Güneş Gümüş
(Editörden-Güneş Gümüş’ün bu makalesini, kapanan yayınevi Evrensel Yayınları’ndan Mustafa Kemal Coşkun’un imzalı “Emekçileri Okumak: Edebiyatımızda Sınıf, Kültür ve İşçilerin Gündelik Hayatı” adlı derleme kitaptan alıntıladık. SEP Başkanı Gümüş’ün bu nitelikli ve uzun makalesi, Orhan Kemal romanları üzerine yazılmış en kapsamlı yazılardan biri olması nedeniyle okurun ve meraklılarının ilgisini hak ediyor. Sınıfın ve halkın yazarı Orhan Kemal, yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. Emekçilerin derdini, gündelik sorunlarını, giyimleri kuşamları, kültürel yapılarıyla dile getiren eserleriyle Orhan Kemal, sınıfın kalbine ve hafızasına yerleşti.)
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
NâzımHikmet
Nâzım’ın o ünlü dizelerine ilham veren emekçiler, işçiler; toprakta karınca kadar çok olanlar, hayatı yaratanlar… Sadece toplumun büyük bölümünü oluşturmakla kalmayıp dünyayı emeğiyle yaşanılır kılanlar; nasıl yaşamda hak ettikleri karşılığı alamazlarsa sanatta, edebiyatta hak ettikleri yeri ne yazık ki bulamazlar. Nâzım gibi sanatının kapısını ardına kadar onlara açanlara çok rastlanmaz. Türkiye’den kaç isim sayılabilir emekçiler, yoksullar, toplumun ezilenleri, sömürülenleri, horlananları üzerine yazan? Listenin çok uzamayacağı aşikâr. Ancak bu sınırlı sayıdaki aydın, ortaya koydukları eserlerle fark yaratır; söylenmeyeni söyler, gösterilmeyeni anlatır. Bu sanatçılar arasında verimliliğiyle, sanatını tamamen emekçilerin hizmetine sunmasıyla, gerçekçiliğiyle, umuduyla, insana duyduğu sevgiyle Orhan Kemal fark yaratmıştır. Onun bütün eserleri yoksullar, emekçiler onların acıları, aşkları, yaşam kavgaları üzerinedir; acısıyla tatlısıyla hikayelerin içinde ne geçerse geçsin ümidinden bir şey kaybetmez.
“Bir sanatçı olarak ben, adamın… ‘anormal’ yanlarıyla birlikte,… gözlerimi yaşartan yanını, asıl bu yanını vermeyi kendime yol edinmişim… Demek isterim ki: ‘İçinde yaşadığımız toplum düzensizliği insanlarımızı buralara kadar düşürürse, asıl suçlu toplumdaki düzensizlik olsa bile, insanlarımız aslında iyidir, güçlüdür, kahramandır. Ey insanoğlu, kendi ellerinle bozduğun toplum düzenini gene sen, kendi ellerinle düzeltip, kendini bu çıkmazdan kurtaracaksın…” (Bezirci, 2003: 60)
Tanıdığım insanları yazdım
Orhan Kemal, Arka Sokak adlı öykü kitabı nedeniyle yargılanır ve çıkarıldığı mahkemede eserlerinin kahramanlarını nasıl seçtiğini şöyle anlatır:
“Hâkim, iddia makamına uyarak, ‘Konularımı neden hep fakir fukaradan, isçilerden aldığımı, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayan insanların olup olmadığını’ sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hâkime: ‘Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok’ demiş ve beraat etmiştim.” (Bezirci, 2003: 35)
İşte Orhan Kemal’i Orhan Kemal yapan da budur: yazdıklarının derin bir yaşanmışlığın ürünü olması.1
Raşit Öğütçü, namı diğer Orhan Kemal’in eserleri emekçilerle yan yana geçen bir ömrün ürünleridir. Öğütçü, 1914’te Adana’da zengin bir ailenin çocuğu (bir ağa oğlu) olarak dünyaya gelse de toplumun içinden geçtiği büyük dönüşümler onun yaşamında da olağanüstü gelişmelere kapı aralar. Babası Kuva-yi Milliye safında savaşmaktan, milletvekilliğinden Kemalist rejime muhalefete doğru ilerledikçe kendisini 1931’de Beyrut’ta sürgünde bulur. Büyük bir zenginlikten sürgünde sefalete doğru kayış Orhan Kemal’in hayatını baştan aşağı değiştirecektir. 2
Orhan Kemal, işçilik hayatına ilk olarak Beyrut’ta sürgünde adım atmış, bundan sonra hayatını hep emeğiyle (bazen kol gücüyle bazen kalemiyle) kazanmıştır. İlk işi –matbaada kâğıt kesme makinesinde kol çevirme– patronun kendisini işten çıkarmasıyla çok uzun soluklu olmamış, işsiz de kalınca sürgün hayatına daha fazla dayanamayarak 1932’de Adana’ya geri dönmüştür. Bir süre baba baskısından azade şekilde yaşadığı Adana’ya annesi ve kardeşlerinin de geri dönmesiyle geçim derdi kendini göstermiş, emekçilik serüveni günübirlik de olsa fabrikada dokumacılık ve inşaat için çakıl çekme işiyle devam etmiştir. Kol emeğine dayalı işlerde muvaffak olamayacağını anlayan Orhan Kemal, önemli bir süre boyunca dokuma fabrikasında muhasebe memuru (kâtip), imalât ambar memuru şeklinde beyaz yakalı bir emekçi olarak yaşamını sürdürmüştür.
Hayatının bir diğer kırılma noktası ise 1939’da askerliği sırasında “Gorkiy ve Nâzım Hikmet kitapları okuması” nedeniyle tutuklanması ve Bursa cezaevinde Nâzım Hikmet’le karşılaşmasıdır. Nâzım, Orhan Kemal’in sadece dünya görüşü üzerinde değil, sanatında da büyük etkiler yapar ve onu şiir yerine düz yazıya yönlendirir. 1943’te tahliye olan Orhan Kemal, memleketi Adana’ya geri dönerek bir yanda çeşitli işlerde çalışmaya çabalarken hikâyeler yazmaya ve bunları yayınlatmaya başlar. Tutukluluğu sonrasında sürekli bir iş bulmayı başaramayan Kemal, yaşamını yazarak devam ettirmek üzere 1950’de ailesiyle birlikte İstanbul’a göç eder. Hikâyeleri gazetelerde, dergilerde basılsa da hayatı boyunca maddi sıkıntıdan kendisini kurtaramaz.
Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Arkadaş Islıkları gibi Orhan Kemal’in romanlarının bir bölümü otobiyografik niteliktedir ve kendi hayatını hikâyeleştirir. Her ne kadar bu eserleri otobiyografik eserler olarak nitelesek de Kemal’in eserleri arasında (deneyimleriyle bağlantılı olarak) bir süreklilik dikkati çeker. Bir romandaki hikâye, sanki başka bir öyküde tamamlanır ya da o hikâyenin başka bir yönü yeni bir öyküde işlenir; bir hikâyenin kahramanı başka hikâyelerde, romanlarda karşımıza çıkar.3
Orhan Kemal’in eserlerini, gösterdikleri sürekliliğe rağmen, sınıflandırmak istesek Asım Bezirci’nin tasnifi en işlevseli olacaktır: “Biyografya romanları”, “Adana’da toprak ve fabrika işçilerinin dünyası” ve “İstanbul’da küçük adamların mahrum hayatları” (Bezirci, 2003: 123). Bu tasnifteki otobiyografik eserlerin de Çukurova ya da İstanbul’da geçtiği düşünülürse, işçi sınıfının Orhan Kemal’in eserlerindeki tezahürünü ele alırken değerlendirmelerimizi Adana ve İstanbul’da emekçileri anlatan eserler biçiminde iki bölümde ele almak hatalı olmayacaktır.
Çukurovalı Emekçilerin Dünyasından Yansıyanlar Orhan Kemal’in otobiyografik romanları olan Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Arkadaş Islıkları büyük oranda; Bereketli Topraklar Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğulları, Kanlı Topraklar romanları ise tamamen Çukurova’da geçer. Orhan Kemal’in bütün eserlerinde olduğu gibi bu yapıtlarının kahramanları da genelde işçilerdir. Sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksul halkın yaşamını kaleme alan Kemal, sadece Adana’daki fabrika ve tarım emekçilerini değil, küçük memuru, esnafı, lümpen proletaryayı, kendi bildiği köylüyü de konu edinir. Çukurova’daki emekçilerin yaşamını işleyen bu romanlar 1930’lar ile Kemal’in İstanbul’a göç ettiği 1950’lerin başına kadarki dönemi içerir.
Tarım İşçileri
Orhan Kemal’in eserlerinde tarım işçilerinin serüvenine sadece Çukurova’da geçen yapıtlarında rastlarız. Kemal’in Çukurova’yı konu edinen eserlerine kaynaklık eden 1950’lerin başına kadarki dönemde tarımda makineleşme dalgası başlamamıştır, tarımsal üretim halen büyük oranda el emeğine dayalı olmaya devam etmektedir.4 Topraksız (ya da toprağı ailesini besleyecek büyüklükte olmayan topraklı) köylüler için tek çıkar yol ya büyük toprak sahiplerinin tarlalarında çalışmak ya da şehirde şansını denemektir.
Orhan Kemal’de tarım işçiliğine iki bağlamda rastlarız; tarlada çalışma (pamuk toplama, çapa vb.) ve patozda çalışma. Pamuk toplayıcılığı yapan emekçiler topladıkları pamuk üzerinden ücret alırlar; bu işçiler üzerindeki iş denetimi daha çok gelir elde etmek için daha çok çalışmak zorunda oluşlarıyla kurulur. Çukurova ve çevresine gönderilen elciler aracılığıyla işe çağrılan ve avanslarla çalışmaya bağlanan bu işçilere pamuk toplayacakları tarlalar gösterilir, gerisine karışılmaz. Barınmaları, beslenmeleri tamamen kendi mesuliyetleri altındadır. Çukurova’nın sıtma bulaştıran sineklerinden, çeşitli hastalıklara davetiye çıkaran yağmurlarından korunmak için tarım işçileri “alaçık” dedikleri çadırlarda, ellerinden geldiğince cibinlikler içinde kalırlar. Sıtmaya karşı kullanılan kinin ya da sıtmaya yakalanıldığında ihtiyaç duyulan atebrinin temini de işçilerin sorumluluğundadır.
(Orhan Kemal’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan Eskici ve Oğulları filminin afişi. Romanda Orhan Kemal geçimlik kazanç elde edemeyen yoksul bir ailenin Çukurova’da tarım işçisine dönüşmesini dramını başarıyla tasvir eder)
Tarım işçilerinin hiçbir sosyal hakkı olmadığı gibi sosyal güvencede bahsetmek de mümkün değildir. Toprak sahibiyle kurulan ilişki “elci” üzerinden gerçekleşir ve toplanan pamuğun alınmasıyla sınırlıdır. Elci, –ıslanan pamuğun değeri düştüğü için– yağmur düşmeden pamuğun toplanmasını sağlamaktan sorumludur. Dönem dönem tarlalara gelerek toplanan pamuğu alan elci, işçilere verilen avansın karşılığının alınmasını da garanti altına alır.
Tarım işçiliğinin diğer bir bağlamı da patoz işçiliğidir. Patozda çalışanlar, pamuk toplayıcılığındaki bireysel ya da aile emeğine dayalı çalışmanın aksine kolektif bir çalışma sürecine dahil olurlar.5 Patozda her bir emekçinin çalışması diğeriyle bağlantılıdır:
Bir an, hücumla deste taşıyan destecilerin getirdiği desteleri almalarındaki bir anlık gecikme, hemen iş dengesini bozuyor, her şey altüst oluyordu. Böyle anlar korkunç kazalara da yol açtığı için koltukçuların bir makine düzeniyle çalışmaları gerekiyordu.” (Kemal, 2012a: 207)
Üretim kolektif emeğe dayandığından, üretim süreci üzerinde denetim kurmak toprak sahibi açısından zorunludur. Ağa adına bu denetimin sağlayıcısı olan ırgatbaşı, işçilerin kaç kişilik gruplar halinde, ne zaman, nasıl çalışacağının belirleyicisidir. Patozda çalışanların beslenme ihtiyacı (yemekler çok kötü olsa da –‘ekmeğin küflüsü, pilavın yağsızı, ayranın imansızı’–) toprak sahipleri tarafından sağlanır. Barınma ise açık havada uygun bir yerde uyumaktan ibarettir.
Patozda ya da pamuk toplayıcılığında çalışan tarım emekçisi, çok ağır çalışma koşullarından ve ırgatbaşının müthiş denetimi altında bulunmaktan dolayı bir emekçiden çok köleyi andırır:
“Bir tarihte efendi, patozda çalışıyoruz. Patoz, eski patoz. Dört buçuk ayak, kırk beş kişilik. Lakin ırgatbaşı kansız mı kansız. Şu kadarcık merhamet arama. Kırk beş kişilik patozu otuz beş kişiyle çalıştırıyor, on kişinin gündeliğini küt, cebe. Güneş tepede alev alev, serçeler dersen sıcaktan düşüp düşüp bayılıyor. Adam çatlayacak.”
Tarım işçileri için kanun işlememekte, ırgatbaşı ve ağa neredeyse Allah kesilmektedir:
“Küçük ağa yanı başında kavuşuk elleriyle dikilen ırgatbaşıya döndü: ‘Aferin Cemo. Bitir bu işi bu hafta, gerisine karışma!’ Irgatbaşı gururla, ‘Millete soluk aldırdığım yok ırzıma nikahıma,’ dedi.” (Kemal, 2012a:348)
Tarım işçileri her şeyleriyle ırgatbaşına tabi durumdadır. Bereketli Topraklar Üzerinde romanında, ırgatbaşının, ırgatları çalışma ve yaşam koşullarına karşı fişekleyen “muzır”ı döverek öldürdüğüne tanıklık edilebilmektedir:
(Erden Kıral’ın sinemaya uyarladığı Bereketli Topraklar Üzerinde, Orhan Kemal’in büyük eseridir)
“Ağaya dedim, böyle böyle… Ver terbiyesini dedi. Öyle mi, öyle. Kendirle bir güzel bağladım, çuvala da soktum mu? Ondan sonra yer misin yemez misin? Vururken vururken… Baktım herifin sesi soluğu kesildi.” (Kemal, 2012a: 234)
Bazen de ırgatbaşı, işçileri kışkırttığı için işinin ustası patoz koltukçusunu işten çıkardıktan sonra bir acemiyi bu işe vererek onun hayatını tehlikeye atabilmektedir:
“Yeni usta çok ciddi görünüyordu:
‘ Bu adamlar acemi mi?’
Irgatbaşı, ‘Acemi,’ dedi.
Şaştı:
‘Acemi mi?’
‘Acemi ama fark etmez be usta…’
‘Etmez olur mu? Acemiler koltukçuluk yapabilirler mi?’”
(Kemal, 2012a: 338)
Tarımda iş imkânı az olduğu gibi yevmiyeler de fabrikadaki işlere göre oldukça düşüktür. Köylerinden şehirdeki fabrikada çalışmak için gelen Bereketli Topraklar Üzerinde romanının kahramanları açısından fabrika işçiliğinin yevmiyesi tarım işçiliğine kıyasla büyük bir meblağdır:
“Günde kazansanız kazansanız iki, üç lira!’ Üçü de sevinçten neredeyse hoplayacaktı. En çok Köse sevindi: ‘Daha ne? Bizim orda tövbe iş olmaz. Olsa bile otuz, kırk kuruş…” (Kemal, 2012a: 45)
Tarım işçiliğinin dezavantajlarına rağmen geniş yoksul kitleler açısından tek çıkar yol tarım işçiliği olmaktadır. Bilinçli büyük toprak sahipleri de yoksulların bu mağduriyetinden yararlanmasını bilmektedir:
“Bu mevsim ‘çiğit’ denilen pamuk tohumunun toprağa atıldığı mevsimdir. Karakazma’ya dört beş hafta vardır daha. Büyük toprak sahipleri doğu illerimize elciler gönderip tellallar çağırtırlar ki: ‘… Çukurova’da bu yıl iş çoktur. Haftalıklar yüksek, bildikleri gibi değil!’ Pek pek birkaç hafta sonra ‘Urumdan Şamdan’ çekilip çekilip gelen ırgat kafilelerinin akını başlar. Binlerce kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, yaşlı, paramparça üstbaşlarıyla pis pis kokarak, Ötegeçe’deki mezarlığa yığılırlar… ‘Ağa’lar memnunlardır. Irgat boldur, Çukurova tarlalarındaki işe yetecek insan gücünün çok üstündedir. Haftalıklar düşecek, pamuk ucuza elde edilecektir.” (Kemal, 2012a: 162)
Orhan Kemal’in romanlarına konu olan tarım işçiliği sürekli nitelikte değildir. İşin bu geçici niteliği işçilerin sınıf bilinci geliştirmeleri önünde en büyük engellerden biridir. Tarım emekçileri, “dişimizi bir süre sıkalım” düşüncesiyle kölece çalışma koşullarına, sefalet ücretlerine, mendeburlaşan ırgatbaşına tahammül gösterir:
“Amman Ali, akıl var, yakın var. Koskoca bir ağa mesela… Ağaların ırgada ne eyvallahı olacak? Seni, beni atar, yerine başkalarını alır. Buraya ne diye geldik? Karavana devirek diye mi? Yoksa üçün beşin yoluna bakak diye mi? Sen Zeynel’e kulak asma. ”(Kemal, 2012a: 278)
İşçiler, kölece sömürüyü kabul etseler de uysal koyun değillerdir. Tarım emekçileri, ağa ve ırgatbaşıyla aralarındaki sınıfsal karşıtlığın (çıkar karşıtlığının), adını tam olarak koyamasalar da, farkındadırlar:
“Her günden daha kısa süren paydos, yorgun ırgatları sinirlendirmişti. Homurtular oldu. ‘Ne o be? Ne oluyor be?’
Vay kerhaneci vay… Ulan zaten doğru dürüst bir soluk aldırmaz…’” (Kemal, 2012a: 216)
Sabrın da sonuna gelindiği, ufak tefek ya da pasif şekilde de olsa mücadelenin yaşandığı olur:
“Irgatbaşı düdüğünü beşinci, altıncı sefer öttürüp de beş, altı kişiden başkasının işbaşı yapmadığını görünce, müthiş küfürlerle sokuldu….
‘Bu ırgat milletine arka olma Zeyno. Bunlar çalmadan oynarlar, önlerine düşme. Sonunda sen kötü kişi olursun…’
‘Bana ne yahu!’ dedi Zeynel. ‘Heriflerin hakkını yeme, başkaldırmasınlar!’
‘Senden arka almasalar başkaldıramazlar!’” (2012a: 216-7)
Orhan Kemal’in eserlerinde anlatılan işçiler, köylülükten neredeyse yeni kopmuş, önce geçici olarak işçilikle tanışan, bir sınıf bilincine sahip olmayan emekçilerdir. Dolayısıyla Kemal’in romanlarında sıklıkla işçi direnişlerine rastlanmasa da emekçilerin pasif direniş (işe başlarken ayak direme, tuvalet molalarını uzatma gibi) yöntemlerine başvurdukları görülür.6 Kemal, bu dönemin emekçilerinin hayatlarını romanlarına taşırken genel olarak gerçek hayattan kopuk bir biçimde bilinçli, mücadeleci bir emekçi sınıfı profili çizmez; ancak yine de eserlerinde (tekil örnekler olarak kalsalar da) daha bilinçli, militan emekçilere de rastlanır. Patron, ağa ve şürekasının ise mücadelelere öncülük edebilecek işçiler konusunda sınıfsal bir bilinçle tavrı nettir:
“Böyle kerhanecileri ırgatın içinde tutmamalı. Neden dersen, bir tarihte bir çiftlikte çalışıyordum. İşçi nasıl? Ekspres! Irgatın da, ensesine vur, ağzından lokmasını al; kuzu gibi… Irgat dediğin öyle olur!’
‘Sonra?’
‘Sonra, bu Zeynel gibi bir i..e girdi içlerine, üç günde baştan çıkardı herifleri…” (2012a: 233)
Tarım işçileri açısından bıçağın kemiğe dayandığı bir nokta vardır ve işte, bu gerçekleştiğinde ağaya karşı köylerde yaygın olan eylem biçimlerinin faaliyete geçtiği görülür, harmanı yakma gibi:
“On iki yıl oluyor. Bununla Dolusap’ta çalışıyorduk. Esas mesele haftalıklardan çıktı. Harman ağalıktı, haftalığımızı kestiler, işimizden de attılar…’ ‘Siz de?’
‘Biz de huylanıp yaktık!’” (2012a: 231)
Harmanı yakma, sonuçları itibarıyla etkili olsa da aslında gizlice gerçekleştirilen, açıktan bir direniş niteliği taşımayan bir eylemdir. Bu eylem tipi, mücadelesine hiçbir zemin tanınmayan, yasal olarak da engellenmiş emekçilerin başvurdukları direniş yöntemlerinden biridir. Köylülükten çıksa da tarım emekçisinin eylemleri, kırsalın özelliklerini taşır, en radikal biçimi aldığında bile. Ve bu eylemler genellikle kolektif değil bireyseldir:
“Bir tarihte haftalık meselesinden bir ırgadın Şafak Kahvesi’nde ağasını tabancayla vurup kahvenin arkasından geçen Seyhan Nehri’ne atlayarak kaçtığını biliyordu.”(2012a:300)
Ancak iş kazası sonucunda bir emekçinin ölümü örneğinde olduğu gibi bir an gelir, artık göz hiçbir şey görmez olur; ağa ve şürekası kolektif bir direnişle karşılaşabilir:
“Usta: ‘Allah yardımcınız olsun oğlum, Allah yardımcınız olsun.
Arabası pislenir diye herifi arabasına almıyor!’
Terli, yorgun ırgatlarda bir homurtu, bir derlenip toparlanma oldu:
‘Neee???’
‘Almıyor mu?’
‘Arabası pislenir diye mi?’
‘Ulan kimin işinde oldu bu?’
Kalın, gür bir ses emretti âdeta: ‘Parçalayın kerhanecinin malını!’
Irgatlar tahta parçaları, traktörün demir aletleriyle otomobile saldırırken, küçük ağa, elinde kolçak, geri geri kaçtı, arabayı siper aldı. Sonra da kolçağı atıp tabancasını çekti:
‘Yaklaşmayın anam avradım olsun yakarım!’” (2012a: 351)
Fabrika İşçileri
Orhan Kemal romanlarında anlatılan Adana fabrikalarındaki emekçileri, yerleşik emekçilerin yanısıra kısa süreli çalışmak için kırsaldan kente gelmiş köylüler7 oluşturur. Bu köyden en yakın şehre doğru kısa erimli ve geçici nitelikteki göç, fabrikada belli bir gelir sağlandıktan sonra köye dönülmesiyle sonlanır; bu döngü çeşitli aralıklarla tekrarlanır.8 Kente göçenler genellikle yerleşmek için gelenler değildir, arkalarında bıraktıkları ailelerinin yanına ‘paralanarak’ dönmeyi hedeflerler. Evli erkekler, gerek bir evi geçindirmenin dertleriyle uğraşmanın ağır yükünü karşılayamayacaklarından gerek de köye zaten geri dönme amacında olduklarından karılarını, çocuklarını memlekette bırakarak Adana’ya gelirler. Hayatını çalışarak kazanmak zorunda olanlar için bu gurbet hali, dayanılması gereken bir tür zulüm olarak kavranır; özellikle ilk defa kapitalist üretimin dişlileri arasına giren ve niteliksiz olması nedeniyle beden gücüne dayalı ağır işlere koşulan emekçiler tarafından. Köyde, kendi toprağında üretimin her aşamasına tamamen hâkim olan birinin her yönüyle belirlenmiş, tabi olmak zorunda kaldığı ağır çalışma yaşamına soğuk yaklaşması, “el işi” diyerek onu horlaması şaşırtıcı değildir:
“ ‘El lokması kannan yoğrulmuş, yudabilene aşkolsun,’ sözünü her fırsat düştükçe söyleye söyleye ve ‘benim’ diyeceği bir işin ucundan tutabilmek arzusuyla uğraştı…” (2009e: 103) Ancak artık zaman “el işi”nin zamanıdır. Orhan Kemal romanları köylüsünden, küçük esnafına, lümpen proleterine (seyyar satıcılar gibi) kadar toplumsal olarak işçileşme dalgasını yansıtır; doğal olarak bu sürecin sancılarını da. Para kazanmak uğruna memleket geride bırakılıp gelinmiştir ama Çukurova da iş kaynamamaktadır: “Kendileri gibi, iş için bekleşen yayla memleket uşakları o kadar çoktu ki…” (2012a: 36)
Çok sayıda gurbetçinin ve yerleşik işçinin beklediği işe ulaşmak için geleneksel ilişkiler, hemşehricilik yardıma çağrılır:
“Hemşeri demek hısım demek. Ben kendi nefsime, hemşerim şurda dururken, yazının şehirlisini niye işime alayım? Sen olsan alır mısın Köse? ” (2012a: 8)
Ancak kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu bir dünyada hemşehriliğin hükmünün kalmadığını kavramak çok da zor olmayacaktır.9 Çalışma yaşamının zorlukları karşısında önceleri hemşehriliğe büyük anlamlar atfeden işçilerin bile geleneksel ilişkilerin gereklerinden uzaklaştığı görülür. Fabrikada sulu kozada çalışırken hastalanan ve yatağa düşen Köse Hasan’a yönelik işçi hemşehrilerinin tavrı, çalışma yaşamının acımasızlığının kişisel ilişkilere de sirayet ettiğinin açık kanıtıdır:
“Günler geçiyor, Yusuf’la Ali işlerine gidip geliyordu. Sağdan soldan utandıkları, daha doğrusu sağın solun ayıplaması üzerine on iki saatten on iki saate hemşerilerini de yemeğe buyur diyorlardı ya, bıkmış usanmışlardı doğrucası.” (2012a:79)
Kapitalist ilişkilerin tam oturmamasından dolayı Çukurova’daki fabrikalarda geleneksel ilişkilerin yine de belli bir yeri olduğu Orhan Kemal’in romanlarında görülür. Hatta patronlar tarafından bu bağlar kendi çıkarına kullanılır:
“Senin hakkında ne düşündüğümü senin herkesten iyi bilmen gerek. Kanı kanımdan, teni tenimden bir insanın kuyusunu, kanı kanımdan, teni tenimden olmayan beş paralık bir muhacir oğlu önünde kazacak kadar alçalamam herhalde.” (Kemal, 2011a: 215)
Gurbetçi işçilerin sadece çalışma koşulları ağır değildir, barındıkları mekânlar da insanlık dışıdır. Ailelerinden kopup gelen işçiler, ucuz şekilde konaklamak için Adana’nın uyanıkları tarafından bir tür işçi yurtlarına dönüştürülen her türden mekânda barınmak zorunda kalırlar:
“Oturdukları ‘ev’, iki mahalle aşağıda, mahalle muhtarının bir zamanlar hayvanlarını bağladığı, tabanı hâlâ gübre örtülü, genişçe bir ahırdı. Atsinekleri vızıltılı daireler çizerek uçuşuyorlardı. Harap kerpiç duvarlar yarı beline kadar ıslaktı. Oda ekşi ekşi fışkı kokuyordu.” (Kemal, 2012a: 65)
Adana’nın yerleşik işçilerinin yaşadığı işçi mahallelerinin durumu da iç açıcı değildir:10
“Yan yatmış, bağdaş kurmuş, çömelmiş ya da tam yuvarlanacakken bir yana tutunuvermişe benzeyen harap evler kalabalığından ibaret mahallenin birbirini kesen, çamur içindeki sokaklarından…”(Kemal, 2011a: 1)
Orhan Kemal emekçileri anlatırken etnik çeşitliliklerine sıklıkla göndermede bulunur. Etnik, dinsel farklılıklarına rağmen işçilikte birleşmişlerdir; bu farklılıklar da işçiler arasında genel olarak bir bölünmenin, ayrışmanın kaynağı olmamaktadır. 1914’ten 1970’e kadar süren yaşam deneyimlerini yazıya aktarmış Kemal’in eserleri bu toprakların geçirdiği köklü değişimleri de yansıtmakta, işçi sınıfının çeşitliliğini oluşturan unsurlar değişmektedir. Önceleri Rum, Ermeni işçiler metinlerde boy gösterirken, onların bu topraklardan gönderilmesinden sonra yeni göçler yaşanmış; Balkan göçmenleri, muhacirler emekçi kitleler içinde anılmaya başlanmıştır.
Orhan Kemal’in Çukurova’daki emekçileri anlattığı romanlarının konu aldığı dönem, sadece Adana’da değil, tüm ülke çapında kapitalist üretim ilişkilerinin yeni yeni oturtulmaya çalışıldığı bir süreçtir. İş Kanunu’nun yürürlüğe girmesi 1937 yılını bulmuş; bu kanun, ancak 10 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde geçerli kabul edilmiştir. İşçi Sigortaları Kurumu’nun faaliyete geçmesi 1946 yılını bulurken Çalışma Bakanlığı’nın kuruluşu ise 1945’te olmuştur. Sosyal politika alanında bu düzenlemelere rağmen Orhan Kemal’in eserlerinden gördüğümüz üzere, kayıtlı şekilde çalışan fabrika11 işçilerinin bile işten çıkarılması patronun iki dudağı arasındadır; iş kazalarından sonra işçiler eğer İş Kanunu’na tabi –ondan fazla işçi çalıştıran bir fabrikada çalışmıyorsa, yani kayıtlı değilse (ki işçilerin çoğu bu durumdadır) kendi kaderiyle baş başa kalırlar; emeklilik gibi birhakkın bahsi bile geçmez. Yaşlılar çalışabildikleri sürece çalışmaya devam ederler, çalışmayı bırakmak için tek güvenceleri kendilerine bakacak evlatları ya da akrabaları olmasıdır.12
“Yetişmiş oğlu, hali vakti yerinde kızı olsa, hemşeri memşeri hiç müdana etmez. ‘Al atını ver tımarımı’ der, basar çıkardı işten, ama yoktu. Allah belasını versin!” (Kemal, 2011a: 196)
Fabrikalarda işçilerin bir şekilde kayıtlı olarak çalıştıklarını Kemal’in romanlarında geçen diyaloglardan çıkarabiliriz, ancak tarım işçileri tamamen toprak sahibinin insafına terk edilmiştir, ne iş güvencesi, ne sosyal hak, ne de kanunun esamesi okunur. Fabrikadaki çalışma İş Kanunu’na tabidir tabi olmasına ama Orhan Kemal’in Adana’daki fabrika işçilerini konu edinen ilk romanlarında kapitalist iş ilişkilerinden çok geleneksel ilişkiler fabrikaya hâkimdir. Irgatbaşı, bütün üretim sürecinin ana denetleyicisidir. İşe almadan işten çıkarmaya kadar her şey üzerinde kontrol sahibidir. İş disiplinini sağlamak için ırgatbaşının işçilere şiddet uygulaması olağandır: “Elinde sopasıyla ırgatbaşı, işçilere rastgele vuruyordu. Az sonra atölye doludizgin çalışmaya başladı. Çırçırlar avuç avuç kütlü yiyor, içyağı gibi bembeyaz, kucak kucak pamuk kusuyordu.” (Kemal, 2012a: 59)
Irgatbaşı, işçilerin haftalık yevmiyelerinden -işteki bağlılıklarını sağlamak bahanesiyle- “avanta” almaktadır. “Haftadan haftaya ne zaman alacaksınız paracıkları… Vereceksiniz bana da hak, ırgatbaşı kakkı!” (Kemal, 2012a: 50)
Üretim süreci gerekirse kaba kuvvete dayalı şekilde sürekli kontrol altında tutulsa da, Orhan Kemal’in anlattığı gibi işçiler üretim sürecinin açıklarını ve bunlardan yararlanmasını bilir13. Sınıf mücadelesinin küçük de olsa bir parçasıdır bu. Emekçi, patronu zengin etmek için kendini heder etme düşüncesinde değildir. Aldığı maaşın emeğinin tam karşılığı olmadığının farkında olarak ya çalıştığı süreden kısmaya çalışır ya da kimi zaman işyerinden hırsızlık yaparak üretimden aldığı payı artırmaya bakar.14 Çalışırken verilen kaçak sigara molaları da işçilerin patrona karşı pasif de olsa direnişin bir parçasıdır:
“Oysa bir bilseler koza mağazasında sigara içildiğini, hepsinin tozunu atarlar, duman ederlerdi. Ederlerdi ya, büsbütün içilmediğine inanamayan fabrika sahibi, zaman zaman tatlı uykusunu bırakıp hiç kimseye haber vermeden, fabrikaya, çokluk da koza mağazalarına geliverirdi. Yusuf ilk zamanlar bu işe razı olmadı. Hemşerilerinin kozaları tutuşur da yangın bütün fabrikayı sararsa? Mal ha hemşerilerinin, ha kendilerinin. Sonra ‘Neme lazım,’ diye düşünmeye başladı.” (Kemal, 2012a: 55)
Ya da uzun tuvalet molaları. Patronlar da kendi çıkarlarına uygun çözümler üretir bu kaytarmalaraİara.
“Tuvaletlerin kapıları niye böyle yarı bellerinden kesik?’ diye sordum. Ahmet, ‘İçerde dalga geçilmesin, tuvalet bekçisi kolayca kontrol edebilsin diye,’ dedi. ‘Tuvalette dalga geçilir mi?’ ‘Biraz eski de bak. Tuvalette dalga geçmek, dökümhanede toz yutmaktan daha rahattır, anlarsın. Hem insanın aklına öyle şeyler
gelir ki… Ben tuvalete girdim mi, kafamı bir düşüncedir alır, bellerim ki bu dünyadan çıktım, uçtum, gittim… Gözlerimi de kaparım, oooh…’ ” (Kemal, 2009a: 8)
Yirminci yüzyılın ilk yarısında geçen bu öykülerdeki fabrikalarda geleneksel ilişkiler hâkim olsa da işçiler, patronları, kendilerine çalışmak için iş sunan, ekmek sağlayan bir velinimet olarak görmez. İşçi ekmeğini patronun fabrikasında kazanıyorsa da bu ekmeğin her lokmasında kendi alınteri olduğunun bilincindedir: 15“
‘Bu kapının ekmeğini yiyoruz. Bir insan yediği çanağa…’
Nuri lahavle çekti:
‘Alnımın terini yiyorum. Hurşit Ağa bana avantadan ekmek vermiyor…’ ” (Kemal, 2009c: 61)
İşçiler, patronun zenginliğini çok çalışmayla elde edilen bir kazanç olarak da kavramaz; öyle olsa işçilerin de ölesiye çalışmalarının sonucunun sefalet olmayacağı yaşam deneyiminden kolaylıkla çıkarılabilir. Kaldı ki dönemin patronlarının çoğunun zenginleşme öyküsü bilinebilecek kadar kısa bir zaman içinde yaşanmıştır: 16
“Allah’ı bilen insan, günahı, sevabı da bilir… Cenab-ı Allah, herkes rızkına razı olsun, buyurmuş… Hurşit Ağa zamanında çalışmış, kazanmış… Sen de çalış, sen de kazan!’
‘Sersem sersem konuşmasana be! Saat kaç şimdi? Gece yarısını geçiyor… Göbek mi attık?’ ” (Kemal, 2009c: 64)
Orhan Kemal’in işçi kahramanları sınıf bilinci gelişkin işçiler değillerdir, ama hayat onlara kendi çıkarları ile patronların çıkarlarının farklı olduğunu hissettirir. Karşıt çıkarlara sahip sınıfların üyeleri olduklarının adı konmasa da farklı dünyalarının olduğu bilinir: “Kemal Dokuzcanlı, ‘Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabrikatör benim küçük derdimi ne bilcek?’ dedi, ‘Onlar kendi dalgalarında, ben kendi dalgamdayım…’”(Kemal, 2007a: 38)
Çoğunlukla işçiler, patronlarla çıkarlarının da ortak olmadığının ayırdındadır. Patron işçiden daha çok çalışmasını, daha az maaş ve sosyal hak talep etmesini isterken, işçinin çıkarı tam aksi yöndedir. 17Dolayısıyla gündelik yaşamın kendisi işçiye gelişkin olmasa da bir düzeyde sınıf bilinci kazandırır,18 onu alttan alta patrona karşı sınıf kavgası (oldukça basit düzeyde de olsa kapitalistlerin kârını azaltan her adım bu şekilde kabul edilebilir) vermeye iter:
“Ben kürekteydim. Öyle taze bir hamleyle sarılmışım ki… Ekmeğimi alnımın teriyle kazanıyordum artık, yediğim ekmeğe hak kazanmalıydım. Yanı başımda, benimle birlikte çakıl atan arkadaş: ‘Kardaş,’ dedi, ‘usul usul, usul usul…’
(…) Kollarım, omuz başlarım, göğsüm yara gibi sızlıyordu. Kamyonun üçüncü sefer dolup dönüşünde, tıkandım. Sanki kollarımın bütün sinirleri kopmuştu. Yüreğimde bir bulantı, vücudumda soğuk bir ter, bir halsizlik, yorgunluk. Bütün zorlamama rağmen, artık kollarım işlemiyordu, durdum.
‘Dimedim mi?’ dedi Şeker Veli. ‘Canına yazık. Dümbüklerin işi tükenir mi hiç!’ ” (Kemal, 2009a: 75)
İşçi kendisi ile patron arasındaki çıkar farklılığını sezse de bu farkındalığı bilinç düzeyine çıkarmadığından, bu olgu patronla kendi arasındaki bütün ilişkileri kavrayışına temel olmaz. Bu sezgi düzeyindeki çıkar farklılığı algısı, çok rahat olarak bir kenara bırakılarak patronla birlikte hareket etmesine bile neden olabilir. Sınıf bilincine sahip patron ise işçiyle ortak hareket ettiğinde ne yaptığını bilen ve dolayısıyla kazançlı çıkan taraf olacak; işçiyi kendi çıkarına uygun şekilde aldatmış olacaktır. Orhan Kemal’in Cemile adlı kitabında işçiler ve patron arasında İtalyan mühendise karşı kurulan ortaklık bu duruma bir örnek teşkil eder. Fabrikanın ortağı olan Kadir Ağa, ortağı Numan Şerif Bey’in ve onun rasyonel işletme modelinin ayağını kaydırmak için fabrikadaki otoriteleri sarsılan ustabaşları, şeflerle birlikte İtalyan mühendise karşı bir dümen hazırlar. Bu planın bir parçası olarak dokuma tezgâhlarında kullanılan kolaya dökülen zımpara tozu nedeniyle iplikler sıklıkla kopmakta, işçiler iplik bağlamaktan dokuma yapamadığından elde ettikleri gelir düşmektedir. Ustabaşları ve şefler tarafından bu durumun suçlusu olarak İtalyan mühendisin getirdiği çalışma düzeninin gösterilmesine aldanan işçiler, patronun ayak oyunlarına alet olarak ödeme gününde İtalyan mühendisin gitmesi için ayaklanınca işlerinden olurlar. Bilinçli işçilerin bu konudaki uyarıları, aradaki derin bilinç farkı ve uyarının çok güçlü olmaması (uyarının sadece İzzet Usta tarafından yapılıyor olmasının yarattığı cılızlık) nedeniyle etkili olmaz:
“İzzet Usta, ‘Arkadaşlar,’ demişti, ‘kardeşler,’ demişti, ‘ağayla ustaların oyununa alet olmayın!’ (Kemal, 2013:115)
Çıkarlarının bilincinde olmayan işçilerin öfkelerinin yanlış yere yönelmesinin (İtalyan mühendis örneğindeki gibi özellikle tepkinin hedefinin şaşırtılması gibi) başka örneklerine de rastlarız. Murtaza adlı romanında işçiler, fabrikada kontrolör olarak çalışan Murtaza’nın üretim sürecini disiplin altına almasına duydukları tepkiyle onun fabrikadan gönderilmesi için birkaç kere ayaklanırlar. Üretimde disiplinin sağlanmasından çıkarı olan patron, genel müdür değilmişçesine Murtaza’yı fabrikadan göndermeye çalışırken, işçiler, onun CHP’liliğine karşın Demokrat Parti destekçiliği temelinde kendileri ile patron ve fabrika yönetimi arasındaki ortaklıktan medet umarlar. Burada hem Demokrat Parti’nin işçilerin çıkarlarına hizmet ettiği19 hem de kendilerinin patronlarla ortak çıkarlara sahip olabileceği yanılgısı vardır ki, bu ikisinin de gerçekliğin duvarına toslaması çok sürmez:
“Nuh bir şeyler söylemek istediyse de Fen Müdürü, ‘Sus,’ dedi, ‘…Herifi fabrikadan attırmak için çevirmediğiniz dolap kalmadı.
Ama şunu iyi bilin ki, bu fabrikaya mutlaka bir Murtaza lazım.
Bu olmazsa bir başkası.’
Nuh eşekten düşmüşe dönmüştü:
‘Yaa,’ dedi.
‘Evet.’
‘Bizim demokratlığımız nerde kaldı öyleyse?’
‘Sizin demokratlığınız bana vız geliiir tırıs gider?’
‘?..’
‘Bana benim işimi kendi işinden üstün tutacak fedakâr insan lazım.’
‘O, CHP’li, İsmet Paşacı amma?’
‘Olsun!’”(Kemal,2011a: 374)
Orhan Kemal, toplumsal gerçekçi bir yazar olarak umudunu bağladığı işçileri bilinçli, mücadeleci göstermek adına olmadık kurgulara başvurmaz. İşçiyi geri bilinciyle, patron tarafından aldatılmasıyla bir yandan da çıkarının sezgisel olarak da farkındalığıyla, kısacası iyisiyle kötüsüyle anlatır. Onun eserlerinde bilinçli, mücadeleci işçiler de vardır ama işçilerin sadece küçük bir azınlığını oluştururlar. Orhan Kemal’in romanlarında işçilere (tek başınalığı nedeniyle cılız da olsa) yol göstermeye çalışan “usta” figürünün yanı sıra tek tük de olsa bilinçli, militan işçilere rastlarız: Cemile’de İzmirli Nusret, Bereketli Topraklar Üzerinde’de patoz koltukçusu Zeynel, Grev öyküsünde Sarı Mehmet, Murtaza’da Sarı İbrahim20 gibi. Hakkını arayan, sözünü esirgemeyen, dolayısıyla da kendini kısa zamanda belli eden bu işçiler işveren tarafından tehlike olarak değerlendirilir ve çoklukla işyerindeki ömürleri uzun olmaz. İşçileri mücadeleye yönlendirecekleri kaygısıyla patron bu tür işçileri işyerlerinde barındırmamaya dikkat eder. Ancak Orhan Kemal’in eserlerinde az da olsa karşımıza çıkan bu işçi kahramanların gösterdiği gibi, bu tür sınıf bilinci konusunda yol açmış işçiler her zaman işçilerin içinde var olmaya devam edecek ve bulunduğu işyerlerinde işçileri hem bilinç hem de sınıf mücadelesi anlamında öne doğru çekecektir:
“Sarı Mehmet, ‘Harp biteli beş sene oluyor!’ dedi. ‘İş Kanunu’nun hükümlerini yerine getirmenizi istiyoruz!’
‘O sizin bileceğiniz iş değil,’ diye küçük ağa nefretle cevap verdi.
‘Fabrikanın menfaati nasıl icap ettirirse…’
‘Biz kendi menfaatimizi biliriz. Fabrikanın menfaati bizi alakadar etmez!’
‘Siz de fabrikayı alakadar etmezsiniz!’
‘Arkadaşlar duydunuz mu? Biz fabrikayı alakadar etmezmişiz. Madem biz fabrikayı alakadar etmeyiz, o halde bul işçi de çalıştır! ” (Kemal, 2007b: 7)
İşçi ile patron arasındaki sınıf mücadelesi, Komünist Manifesto’da da belirtildiği gibi, “gizli ya da açık kesintisiz şekilde” Orhan Kemal’in eserlerinde de sürer ancak genellikle alttan alta yaşanır. Sınıf mücadelesinin parçası olan sendikalara Kemal’in romanlarında rastlanmaz ancak onun eserlerinin geçtiği dönemlerde sendikalar da çok yaygın değildir: 1946’dan itibaren sendikaların kurulmaya başladığı Türkiye’de 1948 yılında sadece 52 bin işçi sendika üyesidir ve bu rakam toplam işçilerin ancak %8’ine tekabül etmektedir (Kutal, 1977: 20). Orhan Kemal’in fabrikada işçilerin açıktan mücadelesini anlattığı tek eseri Grev adlı hikâyesidir ve bu öyküye konu olan işçiler bilinçli birkaç işçinin öncülüğünde sekiz saatlik işgünü için kendiliğinden greve girişirler. Grevin yasak olduğu dönemde gerçekleşen bu eylem, yasadışı konuma düşmemek için işçilerin yaratıcılığının bir ürünü olarak yasakların yanından dolaşarak gerçekleştirilir:
“ ‘Tezgâhlarının başındalar ama iş görmüyorlar. Masura tükeniyor, dolusunu koymuyorlar; bez top oluyor, kesmiyorlar; iplik kopuyor bağlayıp çekmiyorlar.’
‘Bir çeşit grev yani?’ ” (Kemal, 2007b: 5)
Eylemin ismine grev denmese de, işçiler tezgâhlarının başından ayrılmasa da, patron yasak olduğu halde lokavt ilan etse de“vatandaşlar arasındaki hakem” olma iddiasındaki devletin safı bellidir 21 ve her şekilde işçiler suçlu çıkarılır. Sonuçta patron suçlu olacak değildir ya!
“Bir komiserle üç polis, birkaç bekçi, Sarı Memet’le iki arkadaşını muhafaza altına aldılar.
Berikiler, ‘Niye yahu, niye?’ diyorlardı, ‘Lokavtı yapan, suçu işleyen orda, elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor, siz bizi tevkif ediyorsunuz.’
‘Kimden bahsediyorsun? Suç işleyen kim? Fabrika sahibinin oğlu mu?’
‘Tabii ya… Şalteri indirdi, milleti işten kovdu. Bizim değil, onun tevkif edilmesi lazım!’
‘Onun? Maşallah. Koskoca mal sahibi. Nankörlüğün alemi var mı?
Sayesinde sebepleniyorsunuz, karnınız doyuyor.’ ” (Kemal, 2007b: 10)
‘Gurbet Kuşları’nın İstanbul’u
Orhan Kemal’in İstanbul’a geldiği 1950 Türkiyesi işçi sınıfının hem nitelik hem de nicelik açısından büyük değişiminin başladığı yıllara işaret eder. Artık emekçi nüfusun bileşiminde tarım işçilerinin yeri küçülürken özel işletmelerde çalışan emekçilerin sayısı hayli artmaktadır. Aslında 1950’li yılların bu hızlı ekonomik dönüşümünün işaretleri öncesindeki 5-6 yıl içinde verilmiş, açılan özel işletmelerde çalışanlarla işçi sınıfının nüfusu kalabalıklaşmıştır. Bu konuda farklı sayılarla karşılaşsak da Kemal Karpat işçilerin niceliksel büyüklüğünü şöyle anlatmaktadır:
(Sinemaya Halit Refiğ tarafından uyarlanan Gurbet Kuşları filminden bir sahne. Orhan Kemal, Gurbet Kuşları’nda Türkiye kapitalizminin kırları çözerek kente yığdığı emekçilerin kentteki üretim ilişkileri karşısındaki dramını anlatır.)
“Sanayi geliştikçe sanayi işçilerinin sayısı da durmadan arttı. İşçilerin çoğu köylerden veya göçmenler arasından geliyor ve türlü şekillerde köyle ilgilerini devam ettiriyorlardı. 1923 yılında Türkiye’de sanayi işçilerinin sayısı 20-30 bini geçmiyordu. 1948’de yalnız büyük işyerlerinde 301.299 işçi çalışıyordu, küçük işyerlerinde ve ziraatte çalışanların sayısı ise bunun iki katı idi. Aileleri de beraber hesaba katılırsa işçi sınıfı en az 1.500.000 kişiyi buluyordu.” (Karpat, 1996: 106)
Demokrat Parti döneminde ise bir eşik atlanmış, bireysel girişimcilere sunulan olanaklarla özel sektör alıp yürümüştür. Bu dönemde ABD’nin Marshall yardımlarıyla tarımda yoğun bir makineleşme başlamış ve kırsalda insan emeğine duyulan ihtiyaç azalmıştır. Kendi toprakları olmayanlar (ya da az miktardaki toprakları bir aileyi besleyecek durumda olmayanlar) 1950’li yıllardan başlayarak yoğun şekilde kırdan kente doğru kitlesel şekilde göçe başlamıştır.
