“SEVGİLİ YÂRİM”: SOKAK VE AŞK (1)

Mahir Konuk / 04.04.2025

Ya her şeyimizle tümden yok olma, ya da çok ama çok uzun bir süreden beri ihmal ettiğimiz dünyamızı kolektif bir biçimde kendi ellerimizle yeniden yaratma ile belirlenen iki ayrı süreç arasında bir seçim yapmakla yükümlü olduğumuz zorlu günlerden geçiyoruz. Gündemimizde yeniden isyan var; hem de bir toplumun tarihinde hiç de uzun sayılamayacak kısa bir aradan, bir soluk alışı mesafeden sonra. Üstelik, her türlü “ulusal” ve “etnik” milliyetçiliğin, içimize düşmüş bir hain kurttan başka bir şey olmayan şovenizmin pabucunu dama atarcasına sadece Türkiye’de değil ama yakın bir gelecekte dünyanın her yerinde ufak birer kıvılcımla tutuşturulmaya hazır olan isyanlar… Türkiye’deki 2013 Haziran isyanı ile başlayan ve “Devrimler Ülkesi” Fransa’da 2016’da tutuşturulan ve sadece iki yıl sonra 2018’de alev alan “Sarı Yelek” isyanından bahsediyoruz, bir örnekleme yapabilmek için. 2025 Mart’ında yeniden alev alan ve Nisanında devam eden ama nerede ve ne zaman biteceği belli olmayan isyan, 2013 Haziranındakinin “liberal dinci” bir iktidarın tamamıyla söndürmeyi başaramadığı ateşine, karalı isyancılar tarafından odun taşımaktan başka ne anlama gelebilir ki?

Pandeminin karartılmış yıllarında gerçekleşen bir çalışmamızın sonucu olarak kaleme alınan “NEO-LİBERALİZM, ROMAN ve AŞK” adlı kitabımızı okuyan veya içeriği hakkında bilgi sahibi olan herkes, “âşık olabilme yetisi” ile “sınıfsız topluma götüren bir devrime angaje olma” arasında doğrudan bir ilişkinin gerçekte var olduğunu bilir: “Âşık olmak”, komünist bir devrimin neferi olmak gibi, bireyler arasında var olan sınıf farklılaşmalarından başlayarak bütün toplumsal mesafeleri birer ikişer ortadan kaldırmakla belirlenen eylemin, cinsiyet seçimine göre farklılaşmış biçiminden başka hiçbir şeydir. Birçok siyasi muhalif kanat, 12 Eylül “askeri faşist” darbesinden bahsederken onun sebep olduğu kaşı devrimci ve anti-komünist saldırılarını zindanlarla, düzenli olarak düzenlenen insan avı partileriyle ve işkence tezgâhlarıyla sınırlı tutmuşlar, 1980’lerden itibaren “Özal dönemi” ile başlatılan neo-liberal ve dinci karışımı bir ideoloji aracılığıyla gerçekleştirdiği düşünsel ve artistik yıkımı küçümsemişlerdir. Bu saldırı, diğer yandan, toplumsal ilişkilerde “tutkuyu” temsil eden ve 68 ve 78 gençliğine tarihin perde arkasında damgasını vuran ve bütünüyle insanca olan bir duygu pınarından dökülen “aşk ilişkisine” karşı yapılan bir saldırı olduğu da zihinlerimizden asla çıkarılmamalıdır.

 

Neo-liberalizm, Roman ve Aşk” adlı kitapta biz, gerçekte ve her şeyden önce otantik bir toplumsal ilişki biçimine tekabül eden “aşk ilişkisine” karşı yürütülen karşı-devrimci ideolojik saldırının A. Altan’ın “Sudaki iz” adlı romanı ile lanse edilmeye başlandığından, O. Pamuk ile birlikte iyice pazara düşürüldükten sonra “Masumiyet Müzesi”yle markalar haline getirilip “Amazon”a ısmarlanan mallardan farksız hale getirildiğine ve nihayetinde ise E. Şafak ile birlikte bütünüyle rafa kaldırıldığına şahit olduğumuzu açıklamaya çalışmıştık. Uzaklarda olma zorunluluğu ile karşı karşıya olduğumuz Haziran Ayaklanmasında içine düştüğümüz imkansızlığın aksine, “Mart isyanında” hem toplumsal hareketlilik ve hem de bu hareketliliğin öznesi olan bireylerin duygu dünyaları hakkında doğrudan gözlemleme ve anlamlandırma imkanına sahibiz. Bu yazıyla da okuyucumuza, toplumsal öznelerin “aşk ilişkileri” tarafından sahnelen yaşanan tarihin perde arkasında olup bitenlerden bahsedeceğiz…

Aşk ilişkisini konu alan ilk çalışmamızda işe, “Nasıl düşünürsen öyle sevişirsin” başlığı altında, kurgu ürünü olsa da içinde var olduğu toplumun insan ilişkileri alanındaki bütün ağırlığını taşıyan bir Fransız filminin analizini yapmayla işe başlamıştık. Bu çalışmamızın başlangıcının adı “Sevgili Yârim” olacak. Yaşandığı ve hikâye edilerek aktarıldığı biçimiyle olgusal olan bir gerçekliği yansıtmakta; o kadar ki, olayın şahitliğine başvurduğumuz kişi bizim yarım asırdır dostumuz olan bir “ihtiyar delikanlı” olup, kendisinden yaşadığı daha birçok “aşk hikâyesi” dinlediğimizden neyi abarttığını neyi açıklıkla ifade ettiğini bilecek kadar teyit etme imkânına sahip olduğunun bilinmesini isteriz.

