(Zeki Tombak’ın bu yazısı Fabrika Dergisi’nin 48. sayısında (Ağustos 2000) yayınlandı. Osmanlıca kelimelerin bir kısmını günümüz Türkçesine çevirerek yayınlıyoruz.)
“Onları Ankara’ya sokmamak, Yunanı denize dökmekten daha hayati şart olmuştu.”
“…Ve bu şerefli vatan vazifesini nefislerine layık görenler, 28 Ocak 1921 gecesi, Trabzon açıklarında Mustafa Suphi ile on beş YOLDAŞ’ının cesedini Karadenizin dalgaları- na teslim ettiler.”
Cemal, Kutay 1968
TKP Genel Sekreter Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesiyle ilgili gerçeği açık biçimde ortaya koyan, 17 Ocak 1921 tarihinde, yani cinayetten 12 gün önce, TBMM’nin “komünizm” gündemli “Gizli Celse”sinde, Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşmanın tutanağını, Fabrika’nın 46. sayısında yayınlamış ve “Başka dersler çıkarmak için, bu tartışmaya katılmak isteyenlerin katkılarını bekleyelim.” demiştik. “Kemalist” kalem erbabının rahatının kaçacağından şüphemiz yoktu ve “geldiler.” Biliyorduk ki, bu cinayeti başkalarının üzerine yıkmak için, bin tane üçüncü el kaynağa başvuracak; ancak İş Bankası Kültür Yayınları’nın yakın zamanda yeni baskısını yaptığı (3. Basım, Kasım 1999) 4 ciltlik “TBMM Gizli Celse Zabıtları”nı ve bu zabıtlardan bizzat Mustafa Kemal’in konuşmasını görmemeye ve göstermemeye çalışacaklardır. Ve şüphesiz, gören ve gösteren Fabrika gazetesi de “görülmeyecek ve gösterilmeyecektir.”
Ama madem “geldiler”; yazının girişindeki “vecizeyi” ve imzayı görür görmez anladıklarından ve renklerinin solduğundan emin olduğumuz, başka “sağlam malzemeleri” de önlerine koyacağız.
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Atilla İlhan, 12 Nisan 2000 tarihinden başlayarak, yedi köşe yazısında doğrudan, bazılarında da temas etmek suretiyle TKP tarihi üzerine yazdı. Türkiye Komünist Partisi tarihinin ilk yılları, partiyi oluşturan çevreler, iç ayrılıklar, Mustafa Suphi’nin siyasi kimliği ve 15’lerin katledilmesi üzerine kalem oynattı.
Kemalist cumhuriyetin temellerine dökülen komünist kanı; modern tarihin en uzun süreli ve hala kalkmamış komünist partisi yasağıyla birlikte, kemalistlerin sık sık dönecekleri “cinayet mahallidir”. Cinayet yakalarını bırakmıyor ve yakaları bizim ellerimizdedir !..
Atilla İlhan’ın yazıları, son yıllarda, medyada Türkiye Komünist Partisi’nin tarihine yönelik yalan yanlış lakırdıların örneklerinden sadece biridir.İlginin diğer örneklerini Fabrika okurları hatırlayacaktır. 1999 yılı içinde Samanyolu TV, Sultan Galiyef üzerine bir program yaparak, komünist hareketin tarihinden, “milli komünizm” ve “enternasyonalist komünizm” şeklinde iki ayrı komünizm türü elde etmeye niyetlenmişti. Vedat Türkali de, GÜVEN romanı ve bu romana ilişkin tv programı, sohbet/ tartışma toplantıları, imza günleri ve röportajlarla, Komünist hareketin tarihi üzerine yaygın ve sağlıklı bir ilgi yaratmış bulunuyor. A. İlhan’ın yazılarının hemen arkasından, Mayıs ayı sonunda Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu “Cevizkabuğu” programında MİT mensubu ve MHP’li Enver Altaylı da, Sultan Galiyef’e ilişkin olarak, tesadüfe bakınız, Atilla İlhan ve Samanyolu TV’nun “ortak” yaklaşımlarıyla paralel görüşler ileri sürdü.
Fabrika okurları gene hatırlayacaklardır; Samanyolu TV’nun programından hemen sonra konuya ilişkin bir yazı Fabrika’da yeralmış; daha sonra Atilla İlhan’ın yeni keşfettiği, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından Dr. Yavuz Aslan’ın “Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi” adlı kapsamlı çalışması okurlara önerilmiş ve nihayet “TBMM Gizli Celse Zabıtları”ndan Mustafa Kemal Paşa’nın 17 Ocak 1921 tarihli konuşması olduğu gibi yayımlanmıştır. Bu konular üzerin “tezler” ileri sürmüş, tutum almış başkaları da aşağıda anılacaktır.
Bu bilgilere bir küçük ek yapmak yerinde olacaktır. A. İlhan’ın Cumhuriyet’teki yazıları üzerine, kendisine, köşesinin altında yer alan adresler üzerinden bir metin göndermeyi istedik. Ancak faksı ilk defasında ilk iki sayfadan sonra kapatıldı ve daha sonraki girişimlerimizin tümünde, faks derhal kesildi. Yazıyı Cumhuriyet gazetesinin E-posta adresine göndermekle yetinmek zorunda kaldık. Demek kaderde, Kemalistlere Mustafa Kemal’in bir yazısını okutmak için her yolu denemek ve ter dökmek de varmış!..
“ANKARA KOMÜNİSTİ” NE DEMEK?
Eskiler “Zırvaya te’vil gerekmez” demişler. Zırva niteliğindeki lakırdıları çevirmek, açıklamak gereksizdir, anlamında bir uyarı. Ama en azından okuyucuya, kimi zırva örneklerini göstermeli ve ondan sonra “cinayet mahallinde dolaşan katilin” peşine düşmeliyiz. Yoksa A. İlhan’ı, “büyük Kemalist, hatta komünist mütefekkir” sanan ve O’nun bol kaynaklı, dipnotlu hezeyanlarının derinliğinde boğulan yeni kuşak okuyucuları, o çukurda unuttuğumuz düşünülebilir.
Başlayalım:
Atilla İlhan’ın sözkonusu yazılarında “Ankara komünisti” ve “Moskova yanlısı komünist” şeklinde ısrarlı bir ayrım var. “Moskova yanlısı komünist” gibi, Türkiye sağının yıllarca çiğnediği tipik anti-komünist bir tarifle neyin anlatılmak istendiği, “Ankara komünisti”nin ne türden şahısları ifade etmekte kullanıldığına sıkı sıkıya bağlıdır. Acaba “Ankara komünisti” ne demek? Atilla İlhan “Yunus Nadi’nin Tarifi” başlıklı yazısında (14.4.2000) bu soruyu soruyor. Mustafa Kemal’in Meclis’te yaptığı, aşağıda yeniden yayımladığımız, 17.1.1921 tarihli konuşma bu soruya büyük bir açıklıkla cevap veriyor. “Ankara komünisti”, Kemalist kadronun üç ay süren) ve sahteliğinden hiçbir zaman kuşku duyulmamış, sahte komünist fırkasının mensuplarıdır. Ve II. Dünya Savaşı esnasında yayınlanan yazılarında, Hitler faşizmine hayranlığını gizlemeyen, savaş sonrası Sertel’lerin Tan matbaası ve Görüşler Dergisi’nin basılmasında, Görüşler’in “G” harfini kastederek “Bu orağın çekici nerede?” manşetiyle kışkırtıcılık yapan Cumhuriyet Gazetesi sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, işte bu sahte komünist partisinin, Tevfik Rüştü (Aras), Mahmut Esat (Bozkurt), Eyüp Sabri (Akgöl), Süreyya (Yiğit) ve Celal Bayar gibi kurucularındandır. (Yunus Nadi ve Cumhuriyet Gazetesi’nin bu çeşit faşist marifetlerle dolu tarihini öğrenmek için, Emin Karaca’nın Cumhuriyet Gazetesi üzerine araştırması, son sayfası hariç iyi bir kaynaktır.)
Ankara Komünisti, Yunus Nadi, Celal Bayar gibi tanıdık anti-komünist simalar olunca, gerçek komünistleri karalamak için “Moskova yanlısı komünist” türünden lafların icad edileceği açıktır. Üstelik bu türden burjuva milliyetçi karalamaların başlatıcısı da, kendisi değil; aşağıda yeralan konuşmasından da görülebileceği gibi, Mustafa Kemal’dir.
Atilla İlhan’ın TKP’nin enternasyonalist niteliğinden rahatsız olması ve bu rahatsızlıkta, Fetullah Gülen’in Samanyolu televizyonuyla ve MİT’çi, MHP’li Enver Altaylı’yla aynı lafları geveleyerek birleşmesi tesadüf değildir. “Hacı hacıyı Mekke’de, derviş dervişi tekkede…. bulur”muş. Anti-komünistler de birbirleriyle komünizm ve devrim düşmanlığında buluşacaklardır. Buluştukları sadece farklı meşreplerden, ancak kendisi gibi faşistler değildir. Devrim düşmanlığı üzerinde başka buluşmalar da gerçekleşmektedir. (Atilla İlhan’ın, gene Cumhuriyet’te, “Faşist suçlamasını ne kadar kolay kullanıyoruz” diye yakınan bir yazısı vardı. Kendisine faşist dedik diye irkilen okuyucu, lütfen telaşlanma, bu sıfatın tam yerinde ve doğru kullanıldığını, aşağıda göreceksin.)
A. İlhan’ın, külhani bir ağızla “çıtırbom solcular” dediği ve “Sosyalistlik ya da komünistlik diye, Amerikan marginalliği-yani sivil toplum şakşakçılığı, çayır çimen koruculuğu, cinsel azınlık hakları bekçiliği- yapanlar” diye tarif ettiği “yeni sol”la da, aynen “Ankara komünisti” dediği standart anti-komünistlerle olduğu gibi Ekim Devrimi’nin karşısına geçerek birleşmektedir. Ancak Ekim Devrimi düşmanlığını kaba biçimde değil; “çıtırbom solcular”la aynı cümleleri kullanarak, sözümona rafine bir tarzda, “sol” tarafa geçerek ifade etmektedir: “..Bolşevikler’in acele bir hükümet darbesini, ‘Dünya İhtilali’ sanmaları, asıl başarıyı engelledi.” (Kaatil’in Adresi Aynı!..; 17.4.2000). Bu türden hafif lakırdıları eden züppeler ikiye ayrılır. Birinciler; her zaman komünist ve devrimci hareketlerin çevresinde dolaşır, ama asla sosyalist siyasal görev üstlenmezler. Kendilerini kitabi gevezeliklerde bulunma hakkıyla donatan; ama “çöp batmamasını” garanti eden; kendi kendilerini layık gördükleri, sanatçılık, mütefekkirlik vb. bir konumları genç yaşlarında bile mevcuttur. Sadakatleri sadece kendilerine olduğundan; “adam yerine konmak için” komünist; “kıçı korumak için” millici, Atatürkçü; devrimcilerin gündelik hayatını küçümsemek ve uzağında durabilmek için “entellektüel” ve Komintern ve KP çizgileri’ni dışarıdan eleştiren “Marksist teorisyen”; ailelerinin zenginliğinden mahrum olabilecekleri sınırların berisinde “ölçülü ve şirin” isyankardırlar. Böylelerine ne komün beğendirebilirsiniz, ne Ekim devrimi… Nerede kaldı, ülkedeki komünist ve işçi hareketini beğenecekler!.. İkinci tür züppeler de sadakatİ sadece kendilerine göstermişlerdir. Komünist hareketin “iyi günlerinde” bir “muhiplik” haline getirdikleri enternasyonalizmin “nimetlerinden” tıka-basa sebeplenmiş; sanatçı, barış savaşçısı ve hatta komünist partisi yöneticisi veya devrimci örgüt lideri kılığında dolaşmanın bir faydası kalmayınca; 1990 sonrasında aslına rücu etmiş ve “Ekim devriminin aslında bir hükümet darbesi” olduğundan yakına yakına, “yüksek kabiliyetlerini” Cem Boyner’e, MESS’e, İshak Alaton’a, ABD’nin ve AB’nin diplomatik temsilcilerine veya benzerlerine sunmaya koşmuşlardır..
Ne Ekim Devrimi bir “hükümet darbesi”dir ve ne de Bolşevikler, bir kere olsun Ekim Devrimi’ni “Dünya ihtilali” olarak nitelendirmişlerdir. Birincisi liberal bir eleştiri; ikincisi A. İlhan’ın sıradan yalanlarına bir örnektir
A. İlhan, Rasih Nuri İleri’nin “Atatürk ve Komünizm” adlı kitabının beşinci baskısıyla ilgili olarak büyük övgülerde bulunuyor ve “Çıtırbom solcuların, Komünistliği, Gazi’ye sövmek zannettiği bir devirde…” bu kitabın “kimsenin işine gelmeyeceğinden”, sessizlikle karşılaşacağını söylüyor. (19.4.2000)
Yanılıyor. Kitabın ilk baskısı büyük ilgiyle karşılanmış, okunmuş, tartışılmış ve kısa sürede yeni baskılar yapmıştır. Kitabın, ikinci baskısının, zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler’in “Başemir” yazısıyla Türk Silahlı Kuvvetlerine “tavsiye” edilmesi de, kitabın aradan geçen uzun zamana rağmen hatırlanmaya devam etmesinin bir sebebidir.
Rasih Nuri Bey’in “Atatürk ve Komünizm” kitabını bu yazıda tartışmak gerekmiyor. Ancak, A. İlhan’ın, kitabın beşinci baskısının önsözünde pek beğendiği ve yazısında alıntıladığı bazı görüşleri aktararak, yukarıda sözünü ettiğimiz “damar” konusuna gireceğiz.
“…1969’da herkes Atatürk’çü idi, bayrağı dimdik tutuyordu. (…) Birinci Türkiye İşçi Partisi (TİP) yöneticileri, Tüzüğün başına, Atatürk’ün 1 Aralık 1921 günü Millet Meclisi’nde yaptığı anti/emperyalist konuşmasının bir paragrafını koymuştu. TİP’de Aybar, Boran, Aren, Kemal Türkler, Tarık Ziya Ekinci, İbrahim Güzelce, Mehmet Ali Aslan, Şaban Yıldız, Kemal Burkay, Moris Gabay, Ruşen Aslan, Zaven Biberyan, Canip Yıldırım, Herkül Millas, Musa Anter, Deniz Gezmiş, Mehdi Zana, Mahir Çayan, Doğu Perinçek, Mustafa Hayrullahoğlu, omuz omuza bu savaşımı verdik…”
“..Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan Mihri Belli’den Deniz Gezmiş’e kadar sol birlik içinde idi; yurt dışında Nazım Hikmet, sonra Zeki Baştımar, TİP’i destekliyordu…”
“…aradan yirmi beş yıl geçti. (…) Türkiye’de Atatürk düşmanlığı gemi azıya aldı: (…) ‘Sosyalist sol da, bu ‘koro’ya katıldı: Lenin’in, Trotskiy’in, Stalin’in ve Mao’nun Kemalizm hakkındaki olumlu değerlendirmelerini unuttu…”
Rasih Nuri Bey’in saydığı isimlerin, TİP’ne tüzüğün başına konan alıntının hatırına ve bu parti Atatürkçü olduğu için katıldıklarını veya desteklediklerini elbette düşünmüyoruz. Bize göre bu şahsiyetler, TİP’ne sosyalizmi savunan bir parti olduğu için katılmış veya destek vermişlerdir. Zaten 1960’ların sonlarına gelindiğinde partide başlayan ayrışma, TİP’nin “ne kadar Atatürkçü” olduğu üzerine değil; devrim ve sosyalizm mücadelesinde ne kadar yeterli olduğu üzerine başlayan tartışmaların ürünü olmuştur.
Asıl altı çizilmesi gereken nokta şudur: Burada dile getirilen görüşler geniş bir kesim için, neredeyse “anonim” görüşler durumundadır. Komünist, sosyalist, kimlikleriyle; “ilericilik”, “anti-emperyalizm”, “yurtseverlik” temelinde, Kemalizmle kendi aralarında geniş bir düşünsel ortak payda, bir geçiş alanı üretmiş olan bu kesim; kendi tutumlarının açıklanmasında “Lenin’in, Trostkiy’in, Stalin’in ve Mao’nun Kemalizm hakkındaki olumlu değerlendirmelerini..” bir dayanak olarak görmüşlerdir. Buna son zamanlarda Fidel Kastro’nun Atatürk hakkındaki övgülerini eklemek de mümkündür. Bu yaklaşım sahiplerinin, belirli bir yaşın üzerinde bulunanlarının hemen hemen tamamı, gerçekten de komünist hareketin çalışkan, meziyet sahibi, büyük çileler yaşamış, emektar şahsiyetleridir. Ve görüşleri Marksizm’in temel kavramları bakımından komünizme uzak Kemalizme yakın; politik duruşu bakımından, (iktidardaki) Kemalistlere uzak, en ağır baskı ve yasaklar altındaki komünistlere yakın ve içiçedir. Hayat içindeki bu fiili duruş, elbette sağlam ve namuslu bir kişiliğin tezahürüdür. Ancak sağlam ve namuslu bir kişiliğin siyasal mücadeledeki önemini asla küçümsemeden; bu yaklaşımın Marksizmle ilişkileri bakımından çok problemli olduğunu ortaya koymak zorundayız. “Damar” kavramıyla tanımlamaya çalıştığımız bu geleneksel eğilime göre komünistlik (devrimcilik), Atatürkçülükle bir ve aynı şey durumundadır. Aradaki farklılıklar sınıfsal değil; tarihseldir. Burada kısa bir özetle “o damar” nereden geliyor, kaynakları nelerdir sorularına cevap vermek gerekir.
10 Eylül 1920’de Baku Birlik Kongresinde kurulan TKP, ülkedeki komünist hareketi oluşturan üç kolun, Anadolu’daki İştirakiyyun hareketinin, Sovyetler Rusya’sındaki Mustafa Suphi’ye bağlı komünist organizasyonun ve İstanbul’da Şefik Hüsnü’ye bağlı, Alman işçi hareketiyle temas halindeki Kurtuluş çevresinin bir kurucu kongre çerçevesinde partileşmeleridir. Bu örgütler, içinde varoldukları ortamların nesnelliğinden kaynaklanan, örgütlenme ve faaliyet biçiminden ideolojik motiflere kadar uzanabilen farklılıklarla biraraya gelmişlerdir. Ancak Mustafa Suphi grubunun diğer iki grupla ilişki kuran grup olduğu, değişik yollarla Anadolu’ya ve İstanbul’a gönderdiği kadrolarla bu grupları hazırlık Konferansına ve kuruluş kongresinin örgütlenmesine kattığı, kuruluş sürecinin belgelerinden görülmektedir. Kemalistlerin kurdurduğu sahte “İştirakiyun”culardan ayrılmak için kendilerini “Halk iştirakiyun Fırkası” olarak nitelendiren grupta halkçı-popülist b bilinç ve anlayış; Kurtuluş grubunda daha net bir sınıf yaklaşımı ve teoriye ağırlık veren bir anlayış; Mustafa Suphi grubunda ise Ekim Devrimi pratiğinden beslenen ihtilalci bir coşku, insiyatif ve pratik örgütçülük göze çarpmaktadır. Kuruluş sürecinin Ekim Devrimi’nin hemen ertesine ve II. Enternasyonal-III Enternasyonal ayrışmasının yaşandığı bir döneme laması; TKP kadrolarının en başından devrimci ve enternasyonalist yaklaşımları içselleştirmeleri bakımından olumlu bir rol oynamıştır.
Ancak TKP’nin, kuruluşun hemen ertesinde, Kurtuluş Savaşı’nda insiyatif almak üzere Anadolu’ya geçen seçkin önder kadrolarının katledilmesi ve bir sonraki adım olarak, TBMM’de bir grup oluşturan ve Kuvay-ı Seyyare içinde belirli bir etkinliği olan İştirakiyun grubunun da tasfiye edilmesiyle, partiyi oluşturan eğilimlerin birbirini dönüştürmesi sürecinin önü kesilmiştir. Üç grubun aynı parti içinde birlikte mücadele etmesi, kaynaşması ve birbirini zenginleştirmesi, ancak çok kısa bir dönem için gerçekleşebilmiştir.
Partiyi oluşturan iki grubun aldığı bu ağır darbelerden sonra, Şefik Hüsnü grubu, bu ağır saldırı döneminden, İstanbul ağırlıklı olduklarından fiziki olarak yokolmadan çıkabilmişler ve Komintern tarafından tanınan Seksiyon Merkezi ve TKP’nin meşru temsilcisi olarak faaliyet yürütmeye başlamışlardır. Bu durum diğer kolların bağımsız bir kimlik yaratma imkanını ortadan kaldırmıştır; ancak bu yönde faaliyet yürütme eğilimleri devam etmiştir. Parti tarihi boyunca, zaman zaman bu kollar arasındaki farklılıklar, belirli kişiler arasındaki çatışmalar şeklinde su yüzüne çıkmayı sürdürdü. On yıldan fazla bir süre içinde, Parti dışına düşen-düşürülen (Sarı Mustafa-Börklüce, Salih Hacıoğlu- Baytar Salih, Nazım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı vd.); partiden atılan (Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir vd.); ve parti dışında aydınlar ve işçiler arasında faaliyet sürdüren (Kerim Sadi grubu vd) kişi ve çevrelerin varlığı; kuruluş döneminin özel ve trajik tarihinin yarattığı sancıların tezahürü olarak görülmelidir.
Ancak aşağıda aktaracağımız üzere, A. İlhan’ın zannettiğinin aksine, başlı başına bu tarih, sözkonusu damarın kaynağı değildir.
Kurtuluş savaşı boyunca, bizzat savaşın içinde yeralmış veya yeralmak üzere önder kadrosuyla Anadolu’ya geçmiş iki grubun tasfiyesinden sonra; İstanbul ağırlıklı Şefik Hüsnü grubu, Kurtuluş Savaşıyla ilgisini “lojistik destek”le sınırlı tutmuştur. Bunun sonucu olarak, Kurtuluş Savaşı’nın zaferini, bütünüyle kendisine maleden Kemalizm karşısında, bu maledişe karşı çıkamayan, politik olarak ezik bir tutuma sürüklenmiştir.
Bu eziklik, Avrupa devrimlerinin yenilgisinden sonra, Sovyetler Birliği’nin emperyalist kuşatmaya karşı savunulması fikrinin, enternasyonalizmin öne çıkan motifi haline gelmesi ve Komintern parti ve seksiyonlarının başlıca enternasyonalist görevi sayılmasıyla, ideolojik bir çarpılmayla da beslenmiştir. Ülke nesnelliği içinde güçlü yığın bağları yaratamamış TKP gibi seksiyonların, bu dönemde başlıca politik faaliyeti Sovyetlerin savunulmasından ibaret hale gelmiştir. Sovyet Rusya’nın Kemalistlerle destekleyici ilişkileri, Mustafa Suphilerin katledilmesine, elaltından emperyalizmle uzlaşma çabalarına rağmen, Sovyet tarafınca ısrarla sürdürülmüştür. SSCB-Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerinin, Kemalizmin şiddetli antikomünist çizgisine rağmen “dostluk” temelinde sürdürülmesi yönündeki politik ihtiyaç; TKP’nin politikalarını, SSCB dış politikasının ve Türkiye’nin SSCB’ye karşı diplomatik yaklaşımının bir konusu ve parçası haline getirmiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan ve SSCB-TC. ilişkilerinden gelen etkiler, ülkede gelişkin bir kapitalizmin ve nicel bakımdan büyümüş bir işçi sınıfının bulunmamasının da sonucu olarak, yığın bağlarından yoksun TKP’yi, Kemalizmin sol kenarında yeralan bir politik güç durumuna düşürmüştür. Komintern’in 7. Kongresi’nin faşizm konusunda aldığı, “ulusal burjuvazi dahil tüm anti-faşist güçlerin birliğinin sağlanması” kararları ise, bu konumu kalıcılaştırmış ve ideolojik bulanıklığı derinleştirmiştir.
Sözkonusu Kemalist-Atatürkçü damar, bu süreçte boyvermiş; Kemalizm karşısında komünizmin ideolojik temellerini savunacak politik güce ve özgüvene sahip olmayan kadrolar; SSCB’nin savunulması- Türkiye özelinde Kemalizmin desteklenmesi, antifaşist cephe gibi sınıf işbirliğine kapıyı açan politikaların etkisi altında sınıf yaklaşımlarından tamamen uzaklaşmışlardır.
Komünist hareketin tarihi içinden gelen pek çok isim, Mustafa Suphi’den çok Mustafa Kemalci “komünistler” olarak bu damardan beslenmektedirler Ancak Atilla İlhan, bu damarla kendisi arasında kurmaya çalıştığı “akrabalık” bağları üzerine ne kadar dil dökerse döksün, O’nun durumu farklıdır. Atilla İlhan, “görüş ve yaklaşımları tartışılmayı gerektiren” bir komünist veya komünist partisi çevresinde bir sanatçı değil; kendi yazdıklarına bakılırsa, ayan beyan “Nasyonal sosyalist”tir. Nasıl mı?
SULTAN GALİYEF VE MUSTAFA SUPHİ
A. İlhan, Mustafa Suphi’nin Bolşevik Partisi’ne katılmadan dört beş yıl önce “Türkçü” oluşundan hareket ederek; onun Bolşevik saflara katılırken hala Türk milliyetçisi görüşlerini sürdürdüğünü; “sosyalistmilliyetçi” bir ideolojik formasyona sahip olduğunu ileri sürüyor. Mustafa Suphi’nin kendi görüşleri arasında, bu iddiasını destekleyecek iki satır bile bulmuş değildir. Ancak Mustafa Suphi ile dönemin Bolşevik Partisi önderlerinden Sultan Galiyef arasındaki mücadele yoldaşlığından kaynaklanan yakınlığı, kendi ifadesiyle Mustafa Suphi’nin Galiyef’in “yetiştirmesi” oluşunu; bu iddiasının temel gerekçesi yapmakta, Musafa Suphi’ye ilişkin iddialarının kanıtlarını Galiyef’in hayatından ve görüşlerinden derlemeye; derleyemediğini, uydurmaya çalışmaktadır.
Burada son derece ilginç bir siyasi kişilik olarak Sultan Galiyef’ten kısaca sözedelim: Tatar aydınlarının radikal kanadı Şubat Devrimi ertesinde, Kazan’da Molla-Nur Vahitov ve Sultan Galiyef’in önderliğinde Müslüman Sosyalist Komite adı altında bir örgüt oluş- turmuşlardı. Komitenin bileşimi, ideolojik bakımdan çok heterojendi; ancak politik yönelişleri giderek Bolşevikler’inkine yaklaşmaktaydı. Sultan Galiyef Ekim Devrimi’nden sonra Bolşeviklere katıldı ve bölgede Bolşeviklere karşı başlatılan silahlı milliyetçi ayaklanmaların bastırılmasına önayak oldu. Galiyef’in doğu halkları konusundaki görüşleri, bu dönemde de Komintern ve Bolşevik Partisi önderliğinden ciddi ölçüde farklılıklar taşıyordu. Doğu’nun müslüman toplumlarında kapitalist gelişmenin henüz başlangıç aşamasında oluşu ve gelişkin bir proletaryanın bulunmaması nedeniyle, radikal burjuvazinin devrim sürecinde ağırlıklı bir rol oynayacağını öngören Galiyef; “Müslüman toplumun hemen tüm sınıfları ile bir zamanlar sömürgeciler tarafından fark gözetilmeden ezildiği için, sömürgeleştirilmiş tüm Müslüman halkların proleter olarak anılmaları” gerektiğini söylüyordu. Net bir ifadeyle, sömürge halklar sözkonusu olduğunda “sınıf” kavramını bir kenara bırakıyordu. Bolşevik Partisi, dünya devrimi için, başta Alman proletaryası olmak üzere Avrupa işçi sınıflarının devrimci ayaklanmalarını beklerken, bu bekleyişi eleştiren Sultan Galiyef, Batı’daki devrimlerin başlangıcının da “kaçınılmaz olan dünya çapındaki sömürgeler devrimi” olacağını iddia ediyordu. Bu tezinin gereği olarak, Sömürgeler Devrimi’nin örgütlenmesi için, III. Enternasyonal’den ayrı bir “Sömürgeler Enternasyonali” öneriyordu.
Bolşevik Partisi içsavaş koşullarında “tek bir merkez komitesine bağlı, Parti çalışmalarını tüm ülke toprakları üzerinde tek elden yöneten bir Komünist Parti’nin varlığının önemine” dikkat çekerken; Galiyef Müslüman coğrafyadaki komsomolları kendi görüşleri doğrultusunda örgütlemeye devam etti. Kendisi Bolşevik saflara katılır ve bu saflarda mücadele ederken samimiydi. Ancak örgütlediği unsurlar arasında milliyetçi ve anti-Bolşevik unsurlar da vardı. Kısa bir süre Başkır Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı yapmış olan Validov (Zeki Velidi Togan), iç savaşın en sert günlerinde, Enver Paşa’nın Bolşeviklere karşı ayaklandırdığı Basmacı çetelerinin ayaklanmasına katıldı
Sultan Galiyef 1923 yılında Milliyetler Sorunu’nun Stalin’in istekleri doğrultusunda “çözüldükten” sonra, görüşleri bu çözümden çok farklı olduğu ve görüşleri “Basmacılar safına geçmek” şeklinde değerlendirildiği için tutuklandı, partiden ihraç edildi ve Gürcistan’a sürgüne gönderildi. 1924’te yeniden tutuklandı ve bu defa 8 ay hapis yattıktan sonra “devrime yaptığı hizmetler” nedeniyle serbest bırakıldı. 1923-28 arasında “Doğu Sosyalist Partisi”nin çekirdeği olarak düşündüğü gizli bir örgüt kurdu. 1929’da yeniden tutuklanarak 10 yıllığına bir çalışma kampına gönderildi. Bu tutuklamanın ardından bölgedeki komünist partiler içinde Sultangaliyevci eğilimin tasfiyesine hız ve önem verildi
Sultangaliyef’in Kafkasların ve Orta Asya’nın müslüman-Türk halklarının tarihsel gelişiminin özgünlüklerini dikkate almak; nesnelliği hareket noktası yapmak konusundaki hassasiyeti, Stalin’in “milliyetler sorununun çözümü”nden elbette köklü biçimde farklıdır. Ancak O’nun yaklaşımlarının Stalin’den farklı oluşu ve bir dönem birlikte hareket ettiği unsurlar arasından milliyetçilerin çıkmış olması, kendisinin “milliyetçi-sosyalist” veya Bolşevik görüntüsü altında “Türk milliyetçisi” olduğu anlamına gelmez. Bu yazının eklerinden birisi olarak aşağıda yeralan, Galiyef’in Mustafa Suphi’nin ölümünden sonra kaleme aldığı yazı; O’nun Bolşevikliği hakkında yeterli netlikte fikir verecektir. Ancak MİT’çi ve MHP’li Enver Altaylı Galiyef’i doğrudan doğruya “Muhalif olarak ülkeyi terketmektense, Bolşevik görünerek milliyetçi mücadelesini sürdürme” çabasıyla “övmekte”; Atilla İlhan ise, sömürge halkların devrimci potansiyellerine yaptığı vurguyu yanlış yorumlayarak; Galiyef’in milliyetçi-sosyalist olduğunu iddia etmekte ve “övmekte”dir. Aralarında ne fark vardır? Enver Altaylı faşisttir ve Atilla İlhan Sultan Galiyef’i övmek için onun “Milliyetçi sosyalist”, başka bir söyleyişle “Nasyonal sosyalist” olduğunu iddia etmektedir. Her ikisi de Galiyef’te kendi meşreplerine denk düşen bir faşistlik keşfetme çabasındadır. Hatta Enver Altaylı’nın yaklaşımı, A. İlhan’ın yaklaşımından daha “masum” sayılmalıdır.
A. İlhan, “Öteki Mustafa” (12.4.2000) yazısında da, Mustafa Suphi’nin Bolşevik Partisi’yle değil, “aslında Rusya Müslüman/Türkleri’nin Komünist Partisi MÜS/KOM’la bağlantılı” olduğunu iddia etmektedir. MÜSKOM’un, “Müslüman/Türklerin Komünist Partisi” adının kısaltması olduğu gene standart A. İlhan uydurmasıdır. MÜSKOM, “Müslüman Komiserliği”nin kısaltmasıdır.
A. İlhan, tamamen kendisine ait bu hezeyanlardan yola çıkarak Mustafa Suphi’nin de “milliyetçi sosyalist” olduğu, aynı anlama gelmek üzere “Ankara Komünisti” olduğu iddiasındadır.
Bizim yukarıda anlattığımız “TKP’yi oluşturan kollar”ı A. İlhan şöyle anlatıyor: “Anlaşılıyor ki ülkemizde ‘Sosyalist Sol’, iç içe geçmiş fakat asla kaynaşmamış üç ayrı gruptan oluşmuştur. A/ Avrupa kökenli olanlar, Spartakistler. (Dr. Şefik Hüsnü, Vedat Nedim vd.) B/ Türk ocağı kökenli olanlar. (Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Şevket Süreyya). C/ KUTV’dan yetişmiş olanlar. (Nazım Hikmet, Şevket Süreyya, Vala Nurettin ve çoğu ‘amele’ ötekiler.) Bu üç gruptan, görülüyor ki, son iki grup, o yıllarda hem ‘yukarda’ hem KUTV’da etkili olan Sultan Galiyef’in; hem de Türkiye’deki anti/emperyalist Müdafaa-i Hukuk Doktrini’nin etkisini taşıyan ‘Sosyalist Milliyetçi’ Marksistler’dir; ötekiler, Komintern’e körü körüne bağlı Marksistler ise, ‘kozmopolit’ davranışlarıyla Enternasyonal’a daha yakın duran okumuş yazmışlardır ki, berikileri ‘dışlamışlar’dır.”
“Kemalist Cumhuriyet’in, Marksist, hele de Komünist olmadığı halde; başından itibaren Galiyef Hareketi’ne de, o Hareket’in net bir uzantısı olarak görünen Mustafa Suphi, Şevket Süreyya, Nazım Hikmet çizgisine de daha hoşgörülü, daha yakın davrandığı açıktır…”
Üç kolun kaynaşamamasının nedenini yukarıda anlatmıştık, tekrar edelim: Mustafa Suphi kolunun önderleri Karadeniz’de katledilerek; Anadolu’daki İştirakiyuncular Kuvay-ı Seyyare ile birlikte tasfiyesi edilmişlerdir. A. İlhan’ın “okumuş yazmış” takımı diye burun kıvırdığı Şefik Hüsnü grubu ise, Kemalistlerin “elinin uzanamadığı” bir yerde, İstanbul’da örgütlü oldukları için, sadece o dönemde canlarını kurtarabilmişlerdir. Burjuva milliyetçiliğin, işgalci düşmanla savaşmaktan daha öncelikli olarak komünistleri ve halkçı güçleri imhaya girişmesinin yegane örneği, Cemal Kutay’ın veciz şekilde ifade ettiği gibi, Türkiye Kurtuluş Savaşı değildir. Komüncüler’e karşı kısa bir süre önce bir meydan savaşı yapmış Fransız ve Alman mülk sahibi sınıfları derhal işbirliği yapmışlardır. Çin’de, Jian Gaishek (Çan Kayşek) komutasındaki Guomindang milliyetçileri, 1927’de sömürgecilere karşı ayaklanan Şanghay proletaryasını katliamdan geçirmiş; uzun devrim süreci boyunca sık sık Japon işgalcilerle ateş keserek Komünistleri yoketmeye niyetlenmişlerdir. Yunan milliyetçilerinin de II. Dünya Savaşı sırasında Alman ve İtalyan faşist işgalcilere karşı savaşan komünistlere, düşmanla işbirliği yaparak saldırdığı, Türklerin adını Kıbrıs’taki katliamlarından iyi bildiği Grivas faşistinin “X” örgütüyle komünist katliamları düzenlediği tarihin öğretici derslerindendir.
“Sosyalist milliyetçi Marksistler” dangalaklığının neresini düzelteceğiz.
Kemalist Cumhuriyet’in “daha hoşgörülü, daha yakın” davrandığı iddia edilen Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürülmüş; Nazım Hikmet yıllarca hapislerde çürütülmüş; “amele” komünistler, Kemalist Cumhuriyet’in sistematik işkencelerinden, gözaltında kaybedilmelerden ve uzun hapislerden doyasıya faydalandırılmışlardır.
Demek bir de “hoş görmeselerdi”, kimbilir neler olacaktı ?
Artık “cinayet” konusuna girebiliriz.
HANGİ CİNAYETLERDE KATİLİN ADRESİ AYNI ?
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kim tarafından öldürüldüğü meçhul değil. Katliamı Trabzonlu Yahya Kahya (kaptan) ve ekibi gerçekleştirdi. Yahya Kahya bir süre sonra Kazım Karabekir tarafından “bir olay” bahane edilerek, 15’lerin katliyle ilgili soruşturulmak; başka bir ifadeyle “dava yargıya intikal ettirilmiştir” görüntüsü verilmek üzere Sivas Ağır ceza mahkemesine sevkedildi. Belli ki bu cinayetin kendisine “zimmetleneceği” endişesine kapılan Karabekir; kendi “yukarısının” yaptığı gibi, cinayeti altına, Yahya Kahya’ya “zimmetlemek” istemiştir. Ancak O’nun bu girişiminin önü “yukarıdan” kesilmiş; Yahya Kahya, Kazım Karabekir’in kendi sözleriyle “Kimbilir hangi tesir altında veya nasıl bir Hikmet-i hükümet ile” suçsuz görülerek Trabzon’a bir kahraman gibi dönmüş ve “Daha üstüme varırlarsa herşeyi olduğu gibi ortaya dökerim” demeye başlamıştır. Kahya kısa süre sonra “asker üniformalı” kişilerce bir otomobil içinde vurularak öldürüldü. Kazım Karabekir’in yazdığına göre Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey cinayetin üzerindeki esrar perdesini kaldırır. Öldürenler Topal Osman’ın adamlarıdır ve işleri bittikten sonra Ankara’ya dönmüşlerdir. Bir süre sonra Ali Şükrü Bey Topal Osman tarafından ve Topal Osman askerler tarafından “esrarengiz”, yani bugünkü deyişle “dosyası kapanmamış” cinayetlere kurban giderler. (Bu özet için Bkz.Mustafa Suphi, yaşamı, yazıları, yoldaşları, s.23, Sosyalist Yayınlar, İstanbul 1992)
“Teşkilat-ı Mahsusa”nın ve “MİT’in” Kemalist tarihçisi Cemal Kutay bu cinayetleri, tam bir istihbaratçı-tarihçi üslubuyla şöyle yorumluyor: “Cinayetlerin birbirini kovalaması, gerçekleri ifşa edecek kimsenin hayatta kalmasına imkan vermeyen temel hadiselerin mevcudiyetini anlatıyor…” (Tarih Sohbetleri Mecmuası, sayı 8, s.233, Mayıs 1968, İstanbul)
Yahya Kaptan’ın öldürülmesiyle ilgili olarak başka bir kaynakta şunlar yazılmaktadır: “Mustafa Kemal Paşa’nın özel muhafızı olan İsmail Hakkı (Tekçe), ölümünden sonra yayınlanan hatıralarında, aldığı bir emir üzerine Topal Osman’ın iki adamını yanı- na alarak Ankara’dan gidip Yahya Kahya’yı kendisinin öldürdüğünü açıklamaktadır. (Bakınız İsmail Hakkı TEKÇE, ‘Atatürk’ün 1920’den Ölümüne Kadar Yanından Ayırmadığı Özel Muhafızı General İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları, Günaydın, 4 Aralık 1977, Tefrika:25)” (Dr. Yavuz Aslan Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi s.353-354, T. Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1997)
Mustafa Kemal Paşa’nın özel muhafızı olan ve M.Kemal’in ölünceye kadar yanından ayırmadığı İsmail Hakkı Tekçe’nin “aldığı emri” acaba kim vermiştir? Bu emri Mustafa Kemal Paşa vermediyse, bu sadık asker hiç yanından ayrılmadığı Mustafa Kemal’e, aldığı emri açıklayıp görüşünü almadan; hatta ona yalandan bir mazeret uydurup üç-beş gün izin isteyerek aldığı emri gerçekleştirmeye gitmiş olabilir mi? Bu iki soru, okuyucunun zekasından ve ferasetinden kuşku duyduğumuz için sorulmadı.
Bu kitabı çeşitli yazılarında kaynak gösteren ve kimselerin kitabın farkına varmadığından yakınan A. İlhan, ya kitabı atlaya zıplaya okumuş, dipnotlara, kaynaklara bakmamıştır ve dolayısıyla İ.Hakkı Tekçe’nin itirafını gözden kaçırmıştır; ya da bu çok önemli itirafı görmek ve göstermek istememiştir. Her iki ihtimal de, sonuçta “yazarın ahlakı”na dair fikir vermektedir. Yukarıdaki sorular bu “ahlakın” kaçacağı delikleri tıkamak için soruldular.
Şimdi dikkat: Öldüren Mustafa Kemal Paşa’nın özel muhafızıdır. Ancak yanındaki adamlar Topal Osman’ın adamlarıdır ve “iş” Osman’ın üzerinde kalmıştır. Okuyucular, bu zeka dolu “tarz”ı hatırlarında tutmalıdır; başka bir örnekle daha karşılaşacaklar. Diğer taraftan İsmail Hakkı Tekçe’ye “emir veren”in, Mustafa Suphilerin öldürülmesine “çok üzüldüğü” veya “Yahya Kahya’nın susturulmasını gerekli gördüğü” ihtimalleri üzerinde düşünülebilir.
Devam edelim. Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürenler bellidir. Fakat asıl olan ve hala farklı cevaplar verilen soru, katilin kim olduğundan daha fazlasına ihtiyaç gösteriyor: Cinayeti işleten; cinayetten siyasi olarak sorumlu olan kimdir? Bu soruya “Cinayetin soruşturulup, katillerin bulunarak cezalandırılmasından sorumlu olan Hükümet’in başında kim varsa odur.” diye genel bir cevap verilebilir. Sözkonusu ülke Türkiye olunca, böyle bir cevabın hiçbir önemi olmadığını biliyoruz. Bugüne kadar bu soruya “Lenin”, “Stalin”, “Kazım Karabekir” cevaplarını verenler olmuştur. İlk iki cevabın fevkalade salakça veya utanmazca olduğu ortadadır. Ancak bunların üzerinde değil; A. İlhan’ın cevabı üzerinde durmamız gerekiyor.
İlhan, bu soruya “İttihatçılar” cevabını veriyor.
“…cinayetin daima İttihatçı ‘fedailer’in işi olabileceğini düşünmüştüm; eğer Mustafa Kemal ve Mustafa Suphi olmasalardı; Enver, Talat ve Cemal Paşa’lar, Sovyetler’in tek ‘Türk Kartı’ olacaktı; ‘Kurtuluş’, onların vasıtasıyla bir ‘İttihatçı Zaferi’ olarak gelecekti; bu ihtimalin ortadan kaldırılmış olmasını asla affetmediler; Mustafa Suphi, öldürüldü; Mustafa Kemal, az kalsın, İzmir’de öldürülecekti; kaatilin adresi, aynıdır.”(Kaatilin Adresi Aynı ! Cumhuriyet, 17.04.2000)
Demek “kurtuluş” garantiymiş, mücadele kimin vasıtasıyla gerçekleşeceği üzerine dönmekteymiş!..
A. İlhan “İttihatçılar” tezi için, Dr. Yavuz Aslan’ın adı geçen eserinden siyasi gerekçeler aramaktadır.
“…Baku Kurultayı esnasında, İttihatçılar’la Mustafa Suphi arasında, düşmanlıklar iyice ortaya çıkmış ve İttihatçılar çevresinde Mustafa Suphi’ye karşı büyük bir kin oluşmuştur. Bunun Türkiye’de, özellikle Trabzon muhitine yansımış olması büyük ihtimaldir. (İttihatçı) Hafız Mehmet Bey gibi, Trabzon’un önde gelen bir şahsiyetinden başka; Baku Kurultay’ından hemen sonra, Baku’da Enver Paşa’nın yanında bulunan iki ittihatçı, ‘Küçük’ Talat (Muskara) ve ‘Yenibahçeli’ Şükrü Nail bey’ler, hemen Anadolu’ya hareket ederek, Doğruca Trabzon’a geleceklerdir…”(A.g.e.s.357)
“…1920 sonlarına gelindiğinde, Trabzon’da İttihatçı ağırlıklı bir çevre oluşturulmuştu. Bu çevrede bulunanların birçoğu, Enver Paşa’nın, bir kaç ay önce yanında bulunmuş ve Mustafa Suphi ve ekibinin İttihatçılar’a ve özellikle Enver Paşa’ya olan düşmanca davranışlarına şahit olmuş kişilerdi. Bunların etkisiyle Trabzon’da Mustafa Suphi düş- manı bir grubun meydana getirilmiş olması mümkündür; bu grubun Yahya Kahya’yı, Mustafa Suphi’leri öldürmesi için etkilemiş olması, büyük ihtimaldir, çünkü Yahya Kahya da İttihatçı idi…” (A.g.e. s.358)
“…sonuç olarak şu söylenebilir ki, -kesin olmamakla beraber- İttihatçılar’ın Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürtmüş olmaları ihtimali, diğer ihtimallere göre çok daha fazladır…” (A.g.e. s. 359)
A. İlhan’ın buldukları bunlardır. Aynı eserden bir başka bölümde de şöyle söylenmektedir: “Mustafa Suphi ve arkadaşlarını kimin öldürttüğü tam manasıyla aydınlatılamamasına rağmen, Mustafa Suphi’nin ortadan kalkmış olması başta İttihatçılar olmak üzere Ankara Hükümeti ve Sovyet liderlerin işine gelmiştir.” (A.g.e. s.376)
Dr. Yavuz Aslan’ın büyük emek ürünü olan bu değerli çalışmasında; sayısız telgraf, yazı, anı, araştırma vb. incelendiği halde, Mustafa Kemal Paşa’nın doğrudan doğruya TKP ve Mustafa Suphi konusunu işlediği Meclis konuşmasının bir belge olarak hiç kullanılmamış, bu belgeden bir tek dipnotta bile bahsedilmemiş olmasını önemli bir eksiklik olarak belirtmek gerekir.
Diğer taraftan cinayetin “kimin işine yaradığı” sorusuna üç cevap birden veren yazar, iki cevabına aşağıda okunacağı üzere, gerekçe yazdığı halde, “Sovyet liderlerinin işine” gelişi üzerine hiçbir şey yazmamıştır.
Böyle “kurnazlıklar” günümüz Türkiye’sinin bilim dünyasının yaygın hastalıklarındandır. Dolayısıyla “akademisyen kurnazlığı” üzerinde durmayabiliriz. Sonuçta araştırmacı bir siyaset adamı değil, akademisyendir. İncelediği belge ve olgulardan çıkardığı “tahmine dayalı” sonuçların”, futbol maçı gibi “üç ihtimalli” ve haliyle spekülatif olması eserin değerini düşürmez. Siyaset, ortaya konulmuş araştırmadan, siyasi değerlendirme edinmek zorunda değildir; ortaya konulmuş olgulardan kendi değerlendirmelerini kendisi çıkarabilir.
Bu eksiklikleri bir an için bir kenara bıraksak bile, Atilla İlhan’ın eserde, kendi iddiasına (Tarih ve Toplum Dergisi’nde Halit Kakınç da aynı iddiayı, hiçbir dişe dokunur malzemeye dayanmadan ileri sürmüştü.) bulduğu dayanakların “akıl yürütmeden” ibaret olduğu aşikardır. Halbuki kitabın son sayfasında, A. İlhan’ın “İttihatçıların gerekçeleri”ne bulduğu örneklerden daha güçlü değerlendirme “Ankara Hükümeti’nin gerekçeleri” olarak aktarılabilirdi:
“… Ancak Mustafa Suphi’nin Türkiye’de gizli faaliyetler içerisine girmiş bulunması, özellikle halk ve ordu içerisinde gizlice propaganda ve ajitasyon çalışmaları yaptırması, Azerbaycan’da Türk harp esirleri arasında seferberlik ilan ettirerek ordu oluş- turmaya çalışması, Ankara hükümetinin arzusu dışında gelişme gösteren komünist faaliyetleri ve Çerkez Ethem isyanı gibi olaylar Mustafa Kemal Paşa’nın Mustafa Suphi ve teşkilatına karşı tavrını değiştirmesine sebep olmuştur. Yapılan propagandaların etkisiyle aşağıdan yukarıya doğru taleplerle ihtilal şeklinde ortaya çıkacak bir oluşumun ülkenin mahvına neden olacağı düşüncesi Mustafa Kemal Paşa’yı, içte ve dışta gelişme gösteren sosyalist ve komünist faaliyetlere karşı tedbirler almaya yöneltmiştir. Sovyet Rusya ile ilişkilerin arttırılması ve dostluğun kurulmasına en çok çalışıldığı bir dönemde, komünist propaganda ve faaliyetlerin önüne geçilebilmek için, 1921 yılı içerisinde sert önlemlere başvurulmuş, içteki komünist teşkilatlanma tamamen ortadan kaldırılırken, dıştan gelen komünist faaliyetlerin yurt içine sokulmamasına büyük çabagösterilmiştir….”(A.g.e.,s.377)
Yazar bu defa Mustafa Kemal Paşa ve Ankara hükümeti’nin Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldürtmek için sahip olduğu “gerekçeleri” büyük bir berraklıkla ortaya koymakta; üstelik “sert uygulamalar”ın yapıldığını da anlatmaktadır.
Elbette “kesin bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığını” kendisi itiraf eden, kitabı devletin bir kurumu tarafından yayımlanan, kitabının son paragrafında komünizm karşıtlığını açık bir biçimde dile getirmiş ve halen akademisyen olarak devletten maaş alan bir araştırmacının; Ankara Hükümeti’ni ve Mustafa Kemal Paşa’yı açıkça töhmet altında bırakacak sonuçlar kaleme almasını bekleyemeyiz. Ancak saygıdeğer bir tutumla aksi yönde de tahminden öteye geçmemeye özen gösterdiğini belirtmek durumundayız.
Ancak Atilla İlhan, yazarın küçük bir kurnazlık dışında, ahlaklı tutumuna tecavüz ederek, sadece İttihatçılarla ilgili argümanları yazılarında aktarmış; Ankara Hükümeti’ne ilişkin argüman ve bilgileri okuyucusundan gizlemiştir. Kitabın son sayfasından aktardığımız argümanların ve Mustafa Kemal’in özel muhafızı İsmail Hakkı Tekçe’nin “itirafı”, bu ahlaki zaafın kurbanları olmuştur
Dr. Yavuz Aslan’ın kitabı üzerine buraya kadar söylenenlerin özeti şudur: Cinayetin arkasındaki güç konusunda ancak “ihtiyatlı akıl yürütmelerde” bulunabilen bu araştırmanın A. İlhan tarafından kendi iddialarına şahit gösterilmesi eserin zaafı değil; şahit gösterenin pozisyonundaki zayıflığı ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla burada bir-kaç sonuç çıkarabiliriz:
-
Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast yapılmamış; suikastin tertip edildiği iddiasıyla Kazım Karabekir Paşa dahil, Mustafa Kemal’in kişisel iktidarına muhalefet eden çok sayıda kişi yoğun bir tutuklamaya maruz kalmıştır. İttihat Terakki’nin liberal Maliye Bakanı Cavit bey dahil, muhaliflerin bazıları suikast bahanesiyle asılarak, ağır bir terör yaratılmıştır. Dolayısıyla gerçekleşmemiş, sadece hazırlığının yapıldığı iddia edilen bir “suikast”in “kaatili”nden bahsetmek ve böylece gerçek olup olmadığı bile kuşkulu “İzmir Suikasti” ile Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesini eşitlemek; ancak A. İlhan gibilerden beklenebilecek bir “marifet”tir
-
Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldürtenlerin, bir an için “İttihatçı” olduğunu varsayalım. Atilla İlhan’ın işine gelince sınıfsallığa müracaat ettiğini, örneğin “Asi ile Devrimci” yazısında “sınıf kimliği ve perspektifinin” ayırdedici olduğunu isabetle gösterdiğini belirtelim.
Mustafa Suphi’yi kimin öldürdüğü meselesi de, Nazım Hikmet’in bu katliamla ilgili “28 Kanunusani” şiirinin söylediği gibidir: “…Tarih/ sınıf-ların/ mücadelesidir / 1921/ Kanunusani 28/ Karadeniz/ Burjuvazi/ Biz/ On beş kasap çengelinde sallanan/ on beş kesik baş/ on beş arkadaş/ yoldaş/ Bunların sen/ isimlerini aklında tutma/ fakat/ 28 kanunusaniyi unutma!..
Nasıl olsa İttihatçılar artık bir siyasal akım olarak mevcut değiller. Nasıl olsa İttihat Terakki hareketi ve Kemalizm arasındaki birbirinin devamı olma iliş- kisini bilen, meraklı okuyucu fazla değil; o halde, Cumhuriyet’in temellerine dökülen komünist kanı, İttihatçılar diye, artık sahibi kalmamış bir siyasal akımın üzerine yıkılabilir. İttihatçılığı aynı rahatlıkla karalamakta; İkinci Cumhuriyetçi liberallerin A. İlhan’la yarış halinde olması da, tarihin bir ironisi
olmalıdır. Şüphesiz İkinci Cumhuriyetçiler bir kadroyu değil; “bir siyaset tarzını” eleştirdikleri için ve bu bakımdan, A. İlhan’dan daha tutarlı ve daha saygıdeğer konumdadırlar
Kimdir İttihatçılar? Türkiye’de burjuva programın ilk defa iktidara tırmanışını gerçekleştiren 1908 devrimin örgütü. Mustafa Kemal ve arkadaşları ise hem tarihi olarak, hem taşıyıcısı oldukları programın sınıf karakteri itibariyle, bayrağı İttihatçılardan devralmış; uzun veya kısa, İttihatçı geçmişleri olan Mustafa Kemal, Kazım Karabekir gibi bir kaç kişi hariç; İttihat ve Terakki’nin “B” hatta “C” takımıyla burjuva devrimin ikinci büyük adımını gerçekleştirmişlerdir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldürten, ister İttihatçılar olsun, ister Kemalistler, sonuçta her iki hareketin de sınıf kimliğinde “Türkiye burjuvazisi” yazmaktadır.
“Asi ile devrimci” arasındaki farkı “sınıfsallıkta” arayan A. İlhan; İttihatçılarla Kemalistler arasında sınıfsal değil, ancak siyasal farklar bulabilir. İttihatçı Yahya Kahya da, “Teşkilat-ı Mahsusa”dandır ve cinayeti işlediğinde Kuvay-ı Milliye’nin Trabzon’daki komutanıdır.
Peki, burjuva devrimcisi İttihatçılarla komünist Mustafa Suphi arasında bir husumet vardır da; Komünist Mustafa Suphi ile burjuva devrimcisi Mustafa Kemal arasında husumet yok mudur? Husumet sınıfsaldır ve bu yüzden, hiçbir gizleme gayretine girilmeksizin, siyasetin en şiddetli biçimlerine bürünme kaabiliyetindedir. Bürünmüştür de…
-
-
-
A. İlhan, tezini gerekçelendirmeye çalışırken, sadece Dr. Yavuz Aslan’ın çalışmasından işine gelen paragrafları tırtıklamıyor. Aynı zamanda işine gelmeyen apaçık kimi belgeleri; daha önce bir başka “Kemalist” yazar tarafından yayımlanmış olsa bile, görmüyor ve göstermiyor. Aşağıda içeriğini, metnin sonunda da fotoğrafını yayımladığımız telgraf, Mustafa Kemal Paşa tarafından, cinayet sonrasında Yahya Kahya’ya gönderilmiştir. Hasan İzzettin Dinamo’nun “Musa’nın Mapusanesi” kitabında varlığını bildirdiği, ancak “özel ellerdedir” dediği bu telgraf, Cemal Kutay tarafından yayımlanmıştır. (Tarih Sohbetleri Mecmuası, sayı 8, s.227, Mayıs 1968, İstanbul)
-
-
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katlinden sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından Yahya Kahya’ya gönderilen telgrafta şöyle söylenmektedir: “Trabzon’da İskeleler kahyası Yahya Reis zade Yahya Efendiye:“- 24/6/37 tele: Hissiyat ve teminat-ı vatanperveranenize teşekkür ederim.”Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi MUSTAFA KEMAL
Telgrafın tarihine bakarak sevinç duyanlar olabilir. Cinayet Ocak ayının sonunda işlenmiş, telgraf Haziran’ın sonunda gönderilmiş. Dolayısıyla cinayetle telgraf arasında bir bağ olmayabilir. Böyle bir açıklama çabasının, aşağıdaki varsayımları içermek gibi bir zayıflığı mevcuttur:
1. Cemal Kutay bu belgeyle ilgili olarak yanılmaktadır. 2. Mustafa Kemal, cinayetin hemen arkasından, Sovyetler’in tepkilerini görmeden böyle bir telgraf çekecek kadar siyaset acemisidir. 3. Mustafa Kemal, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesine karşı olduğu halde, olayı kınayan, soruşturulmasını isteyen bir tek telgraf çekmemiş, TBMM’de üç dakika konuşmamış; ama bu cinayetin baş icracısı Yahya Kahya gibi şaibeli bir şahısa, durduk yere “vatansever” iltifatı yapacak kadar basiretsiz davranmıştır. 4. Yahya Kahya bu esnada, TBMM Reisi ve Başkumandan Mustafa Kemal’in şahsına telgraf göndereceği önemde başka bir vatanseverlik örneği ortaya 1. Cemal Kutay bu belgeyle ilgili olarak yanılmaktadır. 2. Mustafa Kemal, cinayetin hemen arkasından, Sovyetler’in tepkilerini görmeden böyle bir telgraf çekecek kadar siyaset acemisidir. 3. Mustafa Kemal, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesine karşı olduğu halde, olayı kınayan, soruşturulmasını isteyen bir tek telgraf çekmemiş, TBMM’de üç dakika konuş- mamış; ama bu cinayetin baş icracısı Yahya Kahya gibi şaibeli bir şahısa, durduk yere “vatansever” iltifatı yapacak kadar basiretsiz davranmıştır. 4. Yahya Kahya bu esnada, TBMM Reisi ve Başkumandan Mustafa Kemal’in şahsına telgraf göndereceği önemde başka bir vatanseverlik örneği ortaya koymuştur. Ama bu olayı tarih kaydetmeyi unutmuştur.
Kısacası, sevinmekte acele etmemek gerekir.
Soru şudur: Yalan senaryolara son vermek için, acaba başka hangi belgelerin ortaya dökülmesi icabetmektedir?…
Görüldüğü gibi, A. İlhan ve benzerlerinin, inşaına çalıştıkları tarihin düzmece olduğunu, geride bıraktığı tutanak, telgraf ve belgelerle yüzlerine vuracak başka bir siyasal akım aramalarına gerek yoktur. Böyle bir akım var ve bizzat kurucusunun tarihe bıraktığı yazılı belgeler bu işi yapıyor. A. İlhan, cinayet mahallinde yakalandığını anlamak ve spekülasyonlarına bir son vermek için uzağa değil; Mustafa Kemal Paşa’nın TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmaların tutanaklarına baksa, kaynak diye gösterdiği kitabı doğru düzgün okusa, İsmail Hakkı Tekçe’nin anılarında söylediklerine gözatsa; Mustafa Kemal’in telgrafının bulunduğu dergiyi kütüphanesinin rafından indirse, Cumhuriyet’teki köşesinde yeralan pehlivan tefrikalarına son vermek durumunda kalacaktı. Ancak, en kıyı köşedeki kaynaklara başvurarak, okuyucusunu gerçeğin uzağında dolaştırmaktan yorulmayan İlhan, meselenin aydınlanması için yeterli olacak bütün kaynakları kıskançlıkla gizlemektedir
-
“Onları Ankara’ya sokmamak, Yunanı denize dökmekten daha hayati şart olmuştu…” Cemal Kutay, 1968’de “Mustafa Suphi Hadisesi” başlıklı dosyasını yayınlarken, dergiye bu manşeti çekmişti. Ve devam ediyor: “…Ve, bu şerefli vatan vazifesine nefislerini layık görenler, 28 Ocak 1921 gecesi, Trabzon açıklarında Mustafa Suphi ile on beş YOLDAŞ’ının cesedini Karadenizin dalgalarına teslim ettiler.
Bizim Komün’den, Çin Devrimi’nden, Yunan ve
Fransız halkının komünistlerin önderliğinde işgalciye karşı direnişlerinden verdiğimiz örneklerle ortaya koymaya çalıştığımız; burjuvazi için “Ülkenin kaderini işçi sınıfına teslim etmektense; milli düşmanla işbirliği yapmak” ilkesinin; başka bir deyişle sınıf mücadelesini başa koyan, “sınıf düşmanı milli düşmandan daha tehlikelidir” anlayışının Cemal Kutay tarafından ne kadar özlü ifade edilmiş olduğu ortadadır. “Komünizme karşı mücadele” başa konulunca, siyasi cinayetlerin “Susurluk sözlüğü”yle kutsanması kaçınılmazdır: “şerefli vatan vazifesi!..” Açık denizde pusu kurarak, ülkenin kurtuluşu için savaşmaya gelmiş insanları, geceyarısı, denizin ortasında tabanca kurşunu ve kamalarla delik deşik ederek denize atmak… 1978’de, bunun benzerini Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve arkadaşları, “şerefli bir vatan vazifesine nefislerini layık görerek” Bahçelievler’de 7 TİP’li gence yapmışlardı.
-
Gene de Cemal Kutay’ın berrak sınıf bilincini, “Kemalist Sosyalist”, “Atatürkçü komünist” gibi meşruiyet dilencisi, kendi cellatlarına aşık sosyalistlerin sınıf bilincinden yoksun hallerine; Atilla İlhan, Doğu Perinçek ve benzerlerinin Nasyonal Sosyalist yalanlarına tercih etmek gerekir
Kemalistler artık 1968’deki Cemal Kutay kadar açıksözlü değiller. Çünkü “ipler ellerinden kaydı”; komünist öldürsün diye yol verilenlerden “şerefli vatan vazifesini nefsine layık gören”ler “silahsız Atatürkçülere” yönelmeye başladı. Şimdi zaman eski günahları başkalarının üzerine yıkmak, suçları örtmek ve solculuğu yeniden yedeğe almanın yoluna bakma zamanıdır.
-
Halbuki Kemalistlerin yapması gereken 80 yıldır süren siyasal günahlarla yüzleşmektir. Çünkü “komünizmi önlemek gerekçesiyle”, önce doğrudan kendileri için açtıkları cinayet ve suikast kapısından zaman içinde başkalarını da geçirdiler. O kapıdan geçirdikleri döndü, Abdi İpekçi’yi, Uğur Mumcu’yu, Ahmet Taner Kışlalı’yı da vurdu. Mustafa Suphi cinayetinin üzerine yatanların, bu ülkede işlenmiş binlerce siyasi cinayeti “komünizme karşı mücadele” adına meşrulaştıran ve “devletin bekası için” mazur görenlerin, son 30 yıl boyunca sürmüş bir içsavaşın, Gladyosuyla, MHP’si ve Ülkü Ocaklarıyla, Susurluk’uyla, uyuşturucusuyla, kanlı ve iğrenç tarihinin aydınlatılmasını istediklerine kim inanır!…O günün Yahya Kahya’sı, Topal Osman’ı, bugünün Abdullah Çatlı’sı, Oral Çelik’i, Yaşar Öz’ü, Mehmet Ağar’ı, Mehmet Ali Ağca’sı, Hüseyin Velioğlu’su, Hizbullah, İslami Hareket, Tevhid ve Kudüs Savaşçıları tetikçileri, Yeşil’i, Alaattin Çakıcısı’dır. Bu “türün” yaratılma gerekçesi ise o gün de, bugün de aynıdır: Komünizme karşı mücadele, bölücülüğe karşı mücadele…Pek çok bilgisiz solcunun zannettiğinin aksine, komünistlere, yurtseverlere, ilericilere karşı işlenen; hareket noktası anti-komünizm olan siyasi cinayetlerin kanlı yolu, 1950’lerden sonra değil; 1921’den başlamaktadır.
5. Bugün Kemalizm kendi sınıfsal ve siyasi karakterinin mahsülleri olan, emperyalizmin işbirlikçiliği, şiddetli anti-komünizm, sağcı-baskıcı bir burjuva diktatörlüğünün ötesinde ufka sahip olmama; komünizm korkusuyla emperyalizme teslim oluş; aynı endişeyle NATO’ya, SÜPER NATO’ya giriş, dini gerici bir güç olarak siyasallaştırma gibi kaçınılmaz ve gizlenemez günahlarının karşısında endişeyle titremekte ve hala sosyalist hareketi milliyetçilikle iğdiş ederek yanına çekmenin hesaplarını yapmaktadır. Kesintisiz 80 yıldır süren Komünist Parti yasağından hiç sözetmeden, Mustafa Suphi cinayetinden aklanma gayretleri bundandır; ancak beyhudedir. Komünistler, işçi hareketinin bugünkü etkisizliğinin gerisinde, milliyetçi-kemalist, liberal, islamcı akımlarla sosyalizm arasında kurulan temas ve ortaklık alanlarının, bu noktalarda ortaya çıkan ideolojik sızmaların tahribatının bulunduğunun farkındadırlar ve sınıf hareketinde bir yükselişin, ancak bu deliklerin bir daha açılmamak üzere kapatılmasıyla mümkün olacağının bilincindedirler.
Mustafa Kemal, elbette bu ülke tarihinin, Fatih Sultan Mehmet gibi, Kanuni Süleyman, IV. Murat, III. Selim, II. Mahmut ve başkaları gibi seçkin bir simasıdır. Taşıyıcısı olduğu sınıf programı da, bu programın iktidarı için gerçekleşmesine öncülük ettiği siyasi eylemi de, siyaset tarzı da tartışılacak, eleştirilecek, kimi yönleriyle övülecek, örnek alınacak veya reddedilecektir. Üstelik bütün bunlar, tarihi kişiliğine saygı duyularak yapılacaktır. Bu tutum, tarihe doğru ve nesnel yaklaşımın bir gereğidir.
Ancak biz, Mustafa Kemal ile Mustafa Suphi’nin adlarını yanyana anan; iki Mustafa’yı aynı saflarda göstermeye çalışanların; biz, bizden ve bizim tarafta olmadığını biliyoruz. Ve unutturmayacağız
BİRİNCİ MECLİS’TE GİZLİ CELSE
Aşağıdaki belge ve belgeyle ilgili değerlendirmeler Fabrika’nın 46. sayısında yayımlanmıştı. Ancak tartış- manın sonradan farkına varan pek çok kişi bu metni edinmek istediklerini, ancak bulamadıklarını bize ilettiler. Fotokopi ile çoğaltarak dağıtanlar olduğunu biliyoruz. Gazetenin eski formu nedeniyle, çoğaltma ve saklama konusunda yaşanması muhtemel güçlüklerin farkındayız. Belgeyi olduğu gibi koruyarak, “değerlendirmelerde” bazı kısaltmalar ve dilinde çok küçük değişiklikler yaparak, yeniden yayımlıyoruz.
Mustafa Kemal, 17 Ocak 1921’de, Birinci TBMM’nin “komünizm” gündemli “Gizli Celse”sinde, kürsüye çıkarak yaptığı konuşmada, Sovyet Rusya ile ilişkiler, Şark Siyaseti, Komünizm, sahte Türkiye Komünist Fırkası ve Mustafa Suphi hakkında görüşlerini açıklar. Bu konuşma, bizzat Mustafa Kemal’in meclis tutanaklarına geçirilmiş sözleriyle, ilgili konularda müthiş bir berraklığı ifade etmektedir. Bu belgeyi okuyucularımızın bilgisine yeniden sunuyoruz. Ancak Kemalizmin emperyalizm karşısındaki tutumunu ve bu çerçevede, Sovyet Rusya’ya ve “Doğu”ya bakışını ortaya koyan, dönemin Aydın milletvekili Mazhar Bey’in, aynı yılın 13 Aralık’ında, Meclis’in gene “gizli celse”sinde yaptığı konuşmadan canalıcı bir bölüm de değerlendirmelerin içinde yeralıyor.
MEŞRUİYET DİLENCİLERİ VE KEMALİZM
Bir ülkede işçi sınıfı varsa, siyasi hareketi de olacaktır. Siyasi hareketin partileşmiş olması; partinin mevcut hukuk düzeniyle ilişkisi; siyasi bir özne olarak toplumsal mücadeleleri belirleme gücü ve benzerleri; sınıfın nicel gücüne; siyasi birikimine, ulusal ve uluslararası konjonktürün koşullarına; egemen sınıfın ulusal özelliklerine ve benzeri unsurlara, elbette bağlı olarak gerçekleşecektir. Ancak nesnel ve öznel koşullar içinde öyle bir öznel unsur vardır ki; bu unsur işçi sınıfının siyasal hareketini, bütün koşullar elverişli olsa bile kötürüm edebilir: İşçi sınıfının siyasal hareketi, işçi sınıfı dışında her türlü siyasal güç ve akımdan, örgütsel, siyasal ve ideolojik olarak bağımsız mıdır? Eğer bu soruya açık ve tereddütsüz olumlu cevap verilebiliyorsa; dereler nehirlere ve nehirler denize ulaşır.
Ancak çoğu zaman, işçi sınıfının siyasal hareketinin meşruiyetini; işçi sınıfının varlığından ve sınıf çıkarlarından başka yerde arayan; ideolojisini bulanıklaştıran ve başka siyasal-toplumsal güçlerin ideolojileriyle, siyasal programlarıyla ve hatta örgütsel yapılarıyla içiçe sokan anlayışlar işçi hareketine musallat olmuştur.
Türkiye’de, komünist hareketin ilk filizlendiği dönemlerde, “Bolşeviklik, islamla aynı şeydir.” diyenler; bolşevikliğin meşruiyetini, islamdan ödünç almaya çalışıyorlardı. Mollalar iktidarı karşısında, İran Komünist Partisi TUDEH yönetimi de, aynı hatalı yola saptı ve bunu, hem ülkelerinin aydınlık geleceğine dair umutları ve partiyi bitirerek ve hem de canlarıyla ödediler.
Türkiye’de en uzun ömürlü sakat zihniyet ise, komünist hareketin varoluşunu dayandıracağı meşruiyet zeminini Kemalizmden ödünç almaya çalış- ma zihniyeti olmuştur. Bu amaçla Mustafa Kemal’in, “aslında sosyalizmi kurmaya yönelebileceğini,ancak o tarihlerde, Türkiye işçi sınıfı zayıf olduğu için bu yola giremediğini” söyleyenler; Kurtuluş savaşı esnasında, tamamen siyasal ve askeri ihtiyaçların etkisi altında, tamamen faydacı bir anlayışla, Lenin’e, Bolşevik Partisi’ne, III. Enternasyonal temsilcilerine söylenen ve gerçek düşüncelerden farklı sözleri ısıtıp ısıtıp önümüze koyanlar hiç eksik olmamıştır. Bir Türk diplomatın yalanı olduğu artık kesinleşmiş bulunan; ancak sosyalistlerin yalan olduğunu ispatlama ihtiyacını çok kuvvetle duyduğunu bildiğimiz Mustafa Kemal Paşa’ya atfen, “Komünizm Türk aleminin en büyük düşmanıdır, görüldüğü yerde ezilmelidir.” sözü hatırlardadır. Mustafa Kemal’in, zaten söylemiş olduklarının ve yaptıklarının yanında, bu sözün söylenmiş veya söylenmemiş olmasının fazla bir önemi yoktur. Eğer sosyalist hareket, kendi meşruiyet zeminini, Mustafa Kemal’in söz ve eylemlerine dayandırmaya ihtiyaç duyuyorsa; zaten fikri planda felç olmuş demektir. Mustafa Kemal’e tarihin seçkin bir siması olarak saygı duymak başka şeydir; sosyalizm adına Mustafa Kemal’den meşruiyet dilenmek ayrı şeydir.
Bu zihniyetin tipik temsilcisi, kimin kucağına oturursa onun borusunu üfleyen Aydınlıkçılardır. Aydınlık gazetesinin 7 Kasım 1999 tarihli 642. sayısında “Aydınlık Sovyetler Birliği Devlet Arşivini açıyor. İlk kez yayınlanıyor! Gizli belge!” çığırtkanlığıyla orta sayfalarda yayımlanan belgeye göre; Mustafa Kemal, 29 Ocak 1921’de, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledildikleri gecenin sabahında, Sovyetler Birliği’ne, komünizme büyük bir yakınlık içindedir.
Aydınlık’ın sunuşunda şöyle söyleniyor: “Atatürk’ü anmak, O’nun devrimci mücadelesini anlamakla olur. Büyük Devrimci Önder’in Türkiye Devrimi’nin en ateşli döneminde. Sovyet Rusya’dan gelen Eşba Yoldaş’la yaptığı görüşmenin tutanağını bu anlayışla yayımlıyoruz.”
Elbette bizler, 15’lerin karadenizde katledildikleri gecenin ve komünizme yakınlık beyan edilen sabahın bir ve bütün olduğunu biliyoruz. Mustafa Kemal’in seçkin bir burjuva devrimcisi oluşunu anlamakta, bu bütünlük anahtar durumundadır. Aydınlık’ın yaptığı ise, bu bütünlüğü kavramak yerine, küçük bir ayrıntıymış gibi geçtikleri katliam gecesini başkalarıyla izah edip, sabah söylenen lafları, bugünün Türkiye’sinde, Mustafa Kemal’in Sovyet Devrimine, komünizme yakınlığının delilleri olarak yutturmaya çalışmaktır.
Mustafa Kemal’in komünizme ne kadar yakın olduğunu öğrenmek için, veya Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinin hangi siyasi akımın eseri olduğunu öğrenmek için, şimdi böyle bir kuruluş varmış gibi “Aydınlık, Sovyetler Birliği Devlet Arşivine girdi” iddialarıyla pazarlanan arşiv fareliğine ihtiyaç yoktur.
-
17.1 1921 tarihinde, Aydınlık’ın “ele geçirdiğini” söylediği belgedeki konuşmanın yapıldığı ve katliamın gerçekleştiği tarihten 12 gün önce, TBMM Gizli Celsesi, “Bursa Mebusu ve Diyarbekir İstiklal Mahkemesi azası Şeyh Servet Efendi’nin komünizm propagandası yaptığına dair şifre telgraflar”ın okunmasıyla açılır. Oturum, komünist faaliyetlerle ilgili başka ihbarları da konu almaktadır. Biz bu oturumda Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı uzun konuşmayı, sadece kendisinin komünizm hakkındaki gerçek fikirlerini öğrenmek bakımından değil; aynı zamanda kemalizmin sahte komünist parti kurdurmak ve Mustafa Suphi’lerle ilgili cinayet hazırlıkları dahil, antikomünist eylem planları üzerine bilgi sahibi olmak bakımından da çok önemli olduğu için, okuyucuları- mızla paylaşmak istiyoruz.
Mustafa Kemal’e “Sovyet dostluğu ve Bolşeviklik” yakıştırmak, hem tarihi gerçeklere aykırıdır; hem kendisinin ve izleyicilerinin gözünde, açık ve hoş bulunmayacak bir çarpıtmadır ve hem de bu iddia solculuk adına ileri sürülüyorsa; işçi sınıfının zihnini, burjuvazi adına bulandırmaktır. Tarihi gerçeklerin çarpıtılmasına ve işçi sınıfının zihnine, burjuva bir akım adına, yalan söyleyerek el atılmasına şüphesiz izin vermeyeceğiz.
Metni olduğu gibi yayınlıyoruz. Ancak okunmayı güçleştirmeyecek ölçüde, sadece çok gerektiğini düşündüğümüz yerlerde, parantez içinde bugünkü türkçe karşılıkları yazdık. Ara başlıklar bize aittir.
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) –
Efendiler, zannediyorum ki, gayet mühim ve ciddi bir mesele üzerindeyiz. Rüfekayı kiram (soylu arkadaşlarım) muhtelif nikatı nazar dermeyan ettiler (çeşitli bakış noktaları ileri sürdüler). Bendeniz de bu münasebetle bu mevzuda, gerek Hükümet namına ve gerek şahsım namına bir kaç noktayı muhtasaran (kısaca) arzedeceğim.
Hakikaten milletimizin hali ve amali ciddiyesi zannediyorum ki cümlenizce bariz ve kati surette muayyendir. İşte bu amali hakikiyei milliyeyi istihsal etmek maksadıyla, burada dahi içtima eden Meclisiniz, noktai nazarlarında takip edeceği esasatta, bu muhassalai milliyeden emel ve arzu noktai nazarından ayrılamaz. Şüphe etmiyorum ve hiç kimsenin şüphe etmeyeceğini zannediyorum ki Büyük millet Meclisi ve onun Hükümetinin bugüne kadar takip ettiği siyaset tamamın amali milliyeye mutabıktır. Bu siyasetin ne olduğunu tekrara lüzum görmem. Yalnız iki kelimesini zikredeceğim, ki o da hududu milliye (milli sınırlar-editör) dahilinde milletin istiklalidir ve bu gayet kuvvetli ve büyük mana ifade eder esastır. Bugüne kadar bu esastan ayrıldığımıza delalet edecek en ufak bir emareyi bile göstermek mümkün değildir.
MİLLETİN SOYSUZ VE SERSERİ EVLATLARI
Efendiler, bu iki esas üzerinde yürüyen insanlar, düşünen dimağlar bittabi Komünizmin vasi ve bu kuyudatını (kayıtlarını) parçalayan esasları ile mutabakatta(uzlaşmada) bulunamaz. Binaenaleyh (Bununla birlikte) Heyeti Aliyenizin takip ettiği siyaset hiçbir vakitte Komünistlik esasına müstenit (dayalı) değildir. Bu böyledir, bunun tekrar ediyorum, bir defa daha. Fakat yine malumunuzdur ve cihanın malumudur, ki bu milli esaslarına derin rabıtalarla (bağlantılarla) sadık kalan Meclisiniz ve Hükümetiniz müstakil (bağımsız) bir devlet olarak Rusya Bolşevik Cumhuriyeti denilen bir devletle münasebatı siyasiyesinde (siyasi ilişkilerinde) hiçbir vakit Komünistlik ve Bolşeviklik esasatını (esaslarını) dahi telaffuz etmemiştir. Zannediyorum ki, Hariciye Vekiliniz muhtelif vesilelerle bu ciheti (yönü) izah etmiştir. Binaenaleyh (bununla birlikte) bendeniz tekrar ediyorum, millitemizin, devletimizin, Heyeti Aliyenizin Ruslarla olan münasebatı (ilişkileri) doğrudan doğruya iki müstakil (bağımsız) devletin karşı karşıya olan ve her biri kendine ait olan gayelerini (amaçlarını) tamamen mahfuz (saklı) bulundurmak şartıyle, bugüne kadar böyle olduğu, bugünden sonra da böyle devam edeceğine şüphe etmeyiniz. Rus Bolşevik Hükümeti resmiyesi, ricali resmiyesinin (resmi devlet adamlarının) bizim olan, bizim resmi ricalimizle olan teması münasebetlerinde (ilişkilerinde) Rusya dahilinde bu milletin soysuz, herhalde sersem bir takım evlatları, oralarda da serseriliklerine devam etmişlerdir. İşte bu serseriler bir iş yapmak hülyasına kapılarak zahiren (görünüşte) memleketimize ve milletimize nafi (faydalı) olmak için Türkiye komünist fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar doğrudan doğruya bir hissi vatanperverane ile ve bir hissi hakiki milli (hakiki milli hislerle) ile değil, benim kanaatımca belki kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet (önem) atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için bir takım teşebbüsatı serseriyanede (serserilik teşebbüslerinde) bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları teşebbüs Rus bolşevizmini muhtelif kanallardan memleket dahiline sokmak olmuştur. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır.
(Karadeniz’de Kemalistler tarafından 14 yoldaşıyla boğdurularak katledilen Ethem Nejat, maarif müdürlüğü’de yapmış nitelikli bir öğretmendi. Memleketin ziraat yoluyla kalkınması için kafa yoran ve eğitim alanında 4 kitaba imza atan öğretmen Ethem Nejat, Köy Enstitüleri henüz ortalarda yokken zirai kalkınma okullarının pilot örneklerini hayata geçirdi. Eskişehir’de maarif müdürlüğü yaptığı okulda yarattığı model, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin ilk modeli olarak değerlendirilir.)
Diğer taraftan efendiler, memleket dahilinde komünizmin ne olduğunu bilmeyen, fakat bu esasata müsteniden (esaslara dayalı olarak) tekevvün etmiş (meydana gelmiş) olan, taazzuv etmiş (organlaşmış) etmiş bir Bolşevik kuvvetinin bizim için kuvvei naciye (kurtuluş) olabileceğini farzeden birtakım insanlar dahi, hatta bu hariçten gelen komünizm cereyanına temas etmeksizin kendiliğinden Komünizm teşkilatı yapmak hevesine düştüler. Bir zaman geldi ki Ankara’da, Eskişehir’de, şurada burada memleketin hemen bir çok yerlerinde bir çok insanlar, birbirleriyle rabı- tadar (bağlantılı) olmaksızın, Komünistlik teşkilatı kurmaya ve aynı zamanda hariçten de bir takım insanlar serseri surette memlekette dolaşmaya ve aynı zamanda propaganda yapmaya başlamışlardır.
Daima esasatına muhafazai sadakat (sadakatını muhafaza) etmekte en büyük faideyi (faydayı) gören Heyeti Vekileniz bunun için müsmir (etkili) bir neticeyi düşünmek mecburiyetini hissetti. Herhalde bu memlekette ve bu millet içinde Komünizmin mahalli tatbik bulamayacağına kani idi ve kanidir. Komünizmin ne olduğunu bilirse münevveran (aydınlar), o zaman memleket dahilinde tatbikine cevaz (onay) verilebilir. Fakat münevveran (aydınlar) dahi dahil olduğu halde Halk, Ordu, Komünizmin ne olduğunu bilmiyor. Yalnız kuvve-i naciye (Kurtuluş kuvvetleri) olabileceği itikadına (inancına) sahip olmuş ise o zaman körü körüne cahilane komünizm olabilir veyahut milletin bir kısmı kalili, (az kısmı) kısmı cüzisi (küçük bir bölümü) temayül edebilir. Bu suretle ekalliyetin ekalliyeti (azınlığın azınlığı) denecek mertebede (seviyede) tekevvün (meydana gelecek) edecek bu kuvvet kendini şamil (kapsamlı) ve hakim (egemen) bir kuvvet farzederek, çünkü vukufsuzluğu (bilgisizlik yönüyle) veçhile bir teşekkül olacağından derhal memleket dahilinde – Bittabi (doğal olarak) bu gibi inkılabatın (devrimlerin) heyeti umumiyei milliyemiz (genel milli heyetimiz) tarafından derhal imha edileceğini mutmainiz (kuşkumuz yoktur)- herhalde bir feveran (öfke) olabilir, bir inkılap teşebbüsü (devrim girişimi) olabilir. Bu itibarla Hükümet tedbir düşünmek mecburiyetinde kalır.
KAFA MI KIRALIM, SAHTESİNİ Mİ KURALIM
Efendiler iki türlü tedbir olabilirdi. Birisi, doğrudan doğruya Komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri, Rusya’dan gelen her adamı derhal denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise hududun haricine defetmek gibi zecri, (zora dayalı) şedid (şiddetli), kırıcı tedbir kullanmak. Bu tedbirleri tatbik etmekte iki noktai nazardan (bakış açısından) faidesizlik (yararsızlık) görülmüştür. Birincisi; siyaseten hüsnü münasebatta (iyi ilişkilerde) bulunmayı lüzumlu addediniz. Rusya Cumhuriyeti kamilen (bütünüyle) komünisttir. Eğer böyle zecri (zora dayalı) tedbir tatbik edecek olursak o halde bila kaydüşart (kayıtsız şartsız) Ruslarla alaka (ilgi) ve münesebatta (ilişkilerde) bulunmamak lazım gelir. Halbuki biz bir çok mülahazatı siyasiyeden, (siyasi düşüncelerden) bir çok esbap (sebepler) ve avamilden (etmenlerden) dolayı Ruslarla temasta, müşasebatta, itilafta bulunmak istedik ve istiyoruz ve isteyeceğiz. O halde tatbik edeceğimiz tedbirler de dostluğunu istediğimiz bir millet, bir hükümetin prensiplerini tahkir etmemek (aşağılamamak) mecburiyetindeyiz. İşte bu noktai nazardan (bakış açısından) zecri (zora dayalı) tedbir kullanmak istemedik. İkinci bir noktai nazardan (bakış açısından) da zecri (zora dayalı) tedbir kullanmayı faideli (faydalı) addetmedik. Malumu aliniz fikir cereyanlarına (akımlarına) karşı fikre istinat (dayanmayan) etmeyen kuvvetle mukabelede (karşılıkta) bulunmak, o cereyanı (akımı) imha etmedikten başka, herhangi bir muhatabınızla, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir fikrini kuvvet zoru ile reddederseniz. O ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Binaenaleyh, (bununla beraber) fikir cereyanları cebir (zor) ve kuvvetle reddedilmez. Bilakis takviye edilir. Buna karşı en müessir (etkili) çare, gelen cereyanı fikriye (fikri akıma) mukabil (karşın) fikir cereyanı vermek, fikri fikirle mukabele etmektir. Binaenaleyh (bununla beraber) Komünizmin memleketimiz için, milletimiz için, icabatı diniyemiz (dinsel gereklerimiz) için gayri kabili kabul (kabul edilmesi imkansız) olduğunu anlatmak, yani efkarı umumiyeyi (kamu oyunu) milleti tenvir etmek (aydınlatmak), en nafi (yararlı) bir çare görülmüştür. İşte Hükümet böyle bir çareye tevessülle (aracı) iştigal etmekle beraber, şüphe yok ki, gelen cereyanlar (akımlar) zamanından evvel filen mazarrat tevlit edebilecek (zarar doğurabilecek) hale gelmemesi için dahi bir taraftan da tedabiri lazimeyi (gerekli tedbirleri) ittihaz etmiştir (düşünmüştür). Hükümet tenvir (aydınlatma) ile bu cereyanın (akımın) önüne geçmeyi düşündüğü sırada, aynı suretle düşünen bir takım kıymetli ahlaklı ve her noktai nazardan (bakış açısından) şayanı emniyet (emniyete layık) arkadaşlar bana müracaat etmişlerdir. Bu zevat bu noktai nazardan (bakış açısından) bu memleket ve milletin menafiine (çıkarlarına) azami suretle hizmet edebileceklerini düşünüyorlardı. İşte bu düşüncenin mahsulü (ürünü) olmak üzere Ankara’da Komünist Fırkası namı altında bir fırka teşekkül etti.
Bu fırkayı teşkil eden zevatın bence yakinen malum olan zihniyetini kısaca izah etmek istiyorum, ki sui tefehhümat zail olsun (kötü yanlış anlamalar giderilsin). Bu zevat bir defa hududu milli (milli sınırlar) dahilindeki halkın istiklalinin mahfuziyeti, (bağımsızlığının korunmasını) yani bu milletin, gayi milliyesinin, istikbalinin temin ve istihsali (üretim) için hadim (hizmetli) olmak istiyorlar. Yine onlar da hepiniz gibi milletin refah ve saadeti hakikiyesini (hakiki mutluluğunu) maddeten istihsal (üretmek) için idare makinesinin ıslahı kabiliyeti hazmiyesi derecesi nisbetinde (oranında) terakkiyata (ilerlemeye) mazhariyeti (erişimi) düşünen insanlardı. Binaenaleyh, (Bununla birlikte) bu fırkayı teşkil edenler Komünizmin ne olduğuru millete anlatmak ve bunun ne olduğunu bütün esasları, prensipleri bütün milletçe malum olmadıkça olsa olsa onların içinden halkın kabiliyet ve istidadına (yeteneğine) mümkün olduğu kadar hadim (hizmetli) olabileceklerini, kabiliyeti tatbikiyesi (uygulama yeteneği) görüldüğü takdirde tatbik (uygulama) zihniyetinde idi. Fakat gayet mutaassıp (bağnaz) oldukları nokta, o da, bu memleket içinde ve bu millet içinde her türlü inkılabatı içtimaiyenin, (toplumsal inkilabın) muzır dahi olsa, her türlü inkılabın sahibi hakikileri (gerçek sahipleri) yine bu millet olmalıdır. Yine bu millet vekili olmalıdır ve çok mutaassıp (bağnaz) oldukları bir nokta varsa, bu memleket içinde ecnebi (yabancı) ile hiçbir inkılap vücuda gelmesine alet olanları tahkir (hakaret) ve terzil (küçük düşürme) etmek idi. İşte bu iki niyatı hasene (güzel niyet) ile yapmak arzu eden arkadaşların teşebbüsü Hükümetçe muvafık (eski) görülmüş ve kendilerinin vukuu müracaatları (başvuruları) üzerine resmen müsaade edilmiştir. Yalnız bu müsaadeyi (onayı) yapmakla Hükümet bir şey düşündü. Evet, komünizm içtimai (toplumsal) bir meseledir. Bunun her türlü esasat ve hakayikini istenildiği gibi söylemekte beis yoktur. Yalnız maksadı teşebbüsü belli olmayan, mahalli dahi istenildiği anda meçhul bulunan bir takım kimselerin komünizm namı altında, Bolşevizm namı altında teşkilat yapmasını katiyen menetmek istedik ve bu noktai nazardan (bakış açısından) Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) bütün rüesayı memurini (memur başkanları) mülkiyeye dedi ki; Komünistim diyen Hükümetçe resmen programı görülmüş ve mevcudiyeti (varlığı) resmen tasdik edilmiş cemiyete (topluma) intisap (bağlanır). Fakat kendi kendine teşekkül eden fırkanın Hükümete verdiği bir teminat vardı, ki o dahi her önüne geleni teşkilata memur etmeyip, belki aklı başında mukaddesatı milliyeyi, icabatı diniyeyi, (dini gerekleri) şeraiti umumiyeyi (genel koşulları) millet ve devleti müdrik (anlamış) insanlar ancak bu gayei milliyeye (milli amaca) sadık kalmak şartiyle tenviri efkar (kamuoyunu aydınlatabilirlerdi) edebilirlerdi ve ben eminim ki arkadaşlar, Rus bolşevizminin yapmış olduğu tahribatı bir çoklarımızdan daha iyi bilmektedirler. Hikmeti mevcudiyetlerinin (Varlık amacı) kalmadığına kani oldukları dakikada bütün millete hitaben bizzat kendileri Komünizmin bu memleket içinde kabiliyeti tatbikiyesi (uygulama imkanı) olmadığını kendileri ifade ederler ve dağılırlar. Bu fırka bu suretle teşekkül ettikten sonra Halk İştirakiyyun Fırkası namı altında bir fırka Hükümete müracaat etmiş bulunuyordu. Bu fırka hakkında bir kelime daha ilave etmek isterim. Türkiye Komünist Fırkası, yani Komünistliği ne Arapça, ne Türkçe yapmak istememiş olduklarını, yegane gayelerinin (amaçlarının) halkı aldatmamak olduğunu, söylediğimiz şeylerin Komünistlik olduğunu anlasınlar, düşüncesiyle kurulmuştur. Onun için doğrudan doğruya Komünist kelimesini tekrar ediyoruz ki halkı aldatmış olmayalım diye. Binaenaleyh, (Bununla birlikte) Türkiye Komünist Fırkası bu suretle teşekkül ettiği sırada, Baku’da yine Türkiye Komünist Fırkası namiyle bir fırka vardı. Bu suretle, merkez kazası hariçte (dışarda) bulunan ve teşebbüsatı için talimatı hariçten alan bir fırka da reddedilmiş oldu.
Halk İştirakiyyun Fırkasının sebep ve hikmeti teşekkülünü (kuruluş amacını) bilemem. Müteşebbisleri bunu izah edebilirler. Yalnız benim anladığıma göre Türkiye Komünist Fırkasının mahiyeti teşekkülü (iç örgütlenmesi) ile Halk İştirakiyyun Fırkasının mahiyeti teşekkülü arasında, fark vardır. Türkiye Komünist Fırkası Türkiye için, Türkiye dahilinde çalışan bir fırka mahiyetinde tecelli ediyor. Halk İştirakiyyun Fırkası, doğrudan doğruya komünizm mahiyetini (içyüzünü) gösterir bir fırkadır ve mevsuk malumata (sağlam bilgiye) göre burada bulunan Rus sefarethanesi ile dahi tamamen hali temasta bulunuyorlar. Bu hususta fazla bir şey söylemek istemiyorum.
KOMÜNİZM, ŞARK SİYASETİ VE “KATLİAM YAKINDA”
Şimdiye efendiler, Hükümetin noktai nazarları ve (bakış açılarını) takip ettiği zaten malum olan esasları bir daha tekrar ettikten sonra, Komünist teşkilatına ne gibi mülahazata binaen (hangi düşüncelerle) Hükümet serbesti vermiş olduğunu da izah ettim. Kısmen fakat yine bundan tevellüd edebilecek olan mahazire (doğabilecek korkulara, endişelere) karşı dahi tedabiri şedide (şiddet tedbirleri) ve katiye t (atbiki ve imkanı mahfuz (saklı) bulundurulmuştur ve belki yakın zamanda bunun asarını (eserlerini) göreceksiniz.
Yalnız bir şey rica etmek istiyorum. Bir defa bendeniz reisiniz olmak itibariyle ve münasebatı diplomatikeyede (diplomatik ilişkilerde) Heyeti Aliyenizi temsil etmek itibariyle Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) ve Heyeti vekilenizin (vekiller heyetinizin) her biri, hatta azayı kiramdan (şerefliler üyesinden) dahi her biri bu meseleden bahsederken bir iki noktaya dikkatli bulunması lazımdır. Alehtlak (Ayrım yapmadan) komüniste karşı söz söylerken şark siyasetimize karşı söz söylemeyi tev’em (eş) görüyorum. Bu bir meselei içtimaiyedir. (toplumsal meseledir) Şu ve şu sebeple memleketimizde gayri kabili tatbiktir. (uygulaması mümkün değildir) Fakat bunu kemali serbesti ile söyleyebiliriz. Yalnız Hıristiyan olan bir devlete münasebatı siyasiyede (siyasi ilişkilerde) bulunmamıza bu mani (engel) değildir. Binaenaleyh (Bununla birlikte) biz komünistlik istemeyiz, öyle ise şark siyasetini yapamayacağız demek doğru değildir. Bu gayet abes olur. Bittabi biz Ruslar komünist olduğu için onun aleyhinde bulun(m)uyoruz. Bize gayri kabili tatbik (uygulaması mümkün olmadığı) için ve esasatı diniye (dinsel esaslar) ve şeraiti hayatiye (hayati koşullar) ve içtimaiyemizle (toplumsallığımızla) gayrı kabili telif (uzlaştırması mümkün bulunmadığından) olmaz diyoruz. Hüseyin Avni Bey, bu mebhasde (konuda) idarei kelam ederken mesele daha tavazzuh (aydınlanmış oldu). Şark meselesine dair bütün mütalaalarını (görüşlerini) dikkatle takip ettiğim için bende şöyle bir kanaat hasıl oldu. Bu kanaatı mülahazalarının (düşüncelerin) bir şahısa mütedair (ait) olduğudur. Kendileri o şahsın ismini telaffuz ettiler. Dediler ki; Kara Kazım Paşa ihlal etti.
HÜSEYİN AVNİ BEY (Erzurum)- Bir dakika müsaade buyurur musunuz?
MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) – Müsaade buyurun, silsilei kelamını (kelime sıramı) katetmeyiniz.
“PLAN BİZİM DEĞİL KAZIM PAŞA’NIN”
Kazım Karabekir Paşanın evsafını arzettikten sonra bizi idlal mi, bizi tenvir mi etti (yol mu gösterdi, aydınlattı mı)? Buna dair fazla söz söylemek istemiyoruz. Yalnız ufak bir tereddüdü (çekincesi) olanlar Kazım Kara Bekir Paşa Hazretlerinin bir buçuk seneden beri şark ahvali (doğu ahvali) hakkında her gün vermiş oldukları raporları ve onların kaffesini mütalaa ettikten sonra bir karara varması ve ona göre idarei kelam etmesi iktiza eder. O zaman o mütalaayı (değerlendirmeyi) yapan zatın (kişinin) bu kıymette, bu kudrette bir zat hakkındaki Kazım Paşa Hazretlerinin kıymetlerini takdirde ne dereceye kadar hata etmiş olduklarını anlayacaklardır. Şimdi bunu isbat sadedine, en ufak bir misal (örnek) olmak üzere, burada okunan telgrafnamede buna takaddüm (öncelik) eden bir vaziyet (durum) var. Mustafa Suphi geliyor. Bir defa Mustafa Suphi’yi herkesten evvel şarkta Hüseyin Avni Beyden evvel meydana çıkaran Kazım kara Bekir Paşadır. Bu adamın memlekete girmesinin muzır olacağını takdir eden Kazım Kara Bekir Paşadır ve bunun memleket haricine, hudut haricine (dışına) tardedilmesi (savılması) lazım geleceğini bilen de Kazım Kara Bekir Paşadır. Bunun planını da yapan Kazım Kara Bekir Paşadır. Yoksa Erzurum’da valiliğiniz değildir. Biz değiliz efendiler. Fatihane bir surette yapmış olduğu planı, herkesten evvel icabedenlere faaliyet veren Kazım Kara Bekir Paşadır. Bilmem Bolşeviklere mütemayil (eğilimli) imiş, Mustafa Suphi’nin bilmem nesi imiş… Herkesten evvel kuvvetli bir tedbir alan Kazım Karabekir Paşadır. Ben arzediyorum. Çünkü vesait (araç) vardır. Şuradan buradan bu meseleyi tasvir eden telgraflarını birer birer getireyimokuyayım.
Sonra buyurdular ki; Paşa ile görüşmüşler, İslamiyetle Bolşevizmin müsavi … (eşit) Binaenaleyh (Bununla birlikte) Kazım Paşanın Bolşeviklik ve Komünistlik hakkındaki bütün mülahazatı (değerlendirmeleri) ve bütün noktai nazarları (bakış açıları) şimdiki ifadatım (ifadelerim) ile anlaşılan manadadır. Fakat bu sözlerle sizi imtihan etmiştir ve yine Kazım Paşa beyanatı arasında şark siyasetinin lüzumu takibinden bahsetmiştir. Bunun için söz söylemeye lüzum görmüyorum. Bugün için şark siyaseteni takip etmek, garp siyasetine… Onu takip ediyoruz. Daima onu söylemiş olması … Ve Kazım Paşanın Komünistlerle temasta olanlara karşı Komünist görünmesi vaki olabilir. Memleket ve millet için nafi (yararlı) bir maksadı siyasi (siyasi maksat) temin etmek içindir. Hakikatte Komünist ve Bolşevik olduğu için değildir.
Yine buyurdular, ki Gümrü’de Kazım Paşa kendi eliyle ermenileri Komünist yaptı. Kazım Paşa ile aramızda bir hafta muhabere (çatışma) cereyan etti. Ermeni meselesinin halli mevzuubahis (konu) olduğu sırada şunu mu yapalım, bunu mu yapalım diye mesaili muhtelife mevzuubahis (çok çeşitli konu) olduğu zaman, o münakaşada (tartışmada) bulunmuş olsaydınız takdir ederdiniz ki en faideli (faydalı) olan şey, zaten Komünist olmayan serseri Ermenilere komünist dedirtmek için ve Taşnak mevcudiyetini (varlığını) bir an evvel yıkmak için yapmıştır.
Kazım Paşa hakkındaki diğer bir noktasına cevap vermek isterim. Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu zaman yalnız muhabere etmedim. Benim nezdime ademi mahsus (özel temsilci) göndermiştir. Hakikaten Eskişehir’de bulunduğum sırada Mustafa Suphi’nin ve daha bir adamın imzasiyle bir vesikayı ve bir mektubu hamilen bir zat bana mülaki oldu. Mustafa Suphi bana müracaat ediyor ve diyor ki; bizim hariçte maksadı teşekkülümüz dahildeki maksadı millimizi teshil ve teminden ibarettir. Binaenaleyh (bununla birlikte) size nasıl hizmet edebiliriz? Bu mektubu getiren adam aynı zamanda bana mahrem (gizli) olarak diyor ki; heyeti merkeziyeye dahilim. Bu adam Lenin’in yegane adamıdır ve Lenin Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlaka Mustafa Suphi ile … bu adamın etrafını sarmaktır. Lakin aslı yoktur …idaresiz ve milliyetsiz bir adamdır. Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi’nin mektubuna cevaben yazdım ve onu okuyabilirsiniz. Bu milletin, bu millet vekillerinden mürekkep olan Meclisin maksadı, gayesi, siyaseti kati (kesin) olarak budur. Hiçbir vakitte merkezi hariçte bulunan bir teşkilatla teşriki (ortak) mesai edemeyiz. Biz kendi kendimizi sevk ve idareye çalışırız. Bu memlekette çalışmak isteyenler, hakiki olarak çalışmak isteyenler memleketin içinde bulunurlar ve memleketin hakiki menabiine, kitlelerine istinad ederler. Onun için Mustafa Suphi’ye ceza yapamazsınız efendim.
Bir de şarkın ahvalini tetkik etmek için bir heyeti mahsusa (özel heyet) izamını (yollanmasını) talep etmişler. Şarkın ahvalini hangi noktai nazardan (bakış açısından) anlamak istiyorsunuz? Asıl mektubu getirip de mahrem tebligatta bulunan, söylediğim şeylerin hepsi hakkında müsbet, (somut) müeyyin delaili kafiye mevcuttur. Tekrar delile hacet (gerek) yoktur. Kanaatlerimizi tesbit edebiliriz. Bu mesele hakkında eğer Kazım Paşanın buna temayülatı (eğilimi) ve bu temayülatın (eğilimin) mucibi mazarrat (zarar) olacağını tahkik etmek ise maksat, bu gayet (açıktır) barizdir. Azerbaycan’da bilmem Dağıstan’da Bolşeviklerin Komünizme karşı ne gibi tedabiri ciddiye (ciddi önlemler) düşündüğünü anlamak için. Hükümete olan tekliflerini mütalaa buyurabilirsiniz. Eğer bundan başka şarka anlaşılması lazım ve henüz Beyefendi tarafından ifade edilen şey varsa bir heyeti mahsusanın (özel heyetin) izamı (yollanması) meselesi, ki buna hiç lüzum yoktur. Kazım Paşanın ne ruhta ve bolşeviklere karşı olan hissiyatı malumunuzdur.”
DERSLER:
1. Kemalist kadro, Bolşevik Rusya ile “siyaseten” ve bir süre, dostluk ilişkisi yürütür gibi yapmıştır. Emperyalizmle “geçici olarak” karşı karşıya olduğunu düşünmüş ve her koşulda uzlaşma yollarını aramıştır. Kendisini emperyalizmle uzlaştıracak olanın; Komünizme karşı ortak sınıfsal düşmanlık olduğunun bilincindedir. Hatta Meclis kararıyla yürütülenlerin yanısıra, Meclis’ten bile gizli yürütülen ilişkilerde, İngilizlerin güvenini kazanmak için büyük bir ideolojik/ politik berraklıkla şu vaadedilmiştir: “silahlarımızı şarka çevirebiliriz.”
1921 yılı Aralık ayının 13’ünde TBMM’nin gizli celsesinde Aydın temsilcisi Mazhar Bey konuşuyor:
“…biz düşünmek mecburiyetindeyiz ki kendi milletini yaşatabilmek için bu kadar sıkıcı kuvvetler altında şarka doğru yürümek isteyen garplilere karşı biz acaba yalnız başımıza mı karşı koyacağız? Bittabi hayır. Bu mümkün değildir. Bunun için şarka temayül gösterdik. Belki şark da aynı hisle bize doğru elini uzattı. Fakat pek iyi biliriz ki geçen altı yedi ay devam eden bir müddet zarfında Ruslarla, şark alemi ile ufacık bir ışık göremiyecek kadar karanlık siyasetimiz cereyan etmiştir. Buradan Rusya’ya gönderdiğimiz heyetin başında bulunan adam, -ki Bekir Sami BeydirRusya’da bizim şark siyasetimiz aleyhinde çalışmış, Batum ve Tiflis havalisinde bulunan ecnebilere bu fikrini beyan etmiş, uğradığı vilayet merkezlerinde Rusya siyaseti aleyhinde bulunmuştur ve nihayet Londra’da en elim, en feci bir cinayeti irtikap etmiştir. Zannetmeyiniz ki Londra’da yalnız yaptığı itilafnameyi kastediyorum. Londra’da az çok gizli kalmış ve belki de bizim için gizli kalmış ve Fransa ve İngilizlerce öyle yapmıştır ki açıktan açığa şarkın aleyhinde bir hareketi İngilizlere vadetmiştir ve bittabi bunu İngilizler mal bulmuş mağribi gibi zaptolunan ifadatını Ruslara vermiş ve o zamandan beridir ki Ruslar bize karşı daima şüpheli bir arkadaş vaziyetine girmiştir. Yoksa Fransızlarla yaptığımız itilafnameden münbais (bir şeyden ileri gelmiş) değildir. Bunun esasını pek eski zamanlarda aramak lazımdır. Bu Bekir Sami Beyin yaptığı fenalıktır. Zaman zaman hududa kadar gelmiş olan paralar geri dönmüştür. Bekir Sami Beyin bu siyaseti (Mustafa Kemal ve yakın çevresinin siyaseti olarak anlamak gerekir. Z.T.) hakkında Londra’daki hareketi; orada Loiçcorç (Lloyd George) ve Gürzonla iki buçuk saat kadar devam eden hafi (gizli) müzakeratta (görüşmelerde) bulunmuştur. O müzakerat esnasında siz Yunanlıların yerine bizi tutarsanız biz silahlarımızı Şarka tevcih ederiz, demiştir. Resmi şekilde ceryan etmeyen bu sözü İngilizlerin katipleri tarafından Bekir Sami Beyin malumatı olmaksızın tamamen notedilmiştirve katip tarafından ilan edilmiştir.
Kemalizmin daha savaş halindeyken, “şark sorununu” batı emperyalizmi adına çözmeye talip oluşu, İngiliz emperyalizminin teveccühünü kazanabilirse, derhal emperyalizm adına Sovyetlere düşmanlık konumuna geçme vaadi ve bunu Meclis’ten bile gizleyerek emperyalistlere ifade etmiş olması, onun anti-emperyalistliği ve Ekim Devrimi’ne ne kadar dost olduğu iddialarını ileri sürmeye devam edenlerin maskesini, bir kere daha düşürecek netliktedir. Türkiye’yi yönetenlerin Soğuk Savaş döneminde oynadıkları rolün ve bugün ABD’nin Avrasya stratejilerinin taşeronu olma hevesinin, Kemalizmden bir sapma olmadığını; aksine, tutarlı bir sürekliliği ifade ettiğini bilimsel ve tarihi bir kesinlik olarak tesbit etmek gerekir.
Kurtuluş Savaşında yeralan güçler içinde antiemperyalizmi en zayıf, fakat siyasi birikim ve yeteneği en güçlü unsur, Kemalizm’dir.
Emperyalizmle ilişkilerde Kemalist politikayı iyi anlamış, bu politikanın bugün de sürdürücüsü olan iki has Kemalist’in sözlerini aktararak, sürekliliğe örnek verelim
“Örneğin Türkiye, Cumhuriyetin 76. yılını kutluyor. Bu, laik demokratik karakterdeki cumhuriyetimiz NATO’nun içerisindeki ikinci öncelikli güç olarak, yıllarca batının değerlerini doğunun değerlerinden üstün kılmıştır. Dolayısıyla, batı değerlerinin doğuya karşı tek bir kurşun atılmadan kazanılmasında Türkiye’deki cumhuriyetin ve laik yapının da katkısı olmuştur.” (Emekli Orgeneral, ABD’deki “Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü JİNSA tarafından ‘Uluslararası liderlik’ ödülü verilen proAmerikan Çevik Bir, Hürriyet, 3 Kasım 1999)
“Türkiyesiz bir Avrupa düşünülemez. Çünkü dün Türkiye Avrupa değerlerini savunmanın bir kalesiydi. Bugün Türkiye bir köprüdür. Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Çin Seddi’ne kadar bir dünyayı kucaklamışsınız, bu Türkiye’siz olur mu? Olmaz. Avrupa değerlerini oralara kadar götürecek olan Türkiye’dir.” (Siyasete Morrison firmasının Türkiye temsilciliğinden geçen ve ABD Başkanı Johnson’la yanyana çekilmiş fotoğrafını dağıtarak başlayan, kırk yıldır bildiğimiz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Hürriyet 24 Kasım 1999)
2. 1920’lerin başında Anadolu’nun her köşesinde, Bolşevik Devrime ve Komünizme yakınlık duyanların varlığı ve örgütlenme çabaları Kemalizmi derin endişelere sevketmektedir. Mustafa Kemal ve çevresine göre, “Bunların kafalarını kırmak lazımdır”. Ama açıktan ve yaygın bir şiddet uygulamasının, dostluğuna ihtiyaç duyulan Sovyet Rusya ile arayı açabileceğinden de endişe edilmektedir.. O yüzden, bir yandan sahte bir parti kurarak, yığınlardaki komünizme yönelik sempatinin içini boşaltmak yolu tutulmuştur. Parti’nin adı Türkiye Komünist Fırkası ve kurucuları “güvenilir” arkadaşlardır. Bu sahte partinin kurucuları, varlığı için bir sebep kalmadığı anlaşıldığı dakikada, yüzündeki maskeyi çıkararak, halka komünizmin Türkiye’de uygulanmasının mümkün olmadığını bizzat açıklayacak ve dağılacaklardır. Plan böyledir. Programının nihai amacı, komünizmin geçersizliğini ilan etmek olan; bu amacı daha işin başında, Mustafa Kemal tarafından ilan edilen bir partinin sahteliği üzerine herhalde başka kanıtlar aramak gerekmeyecektir
Nitekim komünizm adına ortaya çıkıp, sonra “dağılanlar” Türkiye tarihinde iki defa görülmüştür. Birincisi M. Kemal’in kurdurduğu sahte partinin kadrolarıdır. İkincisi ise, TBKP Anayasa mahkemesi tarafından kapatılmadan önce, TBKP kongresine karar aldırarak, partiyi “bütünüyle” kapatanlar ve bunu yaparken, “komünizmin geçersizliğini” ilan etmeyi ihmal etmeyenlerdir. Hatta bu arada 12 Eylül’ün kapattığı partilerin yeniden açılması imkanı doğunca, Ankara’da bir şirket ofisinde alelacele toplanmış üç-beş kişi ve kendileri gelmediği halde onay vermiş bulunanların oylarıyla TİP adına “Kongre toplayıp”, belki yeniden açmak isteyenler olur endişesiyle TİP’i feshedenler de; eylemleri mükerrer olsa da, anılmalıdır…
3. Kemalist kadronun Mustafa Suphi ve arkadaşlarından sürekli “serseri, eşhası sefile, soysuz, vb” aşağılayıcı ve düşmanca sıfatlarla sözettikleri biliniyor. Ancak Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Anadolu’ya geçerek, bir yandan Ulusal Kurtuluş için savaşmak; diğer yandan Anadolu’da zaten var olan kadro ve sempatizan yığınlarını parti saflarında ve cephede örgütlemek istemeleri Mustafa Kemal ve arkadaşlarını ürkütmüştür. Bu durumda, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Anadolu’ya gelmeleri halinde ne yapılacağı üzerine, Kazım Karabekir Paşa ve Mustafa Kemal Paşa, hergün haberleşmişler ve “fatihane bir plan” üzerinde anlaşmışlardır. Bu planın ne olduğunu biliyoruz. Erzurum’da ilk gün görülen halkın sevgi gösterileri derhal kontrol altına alınmış ve Trabzon güzergahı boyunca ekmek ve su dahil hiçbir şey kendilerine verdirilmemiş, halkın aleyhte gösterileri diye sahte gösteriler ve tacizler düzenlenmiş ve “15’ler” Trabzon’dan açıldıkları teknede öldürülerek, denize atılmışlardır. İşte “fatihane plan” budur. Katliamdan 12 gün önce yapılan Meclis konuşmasında ısrarla altı çizilmiş olduğu gibi; plan da, tarih önünde Kazım Karabekir Paşa’nın üzerinde kalmıştır.
Buradaki “zeka dolu tarz” ile Yahya Kahya’nın öldürülmesindeki “zeka dolu tarz”, herhalde “dikkatlerden kaçmamıştır.
M. Kemal bu konuşmasında “siyaseten” davranmak, Kazım Paşa için “Komünistlerle temasta olanlara karşı komünist görünmesi vaki olabilir.” gibi, bizim siyaset tarzımızın tamamen dışında bir siyaset anlayışını ortaya koymaktadır. Bu anlayışın sona erdiğini düşünmek için hiçbir sebep yoktur.
4. Mustafa Suphi’lerin öldürülmesinin Sovyet Rusya ile ilişkileri koparmayacağının da hesap edildiği, aynı konuşmanın içinde vardır. M.Kemal, Mustafa Suphi’nin söylendiği kadar önemli olmadığını, “Lakin aslı yoktur…idaresiz ve milliyetsiz bir adam” sözleriyle ifade etmiştir. Mustafa Suphi Sovyet Rusya için ne kadar önemli değildir? Cevap: kendisi ortadan kaldırıldıktan sonra, Mustafa Kemal kadar önemli değildir. Gerçekten de, III. Enternasyonal toplantısında Mustafa Suphilerin katline rağmen Kemalistlere yapılan yardımın sürdürülmesi, Hindistan Komünist Partisi temsilcisi Roy tarafından eleştirildiğinde, başta Lenin olmak üzere III. Enternasyonal Yürütmesi tarafından doyurucu bir cevap verilememiş; ancak Ekim Devrimini boğmaya çalışan emperyalist kuşatma altında III. Enternasyonalin ilkelerini ihlal pahasına Kemalizmin desteklenmesine devam edilmiştir.
Kemalizm, vatan işgal altındayken, işgalciyle savaşmak için gelmekte olan komünistlere karşı siyasi mücadelede, hesaplayarak, planlayarak, tasarlayarak cinayet işlenmesinde sakınca görmeyen uluslararası bir geleneğin Türkiye’deki temsilcisidir. Bu geleneğin sona ermiş olduğuna dair, yakın zamanlar dahil, emarelerin çoğaldığı bir dönem yoktur. 1871 Komün deneyimi; işgalcilere karşı kurtuluş savaşını da içeren Çin Devrimi; Yunanistan’da İtalyan ve Alman işgalcilere; veya işgal altındaki Fransa’da Nazilere karşı direniş dönemleri; sınıf mücadelesinin bu özel koşullarının seyri hakkında ortak ve zengin örneklere sahiptir. Burjuvazi için, sınıf düşmanlığı, zikredilen bütün örneklerde, en başta gelir
Başka dersler çıkarmak için, bu tartışmaya katılmak isteyenlerin katkılarını bekleyelim.
NAZIM HİKMET/ 28 KANUNU SANİ
– Ta ta aa ta ta Ha ta tta ta
Tarih
sınıf-ların mücadelesidir
– 1921
Kanunusani 28
– Karadeniz
– Burjuvazi
– Biz
– On beş kasap çengelinde sallanan
On beş kesik baş
– On beş arkadaş
– Yoldaş
Bunların sen isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunusaniyi unutma!
– “Siyah gece
“Beyaz kar
“Rüzgar
“Rüzgar
– Trabzon’dan bir motor açılıyor
– Sa-hil-de ka-la-ba-lık!
– Motoru taşlıyorlar
– Son perdeye başlıyorlar!
– Burjuva Kemal’in omuzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kahyanın cebine inmiş
Kahya adamlarının donuna
– Uluyorlar
– hav…hav..hak…tü
– Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi böyle haykırır
– hav hav…hak…tü
– Gördün mü ikinci motoru?
– İçinde kim var?
– Arkalarından gidiyorlar.
– İkinci motor birinciye yetişti
– Bordoları bitişti
– Motörler sarsılıyor
– Dalgalar sallıyor
Sallıyor dalgalar.
– Hayır
iki motörde iki sınıf çarpışıyor.
– Biz
Onlar!
– Biz silahsız
Onlar kamalı
– Tırnaklarımız
– Kavga son nefese kadar
– Kavga
– Dişlerimiz ellerini kemiriyor
– Kamanın ucu giriyor
– Girdi
-Yoldaşlar, ey!
artık lüzum yok fazla söze:
Bakın göz göze – Karadeniz
On beş kere açtı göğsünü.
On beş kere örtüldü.
Onbeşlerin hepsi Bir komünist gibi öldü.
Moskova, 1923
Nazım Hikmet/Vala Nurettin
ONBEŞLER İÇİN
Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz,
Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını.
Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa,
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa,
Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını.
Eski cihan, yeni cihan önünde eğil!
Aramızdan bir kaç yoldaş ayırmak değil.
Her ne yapsan varacağız emelimize!
Karadeniz…bunu duysun derinliklerin:
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize!
BATUM 1922
SULTAN GALİYEF’in MUSTAFA SUPHİ’nin ölümü sonrasında kaleme aldığı yazı:
MUSTAFA SUPHİ VE YAPITI (1921)*
“Hiçkimse kendi ülkesinde peygamber değildir” diyen haklıydı. Türk komünistlerinin lideri Mustafa Suphi, kör, karanlığa itilmiş, gözü dönmüş bir kalabalık tarafından işkence edildiği, sonra da Karadeniz’e atıldığı bir kentte doğmuştur. Trabzon O’nun doğduğu kenttir. Orada doğdu ve çocukluk yıllarını orada geçirdi. “Büyük” bir paşanın hizmetinde bir bölge memuru olan babası, ona, sultanın ismini taşıyan yüksek bir devlet lisesinin kapısını açtı. Ama kader ona başka bir mevki hazırlıyordu. Üniversite öğrenimini Türkiye’de bitirdikten sonra M. Suphi Paris’e gidip Hukuk fakültesine yazıldı. İki yıllık öğrenimden sonra Türkiye’ye döndü ve İstanbul Ticaret Mekteb-i Ali’sinde Ekonomi Politik öğretmeni oldu.
Emperyalist dünya savaşı yıllarında, “İttihat ve Terakki” Partisi’nin çabaları sonucu Türkiye savaşa itildiği zaman, Suphi Yoldaş, çarpıcı ve kamuoyunda alabildiğine yankı uyandıran bir eleştirisini yapar Türk emperyalistlerinin. Türk hükümeti onu “anglofil” suçlamasıyla tutuklar ve tutumunu “devlete suikast” diye niteleyerek bir kaleye hapseder. Rusya’ya kaçmayı başarması, 1917’nin ilk zamanlarına, Şubat Devrimi’nin başlarına rastlar. Savaş esiri olarak önce Sibirya’ya, sonra Kırgızistan’a (Uralsk kenti) gönderilir. Ekim Devrimi’nden sonra Suphi Yoldaş Moskova’ya gelir ve “NARKOMNAK” katında örgütlenmekte olan “CENTRO-MUSKOM”un hizmetine girer. Sovyet Hükümeti’ne yandaşlık sunan ilk Türk’tür.
Suphi Yoldaş’ın Sovyetler’e yandaşlığı, gazetelerinde (Kazan ve diğer kentlerde “Koiassi” ile “İoulduze”) kendisine karşı korkunç bir kampanyaya girişilen milliyetçi müslüman entellijansiya ile oportünist sosyalistlerin tepkisine sebep olur. Milliyetçi Tatarlar bir Türk profesörünün bolşeviklerle nasıl yandaşlığa gideceğini kavrayamamaktadırlar.
Suphi Yoldaş’ın Sovyet Hükümeti’nden, “Müslüman Komiserliği”nde çalışmasına karşılık, milyonlar aldığı söylentileri çıkartıldı. Bu, en karanlık dönem oldu. Çünkü bir avuç cesur Bolşevik ve sol müslüman sosyalist, Rusya’daki müslüman Doğu Halkları’nın şovenizmin gemi azıya almasına karşı mücadele etmek zorundaydılar. Suphi Yoldaş “CENTROMUSKOM” katında enternasyonal propaganda kesimini oluşturmak ve yönetmek görevini üstlendi. En kısa sürede Türk savaş esirleri için “Yeni Dünya” ismi altında haftalık bir sosyalist propaganda organı çıkardı. Türk savaş esirleri arasında bilimsel sosyalizmi yayan ve onlara Ekim Devrimi’nin önemini açıklayan “Yeni Dünya”, aynı zamanda, “kafasında dokuz tilki dolaşan” paşaları ve dayanaklarını açıkça ortaya çıkarmakta ve eski askerleri, bunlardan sıyrılıp Türkiye’de Şura rejimini kurmaya çağırarak, Türkiye’nin milliyetçi-burjuva hükümetine karşı yoğun bir propaganda yürütmekteydi. Gazete, Türk savaş esirleri arasında büyük bir otorite kazandı ve binlerce nüsha ile aralarında yayıldı.
Yavaş yavaş “Yeni Dünya” çevresinde küçük ama sağlam bir Türk marksistleri çekirdeği oluştu. Dünya sosyal devrimi önünde Suphi Yoldaş’ın asıl başarısı, Rusya komünistleriyle tüm yandaşlığı süresince, düzenli bir Türk komünist partisi yaratmaya uygun, sıkı ve akıllı bir çizgiyi izlemiş olmasındadır. Kendi ülkesinde bu uğraşın teorik-entellektüel bir niteliği yoktu. Ama her zaman mücadelenin ön saflarında yeralan, proleter kitle arasında taşkın bir devrimci niteliğine sahipti. Kazan’ın düşüşünden bir kaç hafta önce, “CENTROMUSKOM Enstitüsü”nün birleşiminde 5. Rusya Panrus Kongresi Müslüman delegelerince seçilen Suphi Yoldaş’ın Müslüman Sosyalist Merkez Komitesi ile, Müslüman sosyalistkomünist komiteler tarafından hazırlanmış konferansa gelmiş Türk sosyalistlerini, yine bu konferansta nasıl örgütlediğini görüyoruz. Onun insiyatif ve yönetimi altında, Çekoslavaklar’a karşı savaşacak Türk esirlerinden oluşan bir alay düzenlendi. Kazan’da Moskova’ya bildirmek üzere, Türk sosyalistlerinin Panrus Konferansı karar taslağı hazırlandı. Bu konferans, aynı yılın haziran ayında toplandı. Yirmibeş-otuzdan fazla kişinin katılmadığı doğrudur. Ancak bu sayı bile çalışmanın ilk zamanları için yeterliydi. Suphi Yoldaş’ın itimiyle, Konferans, tüm Türk mülteci sosyalistlerini, tüzüğü Rus Komünist Partisi’ninkinin aynı olacak tek bir komünist örgütte birleştirmeyi kararlaştırdı. Tahmin edileceği gibi, Suphi Yoldaş’ın çalış- ması, tavşan uykusundaki Türk Hükümeti’nin öbür gözünü de açıyor. Ciddi olarak rahatsız oluyor Suphi Yoldaş’tan…Ve bu hükümetin Moskova’daki elçisinin Sovyet Hükümeti’ne nasıl arka arkaya “Brest-Litovsk Anlaşmasına uygun olarak” Türk savaş esirleri arasında “Bolşevik propagandasının durdurulması” ve “Yeni Dünya Gazetesi’nin yayınının askıya alınması” kararının uygulanması için notalar gönderdiğini biliyoruz.
Bir süre sonra (bunun devamı olarak) aynı elçinin doğu diplomasisine özgü kurnazlıkla, Suphi Yoldaş’ın prestijini Sovyet Hükümeti’nin gözünde nasıl hiçe indirme yollarını aradığını görüyoruz. İsmi geçen konferansa “sosyalist” diye bir ajan-provakatörü sokmayı başardı bu elçi. Provakasyon anında görüldü, ama izleri haladuruyor.
Avusturya savaş esiri, Bosna müslümanı Bülbülanov. Moskova milliyetçi Tatarları hizmetinde bulunduğu sıralarda, bilinmeyen yollardan “Haber Alma Bürosu”na -Sovyet Hükümeti’nin merkez organlarından biri-ne giriyor ve “Müslüman Komiserliği”ne ve Suphi Yoldaş’ın da aralarında bulunduğu omuzdaşlarına karşı iğrenç bir duyuru kaleme alıyor.
Bu anda, komünist Suphi Yoldaş’ın kaybına uğrarken, 1918’de Türk paşasının sözlerini yayan tüm Bülbülanovcuları ve benzeri provakatörleri nefretle lanetliyoruz
Bu karşı propagandalar, o dönemde, bir sıra iç çelişkilerine karşın, yine de, Suphi Yoldaş’ın, uğraşında olduğu gibi, kişisel yaşantısında da oldukça önemli bir roloynadı.
Uzun süre güvensizlik ve kuşku atmosferinde çalışması gerekiyordu. Ve de bu ona korkunç ağır geliyordu. Onu kişi olarak tanıyan ve onunla çalışmış tüm yoldaşlar, o sırada cephedeydiler. Ayrıca, Müslüman İşleri Komiseri Yoldaş Molla Nur Vahidov, Kazan’da Çekoslovaklar tarafından yakalanıp kurşuna dizilmişti.
Bu dönemde Suphi Yoldaş, Çekoslovaklar tarafından yıkılan müslüman proleter örgütleri yeniden kurmak, Volga ve Ural arasındaki karşı devrimle mücadele etmek üzere olağanüstü komisyon üyeliğine getirildi. Ama yukarıda belirtilen koşullar yüzünden, Stalin Yoldaş’ın gelişine kadar çalışmaya girişemedi.
1918’in son ve 1919’un ilk yarısında Suphi Yoldaş Kazan’a geçerek Çekoslovaklar tarafından yıkılan “Müslüman Bilim Enstitüsü”nün yeniden kurulmasına karar verir ve aynı zamanda yerli Tatarlar ile savaş esirleri arasında partinin çalışmasına aktif olarak katılır. 1918’in Eylül’ünde, kendi yönetimi altında Tatar yazı ve alfabesini basitleştirmek üzere bir Panrus Konferansı toplanır. Bu konferans değerli pratik sonuçlar verir. Bundan başka, Tatarlar arasında sosyalist öğrenimin yaygınlaştırılması alanında ciddi bir sıra çalışmayı da gerçekleştirir
Savaş Halk Komiserliği katında “Müslüman Askeri Merkez Enstitüsü”nün çalışmasına katılarak, Türk savaş esirlerinden Kızılordu alay ve müfrezelerinin oluşturulmasına da yardım etti. Türk komünistleri arasındaki çalışmasını hiçbir zaman ihmal etmedi. Moskova ile işçi kitleleri ve Türk savaş esirlerinin yoğun olduğu kentler arasında ilişkiler kuruldu. Buralarda Türk komünist örgütünün hücreleri oluşturuldu.
Suphi Yoldaş “NARKOMİNDEL”ce 1918’de Moskova, Petrograd ve diğer kentlerde düzenlenen “enternasyonal miting”lerde aktif olarak yeraldı. 1919 Mart’ında III. Komünist Enternasyonal’in I. Kongresi’ne katıldı. Kırım’ın Sovyet birliklerince alınmasından sonra, Komintern adına çalışmak üzere buraya gitti. 1918 çatışmalarından sonra Sovyet Hükümeti’ne sırt çeviren Tatarlar arasında çalışma alabildiğine bir özen gösteriyordu. Suphi Yoldaş buna da ulaşmıştı. “R.K.P. Bölge Komitesi” üyesi ve buna bağlı “Tatar Bürosu Başkanı”, aynı zamanda Simfiropol’e taşınan “Yeni Dünya” gazetesi yönetmeni olan Suphi Yoldaş, kendisini bütünüyle çalışmasına veriyor ve çok kısa zamanda parti içinde olduğu gibi, kitle içinde de geniş bir otorite kazanıyor.
Suphi Yoldaş’ın inisiyatifiyle, Kırım Tatarları ile Türk işçilerinden oluşan Enternasyonal Doğu Alayı, birliklerimizi geri çekilişte savunarak, yeni asker sürmek üzere olan General Sbatchtchev’in birlikleriyle çarpışır
Orada partinin Türkiye için çalışmasını hiçbir biçimde unutmaz. Kırım’da çok kısa bir süre kalmasına karşın, İstanbul’a ve Türkiye’nin diğer kentlerine, Türkiye’nin yarınki komünist alayının ilk kadroları olan onlarca komünist göndermeyi başarır. Suphi Yoldaş’ın Kırım’da çalışmasının ürünleri Vrangel döneminde meyvasını verdi. Kırım’da tüm karşıdevrimci hareketler yenilgiye uğradı.
İngiliz karşı-casusluk örgütü de kendi açısından Suphi Yoldaş’ın prestijini istismar etmeyi planlıyordu. Kırım’ı ele geçirmek isteyen Beyazlar, M. Suphi’yi yakalamak için her yana ajanlar saldılar. Onun gizli bir çalışma için Kırım’da kaldığı kuvvetle tahmin ediliyordu. Sıkı aramalardan sonra M. Suphi “bulundu ve asıldı.” Bir zaman, Kırım’daki Beyaz Muhafızların gazeteleri böyle bir yayında bulundular. Oysa, o anda Suphi Yoldaş, Kiev yakınlarında Petliura ile Denikin’in müfrezeleri tarafından kuşatılan 12. Ordu’daydı ve yanındaki yiğitler ile kendi saflarına ulaşmak üzere bu yoğun süngü çemberini yarmaya çalışıyorlardı
Sonra Suphi Yoldaş, Afganistan ve İran üzerinden gizli bir çalışma için Türkiye’ye girmek amacıyla Türkistan’a gider. Türkistan yolunda dutouzko-kolçakist cephesinin yarılmasını beklerken, Samarra’da “Türkfron”un politik kesiminde çalışır. Suphi Yoldaş, Türkistan’da 1920’nin ilk yazına değin çalışır ve Azerbaycan’da Sovyet rejiminin ilanı üzerine Baku’ya geçer. Türkistan’da olduğu gibi, çalışması çok yönlülüğü ve olumlu sonuçları ile belirlenir. Taşkent’te parti “Kraikom” katında “Enternasyonal Propaganda Bürosu” başında bulunur ve Türk, İranlı, Afgan, Buharalı ve Hindu komünistleri örgütler. Aynı zamanda Parti’nin Sartlılar, Tacikler, Türkmenler v.b. arasındaki çalışmasına aktif olarak katılır.
Baku’da Suphi Yoldaş, aşağı yukarı sadece Türk sorunu üzerine, bununla ilgili olarak diğer doğu ülkeleri komünist örgütleri ile ilişkileri yitirmeksizin çalışmasını yoğunlaştırır. Burada “İttihatçılar”ın (Türk burjuva milliyetçisi “İttihat ve Terakki Partisi”nin önde gelenleri) yönetimi ve yoğun işbirliğiyle “ürettirilmiş” bir “Türk Komünist Partisi” bulur. Suphi Yoldaş İttihatçılara seslenir: “Kahrolsun proletaryanın işlerine burunlarını sokanlar!” Ve bunların pseudo-komünist örgütlerini tasfiye eder.
Daha sonra Suphi Yoldaş’ın karşısına alabildiğine karmaşık bir sorun dikilir: Türkiye’deki tüm gizli komünist işçi grup ve örgütlerinin birleştirilmesi ve merkezileştirilmesi: Türk sol sosyalist partilerle ilişkiler. O’nun, Anadolu’da durmadan gelişen ulusal kurtuluş hareketi karşısındaki tutumunun tanımlanması oldukça önemlidir. “Türk Komünist Örgütleri Merkez Bürosu’nu oluşturdu. İstanbul’- da ve Anadolu’da varolan tüm komünist örgütlerini tek bir örgütte, “TKP’de toplamaya karar verdi. Suphi Yoldaş, Merkez komitesi Başkanı seçildi. III. Enternasyonal’i tanıyan “Sol Sosyalist Partisi” Komünist Partisi’ne katılıyor. Türk “Sosyal Demokrat Partisi” üyeleri de Komünist Partisi’ne giriyorlar. Suphi Yoldaş’ça yönetilen TKP Merkez Komitesi Baku’da kaldığı sürece geniş çapta örgütlenme çalışmasını tamamlıyor. Merkez Komitesi organları, Anadolu’nun her noktasında ve Türkiye’nin anlaşma ile işgal edilmiş bölgelerinde örgütlenmeye gidiyor. Kafkasya’nın ve Türk savaş tutukluları ile Türk işçilerinin bulunduğu Güney Rusya’nın çeşitli kentlerinde organ ve hücreler oluş- turuluyor. Propagandacılar hazırlamak üzere, geniş programlı politik kurslar düzenleniyor. Baku’da, daha sonra Anadolu’ya kaydırılan, Türk savaş esirlerinden oluşmuş bir komünist alay hazırlanıyor. Yayınlar özel olarak çoğaltılıyor. Kadınları ve gençliği partiye çekmek için büyük bir çalışma tamamlanıyor.
Mustafa Suphi gibi böylesi bir kişinin kaybı Türkiye Komünist hareketine büyük bir darbe vurdu. O’nun kişiliğinde TKP, Sovyet Rusya’da sosyalist devrimin süzgecinden geçmiş ve Tataristan’da başlayıp Kafkasaşırı ülkelerde biten doğunun her köşesinde doğurduğu çeşitli sonuç ve etkileri ayrıntılarıyla incelemiş olan liderinden ve yöneticisinden yoksun kaldı.
Bugün aramızda bulunmayan “O”, otuzdörtotuzbeş yaşlarında bile değildi. M. Suphi, düşmanlarının tüm dikkatini üzerinde toplatacak denli güçlü ve enerjikti. Caniler kimlerle uğraşacaklarını iyi biliyorlardı.
KİMSENİN BİLMEDİĞİ MEZARINDA RAHAT UYU, DEVRİMİN ERKEN YİTEN SAVAŞÇISI ! SAĞ KALANLAR TAMAMLAYACAKTIR. BAŞLATMIŞ OLDUĞUN ESERİ.
*(*)Sosyalist Yayınlar’ı tarafından 1992 yılında yayımlanmış “Mustafa Suphi, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları” adlı kitaptan aldığımız bu yazı, Tatar Bolşevik lideri Sultan Galiyef tarafından yazılmış ve NARKOMNAK’ın dergisi olan Zizn Nasyonal Hostey (Milliyetlerin Hayatı)nın 16 Temmuz 1921 tarihli 14 (112). sayısında “Mustafa Suphi i ego Rabota” başlığı altında yayımlanmıştır. Yazı Türkiye’de ilk kez ANT Sosyalist Teori ve Eylem Dergisi tarafından Ocak 1971’de 15’lerin 50. ölüm yıldönümünde yayımlanmıştı