“Gurbet kuşları” katarın en arka vagonlarından iniyorlardı, kara kara, kuru kuru. Ne karşılamaya gelenler vardı, ne de çoğunun bavullarıyla sepeti, hatta yorganı… Bir, beş, on değil, yirmi, otuz, kırk, elli, belki de daha çoktular. Anadolu içlerinden kopup gelen her tren, her ‘Kuşluk treni’, her gelişinde gurbet kuşlarını toplayıp getiriyordu İstanbul’a. Yol, yıkım, yapım üzerine çok iş vardı İstanbul’da. Karınlar doyuyor, sılaya para bile salınıyordu. Köy yerinde şunun bunun tarlasında üç gün iş, beş gün duvar diplerinde barut atacaklarına, bir tren parası denkleştirip İstanbul’un yolu tutulmalıydı. Ne yapıp yapıp gidenler, birkaç ay sonra değişmiş dönüyorlardı… köy kahvelerinde, delikanlı meclislerinde İstanbul’u dillerinden düşürmüyorlardı. İstanbul da bir İstanbul’du.” (Kemal, 2010c: 1-2)
Bu sefer göç hareketi Orhan Kemal’in ilk dönem eserlerine yansıdığı gibi pek de geçici değildir. Emekçiler İstanbul’a yerleşmeyi belki başta pek planlamasalar da Kemal’in Gurbet Kuşları romanının kahramanı İflahsızın Memmed örneğindeki gibi eğilim kalıcı olmaya yöneliktir. Bu göç öyküsünde de (Adana’ya doğru olandaki gibi) şehre yerleşmiş hemşehriler aracılığıyla şehre tutunmak için ilk adım atılmaya çalışılır. Bereketli Topraklar Üzerinde romanında babası İflahsızın Yusuf nasıl arkadaşlarıyla birlikte hemşehrileri fabrika sahibini bulup işe girdilerse, onun oğlu İflahsızın Memmed de, kabzımal olduğunu söyleyen hemşehrisi Gaffur aracılığıyla bir işe yerleşmeye çalışır.
Gurbetçi emekçiler için barınma sorununun “çözüldüğü” bekâr evlerinin içler acısı hali İstanbul’da da sürer:
“Evden içeri besmeleyle adımını attı. İçerisi çok pis kokuyordu. Karanlık altevde ya kedi ya it ölüsü olmalıydı.
‘Abarruuuuuh,’ dedi. ‘Pek pis kokuyor!’
‘Aldırma. Bunun burası gurbet. Bir varmış bir yokmuş hesabı. Yarın iş bulur çıkar gidersen ne koku kalır ne bir şey.” (Kemal, 2010c: 34)
İstanbul, bu oranda büyük bir göç dalgasıyla gelen insan selini barındıracak imkânlara sahip olmadığından,22 emekçilerin barınma sorununa çözüm olarak gelişen gecekondular Orhan Kemal’in eserlerinde kendini göstermeye başlar. Ancak bu gecekonduların şimdilik ömrü uzun olmamakta, bitirilemeden ‘yeşiller’ denilen zabıta tarafından yıkılmaktadır:
“Gecekondular antenlerini germiş, küçük gemici fenerlerinin sarı ışığında duvarlar ağır ağır yükseliyordu. Duvarlar yükseliverse, çatılarla üzerleri kapanıverse!Birden nasıl olduğu anlaşılmayan bir gürültü. Yerden biter, gökten iner gibi Yeşiller. Ellerinde kazmalarla yıkma ekibi. Çocuk çığlıkları, kadın yaygaraları arasında yıkma ekibinin yeni yükselmekte olan yapılara dalıp toz duman içinde her şeyi yerlere serişi…”(Kemal,2010c:372)
İstanbul’da çalışan emekçilerin yaşadıkları mahalleler kentin dışındaki varoşlardır; bu varoşlarda ise binbir sefaletin içinde bir yaşam sürmektedir. Orhan Kemal’in gazetede yayınlanacak bir yazı dizisi için bu mahallelerden biri olan Taşlıtarla’da yaptığı görüşmelerde dile getirilen emekçi halkın istekleri de yaşadıkları sefaletin son bulmasına dairdir:
“Önce ekmekti ekmek. Hiç tükenmeyecek iş yani. Sonra barınak. Damı akmayacak, rutubetsiz, kirası az, suyu, elektriği bol barınaklar. Daha sonra mahalle aralarındaki çamurlu sokaklar. Gece yarıları evlerine dönerlerken dizlerine kadar batmayacakları çirkefsiz, lağım çukursuz sokaklar. Ama asıl su, su dertlerinin başında geliyordu.” (Kemal, 2008c: 85)
1950’li yıllar özel sektörün serpilip geliştiği, üretim ve ticaretin sıçrama yaptığı bir dönem olmuştur. Bu koşullarda çalışacak işlerin bolluğu, ücretlerin dolgunluğu şaşırtıcı değildir:1 “İş sokaklardan akıp duruyor. İstanbul’un dağı, taşı, her yanı iş. İş adamın ayağına dolanıyor. Bekir Usta olmazsa Hasan Usta olsun, Hasan Usta olmazsa Cemal Usta. İşten çok ne var?” (Kemal, 2008c: 91)
1960’lara gelindiğinde ise ‘taşı toprağı altın İstanbul’ manzarası değişmiştir. Büyük kentlerde sanayileşme ile birlikte iş imkânı artmıştır artmasına ama kırdan kente doğru bitmeyen kitlesel göçü emecek kadar da büyük değildir:23
“Biri bırakıp biri alarak dertlerini dökmeye başladılar:
‘İstanbul’da yapım yıkım çok didilerdi de…’
‘Tevatür didilerdi…’
‘Gözleri çıksın, bizi yurdumuzdan yuvamızdan ittiler!’
‘Meğer devir, devran değişmiş…’ ” (Kemal, 2008a: 37)
Orhan Kemal’in İstanbullu emekçileri konu edinen romanları, Adana’da geçenlerden farklı olarak, fabrika yaşamını doğrudan hikâye etmemektedir. Adana’da fabrikada çalışan Orhan Kemal’in İstanbul’da hayatını yazarak kazanmaya yönelmesi nedeniyle fabrika yaşamını doğrudan gözlemleyememesi bu noktada büyük ihtimalle etkili olmuştur. Dolayısıyla Kemal’in bu dönem eserlerinde anlatılan emekçiler inşaat işlerinde, hizmet sektöründe çalışan işçiler ya da lümpen proletaryadır. Bunların hikâyeleri Kemal’in dışarıdan gözlemlerinden çıkmaktadır. Fabrikadaki iş yaşamının anlatılmaması, 1946’dan başlayarak gelişen124 sendikal örgütlenmeye Kemal’in eserlerinde karşılaşmamızı engeller. 1948 yılında 52 bin olan sendikalı emekçi sayısı, 1960’da yaklaşık olarak 283 bini bulsa da (Kutal, 1977: 20) Orhan Kemal’in anlattığı daha çok küçük işyerlerinde (örneğin bir inşaatta), iş güvencesi bile olmadan çalışan emekçilerin hikâyesinde sendikaya pek yer yoktur. Orhan Kemal’in İstanbul’daki emekçi kahramanları yine de Adana’dakilere göre daha gözü açık, daha kültürlüdür. Büyük kentlerin emekçilerinin daha bilinçli olduklarını daha Cemile romanının 1930’ların ikinci yarısında geçen bir bölümünde, patronun büyük şehirlerden işçi getirmek istemesi karşısında “Türkiye’nin en uyanık işçi bölgelerinden getirilecek işçiler” konusunda genel müdürün yaptığı uyarılarda görmek mümkündür:
“İzmir yahut İstanbul’dan gelecek işçiler hemen hemen bizim muhasebe servisindekilerle eşittirler. Gözleri açıktır. Amirlerinin azarına, dayağına filan kolay kolay boyun eğmezler. Asıl fenası, İzmir yahut İstanbul’dan gelecekler gelirken dansları, müzikleri, banyoları, haftalık temiz elbiseleriyle filan gelecekler. Bizim sakin, durgun, kendi halinde, fazlasını istemeyi bilmeyen yerli işçilerimize tesir yapacak, gözlerini açacaklar. Örnek olacaklar bizimkilere. Çok geçmeden bildiğiniz gibi, bir işçi bunalımıyla karşı karşıya geleceğiz.” (Kemal, 2013: 134)
İstanbul’daki emekçiler, kentteki modern, kapitalist yaşamın hızına ayak uydurarak daha bilinçli hale gelmiştir. Demokrat Parti iktidar olduktan sonra işçiler arasında hâlâ onu destekleyenler en geri bilinçteki unsurlardır, Gurbet Kuşları’nın patronu DP’li Hüseyin Korkmaz’ın yanında çalışan İflahsızın Yusuf gibi. Ancak genel olarak işçiler arasında siyasetçilere duyulan güven neredeyse tamamen kaybolmuştur:25
“…bu dünyada dobra dobracılık sökmez! Siyasi olacan, sakala göre tarak vuracan… Ben böyle böyle derken yalan söylediğimi bilmiyor muyum? Biliyordum, mahsustan öyle söyledim. Belle ki mebuslara böyle böyle, yemekler kurtlu, ekmekler çiğ, yevmiyelerimiz az filan fıstık yakıştırdık… N’olacak?’
‘Nebliym ben?’
‘Cigara paketlerinin arkalarına yazacaklar…’
‘Evet!’
