ARAP ÜLKELERİNDE “NAMUS CİNAYETLERİ” VE KADINA ŞİDDET ÖRNEKLERİ

Faik Bulut / 18 Temmuz 2021

Faik Bulut’un bu makalesi, independent Türkiye web sitesinden yazarın izniyle alınmıştır.

OECD’nin“Tek Bakışta Toplum 2019”araştırmasına göre, örgütün 36 üyesi arasında ömürlerinde en az bir kez eşinden fiziksel veya duygusal şiddet gören kadın oranının en yüksek olduğu ülke yüzde 38 ile Türkiye.

Türkiye’nin hemen ardından yüzde 36 ile ABD geliyor. Yeni Zelanda yüzde 35 ile üçüncü sırada. OECD ortalaması ise yüzde 21,6.

Türkiye, kadına yönelik şiddettin yoğun yaşandığı ülkelerden biri olarak bilinir. Kadın cinayetlerinin (çoğunlukla“namusu temizleme”gerekçesiyle) sayısı, 2000’li yıllarda geçmiş yıllara göre büyük artış göstermiştir: 474 kadının öldürüldüğü 2019 yılı, ülkede son 10 yılda en fazla kadının öldürüldüğü yıl olmuştur.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, yıllık raporuna göre 2020 yılında 300 kadın erkekler tarafından öldürülmüş, 171 kadın şüpheli şekilde ölü bulunmuştur.

2010-2019 yılları arasında kadın cinayetlerinin sayısında sadece, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı yıl olan 2011 yılında düşüş görülmüştür.1

Kadınlar için umut teşkil eden İstanbul Sözleşmesi, ne yazık ki resmen iptal edildi. Bazı dini cemaat ve şahsiyetleri hoşnut edip siyasi desteklerini alabilmek uğruna kadınların doğuştan gelen insani, vicdani, sosyal, siyasal ve demokratik hakları yok sayılıp feda edildi.

(İstanbul Sözleşmesi, toplumun geniş kesimleri tarafından benimsenmişti. İptal edilmesi de büyük tepki yarattı / Fotoğraf: Ekmek ve Gül)

Gazeteci İsmail Saymaz, bu durumu şöyle formüle ediyor:“Tarikat ve cemaatlere diyet verildi.”2

Büyük oranda farklı kadın örgüt veya derneklerinin eleştirilerine ve sınırlı ölçüde de olsa iktidar yanlısı kadın kuruluşlarından bazı isimlerin itirazlarına rağmen İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırıldığı gün, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, 4. Ulusal Eylem Planı toplantısında şöyle diyordu:

Bizim kadına yönelik şiddetle mücadelemiz İstanbul Sözleşmesi ile başlamadığı gibi bu sözleşmeden çekilmeyle de bitecek değildir. En önemli hususun şiddeti gerçekleştirmeden durdurmak ve yaygınlaşmasını engellemek olduğunu biliyoruz.

İktidarı destekleyenlerin dışında bu sözler kimseyi ikna etmemişe benziyor. Erdoğan’ın açıklamasını değerlendiren Avukat Yelda Koçak, konuşmayı“samimi bulmadığını” söylüyor:

Samimi olmadıkları, konuşmada vurgu yapılan ‘ısrarlı takip’ suçu konusunda yaptıkları ile de ortadadır. Daha birkaç gün önce açıklanan 4. Yargı Paketi’nde ilk başta yer alan ısrarlı takibin suç olarak tanımlanmasını Adalet Komisyonu’na gelmeden çıkarmalarından da bellidir.3

Kadın Koalisyonu, 4. Eylem Planı’nı değerlendirirken,“İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan tüm uygulamaların plana konulsa dahi sözleşmeden çıkmakla yaratılan boşluğun çok zor doldurulacağını”belirtti.4

İktidara yakın kimi kadın temsilcilerinden de bu yönde itirazlar oldu. Örneğin, ‘Ben AK Partiliyim’ diyerek kendisini tanıtmak ihtiyacı duyan Av. Serpil Balat, Anadolu’dan Yeryüzüne Kadın Sivil Toplum Kuruluşları Vakfı (AYSİT) temsilcisi olarak davet edildiği TBMM Kadına Yönelik Şiddeti Araştırma Komisyonu önünde, İstanbul Sözleşmesi’ni manipülasyon ve dezenformasyonla karalayan muhafazakâr çevrelere yönelik eleştirilerini dile getirdi:

