Murat Utkucu / 29.07.2023
Tarantino’nun meşhur filmidir: Zincirsiz.(2) Bir köle ile kurtarıcısı Almanın dostluğu üzerine, Amerikan İç Savaşı’nın öncesinden geçen kanlı bir fantezi-aksiyon. Filmde enteresan bir karakter yer alır: Stephen. Samuel Jackson’un canlandırdığı çiftlik ağasıdır. Devasa bir köle plantasyonunda yönetici siyahtır. “Negro”dur. Lakin diğer “negro”lara o kadar korkunç davranır ki seyirci en az beyaz ırkçı toprak ağası kadar nefret eder bu figürden. Bir sahne ise çok etkileyicidir. Siyah ve özgür Django, malikaneye davetli olarak girmek üzereyken Stephen havayı koklar ve etrafın negro koktuğunu söyler. Köle sahibine yüz vermemesi konusunda uyarır.
Stephen bir tür zirvedir halkına ve varoluşuna düşman olmak hususunda. Auschwitz-Birkenau’nun inzibat Yahudileri yani namı diğer “Kapo”lar insanların katledilmesinde hizmetli olarak çalıştılar. Kendileri de bu sondan kurtulamayacaklarını bile bile. Buna dair kan dondurucu bir film ise 2008 tarihli Paul Schrader’in “Diriliş”idir. (3) Adam Stein’in (Jeff Goldblum), toplama kampında tutsaklar gaz odalarına götürülürken bu ölüm yolculuğuna kemanıyla eşlik etme görevi verilen ve kamp komutanı SS Klein’in köpeği olarak yıllarını geçiren bir Yahudi sanatçı’nın korkunç öyküsüdür. Öylesine korkunç ki karısına ve çocuklarına da bu yolculukta eşlik etmiştir.
(Paul Schrader imzalı Diriliş’ten bir sahne)
En basit ifadeyle hayatta kalabilmek için insanın dönüştüğü “şey”e odaklanır bu iki film de. İnsanın düşüşüne dikkat çeker ve izleyenin de empati kurmasının yolunu açar. “Aynı durumda olsam ne yapardım?” Soru budur.
Dinsel, milli, cinsel ve ideolojik baskılar karşısında kimliğini gizlemek, unutmak, bir başka “şeye” dönüşür gibi yapmak, nihayetinde dönmek, çift kimlik edinmek, insanların hayatta kalabilmek ya da çoluk çocuğunu hayatta tutabilmek için başvurduğu bir yöntem. Aleviler hâlâ kendilerini açık etmeden yaşamak zorunda. Eskisi gibi olmasa da… Eşcinsel görünürlük de facto yasak. Kürtler, elli yıllık çatışmalı sürecin sonunda artık Oğuz boyu olmadıklarına Türkleri ikna ettiler. Buna karşılık devlet nezdinde tanınma talebi de jure (hukuken) suç.
Tamam! Yaşamak için muktedire boyun eğmek meşru! Lakin muktedir her daim ezileni, canıyla sınamaz. İradesini sisteme katmak için siyaset inşa eder. Direnen kardeşine karşı içeriden ve fakat iktidar diliyle konuşturmak gibi bir yöntemle ezileni bağlar kendine. Rejimin imam efendisi yapar. Muktedir ile kafa kafaya gelene sopa kendine bağlananlara havuç vermeyi de ihmal etmez. Havucun ucunu göstermek bile çoğu zaman yeter. Şu kesin: İmparatorluk ruhunu Cumhuriyete miras bırakma hususunda sınıfta kalan devlet geleneği, Doğu Roma’nın yıkıntılarından devşirdiği şu meşhur Bizans Oyunları maharetini Türk ulus devletine başarıyla devretmiş görünüyor. Çözmeye kimsenin niyeti olmadığı kronik ve yapısal sorunlar karşısında radikaller için Diyarbakır 5 No.lu Şiddeti, radikallerin peşinden sürüklediği kitleyi bölmek için çözümle oynamak. Bunun için birinci derece tehdit gördüğü radikalleri av sahasına çekerken diğer talepkarları tüm radikal söylemlerine rağmen merkezinde hayat hakkı tanımak. Buradaki maharet-i siyaset, hangi radikalin merkezde taltif edileceğini tespitte. Hakkını verelim bu konuda TC tam bir imparatorluk tecrübesine sahip. Yoksa bir Ayhan Bilgen, bir Mehmet Metiner, bir Numan Kurtulmuş, bir Sinan Oğan icat etmek o kadar da kolay olmasa gerek. Bu maharet ile işte despota ve “zulme” karşı olduğunu iddia eden “radikal”, tuhaf şekilde kendince radikalizmden ödün vermeden Muktedir’in biat odasında kendine yer bulur. Tarantino’nun Stephen’inden elbette çok farklı ama ruh olarak çok yakın bir “Beyaz” bu şekilde Siyah’ın içinde, ve içinden yaratılır. Alien’i izlemeyen var mı? (4)
Octavia Butler’ın Yakın romanı(5) siyahların, beyaz “negro”lara nasıl öfke kustuklarına tanıklık eder. Siyah halkın içinde yaşayan sistemin aparatı bu sahte beyazlar bir yandan efendinin aklını aklarken aynı efendinin kudret ve ekonomisinden de faydalanmayı umarlar. Kırbacın sapını da avuçlarında hissederek! O yüzden Beyazlaşma bir Zenci için utanç verici bir durum ve en ağır hakaret kabul edilir.
Her sömürge halkın ve ezilen sınıfın beyazı olur. Lakin egemen ulus ve sınıfın beyazı mesela bu topraklarda farklı bir anlamla yüklü. Türkiye sosyolojisinde “Beyaz Türk” kavramı yani. Bu terim, gazete köşelerinde yaygınlık kazandı ve AKP’nin yükseliş döneminde popüler kültür üzerinden öne çıkarılarak Siyasal İslam’a üstünlük veren bir sıfata dönüştü. Gerçekliği vardı. Lakin Sünni İslamın Kemalist Rejim’in aparatı olduğu hakikatini gizlemek gibi misyonu da. Beyaz Türk; millet-i hakime içinden çıkan ya da asimile olan, yönetici bürokrat-burjuva sınıfın eliti olarak parlayan, Kemalizmin sosyo-kültürel temsilcisi deyim yerindeyse Rejimin insan suretinde cisimleşmiş haliydi. Artık iktidardan alaşağı edilmiş bir özne, Ancient Regime’in (eski rejimin) bir parçasıdır.
Beyaz Kürt, basit bir asimilasyon değil. Bu süreci anlatmıyor. Milli bilincini yitirmiş kültürsüzleşmiş sömürge halktan birine de tekabül etmiyor. Aksine derisinin rengi asla değişmeyecek bir siyahın beyaz “efendi”ye biat ederken onun simülasyonu olma çabasına yakın bir durum. Egemen’in çizdiği özgürlük hududunu aşmadan ancak aşar gibi yaparak, kimliği için işe yarar bir adım atmadığı halde koşar gibi yaparak, kısaca adanmış bir ruh bir radikal gibi kendini gösterdiği halde gün bitiminde Rejim’in limanında geceleme vizesi alacak kadar merkezle uyumlu sömürge insanı. Bu uyumun kritik üç işlevi mevcut:
1. Anti sömürgeci radikalin radikalizmini gölgeleme. Kendini sistemin periferinde (çevresinde) gösterip aynı derecede hatta daha extrem (sıradışı) taleplerde bulunduğu iddiasıyla yola çıkıp sonra Merkez’in dükkanına geri dönme. Bu geri dönüşe biat değil de siyaset derken hem olanı gizlemek üstüne bir de süslemek. 2. Merkez’e meşruiyet kazandırmak. Her rejim meşruiyet arar. Sömürgeci rejim için en faydalı araç Sömürge insanı. İktidarı sarsar gibi görünüp aynı anda temelini sağlamlaştıran eleştiri.
3. En önemlisi şudur: Sistemi sarsarak somut bir değişim için halkın desteğini alabilmiş siyasal yapıya aynı radikal kavramlar üzerinden ancak tam bir demagojik kakofoni ile cepheden saldırırken Rejim tarafından korunup kollanmak. Siyah Kürt’ün radikalizmini sorgulatarak moral üstünlüğünü alaşağı etmeye çalışmak. Roma’nın koltuk altına gizlenmiş Spartaküs taklidi.
Beyaz Kürt; izin verilmiş muhalif, sakınılmış radikal, devlet dersinden geçmiş marjinal, pasaportu vize almış siyaset erbabıdır. Son tahlilde devlet ittifakının azasıdır. Misyonu, Merkez’in tehdit gördüğü radikalin halk ile bağını koparmak için ideolojik kafa karışıklığı yaratmaktır. Devlet için misyonu bu olmakla birlikte Beyaz Kürt, sadece bir ara eleman değil ideolojik formasyonu olan bir siyasi öznedir. Mevcut muhalif hareketi ezmek için elinden geleni ardına koymayan, sağcı ne kadar paket varsa hepsini sahiplenmiş, liberal görünmekle birlikte bazen milliyetçi çoğunlukla İslamcı model üzerinden arkaik bir toplum inşa etmek isteyen kadın ve emek hakları dâhil liberter değerlere en hafif deyimle mesafeli bir partnerdir.
Bir Beyaz Kürt Markası olarak Mücahit Bilici
Serbest TV Kanalı’nda 13 Haziran 2023 tarihinde bir söyleşi yayımlandı. O kadar enteresan bir mülakattı ki okurlar bazı anlarda konuşanın sosyoloji doçenti olduğundan şüpheye düştüler. Kullanılan ifadeler, analizler, devlet, ulus ve kadın üzerine kurulan cümleler sadece bilimselliğin ötesinde neredeyse bir “kahve muhabbeti”ni çağrıştırmakla kalmıyor, tutarsız tezler, çelişkili tespitler birbiri ardına sıralanıyordu. Mülakatı yapan kişi ise o kadar hayrandı ki muhatabına ne bu çelişkileri görüyor ne seviyesi düşük bazı ifadeler geçtiğinde uyarıda bulunuyor ne de birbirini reddeden cümleler hususunda müdahil oluyordu. Anlaşılan Serbest sıfatı, iş benzerine eleştirel yaklaşmaya geldiğinde aklın kelepçesini çıkarmaya yetmiyor.