‘Cigara bitince de paketi… Ha?’ ” (Kemal, 2007a: 40)
İşçilerin Adana’daki kardeşlerine oranla bilinçleri daha gelişkin olsa da Orhan Kemal’in İstanbul’da geçen eserlerinde de ileri bilince sahip bir işçi sınıfına rastlanmaz. Kemal’in yapıtlarında dayanışmacı, birbirini kollayan, patron sınıfıyla çıkar farklılığının bilincinde işçileri görmek mümkün olduğu gibi, çıkarlarının bilincinde olmayan çokları da vardır. Kemal, emekçileri her zaman dayanışma içinde çizmese de diğer toplumsal sınıflara göre işçiler arasında dayanışma eğilimi daha güçlüdür.26 Özellikle daha bilinçli işçilerin dayanışma geliştirmeye yönelik eğilimi daha fazladır. Örneğin Gurbet Kuşları’nda kendisine okuma yazma öğretecek işçi arkadaşıyla İflahsızın Memmed arasında şöyle bir diyalog geçmektedir: “Kaça belledecen?’ Kastamonulunun kaşları çatılmıştı: ‘Ayıp ettin Sivaslı… Her şey parayla mı? ” (Kemal, 2010c: 137)
Adanalı tarım emekçilerinin hikâyesine ışık tutan Bereketli Topraklar Üzerinde romanında bilinçli ve militan bir işçi olan Zeynel de az olan ekmeğini aç kalmış işçi arkadaşıyla paylaşmaktan geri durmaz: “Mendiline çıkınlı ekmeğini ortadan böldü, yarısını Ali’ye, yarısını da Hidayet’in oğluna uzattı.” (Kemal, 202a: 275) Birbirinden farklı çıkarı olmayan emekçilerin paylaşamayacakları bir şey olmadığından patronların işçileri bölmek, aralarına rekabet sokmak çabalarının etkileri dışında genel olarak işçiler arasında dayanışma eğilimi güçlüdür:
“Senin ellerin katip eli, yüzün bimbiyaz. Gun gormemiş… Paydosta ne yiyecen sen? Epmek ne de getirmemişsin? Buralarda lokanta ne de bulunmaz ki…’ Terli terli kokuyordu. ‘Baraber yerik…’ diye devam etti, ‘kardaş malı ortaklık!’ ” (Kemal, 2009a: 75)
İşçiler arası dayanışmanın bir örneğini de Gurbet Kuşları’nda hemşehrisi tarafından yüzüstü bırakılan İflahsızın Memmed’in iş sahibi olmasında, ustalık öğrenmesinde Kastamonulu diye adlandırdığı işçi arkadaşının yardımcı olmasında görürüz:27
“Oğlu ‘Çok gözü açık çocuk baba. Okumayı yazmayı çabucak belledi. Şuna duvar örmeyi öğretiver sevabına!’ demişti. Kendisi de yıllarca önce İstanbul’a gelip o devrin eline çabuk ustalarından duvarcılığı bellediği sıra bu Memed yaşında var yoktu. Onun elinden başkaları nasıl tuttularsa, o da şimdi bu açıkgöz, kabiliyetli çocuğun elinden tutacaktı. Böyleydi bu dünya: ‘Yap bir iyilik, denize at. Balık bilmezse Halik bilir.’ ” (Kemal, 2010c: 198)
Gündelik hayatta olduğu gibi Orhan Kemal romanlarında da dayanışma göstermeyi bırakın, birbirleriyle rekabete giren, gerektiğinde kuyusunu kazan işçilerle karşılaşmak mümkündür. Örneğin, Kardeş Payı kitabında yer alan İzin Günü (Peçete) öyküsünde garson olarak çalışan ve işyerinde tabakları kırdığı için kötü muamele ile karşılaşıp tabakların bedeli maaşından kesilen Rıza, izin gününde gittiği lokantada müteahhit pozlarına girerek garsonun kendisine getirdiği peçetedeki şarap lekesi üzerine patronu çağırıp garsonları sıkıntıya sokabilmektedir:
“Affedersiniz, affedersiniz beyefendi…’ dedi. ‘Kusur garsonların…’ ‘Benim muhatabım sensin. Madem kusur garsonlarda, kuyruklarından tut at! ” (Kemal, 2010e: 57)
Bu olay, sınıf mücadelesinin düşük olduğu, işçi sınıfının bilinç düzeyinin zayıf olduğu dönemlerde emeğiyle geçinen insanların işçi olmaktan, emeğiyle geçinmekten gurur duymak bir yana ondan utanmasının, konumunu hor görmesinin de bir örneğini sunar. Orhan Kemal’in romanlarında işçiliğinden utanan işçilere, farklı dünyalara yelken açmak için didinip duranlara çokça yer verilir. Örneğin Murtaza, işçi olmaktansa bekçi, kontrolör olmayı büyük başarı saymaktadır. Daha uyanık kahramanların zengin eş bulmak gibi yöntemlerle konumlarında daha büyük ilerlemeler sağlamaya çalıştıklarına tanıklık etmek mümkündür. Çalışarak zengin olmak bir hayal olduğuna göre kolay çıkışlara kapılan emekçi çok olur, ancak sonunda istediğini elde edenler bir avuçtur:
Bu işe öylesine hazırdılar ki, çirkin kız oğullarına sanki gerçekten göz koymuş, oğulları da peki demiş, başlamıştı yazıhanede çalışmaya da, yokluktan kurtulup varlığa kavuşmuşlardı.” (Kemal, 2010a: 107)
“…içinde Asuman, yalnız o ve onun sevgisinden çok boğazın incisi köşkü, göz alıcı mobilyaları ve hepsinden önemlisi, bundan böyle ulaşacağı rahat hayat! Asuman’ın babasıyla da konuşmuş, anlaşmıştı. Kaba saba bir adam olan bu baba, onu bağrına evladı gibi basacağını öylemişti. Oğlu yoktu. Canından çok sevdiği tek kızı…” (Kemal,2011b:99)
Emekçiler arasında sınıf atlama rüyasına kapılanlara ve dolayısıyla zenginlerin yaşamına imrenenlere sıklıkla rastlansa da genellikle yoksulların artan gelir eşitsizliğine ve zenginliğe yönelik öfkesi hissedilmektedir:
“Şahsi prestij meselesi değil, vallahi değil. Bana sövmüş, saymış… Dikkat ediyorum, bizim halkta hususilere, apartmanlara, köşklere, varlığa, refaha karşı tuhaf bir sinirlilik başladı. Niçin? Ne hakları var başkalarının varlığını kıskanmaya? Açsınlar gözlerini, onlar da mal mülk edinsinler efendim. Öyle değil mi?’ ” (Kemal, 2010c: 55)
Kadın ve Çocuk İşçiler
Orhan Kemal yazınının en dikkat çekici yanlarından birisi kadın işçilere ayırdığı büyük yerdir. Kadın, sadece emekçi ailesinin bir ferdi olarak değil tarlada, fabrikada çalışan bir işçi olarak da karşımıza çıkar. Orhan Kemal’in kendi eşinin de emekçi bir kadın olmasının bu alakadarlığında etkisi olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır.
Orhan Kemal’in eserlerinde kadının çalışmasının, onu, toplumsal olarak bir dizi açıdan özgürleştirdiğini görmek mümkündür. Kadın emekçinin ev işleri ve çocuk bakımı yükünde bir azalma olmaz olmasına ama, en azından evin gelirinin kazanılmasına ortak olduğundan sözünün bir değeri vardır. Kemal’in kadın emekçi kahramanları, her ne kadar evin reisi kabul edilen babanın, abinin, kimi zaman dedenin onayını almak zorunda olsalar da örneğin kendi eşlerini beğenipseçebilmektedirler:
“Amaan, benim kimseye eyvallahım yok arkadaş! Kimmiş beni kolumdan tutup sürütecek? Adamın alnını karışlarım! Kolumdan tutup sürüteceklermiş. Yağma vardı, dağ başıydı burası… Bir insanın kendinde olmazsa hiç kimse bir şey yapamaz…” (Kemal, 2013: 63)
İşyerinde yan yana çalıştığı erkek işçiyle kadın emekçiler arasındaki ilişkiler de rahatlamış, kadının üzerindeki toplumsal baskı azalmıştır. Ancak kadının ezilmişliğinin son bulmadığı bir toplumda iki cins arasındaki ilişkilerin rahatlamasının kadına yararı tartışmalıdır. Geleneksel, baskıcı, katı toplumsal algı, yerini bu sefer de kadınıdeğersizleştiren bir kavrayışa bırakmıştır ki bu, kadının ezilmişliğini de perçinlemektedir.
“Bu kızlardan çoğu, daha memeleri kabarmadan gebe kalırlar. Doğurur, anne olur, gene gebe kalır, gene doğurur, gene gebe, gene doğum. Sonunda ya tanınmayacak kadar çirkinleşir, ya da yeni dostlar ardında koşan kocalarının tekmesiyle elden ele dolaşır, en sonunda da babaları yaşında birinin kahrını çekmek zorunda kalırlar. İçlerinde geneleve düşenler de olur. Düşmeyenlerse, kim bilir hangi pamuk tarlasında çapalarken, sıtma ya da güneş çarpmasından, bir deri bir kemik, genç yaşlarında ölür giderler.” (Kemal, 2012a: 60-1)
Emekçi kadına yönelik toplumsal algı gerek yukarıdaki alıntıdaki örneklerin gerekse geleneksel değer yargılarının bir ürünü olarak oldukça kötüdür. Cemile romanında kahramanın (Orhan Kemal’in) emekçi bir kadınla evlenmesine babaannesi şöyle karşı çıkmaktadır:
“Fabrika gibi yerde, erkeklerin arasında. Seksen kişiden arta kalmış…” (Kemal, 2009a: 100)
Kadın emekçilere yönelik bu önyargı oldukça yaygındır:
“Fabrika sürtüğü kızlarını, evden dışarı adımını atmayan kızıyla bir mi tutuyordu?
‘Başkalarının kızları gibi ne bir yerlerde çalışır, ne de sokaklarda gezer. Böyle olduğu halde isteyeni çok nedense…’
‘Aşk olsun komşum… Çalışan kızların kötü mü hepsi da?’ ” (Kemal, 2010a: 48)
Orhan Kemal’in eserlerinde kadın emekçiler kadar çocuk işçilerin hikâyelerine de çokça yer verilir. Çocuk emeği, kadın emeğinden bile daha ucuzdur. Ancak bazen çocuklar ufacık yevmiyeleriyle ailenin bütün yükünü çekmek zorunda kalırlar:
Çocuk Sami düşündü: Öğleden sonra paydos olacaklar diye yiyecek getirmemişti. Karnı pek aç değildi ama, gece belki de acıkır diye elli kuruş avans almaya karar verdiyse de vazgeçti. Annesi, ‘Aman oğlum Sami, sakın borç etme… Aybaşında taksidimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi…’ diye sıkılamıştı.” (Kemal, 2009d: 74)
Yoksul emekçi ailelerinde, bu yokluk koşullarında çocuğun okula devam etme lüksü de genellikle yoktur. İlkokul biter bitmez, kimi zaman onu bile beklemeden çocuk soluğu bir işte almaktadır:28
“Annesinin eczaneden kazandığıyla kıt kanaat geçiniyorlarmış ama, şu son zamlar olmasa. Çaresiz, okulu beşten bırakıp annesiyle haminnesinin kazançlarına bir şeyler katabilmek, hiç olmazsa üç yaş küçüğüyle kendisinin okul masraflarını çıkarabilmek için yolunu tutmuş, gazete satıcılığına başlamış.” (Kemal, 2010b: 74)
Çalışmak bir zorunluluk olunca çalışması yasak olan küçücük çocuklar bile çeşitli hilelerle işe sokulur:
“Islak betonun üzerinde yalınayak veya takunyalarla çalışan kız, oğlan, genç, ihtiyar, kadın, erkek işçiler… Bilhassa çocuklar… Dokuz, on yaşlarında, gözleri uyku dolu, renksiz şeylerdir ki, iş kanununa uysun diye annelerinden, teyze, hala, dayı yahut da tamamıyla yabancı bir büyük insandan parayla satın alınmış nüfus kâğıtlarıyla işe girmişlerdir.”(Kemal, 2013: 13)
Çocuk işçilerin çocukluklarını yaşamalarına bile fırsat yoktur; çalışmayı bir oyuna çevirseler de hayatın ağır yükü altında kısa zamanda “büyürler”:
“En kabası on bir, on iki yaşında ‘pamukçu’ oğlanlar, paramparça üst baş, yalınayaklarıyla koşuyor, büyük mengenenin ordaki dört köşe deliğin önüne kucak kucak pamuk taşıyor, bu işi oyun oynar gibi yapıyorlardı.”(Kemal, 2012a: 59)
Orhan Kemal’in “Organik Aydını”: “Usta”
Gramsci, “…aydın teriminin geleneksel kullanım biçiminin ima ettiği kesimlerin değil, daha geniş bir çözümlemenin nesnesini oluşturacak olan ve üretim, kültür ya da siyasal yönetim alanlarında, en geniş anlamıyla ‘örgütsel bir işlev’ gören bütün bir toplumsal katmanın anlaşılması gerektiğini vurgular.” (Yetiş, 2002: 4) Gramsci, aydınları sınıf savaşımının dışında (ya da onun üstünde) bir unsur olarak görmez, Aydınlar doğrudan bağlı oldukları sınıflarla birlikte bu savaşımın en önemli bileşenleridir.
Gramsci’ye göre, “ekonomik üretim dünyasında esaslı bir işleve ilişkin o özgün alanda vücut bulan her toplumsal grup, kendisiyle birlikte, organik olarak, bir ya da birden fazla aydın tabakası yaratır; bu da o gruba kendi işlevine dair sadece ekonomik alanda değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal alanda da bir türdeşlik ve farkındalık kazandırır.” (2010: 374-5)
Orhan Kemal’in eserlerinde diğer işçilerden farklı bir figür olarak ortaya çıkan “usta”nın, işçi sınıfı açısından Gramsci’nin tanımladığı organik aydını ifade ettiğini söylemek yanlış olmaz.29 “Usta”ya atfedilen aydın nitelemesinin temelinde bilinçli bir işçi olması yer almaz; o, Gramsci’nin tanımladığı gibi üretimde örgütsel bir işlev üstlenen ve işçi sınıfıyla birlikte gelişip olgunlaşan bir unsuru temsil eder. “Usta”, bilinci ve üretimdeki konumuyla işçilere sınıf mücadelesinde türdeşlik ve farkındalık kazandırma potansiyeline sahiptir. Orhan Kemal’in eserlerinde “usta” figürüyle ilk olarak kendi gençliğini anlattığı Avare Yıllar romanında İzzet Usta aracılığıyla karşılaşırız. İzzet Usta, Kemal’in karşısına bir iş kazası sonrasında patronla tartışan bir işçi olarak çıkar ve kitabın ilerleyen bölümlerinde ona hayatta yol gösterecek öğütler veren birisi olur. İzzet Usta karakteri, Orhan Kemal’in çeşitli öykü ve romanlarda tekrar tekrar karşımıza çıkan kahramanlarından birisidir.
Orhan Kemal’in “usta”sı tarım emekçileri arasında olsun, fabrikada ya da inşaatta olsun nitelikli, teknik bilgi sahibi ve bu bilginin ürünü olarak gelişmiş bir dünya görüşüne sahip bir emekçidir. “Usta”, her zaman, İzzet Usta örneğindeki gibi çok gelişmiş bir sınıf bilincine sahip olmasa da en azından belli bir bilince ulaşmıştır. “Usta” sadece sınıfsal bilinç anlamında ileri değil insani değerler açısından da gelişmiştir. Dayanışma (örneğin işini genç işçilere öğretmek) “usta”nın değişmez niteliklerindedir:
“Kılıç Usta… Sertti. Öyle her önüne gelenle şakalaşmazdı ama, gözü açık delikanlılara da sanatı öğretmekte kıskanç değildi. Ona harç taşıyan nice delikanlıya zanaatı belletmiş, ellerine mala vermişti. Sık sık, ‘Ya olmalı insan,’ derdi ‘vermeli canını insan için, yahut etmemeli kalabalık dünyamızda!’(Kemal,212a: 133-4)
İş bitiricilik, çalışkanlık, dürüstlük ve cesaret gibi özelliklerle anılan “usta” haksızlıklara karşı çıkışıyla da fark yaratmaktadır:
“Çalıştığı emaye fabrikasının asit dairesinde ölesiye çalışan kadınlar yüzünden Kuru Usta, fabrika sahibiyle kötüleşmiş, işi bırakmıştı. Adamın işi bırakmadan önce söylediği sözler şimdi beynine balyoz gibi iniyor, düşündürüyordu. ‘Asit dumanı içinde kısırlaşan işçi kadınlar da insan. Onlar da bu dünyaya en az sizin kadar yaşamak için geldiler. Onların ölümü bahasa viski içerken kalpleriniz sızlamıyor mu?’ demişti Kuru Usta.” (Kemal, 2010c: 316)
Orhan Kemal’in “usta”ları haksızlıklar karşısında boyun eğmemeyi, dalkavukluk etmemeyi sadece kendilerinin değil bütün işçilerin sahip olması gereken özellikler olarak görürler:
“Taşeronla arası açılan Kılıç Usta, bir gün öteberisini toplayıp şantiyeden ayrılmadan önce İflahsızın Yusuf’u kıyıya çekti: ‘Ben gidiyorum,’ dedi. ‘Koyarlar yerime belki de seni. Olma kula kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya da etme kalabalık dünyamıza!’(Kemal, 2012a: 155)
“Usta”ların, işçilerin yaşadığı haksızlıklar karşında sessiz kalmayarak tepki göstermelerinin, işçileri bilinçlendirmeye yönelik adımlarının geri dönüşümü ise işyerindeki ömürlerinin kısalığı olmaktadır. Ancak “usta”, sanayileşmenin, makineleşmenin hızlandığı bir dönemde az bulunan kalifiye işçi olduğundan, patron, yerine başkasını bulana kadar kendisine mahkûmdur. Kaldı ki gelecek yeni bir “usta” da farklı olmayacaktır:
“Yalnız ırgatbaşı değil, ağa da kızıyordu çok. Kızıyordu ama kaldırıp atamıyordu. Atsa ne? Bu işe nasıl olsa bir usta gerekliydi. Bu giderse bir başkası gelecekti ki, ustalar, ‘usta milleti’, ne hikmetse hem ağadan, hem de başkalarından çok daha akıllı oluyorlardı.” (Kemal, 2012a: 209)
Orhan Kemal’in neredeyse her romanında işçi sınıfının ileri bilincinin taşıyıcısı bir “usta” ile karşılaşmak mümkündür: İzzet Usta, Kılıç Usta,patoz ustası, Celal Usta, Muhsin Usta vb. Her biri, kalifiyeliği nedeniyle çalışma koşullarının rahatlığına rağmen (çoğu zaman bu rahatlığı riske atarak) patrondan değil emekçiden yana tavır alma konusunda nettir: “Celal Usta devam etti: ‘Çoluk çocuğun anasını ağlatıyorsunuz. Hükümet İş Kanunu yapar, günde sekiz saat mesai kabul eder, siz fakir fukarayı on sekiz saat çalıştırırsınız.’ ” (Kemal, 2009d: 80)
Patronlar da ustaların hangi safta olduklarını bilmekte ancak onlara mahkûm olduklarından bu deveyi gütmektedirler: “Ustanın iyisine, ağasına dört elle sarılanına rastlamadım ki ben zaten…”; “Usta de orda dur. Bir ustanın ağadan yana olduğunu gördün mü hiç?” (Kemal, 2012a: 340 ve 342)
Orhan Kemal’in “usta”ları içinde sınıf bilinciyle fark yaratanlar da vardır; İzzet Usta ya da Bereketli Topraklar Üzerinde romanındaki ilk “patoz ustası” gibi. “Patoz ustası”, kendi rahat konumunu tarım işçilerinin haklarını korumak adına tehlikeye atmaktan çekinmemektedir:
“Usta… ‘Allah size kel versin de tırnak vermesin!’ dedi. ‘Elinize fırsat geçti mi firavundan farksızsınız!’
Irgatbaşı tekrar sinirli sinirli güldü, sonra, ‘Peki öyleyse,’ dedi. ‘Hatırın için paydos edek!’
‘Benim hatırım için ne kıymeti var?’
‘Ne olacak ya?’
‘Heriflerin hakları olduğu için vereceksin paydosu. Ağır işçi bunlar.
İnsafsızca, çok çalıştırmakla daha fazla mı randıman alacağını sanıyorsun?’ ” (Kemal, 2012a: 208)
Aynı “patoz ustası”, patrona gammazcılık yapan işçiyi terslediği gibi daha bilinçli işçileri de onun hakkında uyarmaktadır: “Beni bir kenara çekti, dedi bu oğlanın yanında paldır küldür konuşma Zeynel” (Kemal 2012a: 252)
“Patoz ustası” sadece emekçiden yana tavır almakla kalmayıp hayatın gerçek yaratıcılarının işçiler olduğunun ve onlar olmadan hayatın akmayacağının da bilincindedir:
“Yemeğin, ekmeğin hasını yiyoruz. Onlarsa bizden çok daha ağır
iş altındalar. Hem yiyoruz, hem de heriflere laf ettirmiyoruz. Bu kadarına hakkımız yok.’
‘Onlar amele,’ dedi ırgatbaşı, ‘ırgat!’
‘Sen? Ben?
‘Sen ustasın, ben de ırgatbaşı!’
‘Sen, ben hatta ağa olmasa da işler yürür amma, onlar olmazsa yürümez!’ ” (Orhan Kemal,2012a: 230)
Bu sözleri karşısında kendisine “böyle gelmiş böyle gider” diyen ırgatbaşına, “Böyle gelmiş ama böyle gider mi bilmem…” (Kemal, 2012a: 230) diye cevap veren “patoz ustası” geleceğe dair başka umutlar içinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Orhan Kemal’in “usta”ları, az sayıdaki militan, mücadeleci işçinindışında (ki onlarla ittifak halindedirler) genel olarak işçiler üzerinde etkili olamazlar. “Usta”, işçiden yana tavır alışıyla, mertliğiyle, dürüstlüğüyle işçilerin büyük saygı ve sevgisini kazanır,30 ancak emekçilerin mücadeleye hazır olmadığı koşullarda tepkileri bireysel olarak kalır. “Usta” –Cemile romanında işçilerin İtalyan mühendise karşı kışkırtılmaları örneğinde olduğu gibi– işçilerin çıkarları lehine uyarılarda bulunsa da sınıf bilincine sahip olmayan emekçiler bu uyarıların anlamını kavrayamaz. “Usta”, işçiler tarafından tam olarak anlaşılamasa da (İzzet Usta örneğinde yazarın kendisi gibi) genç, umut vaat eden işçilere etki etmeye, onlara yol gösterici olmaya devam eder.
Kendisi de hayatının önemli bir dönemi boyunca emekçilik yapanOrhan Kemal, sanatıyla yoksul halkın, ezilenlerin, sömürülenlerin hayatlarına ışık tutmuştur. “Enginli yüksekli kayalarımız/Gamınan yoğruldu binalarımız/Doğurmaz olaydı analarımız” (Kemal, 2012a:9) diyecek kadar dünyaya kahır çekmeye gelmişçesine bir hayat süren emekçilerdir onun kahramanları. Bunca acıya, derde, kötülüğe, yozlaşmaya rağmen onun eserleri umut dolu olmaya devam eder. Bu umut, temelsiz bir iyi niyetin sonucu değil; insanı kötüye yönelten, yozlaştıran koşulların değişeceği ve bu değişimle birlikte insanın aslen iyi olan özüne döneceğine yönelik bir ümittir. Orhan Kemal bu umudu sınıf mücadelesinin zayıf olduğu bir dönemde taşır. Bu karanlık gecelerde ona ışık olan, (işçi sınıfının küçük bir azınlığını oluştursa da) eserlerinin vazgeçilmezi olan bilinçli, mücadeleci işçiler olmuştur. İşte bu emekçiler, bilinçlilikleriyle, karakterleriyle, tavırlarıyla Orhan Kemal’in insandan, emekçilerden umutlu olmakta ne ölçüde haklı olduğunun canlı kanıtlarıdır.
1Orhan Kemal’e göre “sanatçı doğanın kopyacısı değil, kendinden bir şeyler katanbileşimci”sidir: “Actif Realisme” bilinçli olarak edebiyat alanına diyalektik materyalizmin uygulanmasıdır… Romancının yalnızca realitenin bir fotoğrafik görünüşünü aksettirişi kafi gelmez. Romancının bu felsefi görüşe rağmen, konu üzerinde, yani vermek istediği realite üzerinde etkin bir rolü vardır. Yine buna, bu görüşe göre bilinç, sadece mihaniki (kendiliğinden) bir surette realiteyi aksettirmekle kalmaz, onu işler, tahlil ve terkipeder.” (Bezirci, 2003: 59)
2Orhan Kemal bu gerçeği şöyle ifade eder: “Hayatımın eserlerime tesir ettiğine şüphem yok. Zaman zaman düşünürüm: On altı yaşımdan itibaren ekmeğimi kazanmak zorunda kalmasaydım ne olurdu? Mesela baba evinin rahat ekmeğiyle tahsilimi normal şartlar altında yapıp, yüksek bir diploma sahibi olsaydım… Belki de herhangi birmemur olur, dümdüz bir hayat sürerdim. Yahut, gene yazar olur ihtimal hikâyeler, romanlar, yazardım ama, konularım herhalde bugünkü konular olmaz, rahat ekmekle yetişip yaşayan insanların hayatları, yahut da o insanları eğlendirmek, onlara hoşça vakit geçirtmek endişesi güden konular olurdu. Çünkü bilip, tanıdığım çevreler bu çevreler olacaktı.” (Öğütçü, 2002)
3Bu durum da hikâyelerin yaşanmışlıklara dayandığının başka bir kanıtıdır.
4Orhan Kemal’in Çukurova’yı anlattığı yapıtlarında konu edindiği 1950’lerden kısa süre öncesinde tarımda makineleşme yolunda ilk emareler görünmeye başlamıştır. Traktör, patoz (harman makinesi) üretim sürecine girmiş; teknik elemana ihtiyaç açığa çıkmıştır. Ancak makineleşme sınırlı düzeydedir. Ancak 1950’de Demokrat Parti iktidarıyla tarımda makineleşme yaygın bir nitelik kazanacaktır.
5Bereketli Topraklar Üzerinde romanında anlatıldığı üzere çapa işi de benzer şekilde kolektif bir çalışmayı gerektirir
6Orhan Kemal, işçilerin arasında kendi sınıfına ihanet ederek patrona çalışan, gammazcı işçileri de yok saymaz: “ ‘Kemal iyi oğlandır usta. Kemal’e öl de, bir iki demez! Kemal gibi yok. Irgatın içinde olanı biteni, dönen fırıldakları ben hepsini ondan öğrenirim. Kemal gibi yok!’ Usta, Kemal Cesur’dan bunun için nefret ederdi zaten.” (Kemal, 2012a: 213)
7“Genel olarak kentlerdeki işçilerin %40’ı işletmelerde yılın ancak bir sürelik bölümüiçin istihdam edilmiştir. Böyle bir durum doğaldır ki, işçilerin bilincinin gelişmesini zorlaştırmakta, geleneksel tutuculuğun korunmasına yol açmakta, onların çevresineküçük burjuva ideolojisinin sızması için koşullar hazırlamaktadır.”(Akkuş, 2010: 59
8Orhan Kemal edebiyatında farklı proleterleşme biçimlerine de rastlanır. Örneğin Eskici ve Oğulları adlı eser (2012b), kendilerini besleyemeyecek duruma gelen esnaflıktan umutsuzca tarım işçiliğine kayışı ve bu işte tutunamama sonrasında da bu maceranın fabrikada çalışmayla sonlanmasını anlatmaktadır.
9Örneğin Bereketli Topraklar Üzerinde romanının kahramanları Pehlivan Ali ile İflahsızın Yusuf, hemşehrisi patron tarafından işten çıkarılınca bu durum onlara daha çok dokunsa da geleceğe dönük büyük bir ders olmuştur.
10“Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlardan ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre,korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.” (Kemal, 2013: 7)
11Aslında fabrikadaki çalışma yaşamı yasaların gereklerine tabidir; ama her zaman bir çıkar yol bulunur: “İş Kanunu’na göre fabrika saat birden itibaren paydos etmeye mecburdu. Onun için, fabrikanın gürültüsü dışarıdan işitilir de İş Dairesi’nin kulağına gider diye, ustabaşının emriyle fabrika bekçileri atölyenin tüm pencerelerini, tavandaki yuvarlak deliklere varana kadar örtünce atölye karardı, tav ocaklarının kızıllığı birden bütün kuvvetiyle meydana çıktı.” (Kemal, 2009d: 73-4)
12Çalışma yaşamının daha kurumsallaştığı 1950’li yıllarda İstanbul için de bu durum geçerlidir. İstanbul’a gelen gurbetçilere barınacak mekân sunan yaşı ilerlemiş Hacı Emmi’nin tek güvencesi buradan kazanacağı paradır, bir de gurbetçileri işe sokması karşılığında bir süre alabileceği avantadır: “Hacı Emmi günde iki buçuktan on günde yirmi beş lira alacağını hesapladı. Zaten alıp alacağı bundan ibaret olabilirdi. Oğlan şimdi hamdı, gözü açılmadık sığırcık yavrusu, ne desen verir. Lakin el adamı, gözleri çıksın, gözünü açarlar, kaburgası kalınlaşır, iki buçuk değil, meteliği kurban ederdi. Hem canım İstanbul’un yıkım yapım üzerine alabildiğine tozuduğu şu günlerde bir yıkım işçisinin on iki buçuk liraya çalıştığı da yoktu. Menderes para saçıyordu para! Ah genç olsaydı…” (Kemal, 2010c: 90)
13“İplikhanedeki işçilerden birçoğu kantar kâtibine teslim ettikleri masuraları çalar, katibe yeniden yuttururlar. Buna da göz kulak ol. Sonra, bilhassa dokumacılara dikkat etmeyi unutma. Çok arsız heriflerdir onlar. Toplanırlar hela aralığına, yakarlar sigaraları, verirler çeneyi çeneye, oooh… bir kenef arası sohbetidir gider!” (Kemal, 2011a: 151)
14Patronlar çalışma süresinden çalmaya da hırsızlık gözüyle bakarlar zaten: “Ben size demedim mi ki, mesai saatleri dahilinde hususi işlerle uğraşmak bir nevi hırsızlıktır diye?”(Kemal, 2009a: 86)
15Orhan Kemal’in Grev öyküsünde olduğu gibi patron “Seni doyuran benim, senin büyüğünüm, bana saygı duyup beni gözeteceksin” çıkışı yaptığında bilinçli bir işçi olan Sarı Memet’ten sert bir tepkiyle karşılaşır: “ ‘Sen? Bana ekmek veriyorsun ha? Sen kimsin de bana ekmek vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum onu… Bana ekmek veriyormuş… Ben çalışmayayım da sen bana ekmek ver… Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile vermezsiniz bedavadan!’ ” (Kemal, 2007b: 6)
16Orhan Kemal, eserlerinde, Türkiye’nin kapitalist gelişiminin bir ürünü olarak sıradan bir emekçi iken uyanıklığının yardımıyla bir anda zenginleşen figürlere (Nedim Ağa, Kadir Ağa gibi) yer verirken bu kısa sürede “köşe dönme”nin arkasında ya zengin bir eş bulma ya da siyasi bağlantıların da yardımıyla Ermenilerden, Rumlardan kalan malların üzerine konma olduğunu aktarır. Kanlı Topraklar romanının fabrikatör kahramanı Nedim Bey’e ihtiyacı olduğunda CHP il başkanı bu gerçeği hatırlatmada beis görmez: “ ‘-…ulan yazının yarım pabuçlusu’, demişti. ‘Çukurova’ya ayağının çarığıyla gelip, yıllar yılı omzunda halı dolaştığın günleri ne çabuk unuttun? Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı. Partimizin sayesinde eline geçirip palazlanınca, sana onu temin edenlere karşı yan mı çiziyorsun?” (Kemal, 1972: 20)
17Kontrolör Nuh, yeni kontrolör olan Murtaza’ya patronlar için fabrikada iş disiplini sağlamak adına kendisini heder etmemesini öğütler: “Hem sana bir şey deyim mi? Sen sen ol, tatavacılığa boş ver. Daha dün bir, bugün iki… senin neyine gerek fabrikayı ileri götürmek? Fabrikanın ileri geri gitmesi bizim üstümüze vazife değil.” (Kemal, 2011a: 183)
18Fabrika fen müdürünün iki kontrolöre birden mavi boncuk dağıttığının farkında olan Nuh, patronların işleri için iş arkadaşı Murtaza’ya aralarında bölünmemek gerektiğini söyler: “Nuh: ‘Heyecana meyecana boş ver de birbirimize düşmeyek. Neden dersen, onlar tavşana kaç tazıya tut derler.’ Murtaza, ‘Kim?’ dedi, ‘Onlar kim?’ ‘Fen Müdürü, patron, şu bu…’ ” (Kemal, 2011a: 194)
19İşçiler arasında Demokrat Parti’nin desteklenmesi bilinç geriliğinin yaygınlaşmış bir
göstergesidir. Bu noktada işçilerin yaşadıkları sıkıntıların kaynağını kapitalistler olarak değil de siyasi iktidar, yani CHP olarak görmeleri, DP’nin de işçilerin oylarını kazanmak için vaatlerde bulunması ve iktidara gelmeden önce onların grev hakkını desteklemesi etkili olmuştur: “Başkanımızı dinlemedin mi? Biz iktidara geçelim de bakın. Musluklarınızdan yağ, bal akacak, ekmeği, şekeri beleş beleşine yiyeceksiniz, cigarayı, hem de en ala cigarayı beş kuruştan içeceksiniz demedi miydi?’ (Kemal, 2011a: 366) Aynı romanda sağladığı katı iş disipliniyle işçilere çektiren CHP’li Murtaza yüzünden istifa eden Kontrolör Nuh’a da DP’nin sahip çıkıp onu kendi işçi temsilcileri haline getirmesi anlatılmaktadır.
20“Sarı İbrahim de oradaydı. Çevresini gene işçiler almışlardı: ‘Bugün gidip kıyameti koparacağım arkadaşlar, beni destekleyin. Ekmeklerde de iş yok, yemeklerde de…’” (Kemal, 2011a: 199)
21Hak sahiplerinin hakkı haksızlara katiyen çiğnetilmeyecektir! Çünkü efendim, memleketimiz bir hak ve adalet memleketi olmak haysiyetiyle, devletimizin rolü vatandaşlar arasındaki dengenin teessüsünde bir hakem…” (Orhan Kemal, 2007b: 12)
22 Orhan Kemal’in İstanbul’dan Çizgiler adlı kitabı içindeki aynı isimli öykü bir emekçi ailesi için İstanbul’un periferisine gitmeden kiralık ev bulmanın neredeyse imkânsız olduğunu anlatmaktadır.
23İşsiz kalmak, aç kalmakla eşdeğer olduğundan emekçiler açısından en büyük beladır. Lağım çukurlarını açarak para kazanan bir emekçi işini yaparken üzerine lağımın patlamasını bile günlerce süren işsizliğe tercih etmektedir: “Hâlâ pis sular sızan yüzüyle memnun ‘Ben,’ dedi ‘Bu kokuyu, bu pis kokuyu kaç vakittir arıyordum. Hasrettim bu kokuya bey açlık nedir bilir misin ? İş buldum İş buldum, iş!Onun kokusuna, pisine kurban olayım!’ ” (Kemal, 2008b: 163)
24Cemiyetler Kanunu’nun 1946’da çıkması ve sendika kurmanın serbest hale gelmesiyle ilk sendikalar sosyalist hareketle doğrudan bağlantılı şekilde onun tarihsel olarak güçlü olduğu sektörlerde oluşturulmuş, bu dönemde bu sendikalarla birlikte iki tane de sosyalist parti kurulmuştur. Devletin sınıf sendikacılığının yaratacağı tehlikeyi fark etmesi uzun sürmemiş, 1946 sendikacılığının ürünü sendikalar ve sosyalist partiler bir yılı bulmayan bir zaman içinde kapatılarak 1947’den itibaren devlet güdümlü sendikacılık yaşama geçirilmiştir.
25“Cıgara kutularının ardına milletin derdini yazan çoook milletvekili gördük.’ Bir kahkaha. ‘Sonra da kutularla birlikte…’ ‘Haaydi çöp tenekesine!” (Kemal, 2008c: 85)
26İşçi sınıfı kültürü üzerine tartışma yürüten Raymond Williams, benzer şekilde, bu sınıfta yaşam biçimlerinden dolayı kolektif bir düşüncenin gelişmiş olduğuna vurgu yapar (1960: 346). Williams, işçi sınıfı kültürü ile burjuva kültürü arasındaki temel ayrım noktasının bütün bir yaşam biçiminde, sosyal ilişkilerin doğasına dair fikirlerde olduğunu savunur (1960: 344). Williams’a göre işçi sınıfı kültürü “temel kolektif düşünce ve kurumlar, davranışlar, düşünce yapısı ve ondan kaynaklanan amaçlar” iken burjuva kültürü “temel bireyci düşünce ve kurumlar, davranışlar, düşünce yapısı ve ondan kaynaklanan amaçlardır” (1960: 346). Williams, işçi sınıfının temel kültürel katkısının sendikalar, siyasi partiler gibi kolektif demokratik kurumları ortaya çıkarması olduğunu da belirtir (1957: 31). Kolektif düşünce ve hareket, dayanışmadan ayrı düşünülemez; dayanışma olmadan kolektif örgütlenmelerin ortaya çıkması mümkün değildir. Williams da gerçek dayanışmanın işçi sınıfı arasında görülebieceğini belirtmektedir (1957:32)
27İşçiler niteliksiz işlerde çalışmakla ömür geçmeyeceğinin farkında olduklarından kalifiye olmaya bakmaları yönünde onlara her zaman telkinde bulunurlar: “Şehir işleri böyle… Pişeceksin, sen de pişeceksin bir gün. Lakin dediğimi unutma: Sen sen ol, kara amelelikten kurtul oğlum. Gençsin, güçlüsün. Baban madem duvar ustasıymış, sana da belleteydi!’ ” (Kemal, 2010c: 139)
28Orhan Kemal’in romanlarındaki yoksul aile çocuklarının ortak kaderi küçük yaştaçalışma hayatına giriş yapmaktır, onlara çocukluklarını yaşamak haram gibidir: “Birzamanlar ilkokula kuş cıvıltılarını hatırlatarak gidip geldiği mahalle arkadaşlarından pek çoğu gibi, o da artık veda etmeliydi ortaokula. Ortaokula, ardından gelecek liseye, üniversiteye, doktorluğa… İlkokuldan sonra öğrenime sırt dönüp ekmek ardında koşan arkadaşları gibi, o da trikolarda çalışacaktı.” (Kemal, 2010d:2)
29Gramsci, “usta”ya benzer bir nitelikteki sanayi teknisyenini kapitalist sınıfın organik aydını sayar: “Kapitalist girişimci kendisiyle yan yana olacak şekilde sınai teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir kültürün/yeni bir hukuk sisteminin vs. örgütçüsünü yaratır.” (Gramsci, 2010: 375) Ancak sanayinin gelişmemiş olduğu dönemlerdeki sanayi teknisyeninin ya da ustanın ayrıcalıklı pozisyonu zamanla onun kalifiye emekçiden başka bir şey olmadığı bir yere gerilemiş, bu unsurların üretimin patron yararına örgütlenmesindeki konumu değişmiştir.
30Ustalar sağlam karakterleriyle düşmanlarının bile saygısını kazanmışlardır: “Irgatbaşı uzun uzun baktı ustaya. Evet, sözleri doğruydu, çok da mert adamdı ama ne lüzumuvardı bu kadar mertliğe! Her koyun kendi bacağından asılırdı. Irgadı tutmakla, ırgattan yana olmakla başa mı çıkılırdı!” (Kemal, 2012a: 230)