Aşk ilişkisi olarak adlandırdığımız, mekânsal ve zamansal boyutu insan varlığının çok derinlerine kök salmış toplumsal ilişkinin, sadece devrimci ve komünist gibi niteliklere sahip olmadığının, ama aynı zamanda evrensel bir insani değer olarak kabul gördüğünün de altını çizmemiz gerekmektedir. Bu çalışmamızda, Türkiye’de yaşanan bir aşk hikâyesinin dünyanın çok daha değişik diyarlarında da benzer şekillerde yaşandığını ve yaşanmakta olduğunun üzerinde duracağız. Bu yüzden, kurgusal bir gerçeği yansıtsa da, başka diyarlarda yaşanmış aşk hikayeleriyle Türkiye’de yaşanmış gerçek bir aşk hikayesini, bir toplumsal ilişki biçimi olma gibi temel özelliklerinden yola çıkarak açıklamaya çalışacağız.

Bir olgusal ve düşünsel ürün olarak ortaya bir “deneme türündeki yazı” olarak çıkan çalışmada, konunun saydığımız bütün unsurlarını birleştiren temel kavramlar her zamanki gibi somut olayların ve düşüncelerin içinde taşınan zaman ve mekân kavramları olacaktır. Mekân kavramını aşk ilişkisinin güncellenmiş halini en iyi şekilde temsil eden “sokak” olgusunu ön plana çıkaracağız. Yazının içeriğini oluşturan “aşk ilişkisi” veya “âşık olma”, hayat enerjisinin taşıyıcısı olarak zaman kavramının da içinde hayat bulduğu somut olgu olacaktır.

SEVGİLİ YÂRİM…

Anlatacağımız ve bizim yaptığımız “aşk ilişkisi” tanımına uygunluğu açısından otantik diye niteleyeceğimiz özellikleri taşıyan hikâyenin şahitliğine başvurabildiğimiz kahramanı, yine bizimle aynı yaşlarda olan yani 68 ile 78 kuşağı arasında kaybolmuş birisi. Kendisiyle üniversite yıllarından, yani neresinden bakarsanız bakın imkansızlıklar ve sıkıntılarını beraber paylaştığımız 50 yılı aşkın bir hukukumuz bulunmaktadır. Biz edebiyat fakültesine başladığımız yıllardan hemen sonra o da bir “Güzel sanatlar” mektebine girmiş ve başarılı bir öğrencilik hayatından sonra yine “başarılı” diye niteleyeceğimiz bir sanatçı olup çıkmıştı. O yıllarda daha çok “melankolik-romantik bir ressam” olarak hafızalarımıza karışmış olan sevgili dostumuz ile mezun olduktan sonra ilişkilerimiz, yaşadığımızı hayat şartlarından dolayı sekteye uğramış ve bundan tam yirmi yıl önce bizim çabalarımızla bu sefer Paris’ten başlamak üzere yeniden kurulmuş ve kesintisiz bir şekilde şimdiye kadar devam edegelmiştir.

Yeniden buluşmanın gerçekleştiği yıllarda hasret giderip 1976’da bizin Fransa maceramızla başlayan ayrılıktan sonra olup bitenlerin kısa özetini yaptıktan sonra, getirdiği tablo kataloglarından başlangıçta sürekli gökyüzü resimleri çizen sevgili dostumuzun sonraki dönemde “yeryüzü ressamlığına” terfi ettiğini öğrenmiştik; yani o, bizim gibi aklı bir karış havadaki melankolik ressam gitmiş, yerine “ayakları yere basan” birisi gelmişti. Laf dönüp dolaşıp aşk hayatımızda olup bitenleri karşılıklı olarak aktarmaya gelince, sanat düzleminde yaşadığı “bulutsu” halden “katı hale” geçişin aşk hayatında da yaşandığını gözlemledik: Karşımızda duran otuz yıl öncesinin “romantik” aşığı artık kendisini, kullandığı tabirle daha çok “hayvani ilişkilerin kahramanı” olarak tanımlamayı tercih etmekteydi.

Dostumuzun en azından kendi anlatımıyla aşk hayatından yansıdığı kadarıyla, yaşadığı üslup ve tarz değişikliği gerçekten de onda daha başkalarında bariz olan varoluşsal değişikliklere yol açmış mıydı? Bu sorunun cevabını çok sürmeden peş peşe yaşadığı ve her birisi başarısızlıkla sonuçlandığından düzenli bir ilişkiye dönüşemeyen aşk maceralarını gözlemledikten sonra almakta pek de gecikmedik. Bizim, yirmili yaşların melankolik ressamı ve romantik aşkların kahramanı ve kendi kuşağının -kadın olsun veya erkek olsun- “seks takıntılı” genci, varlığının derinliklerinden gelen ve kendisini hem sanatına ve hem de evrensel anlamdaki insanlığına bağlayan yan, dönemin aşındırıcı nitelikteki birçok saldırısını önemli sayılamayacak yaralarla püskürtmeyi nihayetinde başarmıştı. Onun “hayvani” dediği ve en mükemmel biçimiyle A. Altan’ın romanlarından birçok “solcu” zevata bulaştırılan yan da, kendisinin bir diğer gerçeğiydi: ancak nasıl olmuşsa olmuş, aşk duygusu onun karşı cinsten olan bireylerle kurduğu insanca ilişkilerde her şeye rağmen korunmuş, “hayvanlık” denemeleri “aşk acısına” bürünerek kendisine geri iade edilmişti.

