(Yaşar Ayaşlı’nın bu makalesini Türkiye’de Burjuva Devrimleri ve Liberal-Kemalist Tarih İdeolojisi kitabından alıntıladık. Makale, Türkiye sosyalist hareketinin kimi unsurlarının paylaştığı, Türk siyasal tarihine bakışındaki kimi sorunlu kavrayışları eleştirmesi nedeniyle okunmasını tavsiye ettiğimiz bir makale.)
Yeni Türkiye, 1930’lardan sonra, ticaret ve sanayi burjuvazisiyle büyüle toprak sahiplerinin çı.karlanna ters düşen kapitalist olmayan bir kalkınma yoluna yöneliş eğilimi gösteren bir politika izlemeye koyulmuştur (Doğan Avcıoğlu)
Otuz yıl sonra Türkiye, küçüle bir Amerika olacaktır.(Celal Bayar)
Türkiye bakımından 1946 öncesi ile sonrası, dünya konjonktürü, emperyalist sistemle eklemlenme biçimi, sosyo-ekonomik gelişme düzeyi ve siyasi rejim biçimi bakımından birbirlerinden net ölçütlerle ayrılabilen ilci farklı dönemdir. Ne zaman bu konu gündeme gelse “hasım hısımlar”ın köprüde karşılaşmış masaldaki ilci inatçı keçi gibi kafa kafaya toslaştıklan görülür: Birinin “karşı devrim” dediğine, öbürü “devrim” der.
1930’lara damgasını vuran devlet kapitalizmi, “radikal küçük burjuva devrimci” iktidarın altyapısını oluşturan bir “milli ekonomi” diye yorumlanagelmiştir. Kadro, Yön ve Devrim dergileri, kökleri Şefik Hüsnü’ye uzanan bu görüşü, allayıp pullayıp “halkçı ekonomi” diye yutturmak istiyorlardı. Kemalizmden bir “sol” çıkarmaya soyunmuş Kadro Grubu, yeni cumhuriyetin hanesine sadece bağımsızlık ve laikliği yazmakla yetinmekten yana değildi. Türk toplumunun “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış” yapısı devletçilikle kalıcılaştınlmak ve bunlardan her biri uyumlu bir bütünün öğelerine dönüştürülmek isteniyordu. Bunun sonucunda, Atatürk’ün konjonktürel-pragmatist bir gözle baktığı devletçilik, kapitalizmin ve sosyalizmin üstünde azgelişmiş ülkelere seçenek oluşturabilecek üçüncü bir kalkınma yolu olarak lanse edildi. Bugün ulusalcıların nostaljik bir tutkuyla andık.lan “altın çağ”, ta o zamanlar icat edilmişti.
Üçüncü bir yolmuş gibi takdim edilen devlet kapitalizmi aslında emperyalizmin büyük bunalımı koşullarında sermaye birikim yetersizliğinin dayattığı bir zorunluluktur. Hatta, ekonomik korporatizmi, serbest piyasa ekonomisi ile Sovyetik planlı ekonomi karşısında “Üçüncü Yol” olarak ilk lanse edenler İtalyan faşistleri idi. Ancak 1 sermaye yetersizliği çeken Meksika gibi refdrmist bir ülke de bu yolu kullandı. O dönemde zaten Amerika’dan Avrupa’ya krizdeki kapitalist ülkeler Keynesyan devletçi reçetelerden medet ummaktaydı lar. Bu yolun Türkiye’de bunalıma ithal ikameci bir sanayileşme programıyla cevap vermek gibi bir avantajı vardı. 1930’larda Sovyetler Birliği’nin dış politika hesaplarıyla yaptığı yardımlar ve yerli girdiler desteğinde devletçiliğe geçildi. Devletçilik, krizin hafif atlatılması yanında, ithal edilemeyen gıda ve tekstil gibi temel tüketim mallarının içeride üretilmelerini sağladı. Bu sayede mal ve hizmetler, bankacılık, sanayi ve ticaret alanlarında büyük ölçekli entegre tesisler kuruldu. Finans kapital model alınarak kurulan, sınai, ticari ve mali sermayeyi tek elde toplamış İş Bankası, Sümerbank ve Etibank gibi tekelci yapılar, sistemin ihtiyaçlarını nispeten karşıladılar. Kemalistlerin, liberallerin, hatta kimi Marksistlerin bunu “devlet eliyle burjuvazi yaratma” diye etiketlemeleri hiç de doğru değildir. Tek tek üstesinden gelemeyecekleri alanlarda devlet yatırımlan yapıp, sonradan bunu çeşitli kanallardan kendine çeken zaten burjuvazinin kendisidir. Çarlık Rusya’sı gibi yerli sermaye kıtlığı çeken fazla gelişmemiş” ülkelerde de devlet büyük meblağ gerektiren alanlara yatırım yapıyordu.
