“Artık Geri Çekilmek Yok” Rejimin İdlib İle İmtihanı

Salih Zeki Tombak’ın daha önce Kuzgun Portal’da yayınlanan bu yazısını yazarın izniyle sitemizde yayınlıyoruz.

Bir video kanalında, sponsorluğunu “küçük damat” Selçuk Bayraktar’ın yaptığı “Türkiye’de Milletin en güvendiği 10 devlet adamı” konulu ankette Erdoğan ve Savunma Bakanı Hulusi Akar’dan sonra 3. sırayı Selçuk Bayraktar’ın aldığını duyduğumda, şaşırmış ve gülmüştüm. Düşünün Hakan Fidan 9. sırada ve “bacanak” Berat Albayrak listede yok. Etraf “veliaht prens”lerle, “şehzadelerle” dolmuş, her veliaht adayı kendi lobisini kurmuş, PR yapıyor, farkında değiliz.

Anketin parasını veren, uygun gördüğü sıraya adını yerleştirir, diyebilirsiniz.

Aynı günlerde, “ne ara” bu kadar çoğaldıklarını takip edemediğim bir kalabalık üstüme üstüme gelmeye başladı.

Akıncılar, Baykar Technologies, Aslı Ne, Tolga Özbek, Serbest Kürsü, Kokpit Air, Gerçek Gündem, Küresel  Savaşçı , Vatan tv, GZT, Wights of Salem, Medya Baronu, Kara Kutu, Bumin Kağan, Atıf Ala Ekran, Türkish Army, Kaner Kurt, Voa News, Ayhan Tarakçı, Ardan Zentürk…En az bu kadar daha var. Kısaca “youtouber” diyebileceğimiz, kısaca “askeri konularda” yayın yapan bu arkadaşların da sanırım tamamına yakını, Selçuk Bayraktar’ın sponsor desteğinden istifade etmekteler.

Ardan Zentürk “Bu hafta okuduğum istihbarat raporlarına göre…” türünden cümleciklerle, sponsorluğa ek olarak “devletin adamıyım” mesajı  vermeye de özen gösteriyor.

Elbette sponsor desteği almak ayıp değil.

Adı geçenlerin bazıları, Tolga Özbek mesela, silah sistemlerini, askeri teknoloji alanındaki gelişmeleri anlatan, uzman kanallar.

Çoğunluğu ise A Haber ve Akit TV kıvamında  yayın yapıyor.

Libya’da zaferden zafere koşuyoruz”,

Suriye’de destan yazdık”,

Türk Silahlı Kuvvetleri Avrupayı korkutuyor.”,

Ruslar topuklayıp kaçtı”,

ABD’nin korkudan aklı uçtu”

Suriye’de 36 kayıptan sonra “12 bin Suriye askeri öldürdük,” vs vs vs hikayeler anlatılıyor;

ve  mutlaka, Bayraktar’ın İHA-SİHA’ları övülüyor.

Ardan bey bir kaç gün önce, İdlib’de Rusya’nın, Suriye’nin ve İran’ın yaptığı  askeri yığınağı anlattıktan sonra, TSK’nın bir  kıvılcım beklediğini,  karşısındaki güçleri darmadağın ettikten sonra Şam’a yöneleceğini; askerliğini yaparken, Tabur karargahı koridorunu bir kere paspaslamış Mehmetçiğin köy kahvehanesindeki  özgüveniyle hikaye ediyordu.

Kurtlar Vadisi, Diriliş Ertuğrul ve Abdülhamit dizilerinden sonra bu kanallarda inşasına hız verilen bir  hayal dünyası ve bir ideoloji var.

İlk bakışta Selçuk Bayraktar’ı göklere çıkaran, “düşük maliyetli bir koro!” gibi görünüyor.

