Ümit ÖZDEMİR / 02.12.2024
Stanley Kubrick’in soğuk savaşın tam orta yerinde yaptığı film, pek çokları tarafından geç fark edilen bir sorunsalı tartışmaya açtı. Sorun, soğuk savaşın paranoyak atmosferinde gelişen nükleer dehşet dengesi ve bunun olası yıkıcı sonuçlarıydı. Liberal bir yönetmen olan Kubrick, dünyanın nükleer savaşın kıyısından dönüldüğü 1962 Küba Füze krizinden iki yıl sonra çektiği filmiyle, 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarıyla açılan nükleer savaşın ve silahlanma yarışının dehşet verici yıkımını eleştirel düşüncenin süzgecinden geçirdi. Ülkemizde komünist şair Nazım Hikmet’in “Japon Balıkçısı” ve “Kız Çocuğu” şiirleriyle ince bir duyarlılıkla ele aldığı nükleer savaş ve nükleer bombayla ortaya çıkan nükleer kirlilik , bugüne kadar yeterince tartışılmayan, ya da tartışılması istenmeyen bir tabudur. Oktay Akbal’ın nükleer bomba katliamının yaşandığı Hiroşima’dan gezi ve izlenim notlarının yer aldığı “Hiroşimalar Olmasın” adlı eseri ve daha önce kaleme aldığım Çin Sendromu (The China Syndrome) filmleri de anti-nükleer uyanışa hizmet eden eserlerdi. Kubrick Dr. Garipaşk ile nükleer savaş ve silahlanmanın ekonomiler üzerinde yarattığı korkunç baskı gibi bir derdi olmadığını gösteriyor. Kubrick, filmiyle daha çok, militarist bir çılgınlık ve cinnet hali olan atom bombasının patlatılması sürecinin olası sonuçlarını yorumlamaya çalışıyor. Kubrick’in nükleer bomba ve nükleer silahlanmanın, siyasal sistemlere, nükleer bomba üzerinden kurduğu baskısı gibi bir derdi olmasa da, filmiyle eleştirel sorgulama alanında verimli düşünsel bir faaliyet gösteriyor. Araçsal olmayan bir yaklaşımla Kubrick, olası bir nükleer savaşı çıkartabilecek kadar çılgınlaşabilecek soğuk savaş atmosferinde, savaşın aktörlerini güce tapmaktan kaynaklı zavallılıklarını gözler önüne seriyor.
Filmde üç rol birden oynayan Peter Sellers, göz kamaştıran bir performans sergiliyor. Aklın bütünüyle berhava edildiği, eleştirel düşüncenin yasaklandığı ve karşıt görüş bildirenin “hain” damgasını yediği, kitapların yakıldığı soğuk savaşın cadı kazanı ortamında kazanın içine atılan ve ne zaman patlayacağı belli olmayan nükleer bomba, nihayet dünyanın ve canlı yaşamının sonunu getirecek biçimde patlıyor. Finalde atom bombasının üzerinde rodeo yaparak bombayla birlikte düşmesi çılgınlaşmanın gidebileceği sınırı gösteriyor. Kubrick’in epeyce eğlendiğini tahmin ettiğimiz filmi Dr Strangelove, (Doktor Garipaşk) nükleer savaş olgusunu mizahi bir tonla anlatıyor. Kara komedinin bu kadar ciddi bir meseleyi anlatma yöntemi bazılarımıza rahatsız edici gelebilir. Ancak nükleer savaş olgusu sadece yıkıcı sonuçları ile değil, emperyalist kapitalizmin bütün dünyayı içine sürüklediği silahlanma yarışının da final noktasında patlama potansiyeli taşıyan bir gerçeklik.