Toplumsal cinsiyet kavramını cinsiyetsizlik teorisine; LGBT bireylerin şiddetten korunma hakkını onların evlenme hakkına nasıl dönüştürdüklerini hayretle izledik.’Ailenin kutsallığı’ ile söze başladılar ve ‘güçlü kadın aileyi yıkıyor’diyerek sözlerini bitirdiler.

Hiç ilgisi olmamasına rağmen evden uzaklaştırmayı, süresiz nafakayı, erken evliliği bile bu sözleşme çerçevesinde tartıştılar. Hatta absürt bir şekilde ensest ilişkiyi meşrulaştırdığını bile savundular.

İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan bu gruptakiler, haklı bir özgüven kazanmış olacaklar ki hedeflerine 6284 sayılı Yasa’yı, Medeni Kanun’u, Türk Ceza Kanunu’nu ve CEDAW Sözleşmesi’ni koyarak mezkûr yasaların iptali için çalışmalarına başladılar.5

İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ve kadın haklarının çiğnenmesi meselesini sadece“tarikatlara diyet ödemek”veya kimi gazete ve yorumlarda“derin siyasetçi”diye tanımlanan (şimdilik) Saadet Partili Oğuzhan Asiltürkile taraftarlarını AKP saflarına çekmek gibi pragmatist bir politik taktikle açıklamak yetersiz kalır.

Kadın Koalisyonu’nun da işaret ettiği gibi, İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmak demek, sadece“Orada yer alan hükümleri yerine getireceğim”demek değil, aynı zamanda“Kadına şiddetle mücadeleyi evrensel insan hakları normları çerçevesinde yürüteceğim, benim bu yönde bir iradem var”demektir.

(Tunuslu bazı kadınlar)

Esasen böyle bir iradenin bulunmayışının temelinde, özellikle merkezinde Ortadoğu’nun yer aldığı Arap-İslam ülkelerinde artık günlük vukuatlar haline gelmiş olan erkek egemen, ayrımcı ve cinsiyetçi uygulamalar yatmaktadır.

Bunun üstü kapalı bir örneğini, Erdoğan’ın 1 Temmuz tarihli konuşmasında görebiliyoruz:

İnsanları sadece cinsiyetlerinden dolayı üstünlük sınıflamasına tâbi tutan anlayışın bizim medeniyetimizde ve kültürümüzde yeri yoktur.

(Arapça Tercih dergisi, otoriterliğe karşı feminist mücadele yürütüyor)

Genellikle Arap dünyasında “feminizm” konulu tartışmalarda dindar kadınların bir kısmı bu kavramın kullanılmasında sakınca görmezken, diğer bölümü bunun yerine“İslam feminizmi”kavramını kullanmayı tercih etmektedir.

(İslami feminizmin gerekliliği vurgulanıyor)

Erkek zihniyetiyle yazılmış fıkıh kitaplarını sorgulayarak işe koyulan bu ikinci kesim,“İslam feminizmi”anlayışının, 1979’da İran İslam Devrimi’ne aktif olarak katılan kadınlar tarafından ortaya atıldığını ileri sürmektedirler.

Her iki kesimin ortak eleştirisi şudur:

2014 yılında Musul’u işgal eden IŞİD,’Medine (şehir) vesikası’adıyla bir fetva düzenledi. Buna göre, kadının yeri evidir. Yanında bir erkek yakını (baba, kardeş gibi) olmadan evden dışarıya çıkamaz. Sokakta mutlaka çarşaf ve peçeyle dolaşmalıdır.

