Ümit ÖZDEMİR / 21.10.2024
1-Sessiz katliamın ön hazırlığı: 1982 Anayasası’nda sağlık hakkının gaspı
Sağlığın neoliberal dönüşümü, emekçi sınıflarla patronlar arasındaki sağlık ve eğitim masraflarının kamu tarafından karşılanmasını içeren anlaşmanın yıkılmasıyla başladı. Anlaşmanın yıkımının kökeni, yaygın kanaatin aksine 1982 Anayasasıdır. 12 Eylül sonrası işçi sınıfının hakları yok edildikten sonra sıra sağlığın neoliberal dönüşümüne geldi. MGK tarafından 25 Ağustos 1981’de ilk çıkarılan 2541 sayılı yasa ile doktorların zorunlu doğu hizmeti süresi 4 yıla çıkarılırken, zorunlu hizmetini yapmayan doktorların muayenehane açamayacağı, meslek hayatlarına devam edemeyecekleri dayatılıyordu. Kritik karar ise 21 Aralık 1988’de Yüksek Sağlık Şurası’nda hekim olmayanların da poliklinik açabilecekleri kararı özel hastaneciliğin, sağlıkta neoliberal dönüşümün sessiz ilanıydı. 1980’li yılların başından itibaren ayakta tedavilerde ilaç için alınan katkı payını aynı oranlarda olmak üzere tıbbi malzeme katkı payları izlemiştir. (satış fiyatı üzerinden %20 aktif sigortalı ve bağımlıları %10 pasif sigortalı ve bağımlıları) 1961 Anayasasıyla güvence altına alınan ve sağlığın sosyalleştirilmesi ilkesi kapsamında koruyucu hekimlik faaliyetleriyle halk sağlığını önceleyen bir hekimlik pratiği yerini hastalık odaklı neoliberal bir sağlık anlayışına bırakacaktı. Kamuda çalışan hekimlerin özel muayenehane açamayacağını belirten tam gün yasası 31.12.1980’de değiştirildi.
Bu yasal düzenlemeyle özel muayenehaneler teşvik edilirken, özel klinikten özel hastaneciliğe doğru giden yolun ilk taşları da döşeniyordu. Sağlık politikasındaki en çarpıcı değişim, 1961 ve 1982 Anayasalarındaki metinlerde görülür. 1961 Anayasası’nın 48 ve 49. maddelerinde düzenlenen sağlık hakkını “Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığını korumakla ödevlidir. Devlet, yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayacak tedbirler alır.” kesin ve kapsayıcı bir dille savunarak güvence altına alan bir yaklaşım 1982 Anayasası’nda “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler”. Maddesiyle sağlıkta oldukça sakıncalı olabilecek tasarruf tedbirleriyle özel sermaye gruplarına alan açılacağı ilan ediliyordu. Öte yandan 1982 Anayasasının 56. maddesinde devamındaki bölümde yer alan: “Devlet bu görevini kamu ve özel kesimdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir. Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir.” maddesiyle ilk kez bir anayasa maddesinde özel sağlık kurumlarının kurulabileceğinin altı çiziliyordu.