(Peter Sellers-Dr. Garipaşk rolüyle filmin bir sahnesinde)
Gerçeklikle başa çıkmak için bilimi, sanatı, felsefeyi ve maalesef atom bombasını icat eden insanlık, yıllar içinde nükleer silah gücünü ortadan kaldırmak için karşılıklı anlaşmalar imzalamak zorunda kaldı. Bu anlaşmaların tam bir budala kaosu olduğunu, caydırıcılık elde etmek için nükleer silahlara sahip olmanın sürekli bir el yükseltmeye neden olduğu da zaman içinde acı bir biçimde tecrübe edildi. İnsani gelişime ayrılması gereken kaynakların tamamı, nükleer silahlanma ve güvenlik nedeniyle militarizmin ve onun koruyucusu silah tekellerine devredildi…
Dr Strangelove’da Kubrick kahkaha ve hüznü dengeli bir eksene oturtuyor. Kahkahalarla güldüğünüz bütün film sahnelerinde ortaya çıkan olgu, gülünen şeyin insanın trajik sonu olduğu gerçeği… Buna yol açan şeyin hiç kuşkusuz soğuk savaşın bireyi de yok eden, bireyi insan yapan sağlıklı düşünme, doğru iletişim kanallarını kullanarak doğru kararlar alma gibi yetilerini bütünüyle berhava eden paranoyasının katkısı olduğunun altını çizelim. Düşünsel bir verim düzeyi olarak kara mizah ve absürdün ortaya çıkması, bütün bu koşulların bir ürünüdür. Dr Garipaşk, felsefi olarak Varoluşçuluk felsefe ekolüne yakınsayan yönetmeni Kubrick’in insanın anlamsızlığı ve saçmalığının onun bireysel çöküşünün bir ürünü olduğunu savunan Albert Camus gibi yazarların açmazından beslenir. Toplumu hastalıklar üreten bir yapı olarak gören bu düşünce akımı, hastalığın kökenindeki eşitsizlikleri kavrayamadığından, küçük burjuva ideolojisini yeniden üretmekle malüldür.
Bütün bunların haricinde Dr Garipaşk bir varoluşsal krizin parametrelerini gözler önüne serer. İnsanlığın kapitalist üretim ilşikileriyle biçimlenen var oluşsal krizini anlama çabasıyla hareket eden bir diğer yönetmen Jean Luc Goddard bu tuhaf durumu, “iletişim araçları o kadar gelişecek ki iletişimin kendisi imkansız hale gelecek” sözleriyle büyük bir açıklıkla ortaya koyar. Dr. Strangelove’daki korku ve paranoya atmosferinde gerçekleşen şey tam da Goddard’ın tariflediği şeydir. Bir yönüyle bir korku filmi olarak da yorumlanabilecek Dr Strangelove’da, otoriterizm bütün yaratıcı ve akılcı seçenekleri yok ederek bireyin kendi ölümüyle koşut olarak kurumların veya kolektif zihinlerin tüm insan ırkının yok edilmesiyle nasıl yüzleştiğine dair bir çalışmadır. Büyük insanlığımız aya insan göndermiş, salgın hastalıkları engelleyecek aşıları bulmuş, nükleer bombayı yapmış ama bütün bunları yaparken eşitsizliği ve açlığı yok edecek kadar üretim kapasitesine sahip olmasına rağmen bunu eşit dağıtmayı başaramamıştır..
Kubrick’in filmde kurduğu iletişim dili, daha önce çektiği Fear and Desire (Korku ve Arzu’ya) nazaran ters bir yaklaşım kullanır: Özel monologlar yerine, çılgın katılımcılarla halka açık ve gerçekten de gülünç diyaloglar kullanır. Dr Strangelove’da bütün insanlığı tehdit edecek nükleer savaşı engellemek adına iletişim kurma, anlama ya da işbirliği adına bir anlaşmaya varma çabası olarak her diyalog tam bir başarısızlıktır. Dr Strangelove’da idrak yollarını kapatan, anlayış yeteneğini felç eden soğuk savaşın korku ve paranoya iklimi neticesinde iletişim artık imkansızdır. Bu imkansızlık, politik aktörlerin zaten teyakkuza geçmiş milliyetçi ön yargılarını daha da yükseltir.
(Yönetmen Stanley Kubrick)
Filme absürt bir kara komedi tadı veren iletişim başarısızlığıyla bezeli sahneleriyle, Doktor Garipaşk, varoluşçu felsefeden kökenlenir. Dr Garipaşk’ı kara komediye döndüren şey tam da bu anlatı stratejisinden -geçmiş diyalogların hatalarını telafi edemeyen- yapısından beslenir. Nihayetinde bu başarısızlıklar, Üçüncü Dünya Savaşını engelleyememektedir.
Ancak bu başarısızlıkların nedenini, soğuk savaşın kurumsal prosedürlerinin (aksi takdirde aklıselimin ve mantığın tek kaynağı olabilecek) bireyi dışlayan mantığında aramak gerekir. Sonunda dünyanın kaderini iki kişi belirleyecektir: General Jack D. Ripper (Sterling Hayden), korkusu gerçekliği haline gelmiş çılgın bir generaldir. Aldığı eğitim gereği hiçbir veriye aksi yöndeki kanıtlara güvenmemekte ve Rusların nükleer bir saldırı tertiplediklerine iman etmektedir. Dr. Strangelove (Peter Sellers), ise kontrol edememe korkusunu zapt edemeyen kontrolden çıkmış bir bilim adamı rolüyle atom bombasını geliştiren soğuk kanlı ilk kuşak bilim insanlarının karikatürize edilmiş bir yansımasıdır. Ancak bu adamlar gerçekte birey değildirler, çünkü absürt olanla birey olarak yüzleşmiyorlar. Onlar yalnızca kurumlarının ürünleridir ve bu kurumların tamamı kendilerini korku ve paranoya üzerine inşa etmişlerdir. Dr Garipaşk ve General Ripper’in delilikleri kendi tercihlerinden çok, bu kurumların ve nükleer savaş tehdidinin ürünüdür.
Dr Garipaşk’ın varoluşsal mesajı şudur: Birey kaybolduğunda hepimiz kayboluruz. Stanley Kubrick’in eleştiri-tutkusu her bir filminde yeni seviyeler deneyerek getirdiği Dr Garipaşk’da bir tür nirvanaya ulaşır. Kubrick eleştirisini -aklı başında olanın deliyle (ya da sarhoşla) konuştuğu birbiri ardına gelen gülünç sahnelerle gösterir- tüm kurumsal müzakere ve iletişim prosedürlerinin bireysel özgürlüğü görmezden gelmesiyle biçimlenen kaos, filmin temposunu belirlerken, Dr Garipaşk’da Kafkaesk bir gerçeklik daha belirir: Bireyler militer bir bürokrasi makinesi ve akılsız bir emir komuta zinciri içinde yok edilmiştir… İnsanın karar alma mekanizmalarını yok eden korku, hezeyan ve paniğin insan zekasını ve idrakini nasıl gerilettiğini gösteren sahneleriyle Dr Garipaşk, gerilimli temposu içinden sızan eleştirel düşüncenin verimine ulaşıyor…
Sonunda rasyonelite, korku ve irrasyonaliteye yenik düşerken, rasyonel bireyler hiçbir şeyi değiştiremez; filmdeki karakterlerin hemen tamamı, artık kontrol edilemeyen daha büyük bir makinenin, savaş makinesinin köleleri haline gelmiştir. İradenin, idrakin ve aklın tümüyle berhava olduğu film sahneleri dramatik çatışmanın trajediye dönüşmesiyle kara mizah anlatısı gerçekçi bir evreye ulaşır. Bu anlatı yöntemiyle Dr Garipaşk, kâr oranlarının düşme eğilimi yasasının zirvesine ulaşarak krizden çöküşe uzanan ve kapitalist sistemin geri döndürülemez bir biçimde kendi kendi yok etmeye soyunduğu günümüz dünyasında da tartışılmayı hak ediyor. Kubrick’in nükleer savaş gibi politik bir meseleyi, absürt ve eleştirel mizahın yüksek seviyelerinden biri olan kara komedi öğeleriyle tartışmaya sunduğu filmi Dr Garipaşk; sermaye sınıfının bütün ekonomik ve siyasi ilişkileri belirlediği günümüzde, bu somut çelişkilerin evrensel doğasını anlamaya ve yorumlamaya imkan tanıyor. Düşünsel verimini eleştiri tutkusu üzerine inşa eden Stanley Kubrick’in kara komedisi, nükleer savaş tehdidinin iyice belirginleştiği günümüzde benzerlerini Holywood’un dağıtım tekelleri nedeniyle göremediğimiz bir olumsuzluğu, “izahı olmayan saçmalıkların mizahı olur” sözüne uygun olarak tartışmaya açtı. Bu özelliğiyle Dr Garipaşk, insan aklının her şeyi bu arada kendi varoluşunu ortadan kaldırma kapasitesine sahip nükleer silahlanma olgusunu nasıl bir çılgınlıkla sahiplenebileceğinin ibretlik bir gösterisi…