Ümit ÖZDEMİR / 11.04.2025

Türk sinemasında engelli bireylerin sunumu bugüne kadar oldukça ağır ve melodramatik çerçevedeydi. Eflatun ile ilk defa bu çerçevenin dışına çıkılarak karakterin duygu dünyasını da önemseyen bir anlatı gerçekleşiyor. Fimde görme engelli Eflatun ile Türk sinemasına uzun bir aradan sonra engelli bir kadın karakter arz-ı endam ediyor. Babadan kalma saatçi dükkanında bozuk saatleri görme yeteneğinin kaybından dolayı gelişen işitme yeteneği ile tamir etmeyi becerebilen Eflatun, bu yeteneğinin başına açacağı işlerden birinin aşık olması olduğunu bilemezdi. Dükkanına hatırası olan bir masa saatini tamir ettirmeye gelen Oflaz’ın “şiir gibi” sesine aşık olan Eflatun sakin, korunaklı ve karanlık dünyasını aşmayı deniyor.
Elbette her deneme Jorge Luis Borges’in sözleriyle “Kişiyi yazgısının biçimlenişi gitgide şaşkınlaştırır, nereden bakılırsa o kişi, içinde bulunduğu koşullardır” tariflemesi gibidir. Eflatun’un Oflaz’ı sevme denemesi, çeşitli engellerle karşılaşmasıyla giderek daha fazla kırılganlaşıp açmazlara sürüklese de, sonunda galiba arzunun engele galebe çalacağı kesin gibi. Eflatun’un her insana içkin beğenilme, sevilme, ait olma mücadelesi, görme engelli olması sebebiyle zaten hayatla kurduğu naif ve kırılgan bağı daha da kırılganlaştırıyor. Oflaz’ı kuşatan “kutsal” aile, kariyerli “ideal” eş ve erdem kırbacı, onun özgürleşme arzusunu kışkırtıyor. Bu kışkırtmanın kaynağında ise hiç kuşkusuz, Eflatun’a duyduğu yakınlaşma var. Yakınlaşma aslında kırılgan bir temas, filmin bütün dramatik olay örgüsü, sadeliği ve içtenliği bu kırılgan temas meselesinin iyi anlatılmasından kaynaklanıyor. İzleyenlerin hemen fark edeceği üzere, sadelikten süzülen ustalık ve karakterlerin hiçbir abartıya kaçmadan rollerine bürünmeleriyle Eflatun naifliğin unutulmuş bütün yönlerini beyazperdeye yansıtıyor.
Muhtemelen birbirinden berbat filmlerin salonları işgali nedeniyle çok az vizyon imkanı bulan Eflatun, son dönem Türk sinemasının en iyi aşk filmlerinden biri olarak karşımızda duruyor. Eflatun, naifliği, kırılganlığı, sadeliği ve bütün bunlarla harmanlanan seven insanın en saf hallerini merak eden izleyiciye, sinemayı sevmenin hayatı sevmekle eş anlamlı olduğunu hatırlatan bir film. Hatırlamamız gerekenlerin arasında, haklarını görmezden gelerek başka türden bir körlüğün müsebbibi olduğumuz engelli insanların duygu dünyalarını bütün sahiciliğiyle anlatan Eflatun, içtenliğiyle de insancıl bir dile ulaşıyor. Filmin estetik seviyesinin yüksek olmasında hiç kuşkusuz Yönetmen Cüneyt Karakuş’un görme engellilerin dünyalarını dert eden fotoğraf sergilerinin büyük payı var. Oflaz’ın bir tesadüfle Eflatun’un çektiği fotoğrafını basarken kullandığı ve artık hepimizin çoktan unuttuğu argandizör ve gümüş nitratla fotoğraf tab ettiği sahnelerle Karakuş, adeta Metin Erksan filmlerine de bir gönderme yapıyor. Üstat Erksan, sevilen lerin fotoğraflarının duvarlara asıldığı film sahneleriyle, fotoğrafların şeftali çiçeklerinden başka dayanacak yerleri olduğunu1 da gösteriyordu.. Filmler insan gerçeğini anlatırken, duyguları da o gerçeğin içine harmanlarlar. Eflatun bu harmanın tadı çoktan unutulmuş lezizliğine yürürken, kayıp ve yas duygusu yerine güven ve bağlanmanın sembolü olan bir şemsiyeyle sembolik bir dile ulaşıyor. Yağmur gibi ferah, güvenmek kadar güzel ve Eflatun rengi kadar benzersiz film, sinemanın unutulmuş tadlarının bir armağanı…
1Haldun’un şiirine bir gönderme bilenler bilir. Saf bir sevgi şiiridir..