Kapitalistlerin, büyük toprak sahiplerinin ve üst düzey bürokratların ortak mülkiyetinden başka bir şey olmayan devlet işletme ve kuruluşlarının, “halkın mülkü” olduğu, bir çeşit toplumsal mülkiyeti temsil ettiği eski bir kapitalist efsanedir. Egemen sınıfların tek başlarına üstesinden gelemedikleri ortak işlerini devlet kapitalizmi (“kolektif kapitalizm”) yoluyla çözdükleri hiç değilse Marx zamanından beri biliniyor. Aynı yıllarda devlet sektörünün sayısal olarak güçlendirdiği işçi sınıfının, Mussolini İtalya’sından alınan İş Kanunu, grev ve sendika yasaklan ile zapturapt altına alındığı, en basit haklarından mahrum bırakılan emeğin ağır bir sömürüye tibi tutulduğu, kırdan alınıp kente yatırıldığı her nedense görmez.den geliniyor. Üstelik faşizan baskı rejimi Kürdistan cephesinde Türkiye’dekinden daha ağırdı: 1920-1938 yıllan arasında art arda patlak veren 17 Kilit isyanında on binlerce Kürt katledildi, bir o kadarıysa Türk bölgelere sürgüne yollandı.
Buna rağmen Taner Timur şöyle demektedir:
“Kemalistlerle jakobenler arasındaki benzer noktalar açıktır. Kemalistler de, Jakobenler gibi uluslarının yaratıcısı olmuşlar ve paradoksal bir biçimde bir demokratik-diktatörlük uygulamışlardır. Rejimin şiddete başvurmasına rağmen, hukuken iktidar tekeline sahip bir hanedanı, tasfiye ettikleri için, toplumsal açıdan demokratik bir işlev görmüşlerdir.”1
Kemalist diktatörlükle Jakoben diktatörlük arasında benzerlik bulmak zor değildir. Ama görünenin ötesine geçildiğinde bu kaybolur. Sömürülen kesime hiçbir şey vermeyip, ondan aldığım burjuva-toprak ağası rejimin kasasına akıtan bir “Jakobenizın”i neye yarar?
Devletçiliğin ülkenin iktisaden yükselmesine değil, olağanüstü teşvikler sağlanan burjuvazinin palazlanmasına hizmet ettiğine hiç kuşku yoktur. Yalan olan o burjuvazinin “milli”, vatansever olduğudur. Burjuvazi savaş sonrası atılımını, özellikle de çokuluslu şirketlerle buluşmasını bu yıllarda yaptığı hızlı sermaye birikimine borçludur. Kemalist Hükümetlerin emeğin sırtından kazanılan kazançları hafifletmeye yönelik en ufak çabalan olmamıştır. Buna karşılık, bürokrasinin kendisi devlet sektöründen azami ölçüde yararlanmanın ve fırsatı ganimet bilip sınıf atlamanın yolunu bulmuştur. Ülkenin “milyoner”leri arasında yer alan Mustafa Kemal’in kendisi bile artık maaşıyla geçinen biri değildi. Yine, başta İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar olmak üzere, İsmet İnönü, Kılıç Ali, Yunus Nadi (ve birçok milletvekili) gibi tanınmış siyaset adamları birçok yerli ve yabancı şirketin ortağıydılar.