Bütün olası yanlış anlamaları önlemek üzere, dostumuzla paylaştığımız toplumsal kuşağın “aşk ilişkisi” alanında somut olarak yaşadıkları ve bizim de büyük oranda paylaştığımız niteliği, adlarını sıraladığımız neoliberal dönemin “tetikçi” (A. Altan), “tüccar” (O. Pamuk) ve bir “hiç” (E. Şafak) olan romancılarının dillendirdikleri gibi, bir “mahrumiyet bölgesi” olmaktan fersah fersah uzaktı. Gerçekte biz, aşk ilişkisinin vücuda yani “tene” değen yanını da hem de ekseriyetlerle “ilkleri yaşayarak” gerçekleştirdik. Şöyle ki, solcu-devrimci-sosyalist veya sadece “açık görüşlü” gençler olarak bizler, aşk ilişkilerimizin tenlerimizi birbirine değen yanını “örgüt disiplini” altında” ve “bacı kardeş” ilişkisi türünde bir “hiçlik” ile özdeşleşen şekilde yaşamadık. O dönemde, kendi içimizde, dün olduğu gibi bugün de “toplu seks” partileri şeklinde de yaşamadık; ama cinsel organlarımızdan taşan sperm ve diğer salgıların akışına ket vurduğumuzu iddia etmek burjuvaların görmek istemediği ve sadece kendilerine mahsus olarak gördüğü fantazmagori veya hayal mahsulü bir saplantıdan başka bir şey değildir.

Bizim kuşağın gerçekte aşk ilişkisi üzerinden yaşadığı; o dönemde olduğu gibi bu dönemde daha da vahimleşerek devam eden ve tarihsel olarak “Madam Bovary” ’lerden beri burjuva ahlakını temellendiren ve bu yüzden sınıfsal parçalanmışlığı duygu dünyasında da yansıtan parçalanmışlığın bizlere de sirayet etmiş olmasına bağlı olarak değerlendirilmelidir. Sevgili dostumuzun aşk ilişkilerinde dile gelen ve bizce toplumsal ilişkilerin sınıfsal parçalanmışlığıyla açıklanan bu parçalanmışlık, bir ilişkiyi ayakları üzerine basan gerçek bir ilişki haline dönüştüren “vücuda dair” olan (“hayvani”) yan ile, o ilişkiye süreklilik sağlayan “aşka” (yüreğe) dair olan yan, dün olduğu gibi bugünde bir çatışma haline dönüştürülmüş bulunmaktadır. Aslında, burjuva önyargılarını terk ettiğimizde bugün ayrılık gerektiren veya brileşmelere engel olan bu iki yan, hiç de güç olmayacak bir şekilde, çatışma halinden denge haline dönüştürülebilecek ve son derece doğal olan çelişkilerdir. Bunun en güzel örneği, biraz ilerde hikâyesini sunacağımız yaşanmış aşk hikayesidir.

Sevgili Yârim” deyiminin ne anlama geldiğini açıklamaya geçmeden önce hikâye anlatımına dair kullandığımız yöntem ile ilgili son bir açıklama daha yapmamız gerekmektedir. Belirttiğimiz üzere, hikaye yaşanmış –veya belki de sadece yaşanmakta olabilecek- bir hikaye olduğundan iki yetişkin kişinin özel hayatına dair bilgileri de dışa yansıtabileceğinden yola çıkarak bütün kişisel bildirim sayılabilecek isim, yer veya zamanlamaya dair kimliksel özelliklerin üstünü özenle kararttığımızı belirtmeliyiz. Bunun yanında hikâyemizi özel kılan yan, olayın kahramanı olan kadın ve erkeğin ilişkilerini “sosyal mecra” üzerinden yaşamış olmaları ve şimdiye kadar asla bir araya gelip karşı karşıya konuşma imkânı yaşayamamış olmalarıdır.

Sunacağımız hikâye, bir toplumbilimcinin düşünce dünyasını yapılandıran kavram ve kategorilere göre bizim tarafımızdan olgusal niteliği ortadan kaldırılmadan yeniden şekillendirilmiştir. Olayın kadın kahramanını tanıma imkanımız olmadı; çünkü biz, ilişkide bir kopukluk yaşandıktan sonra gözlemci olarak ve ilgimizden dolayı konuya dahil olduk. Hikâyenin zincirleme akışını belirleyen dostumuzun muhatabına ulaştıramadığı mektup olacak ve biz “hikâyeci” olarak olayın kahramanın yerine 1. Tekil şahıs olarak konuşan kişi olacağız. Başkaları bu seçimi yadırgayabilecektir ama aramızda başka alanlarda hiç de küçümsenmeyecek farklılıklar olsa da, en azından “aşk ilişkisi” konusunda aynı kuşağın mahsulü olan “alter egolar” (ikinci benler) olarak böyle bir egzersizin olası risklerini göze alınabileceğini düşünmekteyiz.

Neden?

Sevgili Yârim,

Sana bu mektubu “sevgi dilenmek” veya “yüreğimde açtığın yaradan” dolayı şefaat talep etmek için yazmıyorum, bilesin! Aşk dediğimiz şey, “hayat enerjilerimizin” özgürleştirilmiş halidir; öyle ritüellere, aile gibi kurumlara ve hatta “saf akla” sığmaması, sığdırılamaması bundandır. Yaratıcı olması ve seni tanıdığımdan beri yaşadığım gibi bir ömür boyu bitip tükenmeyen ilham kaynağı olması da bundan dolayıdır. Onun fazladan, konu sevgi de olsa, dilencilik yapmaya veya şefaat dilemeye ihtiyacı yoktur; kendi kendini sürekli olarak onarıcı ve yaratıcı bir güce sahiptir.

Aşk, her şeye kadirdir” demek istemiyorum, asla! O, hayat enerjilerimizin ilişkilerimizde vücut bulmuş şekli olarak her şeye rağmen yaşadığımız hayatlar neyse odur. Âşık olan sen, ben, bizler olmazsa ilişki olamayacağına göre “aşk” da olmayacaktır. Aşkın “ilahi”, senin tabirinle “büyülü” gibi görünen yanı, bireyler olarak, görünmesin ve hatta hissedilmesin diye varlıklarımızın derinliklerine itilmiş insanlığımıza dokunabildiğinden gelmektedir; bizlere yaşadığımız hayatların sahip olduğu sınırlara göre “aşkın” bir niteliğe sahip bir şeymiş gibi görünmesi ve dahası bizler tarafından öyle yaşanıyor olması bundandır. Onun, tıpkı insanlığımız gibi kolay kolay yok edilemeyecek olması; onun, kendi kendisini yarattığı gibi yine kendi kendisini yok edecek olan insanlığımız gibi kolay kolay yok edilemeyecek, içimizden söküp atılamayacak olması da bundandır. Aşkın “devrimci” olması, bizi “eşitsiz” kılan toplumsal kökenlerimizden koparıp birbirimize “eşitleyerek” kanaviçe işler gibi ilişkilendirmesi de en saf, en insani bir kaynaktan aldığı güçle mümkün olabilmektedir. Aşkın; masallarda insanlık kadar uzun geçmişlerden beri anlatılan bir çobanı bir prenses ile ilişkilendiren gücü de yine onun biz âşıkların insanlığına dokunan, ondan beslenen gücünün ispatından başka ne olabilir ki?

Üzüm Gözlüm,

Bu mektupla amacım, çok ufak sayılabilecek bir bahaneyi yakalayıp adeta kapıyı suratıma çarparcasına çekip gitmiş olmandan dolayı seni mahkûm etmek, yerden yere vurup intikamımı almak ve böylece sana olan aşkımı kin ve nefrete dönüştürerek ayrılıktan ve gururumun incinmesinden dolayı duyduğum acıyı hafifletmek de değil, bilesin! Aşkı nefrete dönüştürmeye çalışmak, sanıldığı gibi acıyı hafifletmez; aksine, ayrılık acısını bütün bir ömre yayar ve yüreklerimizi çölleştirerek en nadide insanlık hali olan âşık olma yetisine herkes ve her şey için bir ömür boyu son verir; ya bütünüyle kurguladığınız hayal dünyasına gömülür ve bir daha size aşık olan ve sizin aşık olduğunuz bir duruma düşerek sürekli acılar yaşayıp ve sadece ilişki değil ama acı üretirsiniz, ya da günümüzün neoliberal süprüntü romancılarının yaptığı gibi çeşitli biçimlerde ve çeşitli cephelerde sinsice, rezilce ve haince “aşka” ve “aşıklara” karşı savaş açarsınız…

Benim mektubumla amaçladığım bir tek hedefim var, bilesin. Beni sevdiğini söylemekten çekinmeyen ve hatta bu sevgisinin bana karşı bir “aşk ilişkisi” oluşturduğuna emin olduğum bir kadın neden bir anda kapısını son derece kaba bir şekilde kapatarak böylesi bir ilişkinin ete kemiğe bürünüp, duygu ve kurgu dünyasından vücutların birbirlerine geçtiği gerçeklik ve algı dünyasına geçmesine engel oldu? Biliyor musun, senin bana “Ben senin sevgilin değilim, bu yüzden artık sana yazmayı sonlandırıyorum…” türünden şeyler söylediğinde katıla katıla gülmüş, içine düştüğün şaşkınlıktan seni çıkarabilmek için benim de sana yazmak istediğimi belirtmiştim… Hayır, gülmemin nedeni, seni hafife almak veya alaya almış olmamdan değil, inan; çünkü bence bunun var olduğuna kanaat getirdiğim iki nedeni olması gerekiyordu da ondan: Birincisi senin de bana benim sana bağlandığım bağla bağlanmış olduğunu böylece itiraf etmiş olman; ikincisiyse ilişkimizi kesme talebinin senin duygu dünyanla değil ama yaşadığın ve benim henüz tam olarak bilmediğin hayatınla ilgili olduğu şeklinde oluşan kanaatimin kanıtlanmış olasıdır.

Başaramadık tabii ki, yazışmalarımız bir müddet daha devam etti; ilişkimiz de yazışmalarımız üzerinden… Sonrasında benim senden tavrının nedenini açıklamanı talep ettiğimde, senin benim de bunu “çok iyi” bildiğim şeklindeki beni çileden çıkaran bir cevap vermen ve sonra benim diyalog kurmakta ısrar etmem senin kapıyı soluk bile aldırmayacak sertlikle kapatmanla sonuçlandı. Neticede ben, senin kendine ve başkalarına itiraf etmekten çekindiğin ama benim her nedense “gayet iyi bildiğim” esrarlı bir nedeni ortaya sermek gibi bir misyon yüklenmiş oldum. Bu mektubumun nedeni benim gibi aşığını kaybetmeyi göze alsa da âşık olmaktan vaz geçmeyi kesinlikle reddeden birisi olarak senin bana yüklediğin bu misyonu yerine getirmek.

Ancak şunu da iyi bilmelisin ki, canımın içi, bu görevi sadece sana âşık olduğum için değil, kestiğin ilişkimizi her şeye rağmen yeniden kurmayı hedeflediğim için hiç değil, ama kendim için yani aşık olmaya senden önce olduğu gibi senden sonra devam edebilecek ruh halimi baki kılmak için yerine getirmekteyim.

Başlangıç: Bütün âşıklar “sokak çocuğu” dur…

Bir hikâye anlatımı, masallarda olduğu gibi “bir varmış, bir yokmuş…” gibi başlamış dahi olsa, bir yer ve zaman bildirimi yaparak işe başlar. Peki, bir aşk ilişkisi gibi yüzde yüz bireysel duygu ve düşüncelerin ürünü ve aynı zamanda bir o kadar da insanca ve evrensel ölçülere sığan “sıra dışı” bir ilişkinin ne zaman başlayıp ve ne zaman bittiğini nasıl anlarız? Mesela biz “bir bakışta” mı âşık oluruz; yoksa ötekiyle aramızda bir “elektriklenme” olduğu zaman mı? Ama hangi açıdan baktığımızda “aşık olma” ihtimalimiz yükselir veya “kaç volt elektrik yükü” gerekir ilişkimizin sadece bir “cinsel arzudan” ibaret değil de uzun süreli bir birlikteliği öngören “aşk ilişkisi” olması için?

Bu soruların benim algı ve anlak gücümü aştığını itiraf etmeliyim. Ama ille de aşk ilişkisinde başlangıca dair genel de olsa bir şeyler söylemem gerekirse şunu ileri sürerdim: Bireysel içselliğimiz ve toplumsal dışsallığımızla ilgili koşulların, karşılıklı olarak tıpkı bir kimliksel denge oluşumunda olduğu gibi uzun süreli bir duygusal ve toplumsal ilişkinin karşılıklı olarak ve tamamıyla hür bir seçim yapacak şekilde kurulmasına izin verecek şekilde kurulmuş olması. O halde soruyorum, bizim ilişkimizde bu koşullar yerine getirilmiş oldu mu? Olaya ben kendi açımdan baktığımda şunu söyleyebilirim:

Genç yaşlarımdan itibaren kurduğum aşk ilişkilerinde başlangıç her zaman sıradan bir arkadaşlık veya dostluk ilişkisi gibi gerçekleşti ama çok gecikmeden bir aşk ilişkisinin baş döndürücü derinliğini kazanıverdi. Artık çok utangaç tabiatlı olduğumdan mıdır yoksa nedendir bilinmez, müstakbel sevgilim bana olan yakınlığını beklentime uygun olarak belli edecek bir işaret göstermeden, kendisine filmlerdeki gibi bir “ilan-ı aşk” yaptığımı hatırlamıyorum. Uzun yılları kapsayan birikimlerin sonucunda ve dahası düşünsel faaliyetleri yaşamımın bir parçası haline getirmiş olduğumdan, gündemime sıradan bir “aşk ilişkisinin nasıl kurulduğunun” bir tanımını yapma fikri yerleşti. Uzun sorgulama ve ara tanımlar yapma denemelerinden sonra sıradan ama kalıcı bir ilişkinin, sokak gibi kamusal bir alanda aynı yöne doğru ilerlerken, sıradan bir anlığına çıkarak, sanki aynı zamanda “öteki” olan kendisinin, hep aradığı ve var olduğunu bildiği “ötekine” doğru yaklaşması ve bu yakınlık hissin ötekinde karşılığını bulduğu andan itibaren başladığına karar verdim. Aradan epeyi bir zaman geçtiğinde, yapmak istediğim ama tam olarak ifade edemediğimden yetersiz bulmaya başladığım benzer bir tanımı bir tesadüf eseri, Gilles Deleuze adlı Fransız filozofta buldum ve aynen paylaşıyorum, seninle: “Birine âşık olmak, onu kalabalığın içinden çekip çıkarmak, çoklukta tek olmaktır”.(ABECEDAİRE..)

O üzüm gözleriyle sürekli bir şekilde uzaklara, çok uzaklara bakan sevgilim,

Ben “bütün âşıklar sokak çocuklarıdır” derken tam da bireylerin kendi kendilerine geçici bir süre için de de olsa iade edildiği aynı zamanda bir “özgürlükler forumu” da olan, Deuleuz’ün tabiriyle “kalabalıklar ortamında” kurulan ilişkilerin öznelerini kastetmekteyim. Buradaki “sokak” kavramı bir metafor olarak bizim ilişkimizin gerçekleştiği “sosyal medya” mecrasına da rahatlıkla uygulanabilecektir. Bunun yanında, aramızda kurulması mümkün olan bu ilişkiyi bana ilk önce sen, bana beni diğerlerinden ve onlarla kurduğun ilişkiden çıkararak ve iletişim ortamını kamusal alandan bir aşk ilişkisinin temel özelliği olan özel alana çekerek verdin. Ben de bunu hissettiğim o an küstahlığa varan bütün cüretimi takınarak açtığın ve herkese nasip olmadığını gayet iyi bildiğim özel alana seninle baş başa kalmak için hiç tereddüt etmeden girdim. Bu esnada beni mutlulukla karşıladığını bildirmekte tereddüt etmemen yeni başlayan ilişkinin tabiatını da ilan etmekteydi: Tam da evvelce tasarlamış olduğum gibi, birbirimize âşık olmaya başlamıştık…

Bizim, yaklaşan bir isyan fırtınasının, sökün eden ilişkimizin böylece kolaylaştırıcı bir etki yaratan dış etken olarak söz sahibi olduğunu da belirtmemiz gerekmektedir. Böylesi tarihi ve sıra dışı durumlar, yine bizler gibi epey bir zamandan beri yollara düşen “sokak çocukları” olarak aynı zamanda yarattığı toplumsal ve duygusal ilimle yine sıra dışı bir ilişki olan aşk ilişkisini kolaylaştırdığının altını çizmemiz gerekmektedir. Sonuçta içinde yaşadığımız isyan, bir aşk ilişkisinin içsel şartlarından sonra dışsal şartlarını da gerçekleştirmiş olmakla kalmadı, onun toplumsal tarihe de geçecek olan başlangıç tarihini de vermiş oldu.

Farklılıklarımız”: Gerçek olanlar ve zahiri olan iz düşümler…

Biliyorsun, değil mi, her şeyin iyi gittiği bir anda aniden ve kararlı bir şekilde sen, buradaki gibi büyük harflerle “FARKLILIKLARIMIZ var, ilişkimiz mümkün değil!” demiştin? Üstelik son derece kararlı bir şekilde ve hem kendine ve hem de bana aramızda zaten bir olgu olarak var olan ilişkinin bir “aşk ilişkisi” olmaktan çıkmasını adeta yasaklamıştın. Zaten, hiçbir şekilde bir gerekçe sayılamayacak bir nedenden ötürü bütün kapılarını bana kapatmış olman ilişkimize dayattığım en son yasak değil de başka nedir ki? O an, bana karşı derin bir sevgi duyduğuna emin olduğuma göre, neden böyle bir kişiye bu şekilde bir farklılıklar setti oluşturduğuna doğrusu pek akıl erdirememiştim: Sana âşık bir erkek olarak karşındaydım ve beraberce aşamadığımız farklılıklarımızı, birbirlerini tamamlayacak şekilde bütünleştirmeye hazırdım. İtiraf ediyorum ki, bir aşk ilişkisine karşı dikilebilecek en büyük engelin olası bireysel farklılıklar değil, ama toplumsal dışsallıklara bağlanan farklılıklar olabileceğini aklıma bile getirmek istememiştim. Ama sen, bana “farklılıklarımızın neler olduğunu pekâlâ biliyorsun” demekte haklıydın: Çelişki yaratan her türlü toplumsal farklılıkları sınıf çelişkisine indirgemekten başka bir şey düşünmeyen ben, başında ve sonunda bireysel olduğu oranda toplumsal da olan aşk ilişkisini hem yaşayarak içselliğinin ta derinliklerini hisseden ve aynı zamanda nesnelleştirerek bir gözlem konusu yapan ben, nasıl bilemeyebilirdim? Karşındakine bakışın, onu derinliğine bu denli hissedişin gösteriyor ki; kısa sürede tutuşup alev alan ilişkimizde, bir değil ama biri “körkütük” ötekiyse “sırsıklam” âşık iki tane özne bulunmakta…

Sevgili yârim sana, büyük romancı Leon Tolstoy ile biricik aşkı ve çocuklarının annesi Sofi arasındaki sürekli bir şekilde fırtınaların estiği efsanevi ilişkiden bahsetmiş ve düzenli bir şekilde hayatlarını birleştirmeden önce “farklılıklarını” paylaşabilmek üzere en mahrem şeylerini not ettikleri hatıra defterlerini değiştirmiş olduklarından bahsetmiştim. Tolstoy’un dehasının ürünü olan bu öneri, onun bir aşk ilişkisinde duygu ve düşünceye dair bütün farklılıkların uzlaşmaz çelişki haline dönüşmüş olmaktan çıkıp birbirlerini bütünleyen elemanlar halinde dönüşmesini amaçlıyordu ve kanımca, ilişkilerinin uzun erimli olmasının biricik yolu da buydu.

Leon ve Sofi, bütün birliktelikleri boyunca tuttukları günlüklerini birbirlerinin ulaşabilecekleri yerde bırakarak bu karşı karşıya anlatamadıkları şeyleri birbirlerine anlatarak umdukları gibi birçok çocukla süslenen birlikteliklerini sürdürebildiler. Ama bu birliktelik yine iki efsanevi aşığın aralarındaki toplumsal farklılıkları aşarak bir yastıkta kocatmaya yetmedi; aşkını baştan beri insanlığına katan Leon’un Sofi’yi ve ailesini terk ederek bir “mujik” kılığında sığındığı tenha bir tren istasyonunda sona erdi. Aralarındaki toplumsal, dahası sınıfsal kökenli anlayış farklılığı şu şekilde kristalize olmaktaydı. Bir “prens” olan Tolstoy, kendi içselliğinin sesine kulak vererek sahip olduğu toprakları köylülerine dağıtıp onların arasına karışarak aralarında var olan bütün toplumsal mesafeleri tıpkı bir aşk ilişkisinde olduğu gibi ilga etmek istiyordu; oysaki, “Prenses” Sofi, yıllardan beri her türlü kişisel farklılıkları aşarak beraberce kurdukları biricik aşkının evini barkını terk etmesi pahasına Leon’un bu projesinin gerçekleştirilmesine karşı çocuklarını da yanına çekerek savaş açmaktan çekinmemişti…

Ne senin, ne de benim Leon ve Sofi gibi bölüşecek malikaneleri yok ki aramızda “toplumsal mesafe” olsun, diye düşünebilirsin belki; ama bir tanem, en azından biz, “sokak çocukları âşıklar” olarak göçebe halden yerleşik hale geçmeye çabalayanlar değil miyiz? Bu durumun sadece kendisinin bile bir dizi toplumsal normların -eğer itaat etmeyi kabul edersek- gözetilmesini beraberinde getirmez mi? Mesela “evlilik kurumunun” oluşturulması gibi… Bu konuda benim gibi yaptığı evlilikleri âşık olduğu kadınlarla gerçekleştiren ve ayrılık nedeni bizzat evlilik kurumu olan birisinin, “aynı nehirde ikinci kez yıkanmasının” imkansız olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Yok tabi, sen bunu benim ilan etmeme bile gerek kalmadan bir âşık kadının keskin sezileri ile hissetmiş ve son derece zeki birisi olarak söylemlerimden çıkarmış olduğuna eminim. Bu konudaki suskunluğun da zaten bunun kanıtı değil mi?

Yazışmalarımızı ilişkimiz kesildikten sonra tekrar ve tekrar okuduğunu biliyorum; çünkü vardığın kararla çelişkili olduğundan bana karşı olan duygularını açıkça itiraf ettiğin bir iki cümleyi silmişsin. Onları gördüğünde duygularını yok saymanın verdiği acının tahammül edilmez olabileceğini hissedip düşünebiliyorum. Görüyorsun değil mi, tam da söylediğim gibi: Toplumsal farklılıkların iz düşümleri, içselliğimizde beslediğimiz en değerli duygularımızı bile, eğer buna müsaade edersek, silebilecek güce ulaşabiliyor. Bu durumda artık bir seçim yapmamız zorunlu hale geliyor: Ya bize acı veren duyguyu, içselliğimizi yaşadığımız her deneyden sonra çölleştirerek savuşturmak, ya da benim gibi acı çekmeyi en azından bir müddet peşinen kabullenip aşkı ve aşık olma hakkını baki kılmak…

Lütfen, başlangıçtaki verdiğim sözü tutmayıp seni yargıladığımı hele de sana ders verdiğimi sanmayasın Gülüm! Bana, senin kendinle ilgili olarak bildiğin her şeyi tam bir kararlı aşık gibi benim de bildiğimi söylemiş ve bana, çekip gitmekle ilişkimize attığın düğümü çözmek gibi bir misyon yüklemiştin. Ben burada atılan düğümün nasıl çözüleceğini hem sana ve bir o kadar da kendime açıklamaya çalışıyorum; bütün olan bundan yani yaşayarak hissettiklerimize birer isim koymaktan başka bir şey değil gerçekte…

Şefkat” mi, yoksa “Şehvet” mi?

Hayatımda ilk defa, körkütük âşık olmuş olsam bile yeni tanıştığım bir kadına, adeta çırılçıplak soyunurcasına mahrem sayılacak konulardan bahsettm, bunu sen de biliyorsun. Amacım “cinselliğin” yani vücutlarımızın, çok çeşitli biçimlerde de olsa kesinlikle bir aşk ilişkisinin ana halkalarından birisi olduğundan, sadece her türlü belirsizliklerin özellikle de kendi içselliğimizde ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmaktı. Burada beni hem şaşırtan ve hem de mutlu eden, senin çok utangaç bir şekilde ama benim aramızdaki ilişkinin tabiatını açıkça ortaya koyan şeyler söyleyerek başlattığım tartışmaya katılman oldu. Neticede, bu konuda da farklılıklarımız olabilse bile öyle aşılmaz duvarlarımızın, uzlaşmaz çelişkilerimizin olmadığını öğrenmiş –en azından benim açımdan- geçici bir şekilde de olsak içselliğimizi rahatlatmış olduk. Sadece “geçici bir şekilde”, çünkü aslında en başından beri, toplumsal dışsallığımıza dair bahsettiğim, bir aşk ilişkisinde gerçekte eritip yok edici etkisi olan “farklılığımız” ile doğrudan ilişkisi olan “içsel” sayılabilecek çok önemli bir farklılığımız daha tartışma tezgâhında yerini almıştı. Mesele kısaca şu şekilde özetlenebilecektir.

Aslında sadece bana değil, ama bütün bir “erkek cinsine” hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek şekilde, “Vücuduma dokunmanız için öncelikle yüreğime dokunmanız gerekiyor; bu aynı zamanda bir insan olduğunuzun da göstergesi olacaktır…” şeklinde bir tür manifesto yayınlamıştın. Benim sana âşık olmama giden yolda açtığın ilk kapının, “aşk ilişkisi” konusunda öğrendiğim her şeyi bir çırpıda özetleyen bu önermeler olduğunu bilmeni isterim! Söylediklerinin düşünsel ve kavramsal doğruluğunun yanında, sarf ettiğin bu sözler bende sana karşı bir saygı duygusunun da doğmasına neden olduğunu tereddütsüz itiraf etmeliyim. Yine bütün bu güzelliklerin, ikimizi birden bir “aşk çıkmazına” sürüklediğini fark etmemle trajik bir hal almaya başladığını itiraf etmem gerektiği gibi. Bütün bu olağanüstü doğru ve güzel sözlerini biricik nesnel gerçeklik olan yaşadığımız somut hayatların pratiğine vurduğumuzda benim neden aniden bir kötümserliğe itildiğimi anlatayım.

Aşk, özgül bir toplumsal ilişkinin –aşk ilişkisi- özgün bir varoluş biçimidir ve bu haliyle de ilişkinin önünü geleceğe doğru açarak devamlılığını sağlar. Bu yüzdendir ki, aşk ilişkisi olmadan kurulan bir evlilik ilişkisi türünden bir ilişki, ya sadece burjuvalarda istisnasız bir şekilde var olduğu biçimde bir “çıkar ilişkisine” dönüşerek, en başarılı haliyle geride bir veya birkaç varis bırakarak başladığı gibi bitecektir, ya da eğer ciddiye alınırsa bir cehennemden farksız olacaktır. O. Pamuk denilen ve bütün romanlarının temel konusu bir “reddi aşk” olan neoliberal enstrümanın yazdıklarının içeriğinin, hiç gerçekleşmeyen ve gerçekleştiğinde ise hemen pazara düşerek alınıp-satılır hale gelen aşklardan oluşması bundandır.