Aselsan, BMC, Nurol, Alp Havacılık, Sedef Gemi İnşaat, Baykar Makina Sanayi, Roketsan , TEİ-Tusaş gibi savaş sanayi firmaları, silah sistemleri  pazarında hızla payını büyütüyor. TSK’nın dışa bağımlılığını azaltıyor ve sadece ihracat yapmakla kalmıyor; uluslararası ilişkilerde yakınlaşmalar da sağlıyor.

Silah endüstrisi, halkın temel ihtiyaçlarına ayrılması gereken kaynakların tahsis edilmesiyle büyüdükçe, etrafında bir ideoloji üreticileri ve yayıcıları ağı yaratması kaçınılmaz olur. Mevcut ideolojik yelpazenin  çok farklı tonları var.  Bütün tonların merkezinde ise  devletin “çekirdeği”ne hakim olmaya yönelen “Artık geri çekilmek yok”  şiarıyla hareket eden, yayılmacı bir zihniyet yeralıyor.

Eski Devlet/Yeni Devlet

Aslında birbiriyle mücadele eden iki devlet anlayışı ve iki farklı güç yok. Daha çok kurucu zihniyetin,  zaman içinde özgüven  geliştirmesi ve evrim geçirmesinden sözetmek gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun, yıkıntısından kurtarılabilen ne varsa, onun üzerine kuruldu.  Devletin formu,  değişse de kurucuların zihninin gerisinde “devlette süreklilik” ana fikri duruyordu. Daralma sadece coğrafyada değil; fikriyatta da yaşandı:  “Üç  Tarzı Siyaset”ten Türkçülüğe ricat edildi. Çünkü islamcılık ve Osmanlıcılık, iyice küçülmüş, zayıflamış ve “son vatana sığınmış devlet”in ihtiraslarından vazgeçmediğini ima eder ve güçlü düşmanlarının dikkatini davet ederdi.

1684 Viyana hezimetinin kayıpları büyük diplomat Rami Mehmet efendinin (sonra paşa ve 7 ay sadrazamlığı da var) başarısı ile asgariye indirilmişti. Ama devlet ağır yara almıştı. 1699 Karlofça, 1718 Pasarofça,   1774 Küçük Kaynarca ve Ayastefanos ( Yeşilköy-3 Mart 1978)  anlaşmalarıyla sonuçlanan savaşlarda toprak vere vere geri çekildi. Son geri  çekilme Sevr idi. Daha da gidecek yer var mıydı, diye soranlar için not edeyim,  2. Abdülhamit’in, Kazım Karabekir’in ve Enver Paşa’nın, ayrı ayrı, “İmparatorluğu Doğu’ya çekmek”, mecburiyet olursa “sonra geri almak üzere payitahtı da terketme” ihtimalini hesaba katmak düşünceleri vardı.

Türkçülük, milli bir devlet kurmak için, “ayrılıkçı” gayrı müslim tebadan “kurtulmak”  gerektiğine inanıyordu. Ermeniler Birinci Dünya Savaşının patırtısı içinde ve toptan “sahneden” çıkarıldı. Rumlar işgale karşı savaş döneminde ve savaştan sonra “mübadele” ile ve 1967 ve 1974’te Kıbrıs gerilimleri döneminde öz vatanlarından kovularak, neredeyse sıfırlandı.

Diğer gayrı müslim unsurlar, Süryaniler, Ezidiler “Ermeni” sayıldılar. Ermenilere yapılanlardan pişmanlık duyulmadı ve diğerlerinin Ermenilerle bir ve aynı olmadığı merak konusu bile olmadı. Zulmün detaylara takılmadığı bir coğrafya burası. Esasen insanlığa karşı işlenmiş bu büyüklukte suçlarda kendiliğinden pişman olmak yoktur. Her seviyedeki suçlunun pişman edilmesi halinde bir toplumsal hafıza yaratılabilir. Yoksa cezasız kalmış her insanlığa karşı suç, bir sonraki suça basamak olur.

Nitekim oluyor.