Devlet kapitalizmi methiyelerini, DP’nin 1950’de “devrimci küçük burjuvazi”den aldığı iktidarı, ticaret burjuvazisi ve toprak ağalarına aktardığı teziyle birlikte değerlendirmek daha doğru olur. Kemalistler bu dönemden “Türkiye’de 1945’ten sonra yaşanan karşı-devrim” diye söz ederler.2
Bu noktada ne yazık ki sol Kemalistlerle 1960 sonrasının MDD’ci sosyalistleri arasında pek fark yoktur:
“Bayar’ın. . . bu demeci, Türkiye’de 1954 yılında anti-Kemalist karşı devrimin tamamlanmış olduğunu, milli bir güç olan asker-sivil-aydın zümrenin geri plana itildiğini ve devlet dizginlerinin emperyalizmin iş birlikçisi asalak sınıfların eline geçtiğini ve Türkiye’nin bir kez daha gerilere, 1919’da bulunduğu noktaya yakın yere sürüklendiğini gösteren kesin bir kanıttır. Evet, Türkiye’de bir karşı-devrim olmuştur.3
O yıllarda takdiri hak eden tek doğru ayırımı, “1950’de DP’nin başa geçmesi, ne devrimdir, ne de karşı-devrimdir” diyen İbrahim Kaypakkaya yapmıştır. 1960 sonrası sosyalistlerin (bu satırların yazarının da içinde bulunduğu MDD’ci grup, örgüt ve kişi) geniş bir yelpazesi, sol Kemalizmin kafasına yerleştirdiği bu tezi benimsemişti.4
1950’deki iktidar değişimi önceki döneme muhafazakar bir tepkiyi, bazı fren ve törpülemeleri içerir. Ama bunun cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesi ve “tam bağınısızlık”tan emperyalizm işbirlikçiliğine uzanan topyek6n bir “karşı devrim” diye okumak isabetli olmaz. Çok partili hayata geçiş, içte ve dışta değişen güç dengelerini gözeten bir yeniden yapılanmadır. Seçimler, modernleşmenin hangi varyantının, laikçi-yenilikçi mi, yoksa muhafazakar-gelenekçi yolunun mu izleneceğini saptamakta bir test olarak kullanılmıştır. İki partinin de üzerinde birleştikleri ‘çok partili parlamenter sistem’e geçiş, burjuva demokratik bir rejim değil, Atatürk-İnönü dönemlerini devam ettiren karşı-devrimci bir diktatörlüktü. Değişimi asıl karakterize eden dünyaya açılma ve emperyalist sistemle daha içli dışlı olunan bir sürece girilmesidir. Emperyalizmin yeni jandarması ABD ve müttefikleri, başım SB’nin çektiği sosyalist kampa karşı başlattıkları “soğuk savaş”ta, Türkiye’ye Orta Doğu’da ileri karakolluk görevi vermişlerdi ve iki taraf da bunu benimsenmişti.
1950 seçimleri, “Kemalist devrim”e son veren bir “karşı devrim” değildir. “Sağ”daki “sol”un bir “demokratik devrim”i hiç değildir. İktidar bloğundaki çatlama, ticaret burjuvazisi ve tarım burjuvazisinden destek alan DP’nin lehine çözümlenmiştir, o kadar. Kapitalist ilişkilerin nispeten geliştiği bölgelerde daha güçlü olan DP, “iktisadi kalkınma” ve “demokrasi” vaadiyle köylü kitlelerini kendine çekmeyi başarabilmiştir. Bu parti, savaş sonrasının elverişli konkjonktüründen yararlanarak ve önceliği tarımsal gelişmeye vererek taşradaki nüfuzunu arttırmıştır. İki parti arasında elbette ayrılıklar vardı, fakat iç ve dış politika bakımından birinin diğerinin sağında veya solunda olduğunu gösteren ciddi programatik farklar yoktu: NATO’ya ve CENTO’ya, Kore Savaşına katılım, kapıların yabancı sermayeye açılması CHP’ye rağmen olmuş değildir. IMF üyeliği (1947), Marshall Planı (1947) ve yabancı sermayeye sağlanan kolaylıklar daha İnönü cumhurbaşkanıyken başlamıştı. Bürokrasi bağlantısı daha güçlü CHP’nin yüzü daha çok kente ve memura, büyük toprak sahiplerini ve ticaret sermayesini (kısmen eşraf) temsil eden DP’nin ise taşraya, tanına, köylüye, dindarlara dönüktü
AKP karşısında bugünkü liberal desteğin bir örneği de o zamanlar yaşandı: DP listesinden bağımsız milletvekili adayı olup seçilemeyen Mehmet Ali Aybar ve karı koca Serteller’in de aralarında bulunduğu bazı sosyalist aydınlar, “halk hareketi” olduğunu ve ülkeye özgürlük getireceğini öne sürerek 1950 seçimlerinde DP’yi desteklediler. İdris Küçükömer sonradan İslamcı-Doğucu dediği DP’yi “sol”, “Babcı-laik” dediği CHP’yi ise “sağ” cenahta gösterirken, bu ve benzeri yanılgıları teorileştirecektir. “Sol”u DP sülalesinde arayan bu erken sivil toplumculuk, İdris Küçükömer, Mehmet Ali Aybar, İsmail Cem, Ali Gevgilili ve Asaf Savaş Akat tarafından sahiplenilecek, 1980 sonrasındaysa şimdiki emanetçilerine teslim edilecektir. Kendini Kemalizm karşıtlığı üzerinden şekillendiren bu yorum tarzı, tersiymiş gibi görünmeye çalışsa da, özellilcle dikiş yerlerinde muhalifine astar ve yüz kadar yakındır.
Üstelik, şimdilerde kerli ferli profesörlerin buluşuymuş gibi takdim edilen “1950 devrimi” tezini ilk ortaya atan Adnan Menderes’tir. 26 Mayıs 1950’deki 1. hükümet programında, “14 Mayıs inkılabı Türkiye’de gelmiş geçmiş bütün iktidarların hepsinden ileri ve mühimdir” demiştir.5 Menderes, kendini açıkça önceki hükümetlerin ve “Atatürk İnkılapları”nın üzerine çıkarmaktaydı. Yeni Başbakan, bu sözleriyle Batılılaşma yolunu muhafazakar tarzda restore edeceğinin, fazlalıkları tıraşlayacağının işaretini de veriyordu.
Adları dışında “demokrat”lıkla bir ilgileri olmayan, üstelik toprak ağalığından devşirme DP kurucuları, içinden geldilcleri CHP’nin günahlarının da ortağıdırlar. Cumhuriyet tarihinde iktidar ilk defa çok partili bir seçimle el değiştiriyordu, ama bunun demokrasiyle bir alakası yoktu. Tersine, savaş yıllarının faşizan baskı ve yoklukları karşısında halkta birikmiş hoşnutsuzluk ve öfkeyi soğurarak alttan gelecek bir devrimci dalgayı boşa çıkartan bir “devrimkıran” işlevi gördü. Yeni iktidar kendi hegemonyasını güçlendirecek bir projeyle gelmiş, egemen sınıfların rakip kesimi namına savaş yıllarındaki baskı, kıtlık ve yokluklar nedeniyle CHP’ye öfke duyan kır ve kent yoksullarını popülist bir söylemle kendine çekip düzene entegre etmeyi başarmıştır. Aşağıdan gelen bir toplumsal muhalefetle ilgisi olmayıp, silfilıı egemen bloğun bir omzundan öbürüne aktaran bir nöbet değişiminin liberaller tarafından nitelikçe ayn iki dönem olarak sunulması, Kemalistlere zıt yöndeki bir spekülasyondan ibarettir: “1925 – 1945 dönemi ve 1950’den sonraki süreçler bir birinin panzehiridir.6
CHP, haliyle iç içe olduğu bürokrasi üzerinde geçmişten gelen bir ağırlığa sahipti. Bunu iktidarın bürokrasiden burjuvaziye devri veya bürokratik diktatörlükten burjuva demokrasisine geçiş olarak yorumlamak, birbirlerini tamamlayan iki olguyu karşı karşıya koymak olur.
“İnönü’nün kurmak istediği Çok Partili . . . ‘demokrasi ‘ , solun her türlüsüne ve sağın gayrı meşru türlerine kapalıydı. Demokrat Partililer, bu modeli, İnönü’nün tasarladığından bile daha çarpık hale getirdiler. Sola karşı düşmanlığı, bir isteri düzeyine çıkardılar. Ocak 1951 ‘de o zamana dek görülen en kapsamlı ‘komünist’ tutuklama kampanyasını gerçekleştirdiler.7
Dostluğa dayalı Türk-Sovyet ilişkilerini kökten değiştirerek, dış politikada dümeni sırasıyla İngiltere, Almanya’ya ve en son ABD’den yana kıran CHP ile, Kore Savaşı’na balıklama gönüllü asker gönderen ve NATO’ya katılan DP arasında izlenen rota bakımından esasa ilişkin bir fark yoktur. Emperyalist sistemin yeniden yapılan lanmasına bağlı olarak uluslararası sermayeye eskisinden daha sıkı bağlarla eklemlenen, cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki temkinli dış politikasını ABD uydusu teslimiyetçilikle değiştirerek “Küçük Amerika” boş hayaline kapılan DP gayretkeşlikte selefini gölgede bırakmıştır:
“CHP hükümeti dünya pazarıyla yeniden bütünleşme politikasına geri dönmüştü. . . bu politikayı DP hükümeti de sürdürdü ve ilerletti. Bu politikanın bırakılıp ithal-ikameci sınaileşme çizgisine geçişe, 1950’lerin ortalarında yer alan yeni bir kriz neden oldu. Ticaret sermayesinin bazı kesimleri, yabancı sermaye ile işbirliği içinde sanayiciliğe dönüşerek bu geçişin gerçekleşmesinde başrolü oynadı. Dolayısıyla, iç sınıf yapısında bir dönüşüm yer almış ve uluslararası işbölümüyle de yeni bir bütünleşme biçimi kurulmuş oldu.8
Koordinatlarını birinci sınıf Amerikan işbirlikçiliğinin, anti-komünizmin ve büyük toprak sahiplerinin ve ticaret burjuvazisinin muhafazakar politikalarının belirlediği bir partinin, sırf oy aldığı tabana bakılarak “halk hareketi” olarak nitelenmesi elbette ciddiye alınamaz.
1Taner Timur, “Sivil Toplun, Jakobenler ve Devrim”, (xa.yimg.com/..ffaner+Timur Sivil+toplum+Jakobenler+ve+Devrim.pdt).
2TKP’nin Sönümlenmesi içinde, “Sunuş”, İmge Yayınlan, Ankara, 2005, s. 12. Sina Alcşin başka bir yazısında da şöyle diyor: “Fakat 1950’de başlayan Kısmi Karşıdevrim Atatürk Devrimini dondurdu, durdurdu.” (Türkiye Tarihi, “İkinci Cumhuriyetçilik”, Cem Yayınlan, İstanbul, 2004, c.5, s. 307) Başta Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli olmak üzere, pek çok kişi bu tezi savunmuştur.
3Mihri Belli, Türkiye Sosyalist Solu Kitabı 1 içinde, “Milli Demokratik Devrim”, Dipnot Yayınlan, Ankara, 2013, s. 217.
41971 ‘in ihtilalcı önderleri, zamanlarının yanılgısını, gözüpekliklerine yaraşır şekilde paylaşmışlardır. Mahir Çayan: “Kemalizm, küçük burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden Kemalizm soldur; milli kurtuluşçulııktur.” (Bütün Yazılar, Boran Yayınevi, İstanbul, s. 408) THKO Savunması: “…Milli Demokratik Devrim stratejisi, hareketimizin çizgisidir. Diğer bir anlamıyla bütün millici sınıf ve tabakaların ortak devrim anlayışı. Milli Kurtuluş Savaşı’nın bu savaşı ve onun başındaki Mustafa Kemal’i yok edici,ortadan kaldırıcı bir düzen kuran, karşı-devrimci-gerici ittifaka karşı yapılmış olan 27 Mayıs İhtilali’nin ve 1961 Anayasası’nın bir devamı ve tamamlayıcısıdır.” (Deniz Gezmiş Savunma, heri Yayınlan, İstanbul, 2006, s. 189) Kemalizmin karşı- sına duvar örerek aynşan sadece İbrahim Kaypakkaya olmuştur. Kemalizm analizi içinde yanlışlll! da vardı, ama o sıra radikal devrimci hareket içerisinde Kemalizmle aynşma gösteren tek önder oydu. Sosyalist saflarda Kemalizmin etkisi Kaypakkaya’dan sonra da devam etti, fakat artık bu eskisi kadar uluorta ve pervasız yapılamadı.
5Açık oturum, aktaran Şevket Süreyya Aydemir, “Atatürk ve Türk Toplumu”Milliyet, 4 Kasım 1973
6Atilla Yayla, Yeni Asır, 19 Kasım 2006
7Cem Eroğul, “Çok Partili Sürecin Kuruluşu: 1945-1971”, Geçiş Sürecinde Türkiye içinde, Belge Yayınlan, İstanbul, 1990, s. 121 .
8Haldun Gülalp, Kapitalizm Sınıflar ve Devlet, Belge Yayınları, İstanbul,1993, s.42.
YazıPortal Resmi İnternet Sayfasıdır