(Sözde kadını korumaya yönelik) bu fetvaya rağmen IŞİD cihatçıları, binlerce kadını seks kölesi, cariye gibi kullanıp tecavüz ettiler. IŞİD kadar olmasa bile Arap-İslam ülkelerindeki selefi, cihatçı akımlar da kadının eve kapanmasını şart koşarlar. Müslüman Kardeşler hareketi ise, görünüşte ümmet oluşmasında kadının rolünü övmekle birlikte, onun esas yerinin ev olduğu konusunda ısrarlıdır.6

 

(Üç kadın yazarın kaleme aldığı Feminist Manifesto afişi)

Soruna dair ayrıntılı örnekler vermeden önce, meselenin felsefi ve antropolojik boyutuna bakmakta yarar var.

Yapısalcı antropolojinin en önemli ismi kabul edilen Fransız antropolog ve etnolog Claude Levi-Strauss’a (1908-2009) göre, biz öncelikle bilinç değil de, dilin, kültürün ve eğitimin ürünü olan toplumsal yaratıklarız.

Levi-Strauss açısından, evrensel insan gerçeklikleri, beşer olma niteliği sayesinde bütün insanlar tarafından paylaşılır ve yapının her düzeyinde gözlemlenebilir hale gelir.

Soruna dair ayrıntılı örnekler vermeden önce, meselenin felsefi ve antropolojik boyutuna bakmakta yarar var.

Yapısalcı antropolojinin en önemli ismi kabul edilen Fransız antropolog ve etnolog Claude Levi-Strauss’a (1908-2009) göre, biz öncelikle bilinç değil de, dilin, kültürün ve eğitimin ürünü olan toplumsal yaratıklarız.

Levi-Strauss açısından, evrensel insan gerçeklikleri, beşer olma niteliği sayesinde bütün insanlar tarafından paylaşılır ve yapının her düzeyinde gözlemlenebilir hale gelir.

(Fransız Antrpolog: Claude Levi-Strauss)

Yapının farklı düzeylerinde ele alınma biçimlerinden biri de bu yapı taşları arasındaki ilişkilerin benzerlik ya da farklılık prensibi dâhilinde“çift kutuplar”veya“ikili muhalefet/karşıtlıklar”(binary pairs/binary oppositions) etrafında gerçekleşmesidir.

Ona göre bu çiftler, farklı olmalarıyla“değiştirilebilir”duruma gelmektedir. Üniteler ya da öğeler arasındaki ilişkiler ise, çiftler aracılığıyla anlaşılabilir.

Elmanın elma olduğunu, armut ya da kavun ya da karpuz ya da çilek olmadığını bildiğiniz için söyleyebilirsiniz. Ama elmanın“ne”olduğunu, onu bir başka öğeyle karşılaştırarak belirleyebilirsiniz.

Levi-Strauss, çift kutupların değiştirilebilir olma durumunu, kadın ile erkek arasındaki doğal/biyolojik farklılığın ürünü değil, ataerkil (pederşahi veya erkek egemen) sistemin toplumsal-yapısal bir sonucu olduğunu belirtir.

Geleneksel bu toplumsal yapı, akrabalar (aile, klan, oymak, aşiret) arasındaki tahakküm ilişkileri aracılığıyla kendini döne döne üretmeyi sürdürür.

Kadınların aile, büyük aile, akraba ve aşiretler arasındaki değişimi (berdel, beşik kertmesi, görücü usulü veya modern tarzda evlenmeler) yani mensup olunan bu tür toplulukların dışında evlilik arayışının yasaklanması, gerçekte pederşahi bir sistemin üzerinde yükselmektedir.

Bu tür evlilikler yoluyla kurulan bağlar kendilerine has son derece karmaşık, birbirine dolanmış sosyal ağlar sayesinde türetilen ilişkiler, ittifaklar ve göreneklere zemin hazırlar ki, hepsinin dönüp geldiği yer, farklı kümeler arasındaki gelenekçiliğin devamlılığıdır.

(Yıl 1917, Amerika’da Kadın Gösterisi (Pandora Kaydı)

Töre veya diğer gelenekler de toplumsal düzenin esasını teşkil eder. Aksi takdirde mülkiyet, imtiyaz ve maddi çıkarların aktarımı (bir şekilde devredilmesi), ataerkilliğin yani erkek egemen toplumun kadınlar üzerindeki tahakkümünü, dolayısıyla toplumun geneli üzerindeki denetimini kaybetmesi manasına gelir. Bu da, bahsedilen geleneksel ilişkiler üzerinde yükselen toplumun çökmesi demektir.