Türkçülük ideolojisinin kurucuları arasında Yahudi ideologlar vardı. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye Musevileri kendilerini Türk saydılar. Ermenilere  ve Rumlara gelen onlara gelmedi.  Ama siyasal islamın yükselişiyle birlikte Museviler de kendilerini güvensiz hissettiler; önemli sayıda vatandaş İsrail’e ve Batı’ya göçtü.

Kürtler asimilasyona direndi. Türk olmadılar. Ve potaya girdiler.

Devletin bekası için gayrı müslimleri ve  “Türk olmaya razı olmayanları” gözden çıkaran, gözü kara devlet milliyetçiliği, zaman içinde aslında Türkçü değil; Türk-İslam sentezci  olduğunu gizleyemez hale geldi ve 12 Eylül Cuntası Türk-İslam Sentezini resmi devlet görüşü haline getirdi.

Alevilik devlet nezdinde hiçbir zaman güvenilir olmadı.

Türklüğün islamla sentezlenmesi ihtiyacı, esasen içeride Türkçülükle çözülemeyen sorunların islamla çözülmesi içindir. Emekçi sınıfları “devrim ve sosyalizm hastalığından” uzak tutmak; eşit ve özgür yurttaşlar olmak isteyen Kürdün itaatinin devamını sağlamak için rejime sünni islam aşısı yapmayı çare olarak gördüler. 1990 sonrasında, ABD’nin teşvikiyle, ve emperyalizme hizmet heyecanıyla, Cemaatin CİA Türklüğü-müslümanlığı Orta Asya halklarını Rusya’nın yanından çekip uzaklaştırmak için denendi. İstanbul’da NATO Zirvesi yapıldı, Demirel ve Çevik Bir, “Batı değerlerinin tek kurşun atmadan Adriyatik’ten Çin Seddine kadar Türkiye tarafından taşınacağı” üzerine mutlu konuşmalar yaptı. Ama Türkiye’nin ve Cemaatin koltuğunun altındaki CIA haçı çabuk farkedildi, o kapılar kapandı.

Türkçülük tek başına içeride sorunları çözmeye yetmedi, dışarıda  işe yaramadı. Halbuki emperyalizmin bölgesel ortağı olarak bile, yayılma arzusu, ekenomik ve askeri güç ister, yayılmacı politika ister, yayılmacı  ideoloji ister. Siyasal islam ve Osmanlıcılık, “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı”nın ihtiyacıdır. Libya’ya askeri müdahalenizi, “Orada Osmanlı bakiyesi var” diye gerekçelendirirseniz, Viyana’nın dış mahallelerine de aynı gerekçeyle, müdahale etme hevesinde olduğunuzu düşünenler olur. Batı Trakya’ya, Romanya’ya, Kırım’a, Bağdat ve Basra’ya, Hicaz’a,  vd vd.. Çünkü o gerekçe bu çeşit endişeleri tahrik eder.

Bu devlet aklı “artık geri çekilmek yok” düşüncesini, “toprak kaybı yok” olarak anlamıyor. Osmanlı coğrafyasını bir potansıyel genişleme alanı olarak görüyor. Fırsat bulup bu coğrafyanın herhangi bir bölümüne asker sokmayı başarmışsa;  oradan geri çekilmeyeceğini beyan ediyor.

Burada devlet aklı derken, AKP aklını kastetmiyorum. AKP’nin de, kendi beklentilerini karşıladığı, iç sıyasetteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere malzeme tedarik ettiği uyumlu bir birliktelikten sözediyorum. Hatta maceracı yayılma hayalleri olmayan, İslamcılık, Osmanlıcılık gibi fantazileri de olmayan, ama Türkiye’nin çıkarlarını korumak için atılacak kimi stratejik askeri, diplomatik vb adımları diğerlerinden önce tasarlayıp öneren bir aklı da kastediyorum. Neredeyse bütün akılların şu anda en çok ortaklaştığı konu,  Kürt meselesinin şiddet yoluyla sönümlendirilmesi gerektiği ham hayalidir. Demokrasi ve toplumsal özgürlükler konusu da, haliyle  kitabın çalışılmayan bölümüdür.

