Faşizm, egemen sınıfın liberal demokrasiyle artık yönetemediği durumlarda kapitalizmin acil çözümüdür-Antonio Gramsci
Ümit ÖZDEMİR / 15.09.2025

Perde yine elbette en çok ezilenin sesiyle açıldı. Kendisine hediyeler getiren bir sosyal yardım görevlisinden “bugün kahvaltılık getirseydiniz” sözleriyle kahvaltılık isteyen çocuğun şiddetli yoksulluğu, şiddetli yoksulluğun sınıfsal bir şey olduğunu bilenler için şaşırtıcı değildi. Şaşıranlar ise giderek artan oranda liberalizm zehiriyle başı, beyni, midesi bulanmışlardı. Bir yerde zenginlik artıyorsa karşı kutbunda derinleşen bir sefalet girdabının artacağını bilmek için Marksist olmaya bile gerek yok. Somut ve çıplak çelişki olan çocuk yoksulluğu ve bunun türleri, Erdoğan ve saray rejiminin kendini ayakta tutabilmek adına daha fazla sömürü ve yağmasıyla şekillendi.
Vicdanlı insanların vicdanını sızlatan bu görüntü, sınıf bilincine sahip az sayıda insanın bilincinin daha da keskinleşmesine neden oldu. OVP’de açıklandığı haliyle Mehmet Şimşek’in neoliberal saldırı dalgası, kahvaltı bile yapamayacak insan sayısını çoğaltmak için ve onların sofralarından, ceplerinden ve geleceklerinden çalmak için örgütlendi. OVP’nin toplumun emek gelirleriyle geçinen geniş yığınlarını hedefine koyması, yağmalanan Türkiye’de yoksulluğu tabana yaymak ve küçük burjuvaziyi de mülksüzleştirme üzerine inşa edilmiş gibi duruyor. Sıradan bir lokanta sahibinin, taksicinin, berberin vb esnafların gerçek usülde vergilendirilmesi, bu kesimlerin daha fazla vergi yüküyle ezilmesini beraberinde getirecek. Vergilerin artmasıyla birlikte küçük üretim araçlarına sahip olan bu kesimler, ürünlerine ve hizmetlerine zam yapmak zorunda kalacaklardır. 2026’da başlatılacak yeni vergilendirme operasyonu, yoksuldan alıp zengine veren ve esasen servet birikimini bu yolla hayata geçiren saray oligarklarının sınıfsal çıkarının bir gereğidir.
Öte yandan OVP’de MESEM ile başlayan çocuk emeği sömürüsü daha da derinleşiyor. MESEM’de çırak eğitimi adı altında başlatılan ve öğrencilerin bütün eğitim zamanını patronların sömürüsüne açan pilot uygulamaya ciddi bir itiraz gelmediğinden, OVP ile çocuk emeği sömürüsü katmerleniyor. Peki bütün bunlar olurken ana muhalefet olduğu iddia edilen CHP ne mi yapıyor ? Çok ilginç bir biçimde OVP’nin saldırı programını ağzına bile almıyor. Benzer bir tutumu solcu olduğu iddia edilen Dem Parti’de de gördük. CHP bunu yaparken esasen olası bir erken seçimde iktidara yürümek için sermaye sınıfına ben de sizdenim mesajı vermeye çalışıyor. Çocukların fabrika görünümlü toplama kamplarından farksız yatılı okullarda asgari ücretin yarısına sömürülmesiyle elde edilen artığın patronlara sunulması, her ne hikmetse her mitinginde kurtuluş yok tek başına ya hep beraber / ya hiç birimiz sosyalist marşını söyleyen partililerin ilgisini çekmiyor. Peki CHP’lilerin ilgisini ne çekiyor ? Sosyal liberal bir anlayışla yaptıkları muhalefet gereği kitleleri yönlendirme ve olası bir Nepal etkisinden korumak için düzen adına bir kitle kontrol aygıtı olarak mitingleri sürdürmekten başka bir şey çekmiyor. Mitinglerin sürdürülmesinin iki işlevi var: Birincisi zaten çoğu CHP’nin kuyrukçuluğunu farklı ton ve gerekçelerle izah etmeye çalışan bir kısım sosyalistimizin bu gösterilerle rahatlamasını ve “radikal” taleplerini sönümlendirmesi işlevini görüyor. Ama daha önemli ve vaz geçilmez olanı, CHP bu mitinglerle saray rejimine emniyet sübabı işlevini yerine getiriyor. 50’den fazla mitingde bir çiftçiye kısa bir anlığına terk edilen kürsünün, Yozgat Mitingi’nde görüldüğü üzere yarattığı etki, halkın sesini kısma pratiğiyle biçimlenen burjuva düzen siyasetinin aktörlerini rahatsız etmiş olmalı ki bir daha asla halktan birilerine kürsüde konuşma hakkı tanımadılar. CHP ve elit kadrolarının öne çıktığı kürsüler, esasen burjuva düzenin omurgalarından birinin kim ya da kimler olduğu hakkında bir fikir veriyor. OVP’de 12 Eylül faşizminin bile kısıtlayarak sınırlandırmaya çalıştığı kıdem tazminatı hakkının gaspı, TES ile yeniden gündemleşiyor. TES ile çalışanlardan zorla gasp edilen primler, Sosyal Güvenlik Uzmanı Aziz Çelik’in yazısından öğrendiğimiz kadarıyla, özel sigorta şirketlerinin kasasına akıtılıyor. Ödenen prim oranıyla kıyaslandığında “ikinci maaş” olarak yedirilmeye çalışılan TES’in gerçekte bir cep harçlığı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. TES’in yaygınlaştırılmasıyla birlikte kamusal bir hak olan emeklilik hakkı fiilen tasfiye ediliyor. Neoliberal devletin şirketler eliyle emeklilik hakkını tasfiye ederek yeni bir aşamaya geçtiği saldırı dalgası, devleti topluma ve halka karşı bütün sorumluluklarından azade hale getirerek klasik faşist bir yapıya dönüşmesi ise olasılıklardan sadece biri. Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi’ne yönelik sendikalardan ve burjuva siyasi partilerden herhangi bir eleştiri, itiraz, basın açıklaması ya da eylem olmaması, Türkiye’de siyasal sistemin aslında ne kadar işlevsizleştiğini gösteren bir başka kanıt. Saray rejiminin emek düşmanı uygulamaları kıdem tazminatı ve emeklilik hakkının gasp edilmesiyle sınırlı değil. 29 Ağustos 2024’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren İşgücü Uyum Programı ile tüm kamu kuruluşlarında esnek, güvencesiz çalışma hayata geçiriliyor. İUP, haftada üç gün çalıştırmayla emeği sömürülenlere vaat edilenin cep harçlığı olması, işsizlere sadece 10 ay boyunca ve fiilen 140 gün çalıştırılacak olmaları,1 saray rejiminin esnek ve güvencesiz çalıştırmayla sömürüye yeni boyutlar katacağının göstergesidir.
Burada burjuva düzen siyasetinin ana omurgası ve Cumhuriyeti -aslında militer bir Cumhuriyeti- kurduğu iddia edilen partinin, ideolojik-politik işlevi berraklaşıyor. CHP tarihi boyunca apolitizmin odak noktalarından biri olarak toplumsal muhalefeti etkisizleştirmek gibi bir misyonu taşıdı. Bugün maruz kaldığı saldırılar onun yarattığı muhalefet ve seçim başarısından çok, saray rejiminin marjlarının daralmasıyla yakından ilgilidir. Saray rejimi müthiş bir yolsuzluk ve yağma rejimi kurarak kendi kendini tüketip amok koşusuna başlarken, giderek azalan gücünü süreklileşen operasyonlarla konsolide etmeye çalışıyor. Güç gösterisi, saray rejimi ve dalkavuklarının en çok arzuladığı şeyin, yani korkunun yayılmasıyla sefaletin bastırılmasına da hizmet ediyor. Bu somut durum Özlem Yüzak’ın yazdığı bir yazıdaki araştırma sonuçlarıyla da doğrulandı. Yüzak, üç üniversiteden sosyal bilimcilerin araştırma sonuçlarına dayandırdığı yazısında,2 çok büyük refah artışı karşılığında özgür seçimlerden vazgeçilebileceğini ortaya koyuyor. Yani faşizm için bile ekonomik başarı ön koşulken, Türkiye’de yaşandığı haliyle ekonomik çöküşün müsebbibi saray rejiminin görülmesi kaçınılmaz olarak yeni arayışları gündemleştiriyor. Böylece saray rejiminin daralan hareket alanının, siyasi marjlarının ve saldırganlığının sebebini anlamak kolaylaşıyor. Saray rejiminin çeteleşmelerle bütünüyle kuralsız pervasız bir iktidar pratiği sergilemesi ve bu uğurda bütün hukuksal normları yerle bir etmesi eninde sonunda bumerang etkisi yaratıyor.
Saray rejiminin baskı ve kontrol mekanizmalarına rağmen geniş bir hegemonya bunalımı yaşaması ve yönetme erkini tek adamda toplamasına rağmen, örneği Orta Afrika diktatörlüklerinde görüldüğü üzere tam bir kaosa neden olması ve her şeyi eline yüzüne bulaştırması, sahte muhalefetin başarısından çok, ciddi bir ekonomik çöküş yaşıyor olmasından ileri gelmektedir. En somut örneğini imalat sektöründe kapasite kullanım oranlarının geçtiğimiz aya göre sürekli düşmesiyle gördüğümüz depresyon, durgunluk içinde yüksek enflasyonla stagflasyon etkisi yarattı. Binlerce insanın kapanan fabrikalarda işlerini kaybetmesi anlamına gelen kapasite kullanımındaki trajik düşüş, OVP’de çocuk emeği sömürüsünün derinleştirilmesiyle karşılanmaya çalışılıyor. Saray rejimi geniş ve yaygın işsizliğe karşı bulabildiği tek çözüm, çocuk emeğinin arsız ve hudutsuzca sömürüsüne dayalı OVP programı. Sömürünün ve ona eşlik eden soygun ve yağmanın bu kadar derinleştiği bir yerde herhalde en son bahsedilecek şey barış olmalı. Ama ne gam havariler yine mitler yayıyorlar !
Düzen siyasetinin bütün unsurları sosyalist siyasetin etkisizleştirilmesi konusunda o kadar derin bağlarla birbirine bağlıdırlar ki, tıpkı Mustafa Kemal’in 1920’de Ankara’da sahte TKP kurdurmasına benzer bir biçimde sahte komünist parti kurdurma geleneğini devam ettiriyorlar. Orhan Gökdemir’in TKP’ye hicret etmeden önce Fabrika’da kaleme aldığı “Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine”3 başlıklı yazısında Türkiye Kuş Partisi olarak alay ettiği, Kemal Okuyan’ın sol kemalist TKP’si bunun somut örneğidir. 29 Ekim mitinglerinin katılarak meşru zemin yaratmaya çalışan TKP, ideolojik-politik argümanlarının tamamını 1960’lardan kalma bir sol kemalizmin içinden seslendiriyor. Açılımı ve “çözüm sürecini” desteklemek için kurdurulan komünist partinin sefaleti, açılım için kurulan komisyonun giderek bir Marko Paşa’ya dönüşmesiyle bir vodvile dönüştü. İnsan burjuva siyaseti bile olsa bir parça ciddiyet arıyor. Ama yok ! Neden yok, neden olsun ki ? Çünkü zaten saray rejiminin kurdurduğu Marko Paşa komisyonunun hiçbir hükmi şahsiyeti yok.
Saray rejimi kendi içinde yaşadığı kastlaşma neticesinde eninde sonunda birbirine giren çetelerin kavgasını bastırmak ve ortak “düşman” olarak göstermeye çalıştığı CHP’ye yönelmesi, bu faşist rejimin düşman yaratmadan ayakta kalamadığı gerçeğiyle yakından ilgilidir. CHP liderliğinin sosyal liberal niteliği, kendi belediyelerinden istifa ederek birer ikişer saray rejimine biat eden ilkesiz yağmacılarına toz kondurmamak adına “onlar aslında tehdit edildiler” örtmeye çalışması, gerçekten ibretlik bir tablo yaratıyor. İbretlik çünkü CHP, eleştirdiği saray rejiminin en azından belediye yağmacıları ekseninde ta kendisine dönüştüğünü dolaylı yoldan itiraf ediyor. Saray rejimiyle ve MHP ile sürekli uzlaşma arayışlarının içinde olunması, zaman zaman sanki böyle bir şeyle rejimin yeniden restore edilebileceği gibi boş bir beklenti yaratabiliyor. CHP bir yanıyla da işte bu boş beklentilerin gösterge siyasi örgütü olarak biçimleniyor. Sürekli “yürekli” bir savcı aramaları, zaman zaman hukuk varmış gibi çıkarımlar yapmaları esasen bu ideolojik işlevle yakından ilgilidir.
Saray rejiminin uzun ve ağır yenilgisi belli oldu ki rejim içinde çatlaklara oynayanların ya da il binası basılıp üye ve taraftarları dayak yiyip biber gazına maruz kalırken, il binasının kedisi Şanslı’nın “veterinerlik olduğunu” söyleyecek kadar apolitikleşen muhalefetten beklemek yersiz bir tutumdur. Nepotizmin ve yağma rejiminin tetiklediği Nepal halk ayaklanmasının pozitif politik etkisi, yağma ve baskı rejimlerinden kurtulmanın en kestirme yolunu tarifliyor. Halk ayaklanmalarıyla tariflenen bu yoldan geçen Singapur, Nepal gibi ülkeler, dünya siyaseti için “önemsiz” addedilen ülkeler olabilirler. Ancak görülmesi gereken bir gerçek var, o da kapitalizmin çöküş döneminde “kibar” bir muhalefet hareketi yaratmanın, halkın yakıcı sorunlarına çözüm bulamadığı gibi, var olan sorunları daha da şiddetlendireceği algısının ortak kanaate dönüşmesidir. Nepal ayaklanmacıları kendilerini soyan maliye bakanlarını dövüp ırmağa atarken hiçbir aracı kullanmadan doğrudan eylemle diktatörlerinden kurtuldular. Diktatörlüklerin tamamı halkları müthiş bir yağma ve sefalet çukuruna iterken aynı zamanda kendi isyancılarını ve mezar kazıcılarını yaratılar. Bu ayaklanma ihtimali o kadar derin bir endişeye sebep olur ki yer altında sığınak için TOKİ’ye emir verilebilir. Türkiye siyaseti ve muhalefeti bir yol ayrımında ya düzen içi muhalefetin kuyruğuna takılıp, kendi enerjisinin sönümlendirilmesi ve düzen içi sınırlara hapsedilmesini bekleyecek, ya da OVP ve ekonomik çöküş ile şiddetlenecek sınıf kavgalarında taraf olacak. Üçüncü bir seçeneğin olmadığı bilgisi, liberal demokrasiden umudunu kesmiş İMF tasfiyecisi Ali Babacan’ı bile “özelleştirme yanlış bir karardı” itiraflarına netleşti. Ali Babacan’ın bu tornistanının sebebi hikmeti, kendinden sonra gelmesi kuvvetle muhtemel bir CHP restorasyon hükümetine selam vermektir. Ama esasen bu itiraf ve tövbe, devletin ve toplumu bütünüyle mülksüzleştirerek üzerinde sınıf uzlaşmasıyla biçimlendirdiği kamusal alanları ve hakları tasfiye ederek yarattığı sermaye birikiminin de bir sınırı olduğunu görmek açısından öğreticidir. Neoliberal talan ve yağma rejiminin tasfiye memurunun bile savunamaz bir noktaya geldiği özelleştirme dalgası ise tam gaz devam ediyor. Köprülerin satışa çıkarılması, elde kalan birkaç turizm işletmesi ve hazine arazilerinin satışıyla elde edilmesi planlanan gelirlerle borç servisi devam ettirilecek.
Türkiye’de sağ siyasetin politik işlevine yani faşizmi kurumsallaştırma ve halkı bu yolda soyma misyonuna karşı, tarihinin hiçbir döneminde doğru düzgün sol bir program ortaya konulamayışı, düzen içi muhalefetine yönelik kuşkuyu besleyen faktörlerin başında gelir. Çözüm, düzen siyasetinin kendi iç çelişkilerine oynamadan sosyalist siyasetlerin emeğin ve özgürlüğün en yüce değer olduğu, emek harcanmaksızın elde edilen her şeyin yoksullardan çalındığını büyük bir netlikle ortaya koyacak kolektif irade beyanıdır. Bu saflaşma ve netleşme sağlandığında, kimbilir belki de ahlaklı bir toplum olmanın ön koşulunun, özgür bir toplumla bütünleşen bireysel özgürlük ve eşitlikten neşet edeceğini kavramak kolaylaşacaktır. Böylece belki de özgürlük olmadan ahlaktan bahsedilemeyeceğini, ahlakın ön koşulunun özgürlük olduğunu savunan Ulus Baker’in hipotezi hayat ve mücadele tarafından doğrulanacaktır.
1Elektronik Erişim: https://www.birgun.net/makale/ovpde-genclere-vaat-kamuda-asgarinin-altinda-calisma-653689
2Elektronik Erişim: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozlem-yuzak/demokrasiler-neden-cokuyor-2-2432394
YazıPortal Resmi İnternet Sayfasıdır