Levi-Strauss’a göre ataerkillik, erkeğin sahip olduğu imtiyazlar ve üstünlükten kadınların mahrum kalmaları halidir. Kendisine toplumsal bir imtiyaz olarak verilmiş rolünü/işlevini yerine getirmeyen erkek, eşi/kadını üzerinde baskı ve tahakküm kuramıyorsa,“onun bir kıymeti harbiyesi”kalmamış olur.

Böylece“şeref ve konumunu”yitirmiş bir erkek olarak görülür. Ataerkil toplumun nazarında, varlığı manasız hale gelmiş olan böyle bir erkek ise, ataerkil şiddet üretmekten aciz hale gelerek siyasi, yasal ve kültürel alana da hükmedemez olur.7

 

(“Kadını Öldüren Şerefsizdir” pankartı)

Berlin’de yaşayan Suriyeli yazar Muhammed Sami El Kayial, Arap toplumunda kadına şiddet meselesini bu görüşlerken yola çıkarak şöyle irdeliyor:

“Erkek egemen kurumsal düzeni sadece bir veya birkaç defalığına değil, kadına karşı sürekli işleyen sistemli bir öfke halindedir. Sanki her hareketinde kadın, erkeğin denetiminden çıkıp onun imtiyazlarını elinden alacakmış hissi ve algısı içinde yaşamaktadır. Kadınların kamu alanından uzaklaştırılmaları için, erkek (baba, erkek kardeş, dayı, amca, koca vs) bacılarını, kızlarını dövebilmekte ve onları katledebilmektedir.

Sokaktaki kadınlar taciz edilmekte, kadınlara şiddet kullanılmakta ve tecavüzler gerçekleştirilmektedir. İktidarını, tasallut ve tahakkümünü kadın üzerinde sınayan erkekler; iç savaş gibi olağanüstü koşullarda bu kez kadın ve kızları kaçırıp ırzlarına geçmek, pazarlayıp satmak veya yaşadığı ortamdan sürmek suretiyle onları cezalandırmaktadırlar.

Erkeklerin bu tavrını içgüdüsel bir infial veya tepki olarak tanımlamak yetersiz kalıyor. Sistemleştirilmiş siyasi-kültürel simgeler ve kanunlar yoluyla kadınların denetimi kurumsallaştırılıyor, meşrulaştırılıp pekiştiriliyor. Bu nedenlerle olsa gerek, Arap toplumunda kadına şiddet ve namus cinayetleri tam bir keşmekeşlik içinde almış başını gidiyor. Töre ve geleneğin kırmızı çizgilerini bile aşan bu şiddet, özellikle gelenekçi aile ve aşiret tarafından kitabına uydurularak savunuluyor.

O kadar ki, kadınlar geleneksel toplumun sağladığı klasik himaye ve güvenden bile mahrum bırakılıyor. Bundan cesaret alan sistemin o bilinen erkeği, işleyen pederşahi sistemin kısır döngüsünü çeviren çarkın acımasız bir dişlisi oluveriyor: Dini kendince yorumlayarak‘aile değerlerini’toplumun yönlendirici kültürü haline getiriyor. Böylece erkek egemen değerlere uymayan kadınlar, topluca cezalandırılabiliyor.

Aynı mantıkla ‘ırza geçmek’ bile, gerçekte kadına karşı işlenmiş büyük bir günah ve suç olmaktan ziyade, mağdur edilmiş o kadının erkek sahibinin/efendisinin (baba, erkek kardeş, koca) velayetine saldırı şeklinde yorumlanabiliyor. Kadının uğradığı maddi ve manevi zararını hesabı ve nasıl telafi edileceği ise zaten sorulmamaktadır.”8

(Ortadoğu’daki kriz ve çatışmalar,bölgedeki kadınların durumunu olumsuz etkiliyor / Fotoğraf: Hişam El Şueyli-Independent Arabia)

Ortadoğu’daki iç savaşların (devlet-örgüt veya etnik ve mezhepsel çatışmalar) kadınlara ilişkin bir özgünlüğü var: Devlet, toplumsal denetimini yitirdiği andan itibaren bir örgütmüş gibi davranarak düşmanıyla çatışıp hesaplaşmakta, savaştığı tarafın (bir mezhep veya etnik topluluk temsilcisi) kökünü kurutmak maksadıyla öncelikle o tarafın himayesindeki kadınlar ile çocuklara saldırıp kökünü kurutmaya çabalamaktadır. Kadına tecavüz, şiddet, ölüm ve toplu imha olağan hale gelmektedir. 1975-1990 yılları arasındaki Lübnan iç savaşı böyleydi.