İlk ilham verici adım  Hatay’dır. Sonra Kuzey Kıbrıs.

Bahaneler, açıklamalar farklı olabilir. Ama güç ve imkanın yetebileceği her durumda, uygun bir uluslararası ilişkiler  dengesi yaratılabilmişse,  “yayılma” eski devlette de,  bugünkü devlette de ortak bir eğilimdir.  İslamcı, Türkçü,Türk-islamcı,  ulusalcı, sosyal demokrat, demokratik solcu vb vb farketmez. Her eğilim, farklı bir dil ve üslupla yayılmacılık eğiliminde ittifak halindedir.  AKP-MHP Rejimine sık sık “yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesini hatırlatanların tamamı Suriye ve Irak topraklarına yapılan büyük çaplı operasyonlar konusunda her tezkereye destek verdiler.  Sorarsanız, “Terörle mücadele için” veya “Kürt  Koridoru” oluşmasın, “Kürt devletleşmesini engellemek üzere..” cevabını vereceklerdir. İdlib’de  “mülteci akını olmasın” ve Libya’da “BM’nin tanıdığı meşru hükümete yardım”…

Suriye’ye Genişlemek

Türkiye’nin, “Pençe” operasyonları boyunca, Irak’ın kuzeyinde ciddi üslenmeler yaptığı; kalıcı üs bölgeleri inşa ettiği ve KDP üzerinde yarattığı etkiyle, uzun süredir örnekleri görülmeyen “Kürtler arası çatışma”nın zeminini hazırladığı görülüyor.

Türkiye buradan kendiliğinden çıkmayacak, aksine giderek kalıcılaşmaya yönelik adımlar atacaktır.

Bu yazıda ağırlıkla Suriye topraklarında yürütülen genişlemeyi ele alacağım. Irak topraklarında izlenen yayılmacılık başka bir yazının konusu.

Suriye iç savaşının çıkışında ve genişlemesinde  Türkiye’nin katkısı malum. Ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapılan, ticaretin hızla geliştiği, sınırlarını birbirine tamamen açmanın eşiğinde iki komşu ülkeyken; Türkiye, tıpkı Libya’nın  emperyalist çetelerce işgalinde olduğu gibi, ani bir dönüşle , emperyalizmin ve siyonismin, Suriye’nin yıkımı projesinin taşeronluğunu üstlendi.

Erdoğan ve iktidarı, “kardeşim Esad”‘dan “Emevi Camii’nde cuma namazı kılma”yı hedefleyen  düşmana, hızla dönüştü. İsrail’in bitişiğinde, siyonizme karşı, İran ve Rusya ile dost bir ülke yerine hırpalanmış, parçalanmış ve islamcıların eline geçtiği için, sonsuza kadar iç savaşa mahkum edilmiş bir Suriye, Siyonizmin rüyasıdır. Peki Türkiye’nin sebebi nedir? Şam’da ne PYD var, ne “Kürt koridoru”..

Buradaki  motivasyon, terörle mücadele veya “sınırlarımızı korumak” değil; doğrudan doğruya yayılmacılıktır. İşgalciliktir. Siyasal islamcılığın Osmanlıcılık yorumudur.

15 Temmmuz sonrası Suriye topraklarına üç büyük harekat düzenlendi.

Korgeneral Zekai Aksakallı’nın komutasında Cerablus, Dabık, El Bab harekatı. Gerekçe, bölgede Deaş ve PYD-YPG varlığına karşı mücadele.

İsmail Metin Temel Komutasında Afrin harekatı.  Gerekçe, bölgede PYD varlığı.