Dil Meselesi
Merak ediyorum: Birleşik Devletler’de bir akademisyen herhangi bir konferansta “Entel dantel” diye bir ifade kullanır mı? “Leş kargaları” der mi? “Ağlaklığa alışmış” diye cümle kurar mı? “Telef olma”yı düşmanı bile olsa insanlar için kullanır mı? Ülkenin en büyük Kürt siyasal hareketini “canavar”a benzetebilir mi? Teorik konularda hasmını “cahillikle” suçlar mı mütemadiyen? “Falan fistan” ya da Salak” der mi birilerini tanımlarken. Tamam: Donald Trump diyebilir. Ya da bir kısım sağcı Yankee siyaset erbabı. Lakin bir yandan “Kürt mahallesinde belli bir temsil kabiliyeti olan biri”yim diyen kimse böyle “kahve muhabbeti düşük dil tutturamaz. “Off the record” konuşmuyorsa tabii! Bilici çok öfkeli belli! Ağzına geleni söylüyor. Kendini kontrol edemiyor. Saldırıyor, saydırıyor. Neredeyse Nihat Genç üslubuna geçiş yapacak. -Genç ile sağcılık hususunda aynı yerde durdukları belli ama.– Tam bir mütekebbir. (kibir sahibi) Aşağılıyor, üst perdeden konuşuyor. Yani akıllar gani. Peki dilindeki despot, yeni bir şey mi söylüyor? Kimsenin bilmediği, akıl edemediği ve ya da o güne kadar dillendirilip pratiğe dökülmeyen? Devlete biat eden Kürtlük dahil solfobi üzerinden sağcılık yüceltmesi dahil yeni bir şey mi söylüyor Kürt Cephesi’nde kapıları açabilen. Söylemiyor. Lakin kendisi de onu dinleyen de böyle düşünmüyor. Bu kadar da değil: Hızını alamayıp devlet ve millet üzerine öyle cümleler kuruyor ki Platon’dan Popper’e Siyaset Felsefesi’nin temelleri titriyor: “Devlete karşıyım diyenler cahil insanlardır. Bireylerin ortak özgürlüğü, o özgürlüğün yukarı çekilmesidir, zaten bunun ismi devlettir. Eğer o özgürlük gasp edilirse, buna otoriterizm diyoruz. Yani demokratik olmayan versiyonu.” İlk siyaset derslerini Risaleler üzerinden alan bir akademisyen için bu tespitler köklerine selam niteliğinde olmalı. Devlet, özgürlüğün yukarı çekilmesi ise Faşizm ne oluyor? Cevap basit: Devletin demokratik olmayan versiyonu. İyi de devlet denen kurum soykırım için fabrikalar bile inşa etmiyor mu? Demek ki özgürlük düşmanlığı devlete içkin. O zaman bu iddialı cümleler ve kahvehane tarzı da ne? Bakunin’i, Popper’i, Marx’ı cehalet ile itham etmek mesela!
Bilici, başkalarını suçluyor lakin slogan atan kendisi. Demagoji yaparken fikrin entelektüel namusunu da yere düşürüyor. İthamlarının yersizliğini tezlerindeki tutarsızlığı gizlemek için radikal olduğuna dair iddialı cümleler kuruyor. Tüm bu özellikleri ile şaşırtıcı ama sahiden birine benziyor: Soner Yalçın! Seküler Devlet Türkçüsü Soner Yalçın’ın İslamcı Devlet Kürtçüsü simetrisi! Bilici, bu nedenle, AKP Devleti nezdinde değerli. Bu kadar değil ama! Ümit Özdağ Devleti için de önemli. Ülkedeki siyaseten en aktif ve sisteme tek muhalif “Parti”nin siyaseten düşürülmesi operasyonu için kim el verirse Devlet için kıymetlidir.
Kıymetlidir çünkü HDP Eleştirisi ve Kürt Meselesine hal çaresi için söyledikleri ile muhatabının tam Beyaz bir Kürt olduğunu bilmektedir. Devlet- Âliye, tecrübe demektir. Kimin kendisine yaklaşacağı, kimin başına bela olacağı, kimin en radikal anında kendisine biat edeceğini, kimin reform siyasetinin bile kendisi için tehdit oluşturacağı hususunda bilgi ve sezgi sahibidir. Dolayısıyla Bilici’nin bağımsızlık ilanı içeren iki satırlık manifestosunun da Kürt haysiyetinin ayağa kaldırılması için isyana davet eden sözlerinin de anlamı olmadığını bilir. Mülakatta Saray’ı işaret eden dünya Müslümanlarının dolayısıyla Kürtlerin hamisi büyük ve önder İslam Devleti mesajı zaten alınmış ve değerlendirilmiştir. Yani kimin “Beyaz” olduğunu görmek istiyorsanız devlete bakın. XIX. Asırdan kalma arkaik sağ ideoloji ile mücehhez bir Beyaz Kürt! Öyle bir beyazlık HDP’yi siyaset yapmamakla itham ederken son cümlelerinde yine HDP’nin siyasetini savunacak ve bunu da yeni bir şey söylüyormuş gibi yapacak kadar beyaz!(6)
Buyur Burdan Yak Sosyolojisi!
Bilinir, “Buyur burdan yak!” diye bir deyim var. Bir internet portalında öyle güzel tarif edilmiş ki Bilici’nin mülakat boyunca yaptığını tek satırla özetlemeyi başarmış sanki: “Çözümlenmeye çalışılan bir soruna bir başka etkenin dahil olup durumu karmaşıklaştırması halinde, gelen çözümsüzlüğü anlatan ironik söz öbeği.”(7) Bilici bir Sosyolog. Künyesinde öyle yazıyor. New York’ta akademisyenlik yapmakta. Lakin mülakatındaki gibi bir içerikle Amerika’nın hiçbir üniversite kürsüsünde konuşamaz. Kritik meseleleri analiz ediyor gibi yapıp ilgisiz terimleri işine geldiği gibi alt alta yazıp bir de bu terimlere, kendinden menkul anlamlar yükleyip tezini haklı çıkarmak Serbestiyet Portalı gibi ortamlarda takdir görebilir lakin asgari üniversite standartlarında kapı dışarı edileceği kesin. Bazıları kurnazlığı zeka ile; demagojiyi bilimsel yöntem ile karıştırıyor. Bunun cehalet ile ilgisi yok lakin. Şimdi ne demek istediğimizi mülakat dâhilinde örneklerle anlatalım.
1.Aktivizm, Performans, Siyaset. Salkım Saçak Terminoloji!
Sivil Toplum kuruluşları ya da en geniş anlamıyla NGO’lar (Non Governmental Organization) hayata dair her konuda faaliyet gösteren hükümetler dışı ve bu nedenle sivil, kar amacı gütmeyen ve bu anlamda şirket dışı, gönüllülük esasına göre bir araya gelen bireylerin oluşturduğu ulusal bölgesel kıtasal ve uluslararası ölçekte oluşturulan Sivil Toplum Örgütleridir. Siyaset yaparlar lakin siyasal parti değildirler. Her türlü toplumsal, iktisadi, ekolojik, hukuki, siyasi vb. talep için program oluşturup proje üretirler; Hükümetlere baskı yaparak sonuç almaya çalışırlar. Siyasal iktidara mesafeli pozisyonları bu tür kuruluşların meşruiyet ve saygınlık temelidir. Basit bir ansiklopedik bilgiyi buraya neden yazmak zorunda kalıyoruz? Çünkü Bilici, HDP’yi eleştirebilmek için kavramları öyle oximoron hale getiriyor ki -el mahkum- Siyaset Bilimine Giriş Dersi’nden başlamak zorunda kalıyoruz.
İddia edilenin aksine Siyasal partiler ile NGO’ lar arasında “aktivist” olma hususunda fark yoktur. Ayrıca siyasal partiler sadece kendilerine ayrılmış meclis koltuğunda, NGO’lar ise sokakta siyaset yapar diye bir ayrım da. NGO’nun faaliyet konuları “çevrecilik, feminizm vesaire gibi progresif ajandalar” iken siyasal partiler sadece siyaset yapar diyen bir öğrenci Mülkiye’den bir zamanlar mezun olamazdı. Üstelik demokrasi talep etmeyi siyasete dışı ilan etmek ve demokrasinin siyaset yapmak için bir araç olduğunu söylerken “demokrasi olduğu için zaten varsın” demek günümüzün otoriter rejimlerinde seçim ve partilerin mevcudiyetinin iktidarı teslim etmeye niyeti olmayan despotik rejimin meşruiyet kaynağı olduğu gerçeğini de görmezden gelmek demek. Bilici’nin pek umurunda değil lakin. Çünkü iktidarın mevcudiyetinden memnun.
Bir siyasal parti ile NGO aynı program için mücadele edebilir. Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı mücadele eden ANF bir Siyasal Parti idi ama apartheid rejimine karşı olan yüzlerce NGO mevcuttu dünyada. Alman Yeşiller Hareketi nükleer karşıtlığı ve ekolojik hedefler üzerinden siyaset yapan çok sayıda NGO’nun zaman içinde partileşmiş haliydi. Ve partileştikten sonra da Yeşiller sokaktan çekilmeyi düşünmediler ve polisle çatışmak dâhil – Ünlü Frankfurt Havaalanı Pisti Eylemleri- “serseri” birer “aktivist” olmaya devam ettiler. Programları ise yine Bilici’nin dünya görüşüne göre fazlasıyla “hoş ve boştu”: “askeri hareket karşıtlığına ve göçmenlik, kürtaj gibi konulardaki sınırlamaların kaldırılmasına ağırlık verdiler, bir yandan da marihuana kullanımının yasallaştırılmasını destekledi, homoseksüellerin çalışma haklarına daha önem verdiler ve eğitim ve çocuk yetiştirilmesinde “anti-otoriter” adı verdikleri kavramları desteklediler. Ayrıca protesto ve sivil itaatsizlik kültürü ile kendilerini tanımladılar.” (8) 1980’lerdeki bu çizgi sonrasında parlamento’da temsiliyet getirecekti Yeşiller’e.
Bilici içinden çıktığı nefret boyutunda antikomünist Sağ İslamcı gelenekten ruhunu kurtaramamış olacak ki siyasal alanı sadece meclis kürsüsü ve periyodik seçimler olarak kodluyor. Meclis ve seçim varsa orada demokrasinin olduğunu düşünecek ve bunu da Türkiye muhalefetine dayatacak kadar inorganik bir yerden bakıyor. Mekanik bir retorik ile siyasal alanı okuyabileceğini düşünüyor. Bu okumanın arka planı ideolojiktir. Demokrasinin kelime anlamı merkezde meclisin hüküm sürdüğü bir rejim değil oturulan yer mahalle manasındaki demos’un kendini yönetmesidir. Bilici total bakıyor, mahalleyi yok sayan bir siyasal alan tanımı yaptığı yani bildiğiniz sağcı olduğu için, bakış açısı bu.
Fakat sadece siyasal alanı meclise hapsetmekle kalmıyor, NGO’ların siyasi hedeflerini boş, anlamsız sübjektif, küçük ölçekli, ahlakçı, faziletfuruş (faziletini pazarlayan) gibi küçümsemekle başlayıp hakarete varan sıfatlarla tanımlıyor. Çağdaş, ilerici, çoğulcu gibi kavramlarla derdi var Bilici’nin. Hoşuna gitmiyor bu başlıklarla siyaset yapmak. Çünkü anlamsız buluyor. Hoş lakin anlamsız. Özal’ın “Komünizm iyi bir şey ancak hayaldir!” dediği gibi. Özal da Bilici de Siyasal İslamcı geleneğin temsilcisi olarak sol değerlerden en hafif deyimle hiç haz etmiyorlar. (Özal’ın şahsına münhasır sempatikliğini not düşelim.) Ekoloji, kadın, LGBT, emek, mülteci gibi kritik meseleleri sivil toplum mücadelesine devrediyor. Feminizm ile çerçevelediği Kadın Meselesi, ona göre “gerçek hayatta hiç”. Kadın kotası da bir vitrin faaliyetinden ibaret. Fazlası değil. Kadını bu kadar önemsizleştiren Bilici İstanbul Sözleşmesi’ne dair ne düşünüyor acaba? Ve en tuhafı sivil eylemleri sokaklarda serserilik yapmak olarak aşağılıyor. Bir polis muhabiri ağzıyla. Peki sebep ne? HDP bu topraklarda sokak programına sahip kitlesel tek parti. Bilici’nin dilini dolayan Aktivizm, NGO ve Siyaset paradoksu aslında bu rahatsızlık üzerine yükseliyor. Paradoks olduğu için tüm bu iddialar kendi üzerine yıkılıyor.