(Arap kadını bayramlarda bile kayıp güncesinin izindedir)

1990’lardan bugüne darbe öncesi Sudan’da, özellikle de Darfurlu kadınların yaşadıkları bunun bir benzeridir: Tarım, inşaat ve yemek işlerinde çalışmalarına rağmen 2003 yılından bu yana çatışma bölgelerinde hem sömürülüyor hem de aşırı şiddete maruz kalıyorlar.

(Sudan Darfurlu kadınlar yıllarca süren çatışmalar sonucu, aşırı şiddete maruz kalıyorlar: Fotoğraf AFP)

Eğitim alamıyorlar, bu hususta öncelik erkeklere tanınıyor. İlaveten ırk ve cinsiyet ayrımcılığının ana hedefi haline geliyorlar. Çocuk yaşta evlendiriliyor; yurtlarından sürülüyor; işkenceden geçiriliyor ve katlediliyorlar. 3000 kadın, dönemin devlet güçleri tarafından tecavüze uğradı.

(Tabelada şu yazılı: “Niçin her bir kadın diğerini tecavüze uğramış olarak biliyor da, hiçbir erkek tecavüzcüyü” diye tanımlıyor.)

Suudi Arabistan’da, ailesi ve yakın erkek akrabası olmadan kadının kendi başına bir evde ikamet etmesine ilişkin yasak, daha yeni (Şubat 2021’de) kaldırılabildi. Hevacıs (Endişeler) adlı tiyatro oyunu, Suudi Arabistan’daki acılı kadınların trajik-komik hallerini müzikal tarzında göstermektedir.

(Son 1 yıl içinde Suudili kadınların konumuna ilişkin bazı düzenlemeler yapıldı.)

Ürdün’de 2021 yılının ilk çeyreğindeki istatistikler, kadınlara yönelik cinayetlerin (namus, ahlak, töre gibi) arttığını gösteriyor. Taciz, tecavüz ve kadın kaçırma gibi olaylar hakkında 1550 şikâyet dilekçesi verilmiş. Ürdünlü kadın hakları derneklerinin verilerine bakılırsa, kadın nüfusunun üçte biri, cinsel tacize maruz kalmış. 2020 yılında 200 kadın tecavüze uğrarken 800 kadarının ırzına geçilmiş.

Uzmanlar, korona salgını nedeniyle dengesi bozulan toplumun derin sarsıntılar geçirdiğini vurguluyorlar.

 (Özgürlüğe, kadın devrimine şiarı)

Kadın hareketi ve haklarıyla ilgilenen El Tedamun (Dayanışma) isimli dernek, bu trajik durumu şöyle açıklıyor:

Taciz-tecavüz kurbanı kadınlar, topluma egemen olan gelenekçi ve tutucu anlayış doğrultusunda, açıkça şikâyette bulunamıyor; dertlerini ailesinden veya yakınlarından bile gizleyerek suskun kalmayı tercih ediyorlar.9

 

(

(Kuveyt parlamentosu Kadınlar Komisyonu’na üç erkek seçilmesi alay ve protesto konusu olmuştu.)

Kuveyt’te namus cinayetinin cezası, sadece 45 dolar olarak belirlenmiş.“Gelecek kurban benim”şiarıyla sokağa çıkan Kuveytli kadınlar, her ne gerekçeyle olursa olsun şiddet ve tecavüzlere ilişkin kanunların (özellikle 1960’ta çıkarılan 153. maddenin) değiştirilmesini talep ediyorlar.

Aralık 2020’de parlamento Kadınlar Komisyonu’na üç erkek seçilince, kadınlardan bir kısmı,“hadi kolay gelsin hanımlar”diyerek kara mizah içerikli protestolarını sosyal medyada paylaştı.

(Ezidi kadınları, Irak ve Suriye’deki savaşın baş mağdurları arasındadır)

2011’de Irak ile Suriye’de IŞİD, kadınları, özellikle Ezdi kadınları hedef aldı; tecavüz etti, cariye olarak kullandı, sonra esir pazarında sattı.

(Suriye kadını, tehcir ile tecavüz mengenesi arasında tercihe zorlanıyor)

Eski Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Milli Ordusu denen çeteler de, başta Afrin olmak üzere işgal ettikleri bölgelerde aynı suçları işlemektedirler.

Irak’taki Sünni-Şii milislerin çatışmaları sırasında da benzeri vahşet uygulandı. Farklı mezhep ve etnik topluluk mensubu Iraklı kadınlar, bugün bile çatışmaların baş kurbanları arasında yer alıyor, dinsel ve etnik ayrımcılığın hedefi olabiliyorlar.

(Iraklı kadınlar, dinsel ve mezhepsel ayrıma tabi tutuluyorlar ve savaşın ceremesini çekiyorlar)

Devlet adına hareket eden düzenli birlikler (Haşdi Şabi gibi) ise, bu kez,“terörist yuvası”diye adlandırdıkları bölgelerde, isimleri anılan örgütlerin kadınlarına yönelik envai çeşit kötülüğü yapmaktalar.

(Irak Edip Saqqafe dergisi, fikir çatışmaları ve cinsiyetçiliği ele alıyor)

Suriyeli yönetmen ve feminist Darin Hasan, çocuk ve engellilerin zorla evlendirilmesi dâhil kadına yönelik her türlü haksızlık, şiddet ve tacize karşı kamerasını kullanıp belgesel filmler yapıyor.

2019’da ülkesindeki iç savaş sürecinde tecavüz, şiddet ve tehcire maruz kalmış kadınlarla görüşmeler yapmıştı. Kadınlar nasıl tecavüze uğradıklarını ayrıntılarıyla anlatınca, Arap kamuoyunda destekleyenlerin yanı sıra şöyle itirazlar da yükseldi:

Ne gerek vardı konuşmaya? Mağdur kadınlar, suskun kalmalıydılar!

(Libya’daki sivil isyanlarda aktif rol oynayan kadınlar, hükümette yeterince temsil edilemediler.)

AmerikanThe New York Timesgazetesi, Mısır’da yaptığı bir alan çalışmasına dayanarak çok sayıda kadının kontrol noktalarında yapılan üst-baş aramaları sırasında görevli asker ve polisler tarafından tacize uğradıklarını açıkladı.

5 Temmuz 2021 tarihli haberde, rutin aramalar sırasında polislerin, cezaevleri ziyaretlerinde ise gardiyan ve kolluk kuvvetlerinin tacizlerine maruz kalan kadınlara dair kamera görüntülerine de yer veriliyor.

(Tacize uğramış bazı Mısırlı kadınların durumunu açıklayan sosyal medya paylaşımı)

Ayrıca cezaevlerine giren kadınlar bekâret kontrolünden de geçiriliyorlarmış. Gazeteye göre, bu tür olaylara maruz kalan 12 kadın, olayları bizzat anlatmışlar. Ancak kimliklerini açıklamadıkları gibi, kendilerine yapılan bu kötü muameleyi yakınlarına anlatmamışlar. Suskun kalmışlar.10

Neyse ki Mısır parlamentosu, 2021 Temmuz ortasında aldığı bir kararla“kadın taciz”fiilini“kabahat”olarak tanıyan kanun maddesini değiştirip, yerine“suç”tanımını koydu.

“Tarihi olarak”nitelenen karar uyarınca, tacizci en az 2 yıl hapis cezasına çarptırılabilecek.