Resulayn-Tel Abyad bölgesine harekat, Gerekçe : PYD-YPG varlığı.

İdlib: Rejimin Yuttuğu Zehir!

İdlib’de PYD yok. Esasen Türkiye bölgeye askeri bir harekat düzenleyerek girmiş değil. Tersine Soçi ve Astana sürecinde, bölgede toplanmış silahlı cihatçı örgütlerin kontrolü, ayrıştırılması ve terörist kabul edilenlerin tasfiyesi için, Rusya ve İran’ın doğrudan , Esat rejiminin de dolaylı onayıyla , Türkiye İdlib’e girdi. 12 adet kontrol noktası kurdu.

Askeri sürecin nasıl geliştiği başka bir yazının konusu.

Öncelikle, Türkiye İdlib’de yukarıda tarif ettiğim sorumluluğu neden üstlendi?

Suriye devleti, son derece haklı ve uluslararası hukuka uygun biçimde, ülkesindeki son çatışmasızlık bölgesi olan İdlib’i  “temizlemek” istiyor. Rusya bölgeye toplanmış Heyet Tahrir-üş Şam (El Kaide-El NUsra) şemsiyesi altındaki Türkiye dahil bütün taraf ülkelerin  terörist kabul ettiği cihatçıların, bölgeden dışarı çıkmalarına fırsat verilmeden burada yok edilmesini istiyor. Çünkü HTŞ militanlarının bir bölümü  Rusya Federasyonu üyesi ülkelerden gelenlerden  oluşuyor. Bu örgütler  Rusya’nın şehirlerinde büyük katliamlar yaptılar. Türkiye’de yaptıkları gibi. Rusya’nın bu katillerin İdib’den dünyaya dağılıp, Rusya topraklarında yeniden benzeri eylemlere kalkışmalarına izin vermeye niyeti yok.  Özbek, Tacik, Kırgız ve Uygurlardan oluşan örgütlerin yerleştiği Cisr eş Şuğur’un güneyinde, son günlerde M4 karayolunda devriye gezen TSK unsurlarına da saldırı düzenlendi ve can kayıpları oldu.

Türkiye bölgede üstlendiği sorumlulukları 2018 sonbaharına kadar yerine getirecekti. Bunu yapmadığı gibi, HTŞ aynı dönemde bölgedeki hakimiyetini %90’lara varan oranda geliştirdi.

Türkiye’nin işi ağırdan almaktan öte, terörist cihatçı yapılanmayı himaye eden tutumu nedeniyle,  Suriye, Rusya ve İran unsurlarından oluşan ittifak güçlerinin 2019 sonbaharında  askeri inisiyatif geliştirmesi üzerine TSK kontrol noktalarının yarısı Suriye’nin temizlediği bölgede kaldı. Ve yer yer TSK ile ittifak güçleri arasında çatışma çıktı. Türkiye bölgeye yığınağını arttırdı. Harekatın derhal durdurulmasını istedi.

Türkiye, harekat devam ederse, kendi sınırına doğru 1.5 milyon ile 4.5 milyon arasında değişen, yeni bir mülteci dalgasının yöneleceğini iddia ediyordu. Rusya bu sayının 35 bini geçmeyeceğini tahmin ediyor. Nitekim büyük çatışmalara rağmen sınıra büyük sayılarda mülteci yığılması olmadı.

AKP hükümetinin  mülteci politikasının gerçek muhtevası, Mart ayında Yunanistan sınırına on binlerce mülteciyi yığması ve mültecileri bir para pazarlığının malzemesi yapmasıyla görünür oldu ve muhacir-ensar edebiyatı itibarını kaybetti. AB’nin Yunanistan sınırına yapılmasını teşvik ettiği ağır tahkimat nedeniyle, Erdoğan’ın “ya para ya mültecileri Avrupa’ya gönderirim” tehdidinin de artık ciddiye alınmayacağı böylece anlaşılmış oldu.