2. Hem Koyun Sağ Hem Kurt Tok (9): Hem Kürt Partisi Hem İktidar!
Bilici yıkarak, yıkılarak konuşuyor. Tutarsız çelişkili tespitleri art arda sıralarken ne kadar rahat. Çünkü Kürt Meselesini konuşuyor. Yani rejimin kuşatmasında bir alan. Cümle kurmak kolay değil. O kolay kuruyor. Çünkü devletin hoşuna giden tespitler bunlar. Kendisi de biliyor. Mülakat bir AKP Methiyesi. Bu kadar övgüyü tek bir metinde bir Kürt’ten okumak rejim için değerli. Ve devlet ile partisini moral açıdan zorlayan tek muhalefet olan Kürt Özgürlük Hareketi’ni yıpratmaya çalışıyor. Bu açıdan çok değerli.
Bilici’nin HDP ile derdi büyük. Bu anlaşılıyor. Derdini anlatırken tuhaf şekilde onu HDP’nin politikalarını savunurken buluyoruz. Lakin bunu kabul etmek bir yana Kürt halkının haysiyetini ayağa düşürmekle suçluyor HDP’yi. Peki itirazı neye? HDP’nin çoğulculuğuna. Demokrasi başta olmak üzere Türkiye’yi mesele olarak görmesine: “HDP’nin aslında Kürtlükle ilgisi yok. HDP, Kürtlükten utanıyor. Bunu çok net söylüyorum. Şu anlamda utanıyor: Onu bir kimlikçilik, bir etniklik olarak görüyor. Kendini de şöyle görüyor: İlerici ve çağdaş. İlerici çağdaşlık partisi diye yad ediyor kendini; işte kadındır, çevredir, demokrasidir vesaire güzel şeyler söyleyen çamura, işe, tamire girmeyen bir pratiktir bu. Yani bir anlamda performans sanatçılığı yapıyor.” Böyle söyleyen biri için HDP’den beklenen azınlık partisi olması değil mi? Değil! Bakın ne diyor mülakatın bir yerinde: “Kürtleri bir azınlık partisine, bir azınlık psikolojisine, bir mağduriyete mahkum etmiş bir siyaset çürütücü bir siyasettir. Kürtlerin bunu aşması, kırması gerekiyor.” Şaka gibi değil mi? Durun dahası var: “Sen iktidar olursun veya birilerini iktidar edersin ve bu vesileyle muktedir olursun, faydalanırsın. Eğer muhalefetteysen de iktidar olmak için çalışırsın. HDP iktidar olmak için çalışmıyor. Onun ideali, ufku en fazla muhalefet olmaktır.”
Şimdi anlamaya çalışalım: Bilici’ye göre amaç ilk elde Kürtlerin özgürlüğü, birinci öncelik ise Kürt Partisi olmak. Bu nedenle mesela Garo Paylan “gibilerin” vekilliğine şiddetle karşı çıkacaksın. Partinin Kürtlükten utandığını iddia edeceksin. Türkiye sorunlarıyla ilgilendiği için eleştireceksin ve tüm bunları yazarken üstüne siyasal iktidarı hedeflemekten bahsedeceksin. Türkiye partisi olmayan üstüne azınlık bir halkın partisinin iktidar ya da iktidar ortağı olabileceğini hayal edeceksin. Lakin bunu yaparken sadece Kürtler üzerinden siyaset yapacaksın. Böylece Kürtlerden ibaret bir parti olduğun tescillenirken tam da Demirtaş’ın eleştirdiği Yöre-Bölge Partisi olarak siyaset sahnesinde anahtar parti kimliğinle boy vereceksin. Ne demokrasi ile ilgin olacak; ne kadınla ne emek ile. LGBT zaten yok hükmünde. -Bilici ağzına adını bile almıyor.- Otuz milyon olarak sayısı verilen Kürtler için meclis dışında filan asla hak falan da talep etmek yok. Sadece Meclis’te koltuğa kurulup kürsüye vurup yumruğu “Arkadaş ben bu devletten hakkımı istiyorum diyeceksin.” Ve bunu demek acınası bir hareket de olmayacak. Çünkü Meclis dışında her türlü demokrasi talebi bir tür dilencilik. Meclis Kürsüsünde “devletin Kürtleştirilmesini” isteyince dilenci olmuyorsun da siyaset yapıyorsun. Elden ne gelir! Böyle buyurdu Bilici! Ne enteresandır, sokakta Kürtçe konuşmanın bile hukuksal zemine oturmadığı, adı Kürt olan bir halkın hukuken ve anayasal olarak var olmadığı bir ülkeden söz ediyoruz burada.
Bilici, Kürt Çözümü’nde öyle radikal bir yerden giriyor ki HDP’ye yakınlığı olsa bu sözleri için İnterpol’de hakkında Kırmızı Bülten çıkartılmıştı bile: “Kürtlerin bağımsızlıktan, devlete sahiplikten, tanınmaktan aşağısına razı olmaları aşağılanmayı kabul etmeleri anlamına geliyor. Benim bu konudaki pozisyonum budur… Kürtlerin bir devleti olmalı ki bir Kürt bir yerde hırpalandığı zaman onun hukukunu müdafaa etsin. Bu Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi de olabilir, ondan daha büyük Kürt devleti olan Türkiye de olabilir. Ama Türkiye’nin Kürtlerin devleti haline getirilmesi lazım. Ve Kürtlerin davası bu olmalı. Yoksa bize haklar verin demek, bunlar dilenciliktir; işte sizi demokratikleştireceğiz vesaire bunlar eylemciliktir. Kürtler direkt egemenliğe talip olmalılar. Türkiye Cumhuriyeti egemenliği bizim egemenliğimizdir, bizden çalınmış egemenliktir. Ortak olarak kurduk bu devleti, egemenliğin ortaklığına taliptir Kürtler. Ve bunu sağlayacaklar. Bunun için mücadele etmeleri lazım.”