(Mısır kökenli Hollandalı feminist teorisyen Sara Salim)

Mısır kökenli Hollanda vatandaşı feminist teorisyen ve akademisyen Sara Selim, kadının asık suratlı olmasını veya yüzünü asmasını bile çok gören bir toplum anlayışından söz ediyor:

Kadınlar; asabi ve aşırı hassas olmadıklarını; tersine, daima şirin, sevimli ve güleç olduklarını kanıtlamak zorunda bırakılıyorlar. Hiç kimseye öfke duymadıklarını ve dolayısıyla endişeye mahal olmadığını vurgulamak zorundalar. Arabaya otururken, herkes yerini bilmelidir. Aile reisi baba gedikli sürücüdür: Oğlu, onun yanındadır. Anne, oğluna tavizkar davranıp ön koltuktan arka koltuğa geçmiştir. Kızlar da daima annenin yanındaki arka koltuğa dizilirler.11

(Fotoğraf Michael S. William)

Pakistan asıllı Avustralyalı bir kadın, yemek masasındaki benzer bir sıralamayı şöyle yapıyor:

Baba başköşede; onun sağına erkek evlatlar, soluna anne ve kızları otururlar. Yemekte bile kadına karşı otoriterlik böyle şekilleniyor ve eğer alt-üst ilişkisinde bozukluk varsa, onun sebebi de kadındır.

Huzursuzluğun kaynağı da kadında aranır. Asık suratıyla sizi karşılayan kadın, mutlaka aybaşı halindedir: Onun regl durumunu belli etmemesi hatta öyle olur olmaz yere de oturmaması şarttır!12

(“El ne der?”düşünsesi kadını esir alıyor, elini kolunu bağlıyor / Fotoğraf: Peter Adams)

Kuveytli bir kadının benzer anlatımlarına da bakalım:

” ‘El ne der?’sözü ve duygusu, hayalet gibi bizi kovalayıp durur. Annem alışkınlık edindi artık:

‘Söz ve davranışlarımız, toplumda nasıl karşılanıyor?’

Bu anlayış, ölümden sonra da peşimizi bırakmaz. Davranışlarınız pek ahlaklı ve mazbut olsa bile, bizden birinin en küçük hatasında, milletin sizin hakkınızdaki gerçek fikri ortaya çıkar.

Bu kötü laf, dilden dile dolaşır. Ne kadar temiz ve iyi olsanız da, lekelenip kirlenmişsinizdir artık.

Arap-İslam toplumunda yaşayan bir kadın olduğumdan bulunduğum konuma göre davranıyor, konuşuyor ve kendimi tanıtabiliyorum. Bu kural dışında çıktığımda beni hatalı ve kabahatli buluyorlar.

‘El ne der’ sözü, aklımıza bağdaş kurmuş; adımız şanımız ona göre belirleniyor. Sadece kadın birey olarak değil, aynı zamanda ailemizin şanı ve itibarı da söz konusu edilebiliyor. Ailenin yükü, namusu, sorumluluğu bile sırtımıza yükleniyor.

Bir Arap kadını olarak ailenin her bireyinden teker teker sorumlu tutuluyorsun; kişisel itibarınızın lekelenmesi, büyük ailenin lekesi oluveriyor. Şerefleri elden gidiveriyor!

Kişisel tecrübemden bir örnek vereyim: Bir gün, az kalsın tecavüze uğruyordum. O sırada aklıma ilk gelen şey, acaba nerede hata yaptım; beni gören, tanıyan biri oldu mu? Haber yayılırsa, hepten mahvolduk!”

(Arap kadınları / Fotoğraf: John Blummer)

“İlk sorunun uğultusu beynimde dolaşırken, ister istemez elbisemi yokladım ve sarf ettiğim sözü hatırladım.

Olur ya, elbisemin biçimi veya konuştuğum bir söz, tacizciyi tahrik ve teşvik etmiştir belki! Ya da haddinden fazla nazik ve latifeli davranmıştım! Sesimle davetkâr bir mesaj mı vermiştim acaba?

Kendimi ne kadar savunsam da, çevremdekiler yeterince kararlı ve onurlu davranmadığımı, tacizciyi bana daha da yaklaştırdığını düşüneceklerdi.

Böyle böyle uzunca bir süre kendimi azarlayıp durdum. Ailemin, mutlaka tecavüze uğradığımı sanacakları yolunda akıl yürüttüm.