Aynı madde içinde yer alan “genel sağlık sigortası kurulabilir” ibaresi ile herkesi, her bireyi kapsayan sigortalı olma güvencesi yerine; prim ödeme karşılığı tıbbi hizmet verilen bir anlamda paran kadar sağlık hizmetini öngören neoliberal sağlık sistemi de anayasa maddesinde yerini alıyordu. Bu esnetme politikaları ve özel hastanecilik, 1990’lı yıllarda koalisyon hükümetlerinin uzun ömürlü olamaması ve iktisadi krizler sebebiyle hayata geçirilemediyse de 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ve DB (Dünya Bankası) patentli Sağıkta Dönüşüm Programı hayata geçirildi. 1982 Anayasası ile hukuki altyapısı ilan edilen bu programın neoliberal dönüşümünün ilk adımı, yıllar içinde oluşturulan sevk zincirinin koparılmasıydı. Birinci basamak sağlık hizmetlerini vermekle yükümlü sağlık ocakları kapatıldı. Bunun yerine doktorları işletmeci haline getiren Aile Hekimliği uygulaması getirildi. Aile hekimliği uygulamasıyla doktorlar hem bütün masraflarını üstleneceği klinik açacak, hem hasta bakacaktı. Fiilen birinci basamak sağlık hizmetlerini çökerten bu uygulama, hastaneler önünde yığılmalara dolayısıyla halk sağlığının bozulmasına neden oldu. SDP ile kaynak israfı had safhaya ulaştı. SGK’nın kalıcı bütçe açıkları vermesine neden olan bu neoliberal dönüşüm, özel sağlık sigortacılığı ile birleşerek özel hastanelerde ücreti karşılığında hastane hizmeti alan müşteriler yarattı. Hastanın müşterileşmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni çelişki ise hastanın sömürüsüne yol açan aşırı klinik uygulamalardı. Bu uygulamaların sonucu hastane yolsuzluklarının ayyuka çıkmasıydı.
Sessiz katliamda ikinci halka: Şehir Hastaneleri ve Sağlık bütçesinin yağmalanması
Sayıştay raporlarına da yansıyan yolsuzlukların tamamı Şehir hastaneleri adı altında özel hastaneciliğin önünü açılmasının olası sonuçlarından biriydi. Ölen hastalara sunulan sağlık hizmetlerinden, vertigo gibi psişik rahatsızlık yaşayan hastalara sezaryen ve normal doğum faturası kesen bir dizi yolsuzluk basına yansıdı. Böylece neoliberal Sağlıkta Dönüşüm Programı bir yandan Şehir Hastaneleri ile hesaplanamaz bir kamu zararı yaratırken, öte yandan da bireysel sağlık sigortasını özendirmesi ve GSS primlerini ödemeyi mecbur bırakmasıyla sağlık hizmetlerine erişimi iyice zorlaştırdı. Sağlıkta dönüşümün temellerini 12 Eylül anayasasıyla atan cuntacılar, bu alanda yeterli sermaye birikimi yokluğunda sağlığı tedricen özelleştirme yoluna gitmişlerdir. Özel sektöre ait hastane sayısı 1989 yılı itibariyle 102 iken; beş yıl içinde bu rakam % 30 artış göstererek 133’e yükselmiştir.
Sağlık için ayrılması gereken bütçelerin önemli bir kısmını yutarak, neoliberal bir kara deliğe dönüşen Şehir Hastaneleri, İngiltere’de denenmiş ancak bütçe ve sağlık harcamaları üzerindeki yükü arttırdığı için vaz geçilmiş başarısız bir modeldir. Kent içinde ve ulaşım ağlarının ortasında olması gereken hastanelerin yıkılarak şehir hastanelerinin kentin ücra köşelerinde yeniden inşa edilmesi, şehir hastanelerinin kentsel planlama ilkelerini göz ardı eden boyutudur. Öte yandan mimari açıdan da hayli sorunlu bu binaların neden bu kadar büyük bir alana inşa edildiği de imzalanan kira sözleşmeleriyle ortaya çıktı. Devlet, şehir hastanelerine metrekare bazında kira ödediğinden, müteahhitlerin devasa binalar tasarlamışlardı !
Türkiye’ye bu modelin dayatılmasının temel esprisi ise sağlık için ayrılan bütçenin GSS ve özel sigortacılık yönlendirmesindeki gibi sermayeye rant aktarılmasıydı. Devletin sahibi olmadığı ancak kiraladığı Şehir Hastanelerinin yapımcısı müteahhitlere ödediği devasa kaynaklarla bir şehir hastanesi karşılığında tam 5 tam teşekküllü hastane kurulabileceği ekonomik verilerle ispatlandı. Sessiz katliam halktan halkın sağlığı için harcanması gereken bütçenin 2025 bütçesinden ayrılan pay, sağlık için ayrılan payın tamamına yakın olacağı kesin gibi.
Pıtrak gibi çoğalan özel hastanecilik, klinikçilik yükselişteki tarikat sermayesinin ve özellikle Adıyaman kökenli Menzil tarikatının ilgi alanına girdi. Cemaate bağlı Özel Emsey Hospital Hastanesi’ne verilen sağlık turizmi yetki belgesi ST-00011 ile sağlık bakanlığının özel hastanelere verdiği ayrıcalık ve yetkilendirmelerden sadece biriydi. Bir diğer yetki belgesi de yine bir özel hastane olan Medipol’e verildi. Sağlığı bir turizm öğesi olarak anlayan neoliberal dönüşüm programı yurt dışından getirttiği müşterilerin tedavisinden elde edilecek 10 milyar dolar gibi devasa gelirleri, yine özel hastanelerin kasasına akıtmayı planlıyordu.
Nüfuz ticareti ve kadrolaşma iddiaları ile gündeme gelen Sağlık Bakanlığı ile özel hastaneler arasındaki anlaşmalar bununla sınırlı değildi. Genel bir eğilim olarak devlet hastanelerinde sunulan sağlık hizmetleri özel ve vakıf üniversiteleri hastanelerine yönlendirildikçe, SGK’nın batıkları ve bütçe açıkları derinleşecekti.
Türkiye’de kamu oyunun bilmediği bir başka gerçek ise AKP’nin yurt dışında özellikle Afrika ülkelerinde açtığı hastaneler. Sudan’da Türkiye Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Somali Mogadişu’da Tayyip Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Nijer’de Türk Dostluk Devlet Hastanesi ve Bişkek’te yine Türk Dostluk Devlet Hastanesi. 2024 Sağlık Bakanlığı bütçe raporu bilgilerinden yansıyan bu hastaneler muhalefetin gündeminde olmadığı gibi haberleştirilmedi. 114 milyon lira gibi önemli bir bütçeyi yutan bu hastaneler, siyasal islamcılığın ümmet anlayışının bir ürünü. Türkiye’nin 10 kentinde (Karabük, Ağrı, Aksaray, Adıyaman, Çorum, Erzincan, Karaman, Kırşehir, Siirt ve Uşak devlet hastanesi yok iken Afrika’ya yapılan bu hastaneler, ayrımcı uygulamaların son safhalarıdır.
Halkın sağlık haklarının tasfiyesi: Giderlerse Gitsinler !
Özel hastaneciliğin yaygın bir tedavi yöntemi haline getirilmesinin teşvik edilmesi ise merkezi randevu sisteminin kilitlenmesiyle mümkün olabildi. Merkezi randevu sistemine yapılan yoğun başvurular, sonuçsuz kaldıkça hastaların tamamı yüksek ücret ödeyecekleri özel hastanelere yönlendirildiler. Pek çoğu için elzem tedavilerin gecikmemesi için yapılan bu yönlendirme, neoliberal şirket devletin ta kendisi olan eski Sağlık Bakanı ve Medipol hastanesi sahibi Fahrettin Koca’nın doktorlar neden Türkiye’yi terk ediyor sorusuna el işaretiyle yaptığı para hareketi AKP’nin neoliberal sağlık anlayışının özetiydi.
İkinci Halka: Hasta Garantisi (!) için Zincir Marketler
Hastaların gelir seviyesi, yoksulluk gibi handikaplar gözetilmeden yürütülen bu sessiz operasyon ve sağlık haklarının gaspı, paran kadar sağlık anlayışının mantık sınırıydı. İlmek ilmek örülen sessiz katiamın zincirleri, sağlık masraflarını çoğaltarak SGK’ya fatura etmeyi planlayan neoliberal patronların yüzünü güldürdü ve bebek katliamına giden yolu açtı. Bugün haberlerini okuduğunuz ve belki de ismini ilk kez duyduğunuz pek çok özel hastane, işte bu sömürü zincirinin halkalarıydı… Yanı sıra örneğin çeşitli sermaye gruplarının hastanelerinden olan Liv Hospital ve Medipol hastanelerinin A-101 türünden zincir marketlerle aynı grupta faaliyet göstermesi, A-101 çalışanlarının sağlıksız gıda ürünleri ve kirli çalışma ortamını gösteren videolarıyla gıda-sağlık diyalektik ilişkisini doğru yere oturtmaya çalışanlara önemli bir tartışma başlığı daha sundu. Merdivenaltı marketlerde üretilen denetimsiz, gıda hijyeninden mahrum ürünler taşeronlaşma, sendikasızlaştırma sonucu ücretler genel seviyesinin düşürülmesiyle cazip hale getiriliyor ve sessiz katliama gıda-hastane zinciri de ekleniyordu !
Üçüncü Halka: Doktorlara yönelik şiddet esprisi üçüncü dünyadan hekim transferi
Yoğun mesaiye maruz kalan ve sağlıkta dönüşüm adlı yıkım programı nedeniyle hasta ve hasta yakınları tarafından şiddete maruz kalan doktor ve sağlık çalışanları, Erdoğan’ın“giderlerse gitsinler” sözüyle ülkeyi terk etmeye mecbur bırakıldılar. Son bir yılda adli istatistiklere yansıdığı haliyle 114 bin sağlık çalışanı ve hekime yönelen şiddet planlı ve kasıtlıydı ve tamamı sağlıkta dönüşüm adlı neoliberal saldırı programının bir eseriydi. Yine son bir yılda görevlerinden istifa ederek yurt dışına çıkan 14.000 hekim ve sağlık personeli, sağlıkta şiddetin ulaştığı evreyi anlamamız bakımından önemlidir.
Sessiz katliamın boyutları doktor ve nitelikli sağlık personelinin özlük haklarının kısıtlanmasıyla derinlik kazandı. Sağlık Emekçileri Sendikası ve diğer sağlık örgütlenmelerinin insanca bir ücret ve hasta hakları ve hekimlere yönelik şiddetin engellenmesi için yaptığı eylemlerde öne çıkan taleplerin tamamı karşılanamaz talepler değildi. Doktorların ve nitelikli sağlık personelinin tasfiyesi, aynı zamanda üçüncü dünya ülkelerinden daha düşük ücretle çalıştırılacak ancak aldıkları kalitesiz sağlık eğitimi nedeniyle yetersiz bir hizmet sunan sağlık personelinin sağlık sisteminde geri dönülmez hasarlara yol açmasıyla sessiz katliama yeni bir halka daha ekledi.
Dördüncü Halka: İlaç Sanayinin Çökertilmesi, Big Pharmaya alan açılması
İlaç temininin çökertilmesi 2005 yılında SGK’ya jenerik ilaç üreten son fabrikanın kapanmasıyla tamamlandı. Böylece , Big Pharma (Büyük Eczane) adı verilen Pfizer, Roche, Bayern gibi ilaç devlerinin ve tekellerinin Türkiye iç pazarını ele geçirmesine izin verildi. Jenerik ilaç adını verilen patentleri kaldırılmış pahalı ilaçların eşdeğerlerinin düşük maliyetle üretilip halka sunulmasıyla sağlık harcamalarının kontrol edimesi mümkündü. Bugün yaşadığımız ilaç krizi sözünü ettiğimiz jenerik ilaç fabrikalarının kapatılmasının dolaysız bir sonucudur.
Bu kritik halkada, ilaç fiyat kararnamesi ile yurt dışından ithal edilen ve yüksek döviz kurları nedeniyle ilaca erişim fiilen engellendi. İlaç fiyat kararnamesi ile düşük tutulan döviz kurları ile Eczacıların batırılması ve ecza depolarının çökertilmesi hedeflendi. Çıkarılacak yasal düzenlemelerle, siyasal islamcıların hakim konumda olduğu zincir marketlerden ilaç satışına verilecek izinlerle Eczacılık denetiminin ve mesleki kuralların ortadan kaldırılması hedefleniyordu. Saldırı dalgası, sağlık emekçilerinin, odaların verdiği mücadeleler ile durdurulsa da, neoliberal saldırı ajandasının önemli bir maddesi olarak varlığını koruyor.
Ucuz ilaç ve aşı üreten Hıfzı Sıhha Enstitüsü gibi kurumların kapatılması ve uzman kadroların dağıtılmasıyla halk sağlığı uygulamalarının stratejik bir eğitim ve araştırma kurumunun alt yapısı da çökertildi. Özellikle salgın hastalıklar gibi sağlık krizlerinde etkisini daha net hissettiğimiz ilaç krizinin bu boyutunda, Cumhuriyetin ilk yıllarında aşı üretebilen bu kurumların tasfiye edilmesinin çok ağır maliyetleri oldu. Çok kritik ameliyatlarda ortaya çıkan tıbbi malzeme yetersizliğinin yanı sıra kronik hastalıkların tedavisinde karşılaşılan sorunlar, neoliberal saldırı dalgası ve sessiz katliamın bir başka boyutudur…
Neoliberal sağlığa karşı Kamuculuk: Halkın Sağlık Hakları Var !
AKP’nin sağlıkta asli faili olduğu sağlıkta neoliberal dönüşüm programı sağlık hakkının gaspıyla sınırılı kalmadı, aynı zamanda sessiz katliamlar zincirinin tetikleyerek insan canına kast eden bir niteliğe büründü. Bebek katliamlarını hasta doktor ilişkilerini sakatlayan diyaliz çeteleri takip ederken bu neoliberal cehennemden çıkışın yolu mevcut. Bu yol, sağlığın her vatandaş için eşit, erişilebilir bir hak olduğu, doktor ve sağlık çalışanlarının ücretsiz eğitiminin karşılanması gerektiğini savunan sol-halkçı bir programın bıkmadan usanmadan gündemleştirilmesidir. Sessiz katliamlar zincirine son vererek birinci basamak sağlık hizmetini yeniden inşa edilmesi, buna bağlı sevk zincirinin yeniden kurulmasıyla sağlık sistemi üzerindeki yük ve bu yükün sağlık çalışanlarına bindirdiği stres azaltılabilir. Sol, halkçı program halk sağlığının kazanılması için elzemdir ve programın ana esprisi önleme ve korumadır. Bu yolda atılan her adım, sağlık masraflarını düşürmekle kalmadı daha sağlıklı kuşakların yetişmesine hizmet etti.
Sağlığın neoliberal dönüşümü ve kapitalist sağlığın sömürüyü savunan yapısı, toplumun sağlık hizmetlerine ve sağlığın sosyal belirleyeni olan ucuz ve temiz gıda ve çevre hakkına erişemesiyle biçimlendi. Genel sağlık hizmetlerinin metalaşması, tahmin edebileceğiniz üzere işçi sınıfı ve emekçilerin doğrudan yaşam hakkına kast eden bir içeriğe ve mantığa büründü.
Yazıda da tarif ettiğimiz üzere sağlıksız nesiller yetişmesi için ellerinden gelen kötülüğü ve hak gaspını dayatan neoliberal sağlık baronlarına karşı halkın sağlık haklarını programatik bir temelde savunulması, üretimin ve eğitimin devamı için de olmazsa olmaz -sine qua non- bir mevzidir. Halkın sağlık hakkı için elde edilen her kazanım ve mevzi titizlikle korunmak zorundadır.