HDP 2015’te hangi stratejik hedefine yaklaşmıştı? Türkiye Partisi olmaya. Sonraki üç ayda İktidar ve Devlet neyi ortadan kaldırmak istedi peki? Kürt Özgürlük Hareketi ile Türkiye Sol Demokrat güçleri arasındaki yakınlaşmayı. Başardı mı? Büyük oranda evet. HDP, tüm baskı koşullarına rağmen siyaset yapabildiği ve kendine yol açabildiği için Kürtler için konulmuş barajı yıkıp geçti. Bu nedenle şu anda baraj artık demokratik bir engel teşkil etmiyor. HDP, Kürtlerin partisi olmaktan çıkarak Türkiye’nin iktidarına talip olmayı hedefledi. Bu hedef Türk ulus devleti için beka sorunuydu ki zaten Kürt Meselesi stratejik varoluş sorunu olageldi Cumhuriyetin. Ve HDP Mücahit Bilici’nin tam da talep ettiği gibi siyaset yapmayı becerdiği için 2015 seçimlerinde bir mucize gerçekleştirdi. Bu despotik topraklar için mucize. İktidar hedefini öncesinden koymuştu önüne: Bunun en güçlü işareti Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanı adayı olarak seçimlere katılmasıydı. Ülkeyi yönetmek- yönetmeye iştirak etmek için bundan daha büyük bir iddia olabilir mi?
Analizlerinde Bilici’nin görmezden geldiği ise şu: Kürt Meselesi, Türkiye sınırlarını aşan uluslararası bir olgudur. Osmanlı’da bahsi geçen Kürdistan milletinin Büyük Savaş’tan (1914-18) bu yana farklı ulus devlet sınırları içinde yaşıyor olmasıdır. Bu bir. İkincisi 21. Asrın ilk yıllarından bu yana, geçmişte hiç olmadığı kadar Ortadoğu’da istikrar yoktur. Kürt Siyasal Hareketleri bölgede öne çıkarak uluslararası aktörlerle ilişki kuruyorlar. Bu Türkiye için kritik önemi haiz bir durum. Sevr Korkusu ile Kürtleri ve coğrafyayı bir gün kaybedeceğini düşünen Devlet Stratejistleri bu nedenle ülke dışına sefer üstüne sefer eyleyerek kendi Kürt Meselesini enternasyonal hale getirmekte. Ne ironi ama bunun sonucunda Ankara ve Amed arasında çözülecek bir mesele olmaktan çıkıp Şam, Bağdat, Tahran, Erbil, Rojava, Moskova, Washington, Paris ve Londra’nın dahil olduğu bir Gordion düğümüne dönüşüyor Kürt Meselesi.
Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi ve HDP’nin on beş yıllık “Kürdistan’ın Türkiyelileşmesi projesi tam da o mülakatta Bilici’nin siyasal programı olarak yazılan “Kürtlerin devletsizlikten kurtulması, ancak ve ancak, Türkiye Cumhuriyeti devletini sahiplenmesi ve hem demografik hem de egemenlik anlamında Kürtleştirmesi ile mümkündür ”analizi ile örtüşse de bunun hayat bulması ancak Türk Ulus Devleti’nin vizyon değişikliği ile mümkün olabilir. Bilici bunu da görmek istemiyor. Her türlü demokratik hak mücadelesini dilencilik olarak aşağılamakla kalmayıp haysiyetsizlik olarak etiketleyen Bilici –Siyasal İslamcı damar ve sol antipatisi mülakatın her yerinde nüksediyor- Türk Devleti’nden “egemenlik” talep ederek, üstelik bu egemenliğin kendilerinden çalındığını vurgulayıp mücadele etmekten söz ederken Türk Ulus Devlet Mekanizması’nın neden böyle bir talebi; “haysiyetli” duruş, aktivist olmayan bir siyaset, dilencilikten ari bir talep olarak göreceğini açıklamaya tenezzül etmiyor. Sözü edilen egemenlik hakkı Meclis’te talep edildiğinde -ki Kürt kimliğinin tanınması hususunda HDP de anayasal yurttaşlık üzerinden benzer bir talebi dile getiriyor- Türkiye Cumhuriyeti Devleti için stratejik risk ortadan kalkmıyor. Kalkmadığı gibi Bilici egemenliği paylaşmanın ötesinde demografik olarak çoğunluğun Kürtlere geçeceğini de belirtiyor. Alın işte, Devlet’in tezlerine daha sıkı sarılması için bir neden daha!
Egemenliği paylaşmak büyük barış ile mümkün ve bunun iki ayağı var. 1.Anayasal 2.Toplumsal. Bunun için önce Devlet ve Devleti elinde tutan İktidarın bu büyük barışa ikna olması gerek. Çocukları devlet tarafından son elli yılda kaybedilmiş annelerin sivil eylemine dahi müsamaha göstermeyen bir “müesses nizam”, Meclis’in ceylan derisi koltuklarında Kürtlerin “çalınmış egemenliğini” talep eden Kürt vekillere mi müsamaha gösterecek! Öyle sanıyorsa kendisine Büyük sıfatını haiz Millet Meclisi’nden alınarak başları bastırılarak sivil Toroslara bindirilen Orhan Doğan ve diğer vekilleri hatırlatalım.
Peki Bilici söz konusu “müsamaha”yı nerede arıyor? Yani bu dokunulmazlık zırhını nerede buluyor? Cevap basit: Siyasal İslam’da. Daha açık yazarsak Diyanet tarafından mühendisliği yapılan, Türk ulus devletinin çıkarlarına göre modifiye edilen Devlet Tipi Cari Sünni İslam’da. Bilici, Kürt sıfatından hayatının son döneminde vazgeçen Said-i Nursi geleneğinin takipçisi olarak Müslümanlık ortak paydası üzerinden Kürtlerin Türk Ulus Devleti’ne biat ederken egemenlik hakkını da alabileceğini yani milliyetlerini devletin kurucu yasasına işletebileceğini düşünüyor. Hiç değinmese de Kürtlerin bağımsız devlet hakkından İslam referansıyla vazgeçerek Ankara’yı tanırken (Recognize) aynı zamanda tanınacaklarını (recognition) düşünüyor. Yani Türkiye, güçlü emperyal bir ülke olmak istiyorsa İslam ortak paydası üzerinden Kürtleri tanısın demek istiyor. Bunun için ülkenin demokratikleşmesine de gerek yok. Despotik ya da değil İslam üzerinden ortaklık kurmak mümkün. Hatta despotizmin sağcı damarı Siyasal İslamın kadın, emek, LGBT ve genel olarak demokrasi karşıtı paketine de uygun. Yani ortaklık otoriterizm üzerine inşa edilecek ve bu daha kolay. Böyle bir Türk-Kürt Despotizminin azınlıklara neler edeceğini düşünün. Bilici’nin bir makalesindeki iddiasının aksine azınlık olma haline tahammülü yok. (10) Satırlarından bu anlaşılıyor. Israrla Kürtlerin azınlık olmadığını söylüyor. Hatta yakında demografik çoğunluğu ele geçireceğini de! Oysa insan son tahlilde azınlık bir canlı. Cinsiyeti fikri ailesi dünya görüşü milliyeti hobileri zevkleri ile.
Bilici yanılıyor: İslam, Türk ulus devletinde böyle bir zihniyet değişikliğini sağlayabilecek bir paradigma değil; iki halkı bir arada tutabilmek için etkili bir tutkal da. Kürtçe mevlide tahammülü olmayan bir zihniyetten söz ediyoruz. Kuran’ın Kürtçesine itiraz eden bir Türkçü İslam ideolojisinden. Türkiye’de İslamcılık, milliyetçilik referansı ile kendini tamamlar. Enternasyonal yani ümmetçi değil millidir. Osmanlı hayalini ulusçuluk üzerinden kodladığı için ortaya çıkan bir paradokstur: Tüm Müslümanların hamisi olacak ancak Türkçü ve diğer Müslüman halklardan kendini üstün gören bir devlet. Bu hamiliği sahi kim tanımak ister ki?
3. Bir Milletin Haysiyeti Nasıl Korunur?
“İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” sloganı bu topraklardan çıktı. Son kırk yıl hapishane ve mahkeme kürsülerinde yankılandı. Hala güncelliğini koruyor. Ancak insanlık onuruna yapılan atıf sloganı atan için siyaseten zayıflık anlamına gelir. İşkenceci rejimin gücü karşısında, mağdurun elinde toplumsal bir güç değil sadece onuru vardır ve direnmektedir. Ne ironidir ki Bilici siyaset dışı olmakla HDP’yi eleştirirken kendisi de Haysiyet, izzeti nefis gibi siyasi angajmanı zayıf kavramlarla yol alarak Kürt Meselesinin halline çalışıyor. Demokratik mücadele verenleri dilenci olarak görecek kadar had ve izanını kaybedecek lakin bir milletin haysiyeti gibi ağır kavramlar üzerinden Atlantik ötesinden siyasal proje üreteceksin. – New York’ta çalıştığı üniversitede böyle bir cümle kurması açık söyleyelim ki imkânsız: Siyah bir öğrencinin “Sayın Bilici Rosa Parks’ın 1 Aralık 1955’te Montgomery’de bir belediye otobüsünde beyazlara tahsis edilmiş koltuktan kalkmayı reddetmesi hak dilenciliği mi? Verdiği mücadele dilenmek mi? Siyahlar iki yüz yıldır siyasal dilencilik mi yaptılar Amerika’da size göre?”(11) dediğinde ısrar edebilir miydi tezinde acaba? Bilici bir Beyaz Kürt olarak akıllıdır konuşmalarında coğrafya faktörünü dikkate alacaktır.
Lakin Bilici’de bütün kavramlar Picasso deseni gibi. Kaotik. İç içe dış dışa, iç dışa. Lakin Picasso’da olduğu gibi bütünde bir resim çıkmıyor ortaya. Çıkan şey vulger anlamda ideolojik! Haysiyet, eylem, izzet, serserilik ve sivil güç üzerine yazılanlar tam da böyle. Bir yandan “Nerede bir tane başarılı adam varsa onu aşağıya çekmek istiyorsun; herkes militan olsun, sokaklarda serserilik yapsın, sana oy versin, şikayette bulunsun, eylemlere gitsin vesaire.” Diyor ve bunun sonucunda Kürt haysiyetinin ayaklar altına alındığını vurguluyor. Bu haysiyetin “restore” edilmesi için de “Kürtlerin devlete malikiyet, yani sahiplik yapmasıyla olacak. Bu da, Türkiye Kürtlerin devletidir diyerek, o malikiyeti geri alarak yapılacak bir şeydir. Bunun için her türlü mücadeleyi yapacak. Her türlü mücadeleyi!” diyerek tekrar eyleme çağırıyor. Durun bir dakika! Bu eyleme davet değil! Siyasete davet. Demokrasi istemeyeceksin siyaset yapacaksın. Türkler bunu bilirse saygı duyar.” diye de ekliyor.
Sahi HDP ile tam olarak nerede ayrılıyor Bilici tüm bu paradoksal polemik içinde? Tek bir yerde: HDP sol siyaset yapıyor. Seküler bir parti. Bilici İslamcı. İslamcı Türkçü İktidar ile müttefik olunmasından yana. Eğer buna tamam derse Kürtler, “çalınmış egemenlikleri” bugün değilse yarın ellerinde.
Peki ya Türkiye Cumhuriyeti Devleti “makul sebepler” ileri sürerek bu talebe bugünkü gibi “Hayır” derse? Tıpkı bugüne kadar olduğu gibi Bilici’nin projesine uygun siyaset yapan Kürt vekilleri ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğüne halel getirmek iddiasıyla derdest edip vekilliklerini düşürürse? O zaman Kürt haysiyetinin durumu ne olacak? Otuz milyon olduğu belirtilen ve gelecekte ülkede çoğunluğu ele geçireceği –bir ikaz gibi- belirtilen Türkiye Kürtleri ne yapacak? Ya da şöyle söyleyelim. Yine sokaklarda serseriliğe mi kalkışacak sivil demokratik eylemlere katılarak? HDP bugün sivil ve demokratik gücünü kullandığı için hedefte değil mi? Tam olarak neyi farklı yapacak Bilici’nin projesinde Haysiyet sahibi politik Kürtler? Sözünü ettiği siyaseti AKP içinde yapan Kürt siyasetçiler var zaten. Ama bu yetmiyor. Ve yetmediği için Bilici böyle bir mülakat veriyor. Belki de bir zaman gelecek ve yetiyor olduğunu bizzat Bilici ilan edecek vekillik koltuğu verildiğinde.
Devletlerin resmi literatürüne göre terörizm olarak kodlanan siyasal şiddetin çözümsüzlük ürettiği vakıa. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde böyle bir siyasal şiddet pratiğinin moral değerler ve stratejik olarak anlamsız olduğunu bizzat Selahattin Demirtaş dile getirdi. HDP, yıllardır sivil demokratik siyaset içinde var ve sadece devletin değil Kürt olmayan halkın da hedefinde. Yüzde 13’lük oyu olan bir partinin verdiği desteği hem talep edip hem hakaretler yağdıran her partiden milyonlar mevcut. Daha ilginci seküler milliyetçi tabanın ağırlıklı bölümü Kürt kimliğini tanımak yerine Anti Kemalist şeriat rejimine onay verip kızlarının kara çarşafa girmesine ses etmeyecek kadar Kürdofobi ile zehirlenmiş durumda. Aynı düşmanca tutum Türkçü İslamcı tabanda da mevcut. Bu durum Demirtaş gibi bir figürün ortaya çıkması ile Haziran 2015’te değişmişti. Sonrası malum. Lakin bir kere değiştiğine göre aynısı yine mümkün. Siyaset ve inat burada devreye giriyor.
Bilici, devletin mevcut haliyle bölünme korkusunu gidermek için demokratik bir yapıya kavuşmasının elzem olduğunu es geçiyor. Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde mevcut Kürt Milletinden her bir halkın Rejim tarafından tehdit olarak algılandığını görmek istemiyor. Güçlü Türkiye için Kürt Meselesinin çözülmesi gerektiği tezinin onlarca yıldır yazılıp çizildiğini de…
Sol karşıtı Siyasal İslamcı Kürtçü Proje’nin devlete uzattığı mavi boncuğun kabul görmeyeceğini yakın tarih, bu projeyi kaleme alanlara gösterecek. Ve demokratik bir rejimin İslamcılar dahil herkes için değerini de…(12)
(1) Bu yazı Mücahit Bilici’nin Serbest TV Youtube Kanalı’nda verdiği Mülakat’a ilişkin kaleme alınmıştır. https://www.youtube.com/watch?v=wuzko2hDd1c&t=3803s
(2) https://www.beyazperde.com/filmler/film-190918/
(3) https://www.beyazperde.com/filmler/film-108870/
(4) https://tr.wikipedia.org/wiki/Yarat%C4%B1k_(film)
(5) https://tr.wikipedia.org/wiki/Octavia_E._Butler
(6) Bilici’nin Beyaz ve Siyah Türkler üzerine bir makalesi de bulunuyor. Anlaşılan kendisinin aynı iki renge dair Kürtlük üzerine de bir yazı kaleme alması artık gerekiyor.
(7) https://sozluk.memurlar.net/konu/buyur-burdan-yak/
(8) https://tr.wikipedia.org/wiki/Birlik_90/Ye%C5%9Filler#:~:text=Birlik%2090%2FYe%C5%9Filler%20(Almanca%3A,1993%20y%C4%B1l%C4%B1nda%20birle%C5%9Fmesiyle%20te%C5%9Fekk%C3%BCl%20etmi%C5%9Ftir.
(9) Bulgar Atasözü
(10) “Black Turks, White Turks: On the Three Requirements of Turkish Citizenship,” Insight Turkey Summer 2009 / Volume 11, Number 3.
(11) https://tr.wikipedia.org/wiki/Montgomery_Otob%C3%BCs_Eylemi
(12) Kürt Meselesinin demokratik çözümü her benzeri gibi tarihsel zorunluluk değil. Tez, anti tezin sonrasındaki sentezin determinizm kurallarına bağlı olmadan çok farklı sonuçları sentezlediğini de biliyoruz. O yüzden bu son cümle, sadece “daha iyi olur”a tekabül ediyor. Yazı, mülakattaki tüm sorunlu fikirleri eleştirmiyor. Öyle olsa yaklaşık bir saatlik röportaja onlarca sayfa cevap yazmak gerekirdi ki bu da rasyonel değil. Ancak mülakatı kaleme alanları usule dair bir hatırlatmada bulunalım: Kural, Off the record bölümler hariç transkripsiyonun eksiksiz yapılması ve mülakatta ne söyleniyorsa birebir yazıya geçirilmesidir. Metinde “Kürtler adına silah kullananların yenildikleri” belirtilmekle birlikte “kepaze olmuşlar” sözlerinin çıkarıldığı görülmekte. Ve son olarak “Solculuk, tam olarak budur: Solculuk, yoksulların özlemi değil zenginlerin vicdanıdır. İyi bir şeydir yani, ben kötüdür demiyorum” tespitini yapabilme cüretinin On Dokuzuncu Asır Burjuva sosyologlarında bile bulunmadığını belirterek noktayı koyalım.