Daha sonra, kendime gelerek düşündüm: Ne yapıp ettiğimi ve rencide edilmiş haysiyetimi düşünmeden, benim görüşümü almadan insanların vardıkları yanlış kanaatten bana ne? O algıdan sorumlu olan ben miyim, yoksa erkek egemen tacizcilik, cüretkârlık ve saldırganlık mı?13″

(Arap kadın hareketi / Görsel Facebook)

Yukarıda kısaca bahsedilen erkek egemen sistemin belirlediği çerçevede oluşturulan“kitle kültürü”ve“kamuoyu”nu dikkate alan yasama, yargı ve yürütme erki, erkek denetimi ve tahakkümü pekiştirmektedir.

Bir anlamda erkeğin eli kolu serbest bırakılmaktadır. Kadına yönelik taciz, tecavüz, şiddet ve öldürme gibi suçlar,“hafifletici”nedenlerle adeta cezasız bırakılmaktadır.

Ortadoğulu kadınları hedef alan şiddet ve tecavüzlere ilişkin örnekler, bilhassa bu erkek egemen anlayışın felsefesi hakkında bilgi vermek suretiyle, kendimce İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline yönelik eleştirilere fikirsel bir katkıda bulunmak istedim.

Umarım mesaj, ilgililere ve konunun meraklılarına ulaşmış olur.

Kaynakça:

  1. Vikipedi ansiklopedisi, “Türkiye’de kadın cinayeti” konulu yazıda kaynak gösterilen şu kaynakları bakınız: Elif Gazioğlu, “Kadın Cinayetleri: Kavramsallaştırma ve Sorunlu Yaklaşımlar” başlıklı yazı, Sosyal Politika Çalışmaları Yıl: 13 Cilt: 7 Sayı: 30 Ocak-Haziran 2013; Mustafa Kemal Erdemol, “Doğru tanım: Kadın Cinayeti”, Cumhuriyet gazetesi, 2 Eylül 2019; BBC Türkçe, “Kadın cinayetleri-2019”, 31 Aralık 2019.

  2. Sözcü gazetesi, 22 Mart 2021.

  3. Cumhuriyet, 1 Temmuz 2021.

  4. Evrensel, “İrade yok, bütçe yok, planları izleyecek mekanizma yok”, 11 Temmuz 2021.

  5. Serbestiyet sitesi, “Manipülasyon nasıl yapılır, İstanbul Sözleşmesi’nde gösterdiler” başlıklı haber, 24 Haziran 2021; https://www.gazeteduvar.com.tr/muhalefete-dersler-ve-esitlik-mucadelesinde-ortaklasma-ihtimali-makale-1527680.

  6. http://alsaieda.com/2019/01/15/

  7. Vikipedi ansiklopedisinin Türkçe ve Arapça yayınlanan “Claude Levi-Strauss” maddesindeki açıklamalar ışığında Fransız düşünürün görüşleri özetlenmiştir.

  8. «تبادل النساء»: لماذا الشرف مهم وقاتل لهذه الدرجة؟,محمد سامي الكيال, El Quds El Arabi, 8 Temmuz 2021.

  9. معاناة صامتة لضحايا الاغتصاب في الأردن , independent Arabia, 33 Mart 2021.

  10. نيويورك تايمز تكشف عن تفاصيل صادمة لتعرض مصريات للتحرش الجنسي على يد ضباط شرطة-, El Quds El Arabi.

  11. https://manshoor.com/society/metoo-harassment-criticism/

  12. Kuveytli kadın gazeteci, yazar ve hukukçu Şeyhe El Behawid, https://manshoor.com/society/becoming-angry-feminist/, Menşur sitesi, 19 Ağustos 2021/.

  13. Mim El Hüseyni, 26 Şubat 2017; https://manshoor.com/society/female-reputation-arab-women-suffer-from-people-talks/

Diğer Yazılar

DOKTOR GARİPAŞK: BİR NÜKLEER SAVAŞ PARODİSİ

Ümit ÖZDEMİR / 02.12.2024 Stanley Kubrick’in soğuk savaşın tam orta yerinde yaptığı film, pek çokları …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir