Ferahi Mengeş’in Taşın Göz Hizası sergisi, insanın kendisi ile doğa arasında açmış olduğu mesafeyi sorgular. Mengeş’in sulu boya ve yağlı boyaları, buluntu taş parçaları ve ağaç fosillerinden oluşan yerleştirmeler, mikroskobik fotoğraflar ve kolajlar, üstünlük görüşüne ve doğanın yönetilebileceği yanılgısına düşmüş bakış çizgisini, taşın göz hizasına yerleştiren bir deneyimleme alanı sunuyor. Sergi 22 Kasım – 09 Aralık 2022 tarihleri arasında Aynalı Geçit’te pazar günler hariç, 11:00-19:00 saatleri arasında ziyarete açık olacak.
Taşın Göz Hizası
Emre Zeytinoğlu
Sanatçıların ekoloji ile giderek daha fazla ilgilenmesinin, eko-eleştiri alanına talip olmasının bir anlamı olmalı. Bu talebin ortaya çıkışı ise ani bir karar değil elbette; onun derin bir tarihi mevcut.
Modern dönem insanının kendi doğasını ifade etme çabası, yani doğasından getirdiği nitelikleri keşfederek bunları evrenselliğe dair tasarımlar halinde sergilemesi, bugüne varıncaya dek çok zaman aldı. Bir bakıma algılama biçimlerinin bilgiye, duyguya, sezgiye ve yargıya dönüştüğü bir ontoloji tanımıydı bu… Ancak bunun ahlaki de bir koşulu vardı: Duyular ile edinilen basit bilgiler, arzular yoluyla akla aktarılacak, insan ile doğa arasında ideal bir yol inşa edilecekti. İlk bakışta neydi bu ideal yolun hedefi? Şu: İnsanın doğası ile dış-doğadaki her şey arasındaki ilişkiler bütünü… Başka bir anlamda da düşünceye bağlı hakikat ile pratik dünyanın gerçekliği arasındaki ilişkiler…
Kadim tarihe bir göz attığımızda, insanın üretimi ve düşünce sistemleri uzun bir süre doğa ile barışık bir çizgi izlemişti; her ne kadar tüm yaşamsal gereksinimlerin kaynağı yine doğaysa da bu, tahripkâr bir boyutta değildi. Açlığı gidermek amacıyla birkaç hayvan avlanmak ya da dallardan biraz meyve koparmak, bir barınak yapmak ya da içinde ısınmak amacıyla birkaç ağaç kesmek, bir şeyler ekip biçerken akarsulara küçük kanallar açıp tarlaları ya da bahçeleri sulamak, çeşitli eşyaların ve el araçlarının imalatında yine doğaya başvurmak vb… Bunlar olup biterken, elbette hiç kimsenin içine doğayı tahrip ettiği gibi bir kaygı yerleşmemişti. Doğanın barındırdığı hakikat öylesine yüksekte ve öylesine erişilmez bir yerdeydi ve zaten öylesine güçlüydü ki onu ele geçirme niyetinden ve cüretinden söz edilemezdi bile.
Sonradan bir şeyler değişmeye ve çetrefilleşmeye başladı. Hakikat siyasileşti, bunun yeryüzündeki temsilcileri oluştu ve yüzyıllarca sürecek kurumsal-baskıcı bir inanç iktidarına evrildi. O sürecin ardından ise insanı merkeze alan modern-seküler felsefeler icat edildi. Bu seküler felsefeler doğanın bilimsel bakımdan çözümlenmesini, hakikatin yeniden düşünülmesini ve doğa–hakikat-insan bütünlüğünün sorgulanmasını sağladı. Kısacası modern insan, doğa karşısında edilgin bir durumdan etkin bir duruma geçiş yapmış, hakikatin temsilcisi olduğunu ilân edenlere karşı da eleştirel bir alan yaratmıştı.
Şu var ki doğa ve onun hakikati karşısında özgürleşip cesaret kazanan modern insan, duracağı yeri bilemedi: Doğayı çözümledi, mitolojik alanı terk etti, inanç iktidarını yıktı, onu gökyüzünden indirip dünyevileştirdi. Fakat bu kez de o inanç iktidarı yerine modern ilerleme ideolojisini getirip doğayı ideolojik bir kullanım aracına indirgedi. Bu noktada, insanı yalnızca ideallikler çerçevesinde sunan o modern-seküler felsefelerin de işi bitmiş gibi duruyordu; çünkü hâlâ insanın idealliklerinden söz edip durdukça sanki teolojik bir alandan bir farkı kalmıyor ve ahlâk öğütlemekten başka bir şey yapmıyordu. Oysa insan doğanın gücünü ele geçirmiş, büyük bir güvenle yaratıcılığını yükselterek kendi ilerleyişini sürdürmüş ve kendi yok oluşunu bile göze alarak çevresini kuşatan doğadan bağımsızlaşmıştı. Şu kesindi ki insanın doğası, arzularının güdümüne giriyor, bu uğurda her şeyi feda etmeyi göze alıyor ve hatta bunu toplumsallığa ve ideolojilere de yansıtıyordu. Böylece kendisi ile dışında kalan doğa arasında büyük mesafeler ortaya çıktı; doğa önemsizdi ve göz hizasından çok ötelere savrulmuştu.
Her ne kadar geçen yüzyıldan bu yana bazı felsefeciler, bilim insanları ve sanatçılar o açılan mesafeyi önemsemişler ve metinler ya da yapıtlar ile ikazlarda bulunmuşlarsa da bunun yararı olmadı ve ilerleme ideolojisi karşısında son derece düşük ölçüde bir etki yaratabildi. Doğa unutulmuştu; üstelik insanın da o doğanın içinde yer alan bir varlık olduğu unutulmuştu. Ekonomik, askerî, ideolojik ve hatta kültürel üstünlükler elde etme adına göller ve nehirler haritalardan siliniyor, dağlar yontulup dümdüz ediliyor, atmosfer koşulları ve iklimler olumsuz anlamda değişiyor, gökyüzü renk değiştirip bulanıklaşıyor, topraklar verimsizleşiyor, canlıların soyları hızla tükeniyor, bunlar yer altındaki fosillere dönüşüyordu. Ve daha pek çok şey oluyordu; ne var ki insan, kendisini asla bunların faili olarak görmek istemiyor, kendi doğasında taşıdığı yaratıcılığa ve aşırı bir arzuya gem vuramıyordu. Ama ilginç olan şuydu: Bir yandan da tüm bunlardan yakınmaya başlıyor ve her olup biteni karanlık kötü ruhların marifeti gibi görüyordu. Ta ki Rachel Carson’ın Sessiz Bahar kitabının 1962 yılında yayımlanışına kadar… Modern çevreci anlayışın ilk çıkışı olarak onaylanan bu kitapta Carson Yarının Masalı bölümünde, küçük bir cennet olarak betimlediği bir kasabanın nasıl ekolojik bir felakete uğradığını anlatıp sonunda şunu yazmıştı: Bu felaket kurbanı dünyada, hayatın yeniden doğuşunu susturan ne kötü bir büyü ne de düşman saldırısıydı. İnsanlar bunu kendileri yapmıştı.
Şimdi Ferahi Mengeş’in sergisine bakalım: Burada ilk bakışta, doğanın kendisini nasıl bir dönüşüme soktuğu, kendisinden bazı parçaları nasıl değiştirdiği ve onların yerine neleri getirip gözümüzün önüne yerleştirdiği öne çıkıyor. Jeolojik koşulların yarattığı yeni biçimler olarak fosiller… Taşların, ağaçların ve diğer canlıların nasıl değiştiği ve doğaya yeni biçimler ile dâhil olduğu… Sanatçı önce bunları hayranlıkla ve büyük merak ile gözlemliyor, onları sanat yapıtlarına uyarlayıp o dönüşümleri kayıt altına alıyor. Yani doğa parçalarının kendiliğinden büyülü değişimleri, bu yapıtlara da yeni bir yorum ilhamı veriyor. Ancak sonradan da şöyle bir soruyu gündeme getiriyor: Acaba bu değişim her defasında doğal koşullarda mı olmakta? Yani yukarıda belirttiğimiz tarihsel akış da bunların değişimine yol açıyor mu? Başka türlü sorularla: Doğayı gözden uzaklaştırmış insan tavrının rolü nedir bu değişim süreci içinde? Ya da doğa kendiliğinden değişmiyor, bir şiddete maruz kalarak bozuluyorsa, bu durum yine hayranlık uyandırıcı bir akış mıdır? Ferahi Mengeş, 2021 yılında yazdığı İçimdeki Ağaç adlı metinde, dünyanın var oluşundan bu yana doğadaki varlıkların kalplerinin attığını, ruhlarının sonsuzluğunu hissedebildiğini ve onların sahip olduğu neşe ve mutluluğa ortaklık ettiğini yazmıştı. Ama sonra da şunu eklemişti: Öte yandan o neşe ve mutluluğa kederli bir döngü de sızıyor.
Bu sergideki yapıtlar, doğayı kendinden uzaklara sürmüş insana belki şunu öneriyor: Ona yaklaşıp taşın göz hizasına inin ve kederli döngüyü siz de hissedin, tam orada Carson’ın şu tümcesini duyacaksınız; İnsanlar bunu kendileri yapmıştı.