GREV: ŞİMDİ BURSA’DA İPEK ÇEKEN KIZLAR*

Ümit ÖZDEMİR / 08.03.2025

@masumlevrek

Hastalık nedir ? Neden hastalanırız ? Film bu sorularla başlıyor. İspanyol dağlarından bir grup komünist militan, mola verdiği sırada sonradan grevci olduğunu öğreneceğimiz bir kadın, açtığı bir eskiz defterinden mikropların tarihini sorgularken yeni cevaplar buluyor kendince. Bir virüsten daha hızlı yayılan burjuvazi, eline geçirdiği bütün pazarlarda hakim üretim biçimiyle tek bir kuralı işletir: Sömürü ! Kapitalist sömürünün aslında hiçbir kuralı, kaidesi ahlakı olmadığı gibi daha ucuza çalıştırdığı kadın emekçileri hasta edecek kadar sömürür. Militanın bulduğu cevapların başında mikropların sadece bir sonuç olduğu, hastalıkların nedenini başka bir yerde aramamız gerektiğini söyler.

Film, Bursa’da bir ipek böceği atölyesi sahnesiyle devam eder. Çeşitli milliyetlerden işçiler buharla dolu basık, havasız bir ortamda ipek kozalarını yıkamadan geçirmektedirler. Pahalı bir kumaş olan ipeğin, burjuva kıyafet tasarımındaki önemi, ipek işçiliğinin sömürüsündeki baş faktördür. Yorgunluktan yere düşüp ölen kadın işçinin varlığına rağmen, kadın işçiler ona yardım edeceklerine çalışmaya devam ederler. Yabancılaşma, sadece emeğin yabancılaşması değil, emekçinin birbirine yabancılaşmasıdır da.. Bir Süfrajet (kadınların oy hakkı için mücadele eden ilk kuşak feministler) olan İrlandalı Sarah, (Pelin Batu) Osmanlı’yı soymakla görevli Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi)nde müdür olan Adam’ın eşidir. Bursa’ya tren yolculuğunda tanıştığı Jose Martinez (Tansel Öngel) ile gerilimli bir diyalog yaşar. Sosyalist olan Jose, bir sosyalist gazeteyi Sarah’a gösterir. Aslen Selanikli olan Jose’nin ipek hastalığından hayatını kaybeden bir kadın işçinin cesedinin bir el arabasıyla götürüldüğü sahnede, Paramaz’dan (Orçun Masatçı) ipek üretim esnasında işçilere bulaşan bir bakteri yüzünden her hafta iki kadın işçinin hayatını kaybettiğini öğrenir.

 

Sofia (Nihan Aker) ile iş arayan işçi Fatma (İrem Alnıaçık) ile tartıştığı sahnede Sofia genç kadından işe girmemesini ve ondan köyünde ot yemesinin kendisi için daha iyi olacağını söyler. Bu sahne sömürü gerçeğini normalleştiren işçilerin, çelişkilerin yoğunlaşmasına rağmen henüz bir çıkış bulamadıklarına işaret eder. Sosyalistlerin toplantısında altı-yedi dergi bir de gazeteci dışında 1. Enternasyonalin hiçbir şey göndermediğini kinayeli bir dille eleştiren Yannis (Orhan Alkaya) Jose arasında başlayan tartışma, emek-sermaye geriliminin 20. yüzyıl başlarında Bursa’ya yansımasıdır. İpek kumaş için Bursalı emekçileri sömüren burjuvaziye karşı İngiliz işçi sınıfının ayaklanması durumunda Bursalı işçilerin açlıktan kurtulacağını söyleyen Yannis, öfkeli ve haklıdır. Kompadorlaşan sermaye sınıfının Türkiye’deki temsilcileri Osmanlı Bankası’nın Bursa temsilcisi Celal ve Düyun-u Umumiye temsilcisi Adam, hepsi yerlerini almıştır. Denklemde eksik olan işçilerdir..

Sarah ile Jose ile yeniden bir araya geldikleri balo sahnesinde, Bursalı emekçileri sömüren komprador burjuvazinin bütün unsurlarını tanıtır. Aralarında Amerikalı ve Fransız fabrika sahibinden, sömürü ortağı Osmanlı mali ve kolluk bürokrasisine, polis şefi Arif Bey’den, Kaymakam Müfit beye bütün seçkin burjuvalar ve onların yandaşları bir aradadırlar. Bu sahnede Yönetmen Metin Yeğin, sömürünün yerli ve yabancı ortaklarının çıkar birliğini gösterir. Yannis ve Sofia’nın tartıştığı sahnede, açlığın pençesine düşenlerin sadece Rum ve Ermeni kadın işçiler olmadığını öğreniriz. Müslüman kadın işçiler de ipek böceği üretimi için fabrikaya gelmektedirler. İşçi sınıfının birleşimi manifestonun bitiş cümlesindeki gibi çok uluslu, ama tek sınıflı, emekçi sınıflı bir yapıya doğru evrilmektedir… Sofia fabrikada kaynayanın sadece kazanlar olmadığını “aldığımız üç kuruş, öldüğümüz pek çok” sözleriyle anlatır. Grev kapıdadır, sömürüden kurtulmanın bilinen başka bir yolu yoktur.. Sofia, Fatma, Fatma’nın kardeşi Tütün kaçakçısı Adem, Paramaz, Yannis ve Jose’nin tartıştığı sahnede daha fazla ipek üretimi için sömürünün derinleştirilmesi, sömürü derinleştikçe artan işçi ölümlerinin yarattığı endişe ve tedirginlik sahnelenir. Tütün kaçakçısı Adem tütün üretiminin reji ile Fransızların eline geçmesi sonucu kaçakçı olmuştur. İşçilerin ilk eylemi oturma eylemidir. Oturma eylemi, yola çıkan grevin müjdecisi gibidir.

Üretim baskısı, Düyun-u Umumiyeci Adam’ın hedeflenen üretim rakamlarına ulaşılmadığını anlattığı sahneyle iletilir, yönetmen Metin Yeğin bu sahnede sömürünün yerli ve yabancı ortaklarının sömürüden elde ettikleri artığı nasıl bölüşüldüğünü de gösterir. Borç, faiz, vergi ve karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde gerçekleşen bölüşüm, burjuva çıkar ortaklığının özeti gibidir. Siparişlerin yetişmesi ve borçların ödenmesi daha fazla sayıda işçinin sömürülmesine bağlıdır. Kapitalist sömürü yeni kurbanlarını Müslüman kadın işçilerden seçerken, dışarıdaki yedek işsizler ordusu ücretlerin düşük tutulmasının garantisidir.

Ölümlerin sıradanlaştığı bir anda, Sofia ve arkadaşı Zabel’in (Jaklin Çatal) meydan okumasıyla fitili ateşlenen grev, kaçınılmaz olanın ilanıdır. Homurdanma ve öfkenin yetmediği yerde, çalışırken ölmek istemeyen Ermeni kadın işçilerin sömürüye isyanı kısa sürede bütün fabrikada yankısını bulur. Fabrika amiri Arşen ve Maria’ya yapılan meydan okuma, sadece onlara değil sömürüden kazanç elde eden kim varsa, birinde hepsine isyana dönüşür. Hiç bilmedikleri bir kelimeyi ilk defa duyan işçilerin, hiç bilmedikleri yollarla tanışması an meselesidir. Ok yaydan, söz ağızdan çıkmıştır bir kere…

Her grev, aynı zamanda greve çıkanlarla grevden çıkarları zedelenenleri karşı karşıya getirir . Düyun-u Umumiyeci Adam, grevin bastırılması ve Bursa’da başka fabrikalara yayılmaması için fikirler üretirken, burjuva sınıf biliniyle hareket eder. Ludistlerin İngiltere’deki grevinden bahseden Adam, ipek böceği emekçilerinin grevinin daha az zararlı olduğundan söz eder. Polis müdürü ve kaymakamın toplantıyı terk edip tertibat almaları, filmin dramatik olay akışının hızlanacağını gösterir. Sömürüden dolayı yaşayan birer ölüye dönüşen işçiler grevle birlikte neşelerini bulmaya başlamışlardır. Ermeni ve Rum halk dansları ve şarkılar greve eşlik ederken, bir yanda hesapçılığın ve sömürünün buz gibi atmosferi, öbür yanda dayanışma ve ortaklaşmanın sıcağı vardır. Bu karşıtlık iki sınıfın uzlaşmaz kültürel karşıtlığının sembolleriyle doludur. Adam ve eşi Sarah’ın tartıştığı sahnede, İngiliz aristokrasisi ile burjuvazisinin açık-gizli ortaklığı ve çıkar birliği gösterilir. Çıkarları ortak olduğu müddetçe, müesses nizam İngiliz kapitalizminden beslenen bu iki asalak sınıfın temsilcileri birbirinden beslenen sembiyotik sınıflardır ve bu sınıfların bekası, ulus ötesine taşan sömürü düzenyle büyük malikaneler, gösterişli lüks bir yaşamın kaynağıdırlar. Adam bunu Sarah’a hatırlatırken, bir aristokrat olarak çizgiyi aşmaması gerektiğini bildirir.

Gazeteci Muallim Naci (Murat Çidamlı) Düyun-u Umumiyeciler ve fabrika müdürü Arşen ile tartıştığı sahnede, gazeteciliğine özgü eleştirel tutumu sergiler. Üretimin devam etmesi için patronlara çalışmaları gerektiğini önerir. Muallim Naci, Arşen’e kendisinin de bir işçi olduğunu neden grevdekilerin arasında yer almadığı sorusuna Arşen, sınıfın en derin yarası olan işsizliğin, işçiler için ne anlama geldiği minvalinde sözlerle cevap verir. Ustaca kurgulanmış bu diyalog sahneleriyle Metin Yeğin, küçük burjuvaların dil ve zihin dünyasından pasajlar sunar. Muallim Naci, sömürünün dizginlenmesi için sigorta ve sosyal güvenlik gibi önlemleri savunsa da, bu önlemlerin tamamı patronlara “maliyet” yaratacağı için reddedilir. Muallim Naci’nin sorduğu sorular ve yaklaşımı sosyal demokrat, refornist düşünceden izler taşır. Muallim Naci replikleriyle, burjuvaların sahip olduğu her şeyin aslında işçilere ödenmeyen hakları olduğu gerçeğini dile getirir. Sınıfsal karşıtlığın ve uzlaşmaz çelişkinin üretim araçlarının özel mülkiyetinden kökenlendiğine işaret eden bu sahneler ile Metin Yeğin, gerçekçiliğe katkı sunar. Grevi bile kar elde etmenin bir aracı olarak sömüren burjuva patronlar, grev boyunca fiyatı düşen ipek kozalara çökmenin derdindedir.

Grev uzadıkça Arşen’in söylediği üzere coşkularını ve kahkahalarını yiyen işçiler, açlığı tanıdıkları için büyük sorun yaşamazlar. Uzayıp giden grevi bitirmek için ustabaşı Maria aracılığıyla yapılan tekliflere, grevin lideri Sophie, grevcilerin talep listessiyle yanıtlar. Grevciler cephesinde bunlar yaşanırken, iğneleyici üslubuyla dikkat çeken İTC’li Muallim Naci, küçük bir atölyede ipek yetiştirmeye başlar. Grevde belirginleşen sınıfsal ayrışma, doğmak üzere olan Türk küçük burjuvazisinin ve onun çatı örgütü İTC’yi sahneye davet eder. Muallim Naci iktidardaki İTC’nin nüfuzunu kullanarak zenginleşmek isteyen müslüman-Türk burjuvazisinin filmdeki karşılığıdır. Grev uzadıkça dramatik yapıyı belirginleştiren tartışma-suçlama, direnme ve direnişi kırma sahneleri birbirini izler. Bu sahnelerin birinde patron işbirlikçisi ustabaşı Maria’nın grevi kırma ve grevin önderlerini aşağılama girişimine bir tokatla yanıt veren Sophia, “ben senin efendine boyun eğseydim eğer bu her santimini işlediğim ipeğin işleyeni değil, giyeni olurdum” repliğiyle, sınıf kavgasında yanlış yerde duran Maria’ya haddini bildirir. Kendi geleceğini ve varlığını greve adayan Sophia, ustabaşı Maria’nın bütün grev boyunca patronlardan yana tavır alışını yüzüne vurur. Fatma’nın vurularak öldürüldüğü sahne ile dramatik olay örgüsü hızla çözülmeye doğru evrilir. Fatma’nın erkek kardeşi Adem’in, kaçak ipek böceği atölyesini ateşe veren Jose’yi vurmasıyla da zirveye ulaşır. Grevler işçi sınıfının okullarıdır. Topraksız öğrenip, kitapsız bilenleri bir araya getiren ekmek kavgası, çoğu zaman can pahasına sürdürülen sömürü düzenine başkaldırının nesnel koşullarını hazırlarlar. Bu açından bakıldığında Grev, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü henüz ortaya çıkmadan çok önce, kadın emekçilerin birlikte verdiği mücadelenin izlerini sürüyor. O izlerde, Grev filmiyle Metin Yeğin, ipeğe yumuşaklığını veren şeyin sert ve acımasız bir emek mücadesi olduğunun altını bir kere daha çiziyor…

Bursa’da kadın ipek işçilerinin sömürüye ve hastalığa isyan ederek 1910’da çıktıkları grevi konu alan film, gerçekle kurgunun başarılı bir bileşimi. Sade süssüz oyunculukları, içten kesin ve akıcı diyalogları ve anı anlatımlı kurgusuyla Grev, teknik açıdan da iyi bir film. Gerçeğin, kurguya üstün geldiği yer yer yarı belgesel bir anlatıya dönüşen sinema diliyle Grev, işçi sınıfının Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine miras kalan ilk uyanışlarını konu ediniyor. Grev ile birlikte resmi ideolojinin pompaladığı, “Osmanlı’da işçi sınıfı ve burjuvazi yoktu” tezi de çürütülmüş oluyor. Derdi, tasası ezilen insanların unutulmuş direniş öykülerini anlatmak olan yönetmen Metin Yeğin’in Grev’i, işçi sınıfının sanatı nasıl olmalıdır ? Sorusuna verilen en doğru yanıtlardan biri olarak karşımızda duruyor. Emekçi sınıfların grev ve direnişlerini konu edinen Yeğin’in Grev’i, kolektif bir bütçelemeyle çekildiği için, yapım firması adı verilen kapitalist işletmelerin baskısından ve sansüründen azade bir film. Belki de bu model, bağımsız ama emekçiden yana filmler çekmek isteyen yeni kuşak yönetmenlere de ilham olabilir. Sinema filmi çekmek bir şenlikse ve derdimiz emekçi insanların öykülerini anlatmaksa, Metin Yeğin’in Grev’i, bu kolektif çabanın en olgun ve somut ürünlerinden biri olarak takdiri ve izlenmeyi hak ediyor.

*555 K’nın şairine Cemal abiye saygı ve özlemle

Diğer Yazılar

SIRRI’NIN DİLİ EZİLENLERE NE VAADEDİYOR?

Murat Utkucu / 09.03.2025 Sırrı Süreya Önder’in iki saatlik mülakatını Youtube üzerinden izleyip dinledim. Aynı …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir