Yazarımız Mahir Konuk’un Bir Yeni Cumhuriyet için web sitesinde ABD Başkanı seçilen Trump sonrası Avrupa siyasetini, solu ve diğer gelişmeleri değerlendirdiği röportajı.
ABD ve Fransa sınıfta kalmakla kalmayıp üstelik “belge almış” durumda. Eğer öyle olmasaydı ABD’de Trump’ın seçmeni üzerinde yarattığı geçici etki de yaratılamaz ve Fransa’da biz iktidardaki “liberal faşist-faşist” koalisyonunu bugün karşımızda bulamazdık.
Avrupa’nın en gelişkin siyaset laboratuvarlarından Fransa’da saatler Almanya başta olmak üzere diğer ülkelerden biraz daha farklı işliyor. Kriz, yerel renkleriyle derinleşiyor. Dr. Mahir Konuk, Fransa’daki toplumsal-siyasal dalgalanmaların durumu ve geleceğiyle ilgili sorularımızı yanıtladı.
–Donald Trump’ın ABD’de seçimi kazandığı ilan edildi, neredeyse birkaç saat sonra Almanya’da hükümet çöktü. ABD ile Almanya Avrupası arasında böyle bir bağ, istense de istenmese de var. Paris, Trump ile açılan dönemi nasıl karşılayacak? Macron yönetimi de “çökebilir mi”? Ya da Paris’teki egemenlerin “Trump’a gafil avlandıklarını” söylemek doğru olur mu?
Dr. MAHİR KONUK – Tek başlarına ele alındığında, bütün dünyada çoğu “sol” görünümlü ama bütün varlıklarıyla “küresel sermaye” taraflısı sahte muhalefet kanadını oluşturan bütün irili ufaklı siyasilerin, Trump’ın seçilmesinden duydukları üzüntü gösterilerini ben “timsah gözyaşları dökme” olarak değerlendiriyorum. Nasıl olmasın? ABD’nin “Cumhuriyetçi” kanadı ile “Demokrat” kanat zaten geleneksel olarak “dünya kapitalizmini koruma ve kollama görevinde” birbirlerinin alternatifi değil, ama içinde yaşadığımız ve kapitalizmin artık evrendeki insan varlığını tehdit ettiği süreçte her zamankinden daha fazla birbirlerini tamamlayıcı bir rol üstlenmiş durumdalar. Bunun nedenini anlamak için, Amerikan Doları’nın sermaye piyasasını kontrol hacminin yüzde 40’lı rakamlarda seyrettiği olgusunu göz önünde tutmak yeterli olacaktır, sanırım… Mesela, savaş kışkırtıcılığı yapmada ayrımın sadece coğrafi başlangıcın nerede olup olmayacağı konusuyla sınırlı olduğu ortada değil mi? Filistin’deki jenosidin müsebbibi olan Siyonist İsrail’in desteklenmesinde ayrı düştükleri filan mı var? Trump’ın klasik bir üsluba sahip bir faşist olduğu ortada, ama Harris’in sınıf farklılığına dayanan bir “liberal faşist” olmadığını ispatlamak mümkün mü?Aslında “göçmen sorunu” konusu gibi çok hassas bir konuyu ele aldığımızda bile durum değişmemekte: Trump’un faşistliği yine açıkça ortada; ancak, göçmenleri kölelik düzeyinde çalışan “işgücü” gibi kullanarak, çalışan yerli halkın zaten düşük olan yaşam seviyesini daha da aşağılara çekmekte enstrüman olarak kullanmak gibi “liberal faşist” bir siyasetten başka bir siyaset mi gütmekte Demokrat Parti adayı?
Aslında, ABD için zaten alışılmış olan bu durum, çok açık bir şekilde Fransa’daki yapılanmanın da bir başka versiyonu haline gelmiş bulunuyor. Bunun tersi de doğrudur. Özellikle de en son olarak azılı bir “liberal faşist” olduğu şüphe götürmeyen Macron’un parlamentoyu feshederek Trump benzeri Le Pen’ci faşistlere siyasi iktidarı teslim etme operasyonunu başlattığından beri…
BOYUN EĞMEYENLER HAREKETİ
Fransa’nın ABD’den farklı olan yanı, “Le Penci” faşistler ve Macron’cu liberal faşistlerin birlikte oluşturduğu “yapısal” olmayan ama sadece göstermelik olan ikilemin dışında, Melenchon’cu “Boyun Eğmeyenler” hareketinin önderliğinde kurulan Yeni Halk Cephesi muhalefetinin var olmuş olması ki, bu durum, bir şeyleri değiştirebilecek veya köklü bir değişikliğe vesile olabilecek nitelikte, bence… Fransa’daki Trump benzeri bir söyleme sahip Le Pen’ci siyaset, “Harris’in yerli versiyonu” olan liberal faşist Macron’culara, var olan azınlık koalisyonu hükümetini sözde “dışarıdan destekleyerek” çok büyük hizmetlerde bulunmakta ve böylece tek başlarına iktidara gelmek üzere başkanlarının da ifade ettiği gibi bir tür “ısınma turu” yapmaktadırlar…
Fransa’nın ABD’ye teslim olması gerçekte bir “anti-komünist” olan Mitterrand dönemine kadar rahatlıkla geri götürülebilir. Ama bu teslim oluşta “trade union”cu bir siyaset güden Alman burjuvazisi ve sendikalarının da önemli bir rolü olduğunu belirtmekte yarar var: Onların uyguladığı bu sınıf işbirlikçi siyaset, bir model olarak Mitterrand döneminde iktidardaki Sosyalist Parti için bir “model” olunca, geleneksel olarak “sınıf çelişkileri” üzerine yükselen emekçi çoğunluğun muhalefetini de çökertmiş oldu…
–Sadece uluslararası etkisi ve Türkiye ile ilişkileri ısrarla göz ardı edilen Almanya değil, siyaseten her zaman Almanya’dan “bir tık daha önemli” Fransa da Avrupa çorbasını karıştırmak zorunda. Fransa, eğer her zaman Almanya’dan çok daha fazla bir oluşum ise, Avrupa’yı ve Atlantik’teki gerilemeyi neler bekliyor?
FAŞİST VE “LİBERAL FAŞİST” İŞBİRLİĞİ
– Şu sıralar ağırlıklı olarak öğretisini eleştirmekle meşgul olduğumuz (*) ve siyaseten “Fransız ulusalcısı” olarak tanınan Emmanuel Todd’a bakarsanız, uzun yıllardan beri (en az Euro’nun lanse edilmesinden beri) Fransa “milli bağımsızlığını” ve kendi pazarını kaybederek artık “Avrupa çorbasını karıştıran” değil ama o çorbaya atılmış parçalardan birisi pozisyonuna düşmüş durumda. Bu yüzden, Todd bir zamanlar “Alman düşmanı Fransız” olarak da ilan edilmişti…
Avrupa ölçeğindeki Fransız-Alman ilişkileri ile ilgili olarak Melenchon’un görüşü, genel olarak sermayenin toplumsallaşmasının, yani üretimin ülke içinde yatırılmasının gerilemesine bağlı olarak belirlenmekte. Ona göre, Alman ekonomisi Avrupa ekonomisinin motoru haline Fransa dahil diğer ülkelerin geriletilmesi sonucunda gelmiş bulunuyor. Bana sorarsanız baştan beri Amerikancı olan Almanya, 1970’lerden itibaren Amerikancı ve Nato’cu siyasete bütünüyle teslim olmaya başlayan Fransa, aslında gül gibi geçinip gitmeye ve bitmeyen balayları yaşamaya başlamışlardı; neydi o dönemdeki Mitterrand’ın Kohl ile el ele, kol kola verdiği pozlar öyle…
Almanya ile ilgili olarak hem siyasi ve hem de toplumsal yapılanma üzerinde yeterli bir bilgiye sahip değilim, ama size bir “sosyolog” alışkanlığıyla orada yaşayan benim gibi göçmen olan Türkiyeli siyasilerle ilgili bir gözlemimi aktarmak istiyorum. Gözlemime takılan ve en radikalinden siyasi göçmenlerle ilgili olgu, Almanya’nın “sınıf işbirlikçisi” ve “sosyal yardım örgütlenmesi” alaşımının sonucu olan toplumsal yapılanmasının onlar üzerinde yarattığı bir tür “kölelik duygusu”nun, Fransa’daki eski radikaller ama şimdiki neo-liberallerde gözlenen benzeri teslimiyetten çok daha fazla olmasıdır. Aslında bu olgu, Alman toplumunun genelinin sınıf işbirliğiyle içine itildiği çıkmaz sokak konusunda da bilgi vermektedir. Aksi takdirde hem maliye bakanının istifası ve hem de başbakanın “sosyal yardım sistemini” düzeni kollayıp koruduğu için koruma isteğiyle de ilgili tavrı açıklanamazdı. Doğal olarak, sermaye düzeninin erbabı, “uysal kölesi” haline getirilmiş çalışanlarını örseleyerek isyana sürüklemekten ve yeni bir “Spartakus” ayaklanmasına neden olmaktan imtina edecektir. Ama bu siyasetin gelinen yerde ve konjonktürde nesnel bir karşılığı kalmış mıdır? Tabii ki hayır! O halde, Almanya’da da Fransa’da olduğu gibi bir faşist-liberal faşist, gizli veya açık, işbirliğine hazırlanmak gerekiyor, kanısındayım…
–ABD, Avrupa’yı bir biçimde yedeğinde tutmak istiyor. Buna mecbur gibi, ama Todd’un da son kitap ve yazılarında, mülakatlarında görüyoruz ki, buna gücü yok. Herkes görüyor bu zayıflığı: Bir dünya gücü değil artık ABD. Peki, Fransa bu yeni gelişmeyi, yani ABD’deki düşüşü ve Trump dönemiyle birlikte “içe kapanma sürecini” nasıl karşılayacak? Ne yapabilir? Neler kaybeder? Avrupa’nın en güçlü ikinci ekonomisinde ve devletinde, yönetenlerin durumu ne olacak? Bu gerileme sürecinde yönetilenler nereye bakacak ve hangi adımları atacak?
– Aslına bakarsak, ABD’nin Çin ile Pasifik’te bir büyük çapta savaş çıkaracak gücü dahi yok ama yine de çıkarması büyük bir olasılık dahilinde tutuluyor. Çünkü artık başka bir seçeneği kalmamış durumda. O da antik dönemin bir Roma İmparatorluğu, yakın dönemin bir Osmanlı İmparatorluğu gibi veya merkantilistler gibi, artık büyük bir oranda gücünü üretimden almamaktadır ve daha çok bir “çapulcu devlet” konumuna gerilemiş durumdadır. Eğer öyle olmasaydı, Trump türünden bir beyinsiz, bence sırf beklentisi olan halktan puan toplamak için “ülke içi üretimi geliştirmek” ve “gümrük duvarı kurmak” gibi kapitalizmin geldiği yerde en fazla eften püften etki yaratabilecek tedbirler ileri sürmezdi.Sakın yanlış anlaşılmasın: Ne ABD’nin bütün insanlığı yok edecek güçte bir kötülük potansiyeli olmaktan çıktığını ima etmek gibi bir niyetim var -tersine onun kötülük potansiyeli daha da artmış durumda- ne de Emmanuel Todd gibi kapitalist sistemi kurtarmak için çırpınıp durmaktan başka bir amacı olmayan birisinin bu güçsüzlüğü ekonomik, sosyolojik ve demografik verilerle en azından bir “olgu tespiti” düzeyinde teşhir etmesine bir itirazım bulunmakta.
Ancak tartışma konusu “kapitalist sistem” ve onun en mükemmele ermiş biçimi olan ABD olduğu zaman, bir Marksist olarak şu noktaları öncelikle göz önüne almak gerekecektir: 1) Sermaye temerküzü nasıl gerçekleşmektedir. 2) Temerküzün kaynağı nedir ve onun üretim süreciyle ilişkisi ne âlemdedir?
Bu sorular sadece ABD için değil, Fransa ve Almanya gibi bütün kapitalist ülkeler için geçerlidir. Sonuçta, Todd’un da altını çizdiği gibi, ABD ve Fransa sınıfta kalmakla kalmayıp üstelik “belge almış” durumda. Eğer öyle olmasaydı ABD’de Trump’ın seçmeni üzerinde yarattığı geçici etki de yaratılamaz ve Fransa’da biz iktidardaki “liberal faşist-faşist” koalisyonunu bugün karşımızda bulamazdık. Almanya, Çin’in Avrupa’da oynadığı rolü oynayarak “sermayenin toplumsallaştırılması”yla, yani üretim ve canlı emek sömürüsüyle işi bir müddet götürebildi, ama artık iyice görüldüğü gibi Ukrayna savaşından beri, bu kapitalist ülke de, ABD’nin merkez üssü olduğu bir “karadelik” tarafından, tıpkı Fransa gibi ama başka biçimde hortumlanmakta, Marshall yardımlarıyla gelen ekonomik hareketlilik nihayetinde bir tür savaşla azar azar elden çıkarılmakta: İşte size “haydan gelip huya gitmenin” mükemmel bir illüstrasyonu.
ALMANYA’YI HORTUMLAYAN ABD
Kısaca ifade etmek gerekirse, ABD’nin Almanya’yı hortumlaması olayı, genel olarak tek başına ABD’nin meselesi değil ama artık Japonya ve Çin de dahil olmak üzere kapitalist sermayenin toplumsallaşmasının gerilediği ve en azından durgunlaştığı tarihsel bir dönemde, tarihsel sonuna erişmiş “kapitalist üretim tarzının” kendi üzerine çöküşünün bir parçası olarak ele alınmalıdır. Bu durum görüldüğü gibi tek tek ülkeler arasındaki ilişkileri de nesnel ve zamansal bir boyut vererek açıklayabilmektedir.
Göründüğü ve uzunca bir süredir çeşitli açılardan ifade ettiğim biçimiyle, kapitalist sistem tarihsel sonuna ulaşıp da insanlık tarihindeki geleceği ortadan kalkınca, kendisi için tek “gerçekçi” çıkış yolu olarak ölü zamanlar diyarı olan geçmişe, yani geriye doğru sarmakta: Artık toplumsallaşarak yeni değer üretemeyen sermaye, “kapitalist” nitelikte olmaktan çıkıp, kendisi bir “değer” ifade etse de gerçekte yeni bir değer üretmeden çoğalan “ticari” sermayeye (ve/veya “çapula”) dönüşmüş durumda: Yani değer kaybeden kapitalist sermaye, var olan ve insana dair bütün değerleri bir “karadelik” gibi içine çekerek değersiz kılma yolunda hızla yol almakta… Ekonomik olarak “kendi üstüne kapaklanma” süreci ise, başlıca misyonu var olan ve bir değer taşıyan bütün kazanımları “yok etmek” olan Fransa’dakine benzer çok renkli faşist koalisyonları doğurmakta…
–Almanya-Fransa hattı diye bir şey var. Sadece ekonomide ve siyaset sınıfında değil, yönetilen kitleler açısından da böyle bir bağ var. Almanya’daki Oskar Lafontaine-Sahra Wagenknecht çizgisinin Fransa’daki Melenchon çıkışıyla akrabalığını gözleyebiliyoruz. Peki, Melenchon hareketinde bir “sosyalist iktidar” perspektifi var mı? Olabilir mi? Kamulaştırmalar, planlama, laikliğin tahkimi, sosyal güvenlik alanında köklü dönüşümler gibi konularda Melenchon hangi devrimci/köklü dönüşüm adımları atabilir? Yoksa sadece bazı kapıları mı aralayabilir?
– Troçkist bir gençliği olan Jean-Luc Melenchon, Mitterrand’ın neoliberal kalıntılarını barındıran “Sosyalist Parti”den çıkıp “ulusalcılık” olarak tanımlayabileceğimiz bir siyasi çizginin temsilcisi olarak “Sol Parti”yi kurmakla işe başladı… Özellikle de başlangıçta FKP ve diğer sol radikallerle birliktelikler kurarak hem geniş emekçi kitlelerle kucaklaşmasını bildi ve hem de söylem ve pratikte Le Pen’cilerle ittifaka yönelen diğer Fransız ulusalcılarından da radikal bir şekilde koptu. Böylece Marksist bir söylem ve pratik geliştirerek emekçi halkla kucaklaşmaya devam edegeldi… Geldiğimiz yerde oy potansiyelini ve etki alanını yüzde 2’lerden yüzde 20’lere kadar çıkardı. Yeni bir “Halk Cephesi” ile ve kendi siyasi ve ideolojik ekolünden mezun ve çoğu gençlerden oluşan bir parti kadrosu kurarak “Boyun Eğmeyenler” adı altında esnek olduğu kadar kendisini düzen erbabı sol kesim ile de belirgin bir siyasi çizgi ile ayıran bir siyasi yapılanma oluşturdu. Bu süre zarfında ve daha FKP ile geliştirdiği ilk “Cephe” deneyinden itibaren bir siyasi hareket programı geliştirdi. O kadar ki, bugünkü “Yeni Halk Cephesi” bu program etrafında ve çok kısa ve elverişsiz şartlarda kurulabildi. (“Yeni Cephe’nin ortakları olan FKP, sosyalistler ve Yeşillerin muhalif olarak sunacağı hiçbir programatik çalışması bulunmamaktadır”-Melenchon.) Bu program daha çok neoliberal siyasetleri hedef alan ve Sarı Yelek hareketinin programından miras “doğrudan demokrasi” anlayışının da izlerini taşıyan, kabaca yeni bir toplumsallaşma ve dolayısıyla kurumlaşmanın profilini vermektedir.
FRANSIZ SOLUNUN ALMAN SOLUNDAN FARKI
Melenchon, bütün bunların yanında ülkenin entelektüel faaliyetinde etkili olan ve “gönüllü kölelik” kavramının yaratıcı Boetie’nin adı verilen bir “fikir kulübünün” kurulmasına da önayak oldu. Kendi hareketinin dışındaki Bernard Friot gibi önceleri uyuşamadığını beyan ettiği önemli bir Marksist düşünürü de bu çalışmaların içine çektiğini gözlemlemekteyiz. Bunun yanında enternasyonal bir faaliyetin -özellikle Latin Amerika ülkeleri ile- içinde olduğu daha baştan beri bilinmektedir… Günümüzde eleştirel bir yaklaşımla İspanya’nın PODEMOS’u ve Yunanistan’daki teslimiyetçi muhalefet de buna dahildir. Melenchon, son ABD seçimlerinde Harris’i desteklemeyerek, programındaki benzerliklerden dolayı Yeşiller Partisi’nin adayı için çağrıda bulundu.
“Boyun Eğmeyenler” siyasi hareketini, bize uzaktan göründüğü kadarıyla Almanya’nın Die Linke’sinden ayıran mesele de Fransa’da Melenchon önderliğindeki bu hareketin, 20 yıllık ve çok çetin siyasi gelişmelere sahne olmasına rağmen devamlı ilerleme kaydetmiş istikrarlı siyasi bir hareket oluşudur. Bizce bu gelişim süreci bütün gücünü aynı zamanda yükselen ve giderek kendiliğinden bir şekilde radikalleşmeye başlayan “halk muhalefeti” ile kucaklaşabilmesinden almıştır. Diğer bir şekilde ifade edersek, Türkiye’de de gerçekleşen “sahte muhalefet” ve “emekçi halk muhalefeti” arasındaki ayrımda ikinci tipteki muhalefeti belki de dünyada en başarılı bir şekilde temsil eden bir harekettir Fransa’daki “Boyun Eğmeyenler” hareketi…
Aynı zamanda, artık kendisini “anti-kapitalist” olarak da nitelemeye başlayan bu radikalleşmiş halk muhalefetinin sınırlı ölçülerde de olsa, gelişim çizgisi göz önüne alındığında bu niteliği gerçekten hak etmiş olduğu iddiasının sağlamasını en iyi biçimde şöyle yapabiliriz: Tamamına yakını küresel sermayenin ve faşist ideolojilerin kontrolünde olan medya araçları -sosyal demokratların ve FKP’nin de katılımıyla- ancak Türkiye ile karşılaştırabileceğimiz bir yoğunlukta karalama kampanyası gerçekleştirmiştir.
Birkaç kelimeyle ve başka türlü ifade etmemiz gerekirse, yukarıda sadece hareketin nesnel gelişimine dair olguları sıraladığımız “Boyun Eğmeyenler” hareketinin, genel olarak gerçek bir “halk muhalefetinin” sosyolojisinin ne olabileceği konusunda kendi kendisine sorular soran siyaset bilimciler için de bereketli bir araştırma sahası oluşturduğu kesindir. Bunun yanında yukarıda yaptığımız ve daha çok “güler yüzlü” olan tanıtım, bilim insanı veya değil ama her hâlükârda “taraflı” birisi olarak, ne Melenchon’a ne de onun önderliğini yaptığı harekete karşı sorduğumuz sorular ve yaptığımız eleştiriler olmadığı anlamında da algılanmamalıdır. Biz böylelikle muhalif saflardan birisi olarak soru ve eleştirilerimizin nesnel bir temelini ortaya koymuş olmaktayız…