27 Şubat günü İdlib’deki gerilim ve yığınaklanma sürerken, Suriye adına bölgede çatışmalara katılan Rusya savaş uçaklarının bombardımanıyla en az 36 TSK unsuru hayatını kaybetti.

Erdoğan Suriye ittifakına, 29 Şubat’a kadar, yani iki gün süre verdi ve Soçi mutabakatında çizilmiş sınırlara çekilmezlerse, “Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayız.” dedi.  Bahçeli de “Yansın Rusya, yıkılsın Moskova!” diyerek naralandı.  Bu arada TSK topçusu ve diğer ateş unsurları Suriye birliklerine  ve İran milislerine yoğun ateş açtı. Uçaklar sınırı geçmeden bazı hedefleri vurdu.  Ve 5 Mart’ta Moskova’da, Türkiye tarafının talebi üzerine  yapılan Erdoğan-Putin görüşmesinden sonra, Türkiye M4 karayolunun kuzeyine ve M5 Karayolunun batısına çekildi.

Daha sonra İdlib’e görülmemiş bir askeri yığınak yapıldı. 20 bine yakın  TSK mensubu, bir o kadar cihatçı milisler (ÖSO) ve tank, top, zırhlı araç vb vb,  6 bin civarında araç İdlib’e yerleştirildi. 56 mevzi inşa edildi. Sınıra radarlar, elektronik karıştırıcılar, hava savunma sistemleri yerleştirildi. İHA-SİHA kafileleri  sınıra yakın bölgelere konumlandırıldı.

Bu arada HTŞ ile yoğun görüşmeler yapıldı ve  örgüte “üniforma değiştirmesi” yönünde öneriler yapıldı. Himaye politikasında sınırlar zorlandı. Burada kimi mesafeler alındı. Bazı unsurlar ise Rusya’nın İdlib’den çıkarılmamaları yönündeki ısrarlı uyarılarına rağmen Libya’ya götürüldü. HTŞ bölgede kısmen “seyreltildi”. Bu arada bazı cihatçı komutanların “faili meçhul” şekilde öldürüldükleri haberlerini duyduk.

Korona günlerinde Türkiye yığınağını geliştirirken,  Rusya Suriye’ye yeni uçak filoları, tanklar, zırhlı araçlar taşıdı.  Wagner birlikleri yerleştirdi. Suriye ve İran milisleri bölgede tahkimatlar ve yığınaklar yaptı. Son derece dar bir coğrafyada orantısız miktarda güç yığıldı.

Libya’da Türkiye’nin SİHA’ları Rus hava savunma sistemi Pantsir-S1’leri vurdu. 17 Mayıs’ta, Watiyye Havaalanıyla birlikte ele geçirilen Pantsir -S1’lerden biri Trablus sokaklarında gezdirildi.  18 Mayıs günü Putin Erdoğan’ı ve Rusya Dışişleri Bakanı Lawrov Çavuşoğlu’nu aradı. Rusya o güne kadar resmi askeri unsurlarıyla bulunmadığı Libya’ya 8 savaş uçağı konuşlandırdı.

ABD’nin de elini soktuğu Libya konusunda uzun süre konuşacağız. Şimdilik İdlib’e etkisine değinmek yeterli.

Libya’nın gerilimi İdlib’e taşınacaktır.

En başta adlarını saydığım video kanallarında fetih ve zafer hikayeleri anlatılıyor ve sadece Suriye ve İran’a değil; Rusya’ya da meydan okunuyor. Yandaş medya Libya zaferlerini tefrika ediyor. Erdoğan Trump’ı  arıyor, Libya ve İdlib üzerine konuşuyor. Ve kahramanlık anlatıları yeniden köpürtülüyor.

İdlib’de ne var ki,  Suriye ve İran’ın yanı sıra Rusya ile çok kısa sürede çok büyük can kayıplarına yol açabilecek bir  çatışmayı göze alıyoruz?

Erdoğan için, iç politikaya malzeme lazım. Ama bütün devlet aklı bu mudur?

Mevzu  “Kürtler Statü Kazanmasın” olsaydı..

Mevzu “Doğu Akdeniz’deki Çıkarlarımız” olsaydı

Evet sorun Kürtlerin statü kazanmaması veya devletin sevdiği biçimiyle “terörle mücadele” olsaydı; en zor durumda ve ülkesinde yeniden egemenliğini kurabilmek için başkalarına en muhtaç olduğu zamanda bile muhaliflerle ve Suriye vatandaşi Kürtlerle muhatap olmaya razı olmayan Beşar Esad ve kibirli Baas rejimiyle görüşürsün. Yardımcı olmasan bile engel olmazsın. Baas, Suriye topraklarında egemen olur. Türkiye’ye sınırlarından bir saldırı olmayacağını taahhüt  eder. İlişkileri normalleştirir, Şam’a elçi tayin edersin.  Dahası Suriye’nin yeniden imarı için rol üstlenirsin.

Mevzu “girdiğin topraktan çıkmamak”tır, yayılmacılıktır.

Keza Doğu Akdeniz’deki çıkarlar önemliyse, Surıye’nin yanısıra,  İsrail ve MIsır gibi iki devlette Büyükelçin yok. İlişkilerin  normalleşmesi için Rusya ve ABD ara bulmaya hazır.

İç politikada “Darbeci SİSİ’ye ” ve  “siyonizme karşı mücadele ediyor” görünmek için patates bile ithal ettiğin Mısır ve  ticaret hacmini her yıl katladığın İsrail ile diplomatik ilişki kurmuyorsun. Böylece  Müslüman Kardeşler üzerindeki etkini muhafaza ediyorsun.

İhvan hamiliğini ve siyonizmle mücadele ediyor görüntünü korumaya önem veriyorsun. Ortadoğu’da yayılmacı/Osmanlıcı bir  çizgi izleyeceksen, gerçekte Amerikancı ve İsrail dostu olsan bile  bu görüntüye ihtiyacın var.

Dolayısıyla yayılmacılığın yüzünden bölge devletleriyle ilişkilerini normalleştirmiyorsun.

Kimi” Rejimlerin Ortak Hikayesi: Dış Macera

Artık geri çekilmek yok” cümlesini ilk Mehmet Ağar’dan duymuştum. Koalisyon ortağıdır.

Bahçeli de, “Sınırlarımızın mücavir alanlarında terörle mücadele için bulunduğumuz bölgelerden geri çekilmemizi isteyen hainler..” dedi. Devlette bir kesimin sözcüsüdür, koalisyona ortaktır.

Başka ufak tefek ortaklar da var.

Hep beraber, rejimin bekası için yayılmacı bir politik çizgi izliyorlar. Küçük başarılardan başları dönmüş durumda. Fakat alan hızla daralıyor. Aç gözlü ve fırsatçı politikaları yüzünden, ülke çıkarlarını, itibarını ve insanımızı soktukları yolun tehlikelerini kavrayacak durumda değiller. Yolun bundan sonrası Mayıs ayında olup biten gibi “kolay” olmayacak.

Ekonomi gibi, dış politikayı da duvara toslamanın eşiğine getiren bir cehalet yönetiyor. Hem ordu üzerinden dış politika yürüten, hem orduda tasfiyeyi hızlandıran bir hesapsızlığın ağır ve üzücü maliyetleri olacaktır.

Belki bu sıkıntılı gidişatta da bir hayır vardır.

Diğer Yazılar

FİLİSTİN’DE BASLAYAN SAVAŞ NASIL BİR SEYİR İZLEYECEK?

Zeki Tombak / 16.10.2023   Dünya 7 Ekim sabahı, HAMAS öncülüğünde çok sayıda Filistinli örgütün …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir