toprak programını birebir kabul etti. 1929’da başlatılan kolektifleştirme programı ile de (hangi yöntemlerle sürdürülmüş olursa olsun) SR programının ikinci adımı da hayata geçirilmiş, böylece “eğrisi doğrusuna denk gelmiş” oldu.
-
Ekim devriminin ve Komünist Enternasyonal’in büyük siyasi birikimine dayanan KP’ler 1950 sonrasında Sovyet deneyinin teorikleşmesi olarak algılanan bir “Leninizm” adına o modele dayanan bir politikada inat ettiler ve başta Latin Amerika olmak üzere birçok yerde mücadelede pasif konuma düştüler. Buna karşılık KP’ler gibi güçlü bir teorik-siyasal çerçeveye dayanmayan ve genellikle ulusal-yurtsever devrimci pratiklerden esinlenen hareketler (Tupamarolar, Sol Peron’cu gerillalar, Bolivar’cılar) kısa zamanda emekçi yığınların önderi olmayı başardılar. Türkiye’de ise 1971 sonrasında Mahir Çayan’ın (kimi doğru tespitlerinin yanı sıra) “öncü savaşı” ya da “suni denge” gibi (Mahir’e olan tüm saygımızla) Türkiye gerçeğine uygun düşmediği 1971 yenilgisiyle ispatlanmış olan iyimser tespitlerini aynen benimsemeye devam eden Dev-Genç (daha sonra Devrimci Yol ve Devrimci Sol) hareketi, sivil faşistlere karşı silahlı mücadeleyi başlattı ve daha tutarlı ve bilimsel bir çerçeveyi savunan TİP ve TKP’nin gözleri önünde Türkiye tarihinin en yığınsal ve radikal devrimci halk hareketini yaratmayı başardı.
Bütün bu dediklerimizi alt alta koyduğumuzda şu 2 önermeye ulaşıyoruz:
1)İşçi sınıfı adına doğru ve bilimsel bir teoriyi titizlikle benimseyenler da doğru devrimci politikayı savunmayabilir, politik planda yanlış noktalara savrulabilir
2) Ve tersine, çok tutarlı ve bilimsel olmayan bir teorik çerçeveden yola çıkan akımlar da pratikte doğru (belli bir bağlamda yegâne doğru) tavrı savunabilir.
Bu önermelerin sonucu nedir? Teori önemsiz midir? Teoriyi öğrenmeye ve özümsemeye boş verip sadece pratiğe mi yönelelim? Teori sadece bize inanç aşılayan bir fikirsel süs müdür?
Cevap elbette ki kocaman bir “HAYIR”dır ve bu çelişkinin irdelenmesi bizi bilimsel teori-devrimci politika bağı konusunda daha doğru bir tavra götürmelidir. Bilimsel teori ile devrimci politika arasındaki bağın doğru kavranması, kanımızca şu iki temel tespite dayanmalıdır:
1) Marksist teoriyi değerli kılan temel özelliği, onun partizanlığının zorunlu sonucu olan bilimselliğidir. İşçi ve emekçi sınıflardan yanaysanız gerçeği bulmalı ve savunmalısınız, çünkü işçi ve emekçi sınıfların gerçeğe ihtiyacı vardır. Althusser’in dediği gibi “işçi sınıfı ve düşmanları arasında çekilecek çizgi ile, doğru ve yanlış arasında çekilecek çizgi, bunların ikisi de aynı çizgidir”. Ancak teorimizi değerli kılan özellik olarak bilimsellik sürekli yenilenmesi gereken bir özelliktir. Nasıl ki bir partinin “öncülüğü” bir kere elde edilip ilelebet sürecek bir özellik değilse ve sürekli, her aşamada, her politik momentte yeniden üretilmesi gereken bir nitelikse, teorimizin bilimselliği de temel eserlerin yayınlanması ile sonsuza kadar garanti edilmiş bir nitelik değildir. Bilimsellik iddiasındaki her teori, hayatın karşımıza çıkardığı ve sürekli çıkaracağı yeni olgularla hesaplaşmak, onları içermek, onlar kendisindeki bazı önermelerle çelişiyorsa o önermeleri güncellemek, kendi kendini (canlı bir hücre gibi) yenilemek ve sürekli gelişmek zorundadır. Yeni karşımıza çıkan ya da varlığı yeni fark edilen olgular karşısında sürekli kendini yenilemek, her bilimsellik iddiasındaki teori gibi Marksizmin de olmazsa olmazıdır. Daha net bir deyişle, yenilenmeyen, gelişmeyen Marksizm tutuculaşır. Tutuculaşmış bir Marksizmin de, tıpkı son kullanma tarihi geçmiş bir ilaç gibi işçi sınıfına hiçbir faydası yoktur (zararı da ayrıca düşünülmelidir). Bunu bir somut örneği 2.Enternasyonal’in “Ortodoks Marksist” liderleri ise, diğer bir örneği de 1917 kodlarını tekrar ede ede hayattan kopan ve marjinalleşen sayısız KP yönetimidir. Hayat bizim bazı formül ve tespitlerimize meydan okuduğu zaman hayatı temel alıp teoriyi güncellemezseniz, onun yerine yeni gerçeklere gözünüzü kapatıp teoriye yapışırsanız, yukarda (sayısız örnek içinden verdiğimiz) 3 örnekte olduğu gibi siyasi körlüğün içine saplanır kalırsınız.
2) Teorimizin bilimselliğini diri tutma amacıyla somut gerçeği yakalama hedefi yoğun ve karmaşık bir uğraştır; çünkü gerçeğin kendisi çoğu zaman karmaşıktır ve çok yönlü bir bakışı gerektirir. Bunun pratikteki anlamı da bellidir: Toplumsal gerçeği ve doğru çözümü ararken belli bir bakıştan hareket eden her devrimci özne, başka bir açıdan yola çıkan ve o gerçeği başka bir yönüyle kavramaya yönelen diğer devrimci özneleri dışlamak, reddetmek, mahkûm etmek yerine onlardan öğrenmeyi tercih etmelidir. Bu da sosyalist politikada (ister tek parti içinde, ister bir partiler bloğu içinde) çok sesliliği zorunlu kılar. 1980 öncesinde TİP-TKP geleneği, Dev-Genç’in anti-faşist özsavunma mücadelesine “goşizm” diye dudak bükmek yerine onu analiz edip kendi pratiğine taşımalıydı. Dev-Genç TİP ve TKP’nin programlı ve disiplinli parti işleyişini ve kültürünü “revizyonist örgütlenme” diye reddetmek yerine kendi içinde bu kültürü yaratmaya yönelmeliydi. 1917 öncesinde Rus emekçi köylülüğü içinde hiçbir başarısı, anlamlı bir tabanı dahi olmayan Rus Marksistleri (hem Menşevikler, hem de Bolşevikler) SR’lerin o dönem son derece başarılı olan köylülük içindeki çalışmalarına “Narodnizm” diye dudak bükmek yerine kendi gerçek dışı “Ortodoks” Marksist toprak programlarını sorgulamalıydı.[35] Lenin doğru bir tavırla 1917’de onlardan öğrenmeyi başardı ve doğru toprak politikasını yakaladı. Sonuç olarak sosyalist politikada çok seslilik bir “tolerans, demokratlık, özgür ifade..vs” meselesi olmanın çok ötesinde, her şeyden önce felsefi bir zorunluluktur; gerçeğin çok yönlü ve karmaşık niteliğini yakalayabilmenin zorunlu pratik ön koşuludur.
Bu son tespitimiz bize gene Komün’e, Komün’ün şimdiye kadar bilince çıkarılmamış bir diğer tarihsel değerine götürmektedir:
KOMÜN:
ÇOK ÖZNELİ (İLK VE SON!) EMEKÇİ İKTİDARI
Yukarda sık sık alıntı yaptığımız 1971 KP’lerin 1971 tarihli anma konferansında hep yapılan vurgunun “tek ve güçlü bir Marksist parti olsaydı” yönünde olmuştur ve bu görüşün eleştirisi yukarda yeterince yapılmıştır. Bu bakış açısı tek partili veya KP’nin egemenliğinde kurulan sosyalist rejimlerin pratik örneğini teorikleştirmenin ve bu (özel ve sınırlı) pratiğin teorisine (yukarda tarif ettiğimiz) “yapışmanın” ürünüdür. Komün’deki resim ise oldukça farklıdır. Komün’de hepsi emekçilerin çıkarlarını (şu ya da bu açıdan savunan) 4 siyasi özneden bahsedilebilir:
1) Halkın oyuyla seçilen Komün Meclisi: İçinde değişik sosyalist akımların yer aldığı, ancak (Marx’ın yukardaki “sosyalist değildiler” tespitine yol açan) cumhuriyetçi ağırlıklı bir meclisti.
2) Ulusal Muhafız Merkez Komitesi: Silahlanmış Paris emekçileri olan Ulusal Muhafızlar seçimlere kadar iktidarı ellerinde tuttular, seçimden sonra iktidarı Meclise devrettiler, ancak kendi örgütlenmelerini feshetmediler. Halkın silahlı iradesi olarak varlıklarını sürdürdüler ve siyasette ve alınan kararlarda belli bir ağırlık taşımaya devam ettiler.
3) “20 Semtin Merkez Komitesi”: Bunlar yukarda da belirttiğimiz gibi Komün’e destek olan Paris’in 20 semtinde (arrondissement) belirli bir emekçi katılımı ile seçilen yerel konseylerin yürütme organıydı ve çoğunlukla Birinci Enternasyonal üyesi veya yanlısı unsurlardan oluşuyordu. Valles, Leo Frankel, Eugene Pottier, Camelinat gibi açık sosyalist unsurları içeren bu özne, Komün içinde ideolojik olarak en ileri sosyalist kavrayışa sahip ekipti.
4) Kamu Selamet Komitesi: Olayların gidişatının (tıpkı 1793 gibi!) radikal tedbirlere ihtiyaç gösterdiğini tespit eden sol Jakobenler (Delescluze gibi) Robespierre dönemindekinden ilham alan ve Jakoben ağırlıklı bir Kamu Selamet Komitesi kurdular. Yukarda ilettiğimiz Birinci Enternasyonal yanlısı ekip buna (tarihsel olarak Jakobenizmin Napoleonizmin yolunu açtığı ve sosyalist hareket tarafından aşıldığı gerekçesiyle) şiddetle itiraz ettiler. Buna karşılık bu yapı kuruldu ve diğer öznelerle birlikte çalışmaya devam etti.
Bu 4 siyasi (ve idari) kurum ve onlar içinde varlıklarını sürdüren Proudhon’cu, Enternasyonal’ci, Blanki’ci ve Sol Jakoben unsurlar bir dizi kararı birlikte aldılar. Hiçbiri diğerini “kapatmaya”, “tutuklamaya” yönelmedi. İç tartışmayı ve karar almayı birlikte başardılar ve tam anlamıyla (bugünün deyimleriyle) bir yönetişim (governance) sürecini hayata geçirmeyi başardılar. Bu açıdan Komün, emekçi devrimleri tarihinde tek ve belirleyici bir siyasi özne yerine birden fazla (hepsi emekçilerin hakları için mücadele eden) öznenin birlikte yönettiği ilk ve son örnektir. Kanımızca 21.yüzyıl sosyalizmi açısından da Komün’ün taşıdığı en önemli değer budur.
Katılımcıların çoğunun “tek ve güçlü parti” vurgusu yaptığı malum konferansta, Komün’ün bu değerini ve zenginliğini İspanyol KP adına katılan delege Jaime Encinas aşağıdaki şu parlak tespitlerle, 21.yüzyılda sosyalist-komünist harekette gittikçe güçlenen katılım ve çok seslilik vurgusunu o günlerden haber verircesine ifade etmiştir:
Komün yapısı ve hareketi içinde eğilimlerin çeşitliliğine ve ideolojik çoğulculuğa eklemlenen bir yekpare blok olarak gözükmektedir. Bizim dikkatimizi çeken de bu çoğulculuktur, zira biz onu bir kusur olarak değil, derin ve bugün tamamıyla güncel bir olgunun kristalleşmesi olarak değerlendiriyoruz. Sosyalizme yürüyüş ve sosyalist devletin inşası ancak toplumun en derin tabakalarının harekete geçirilmesi ile gerçekleşebilir. Bu harekete geçirme ki sadece sömürücülere karşı zaferin değil, aynı zamanda kitlelerin kaderlerini kendi ellerine almalarının ve kendi kendini yöneten komünist toplumun yolunu açmalarının da garantisidir. Yeni devlet, sivil topluma yakın bir biçimde, temsil ettiği kitleleri harekete geçiren ve farklılaştıran çeşitliliği kendi yapısına yansıtmalıdır. Bu anlamda, Komün deneyinde gözlediğimiz çoğulculuk bir toplumsal veya siyasal olgunluk eksikliğinin sonucu değil, tam tersine toplumsal tabanının diyalektiğine açık olan bu devletin hayatiyetinin, canlılığının bir göstergesidir”[36]
SONUÇ
Birinci Enternasyonal’in Avrupa’da yarattığı ilerici-devrimci dalganın endirekt olarak ateşlediği Komün, Marx’ın teorisinin tamamıyla dışında farklı sosyalist akımların hayata geçirdiği bir emekçi iktidarı oldu. Komün bu kısa yazıda sadece özetini geçtiğimiz bir dizi konuda, sadece emekçi özyönetimi için değil, sosyalist kadın hareketi, kadın ve aile konundaki tespitleri, çocuklar için yaptıkları (ve barikatlarda savaşan çocukların kahramanlığı), enternasyonal kimliği, kendi yönetimleri altında Paris’te suç oranını neredeyse sıfıra inmesi, önemli memurların seçimle gelmesi gibi konularda muazzam bir deney oldu ve bugün dahi bu deneyin değişik açılardan sunduğu zenginlik resmi tarihin ötesinde sosyalist zihinlere yansıtılmayı beklemektedir.
Komün pratik olarak Proudhon’cu sosyalizmin ateşlediği bir olaydı, aynı zamanda Proudhon’culuğun da mezarı oldu. Daha Komün sürerken Proudhon’culuğun temel ilkeleri bizzat Produhon’cu kadrolar nezdinde dahi terk edilmeye başlanmıştı. Komün yenildiğinde ise onun “iktidarı almayalım, politika yapmayalım” ilkeleri sonsuza dek tarihe gömüldü ve Marx’ın “iktidarı ele geçirmek gerekir” ilkesi (her ne kadar kendisi “Komün iktidarı almamalıydı” demiş olsa da) tek doğru ilke olarak işçi hareketinde benimsendi.
Komün’ün yenilgisiyle baskı altına giren ve gerileyen Fransız işçi hareketinin ve kapatılan Enternasyonal’in ardından Avrupa işçi hareketinin ağırlığı, oldukça başarılı bir kitlesel mücadeleye girişen Almanya’ya geçti ve sonraki uluslararası deney olan 2.Enternasyonal, ağırlıklı olarak Alman sosyal demokrasisisin kodları altında hayata geçti. Tıpkı Ekim Devriminde olduğu gibi, her eksen kaymasının getirdiği artılar ve eksiler vardır; 2.Enternasyonal’ın bu bakış açısıyla incelenmesi bir sonraki yazımızın konusu olacak.
[1] Prosper-Olivier Lissagaray, Paris Komünü Tarihi, NotaBene Yayınları, İstanbul, 2019, s.222
[2] Jean Ellenstein, Reflexions sur la Commune de 1871, Julliard, Paris, 1971, s.165
[3] A.g.e s.156
[4] Voici L’Aube: L’Immortelle Commune de Paris, Editions Sociales, Paris, 1971, s.194
[5] A.g.e. s.327
[6] A.g.e. s.193
[7] A.g.e. s.319
[8] A.g.e. s.322
[9] A.g.e. s.324
[10] Lissagaray s.229
[11] Elleinstein. S.208
[12] Voici l’Aube. s.95
[13] A.g.e. s.20
[14] A.g.e. s.275
[15] Lenine, A la Mémoire de la Commune, Avril 1911, https://www.marxists.org/francais/lenin/works/1911/04/vil19110414.htm
[16] Marx’tan aktaran G.M.Steklov, History of the First International, Russel&Russel, New York, 1968, s.242
[17] Sinan Dervişoğlu, “Bir Örgüt ve Siyaset Deneyine Bugünden Bakmak: Birinci Enternasyonal”
[18] 1945 devriminden sonra Ho Şi Minh Vietnam’da okuma-yazma kampanyası açtığında, “Ülkemiz fakir bir ülkedir; o yüzden kurşun kalem yerine kömür parçalarını, kâğıt yerine muz ve ağaç yapraklarını, dershane olarak da mağaraları kullanalım” demişti (Ho Şi Minh, Kurtuluşa Giden Yol: Seçme Yazılar ve Konuşmalar, Yordam Kitap, İstanbul, 2022, s.247-248) Sosyalist bir iktidarın kurulduğu 1945 Vietnam’ının “kapitalizmin gelişme seviyesi” açısından 1871 Fransa’sından dahi daha geri olduğu ortadadır!
[19] Lenine, A La Mémoire de la Commune
[20] Ellenstein, s.140
[21] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Köz Yayınları, İstanbul, 1976, s.42
[22] A.g.e. s.61
[23] Ellenstein, s.153
[24] Ellenstein. S.104
[25] Voici l’aube…. S.423-426
[26] Elleinstein, s.245
[27] Lissagaray, s.159 ve 169
[28] Elleinstein, s.221
[29] Marx, s.83
[30] Lissagaray, s.251
[31] Serol Teber, Paris Komününde Üç Yurtsever Türk: Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler, De Yayınevi, 1986, İstanbul
[32] Eserinden sık sık alıntı yaptığımız Birinci Enternasyonal tarihinin Bolşevik yazarı Steklov da, Komün liderlerinin Londra’ya gelmesinin Marx’ı ürküttüğünü, onlarla rekabet etme kaygısının Marx’ı UED’i kapatma kararına götüren faktörlerden biri olduğunu iddia etmektedir: “Marx’ın ekibi, şayet Genel Konsey’in makamı Londra’da kaldığı takdirde Enternasyonal’in bu şehirde çok sayıda sempatizanı olan Blankistlerin ve Komüncü mültecilerin eline düşeceğinden korkuyordu” (Steklov, s.234)
[33] Marx-Engels Correspondence, 1881, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1881/letters/81_02_22.htm
[34] Edward Hallett Carr, Karl Marx, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s.264
[35] 1905 devriminde SR’lerin önderlik ettiği 47 adet yerel köylü ayaklanması gerçekleşti. (“The Agrarian Policy of Russian Socialist-Revolutionary Party “ Maurieen Perrie, Cambridge University Press. New York, 2008, s.124) Tarihi galipler (bu durumda bizler) yazdığı için bu olgu pek bilinmemektedir. Rus köylülüğü içinde oldukça güçlü ve örgütlü olan SR’ler önce Geçici Hükümeti destekledikleri, sonra da Sol SR’ler Bolşeviklere karşı aptalca bir ayaklanmaya giriştikleri için sahneden silindiler ve bu potansiyel Bolşeviklere geçti. Varlığını korumayı başarmış bir Sol SR partisinin 1917 sonrasında dahi Bolşeviklerin yanında ciddi bir güç olarak kalacağı açıktır.
[36] Voici L’Aube. s.309