Her hâlükârda, aşkın görevi en genel tanımıyla “evlilik kurumunu” var olduğu biçimiyle ebediyete taşımak filan da değildir; tıpkı Leon ile Sofi’nin efsanevi aşklarında olduğu gibi, bu durumda evlilik kurumunun görevi, var olan otantik bir aşk ilişkisini yıllar sonra da olsa ortadan kaldırmak olmaktadır. Aşk, eğer senin de çok doğru bir şekilde belirttiğin gibi, doğrudan bir şekilde ve evrensel anlamda insan varlığına bağlandığı oranda hayat enerjisi dediğimiz ve bireysel yaşamlarımızca taşınan insani varoluşun geleceğinin önünün açılmasını sağlayacaktır. Bu demektir ki, toplumsal bir ilişki olan aşk ilişkisini, sürekli bir şekilde “âşık olma” haline indirgemek, onun sadece bir duygu yoğunluğu olarak değil, ama illa ki hayat enerjisinin taşıyıcısı olan vücutlarımızın doğrudan ve kesintisiz bir uzantısı olduğunu yok saymak “aşkı”, senin de ilgi alanın olan roman yazınında E. Şafak gibilerinin yaptığı gibi bir “HİÇ” olmaya indirgemek anlamına gelecektir.

Karşılıklı olarak yazışmalarımızda senin cinselliğimizi dillendiren vücudumuzu dönüp dolaşıp “büyülü” olarak adlandırdığın ve kendine göre kurguladığın bir yörünge içine hapsetmen, bir başkası için çok kolay kabul edilecek ve hatta sempati ile bile karşılaşılabilecek sözlü “taşkınlıklarımdan” duyduğun rahatsızlığı ifade etmen ve senin için “her şeyin açık ve net” olması gerektiğini ve öyle olduğunu söylemen, “aşk” halini alan duygularını yoğunlaştırarak bir dairenin içine hapsetmiş olduğunu göstermektedir. Kendini ve ilişkilerini hapsettiğin ve içinde “gönüllerin sultanı” konumunda ve çok sayıda “hayranınla” bir başına olduğun sosyal mecradaki çevren ve benim gibi her an taşkınlık yapabilecek ve düzenini bozacak birini büyük bir özen göstererek dışarda tutman bir göstergedir. Kendini içine hapsettiğin ve ilişki kurabilme anlamında aslında sadece bir kısır döngünün içinde bulunduğunun en somut örneği olarak kendisini belli eden bir gösterge…

Senin “açık ve net” olmasını gerekli gördüğün şeyi nasıl tarif edebiliriz ki? Vücutlarımızdan yayılan hayat enerjisinin “açık ve net” hale gelmesinin başlıca iki yolunun olduğunu biliyorum ben: Ya çiftler arasındaki ilişkiyi bir yanıyla şekilsel olarak nikâh masasında atılan imzayla “resmi” hale getirirsiniz; ya da ilişkinizi, bütün farklılıklarınızı reddetmek kesinlikle değil, ama onlardan beslenmek üzere zaman içinde bütünlemek amacıyla beraberce yarattığınız aşk halinin kervanına katılırsınız.

O halde benim durumumu nasıl görüyorsun?” diye sorunca sana hakkında öğrenebildiklerimden çıkarak şunu söyleyebilirim: Sen, gerçekten de bütün samimiyetinle sevgiye ve aşka inanan birisi olarak onu hafife alan veya onu bir burjuva kadını gibi “alınır-satılır” gören birisi değilsin, hayır! Bunu aynı zamanda, sevemediğin birisiyle evlenmek istemediğini bildiğimden de rahatlıkla iddia edebilirim. Buna karşı senin bir aşk ilişkisinde “açık ve net” olmaktan anladığın bir ön koşul olarak kurulmaya başlanan bir ilişkide “evlilik kurumunu” bir perspektif olarak algılaman ve dolayısıyla ilişkin motorunun aşk halinden evlilik haline dönüştürmen. Bu ne demek oluyor, biliyor musun canımın içi? “Ben, aşk ilişkisini, dört başı mamur ama yine de bilinmezleri olan bir avantür, nesnel gerçekliğini vücutlarımız üzerinden hayat enerjisinin belirlediği bir ilişki olarak yaşamaktan feragat ediyorum!” demek.

Madem Tolstoy’dan söz açtık, tartıştığımız konuyla ilintili olarak onun diğer büyük Rus romancısı olan Maxim Gorki ile buluşmalarından arta kalan ve kadın-erkek ilişkisinin niteliğini konu alan bir sözünü hatırlatarak devam edelim: “Kadınlar, duygularıyla her zaman samimidirler, ama akıllarıyla sürekli yalan söylerler”. Her şeyden önce Tolstoy’un sadece kadınlara yakıştırdığı bu niteliğin aslında kadın veya erkek, genel olarak burjuvazinin ortak özelliği olduğunu düşünüyorum. Bir Fransız sosyoloğu olan Jean-Claude Kauffman’ın alan araştırmalarından çıkardığı sonuçlara ve dahası benim kişisel gözlemlerime dayanarak şunu ileri sürebilirim: Günümüzde doğrudan doğruya sınıfsal çelişkilere ve toplumsal ilişkilerdeki çürümeye bağlı olarak, senin ve benim gibi insanlığında ayak diretmeye çabalayan bireylerin yaşadıkları aşk ilişkilerinde bir parçalanma yaşamaktadırlar. Bu parçalanma bir aşk ilişkisinde cinsiyet-vücut-aşk halleri arasında aslında normal bir şekilde var olan diyalektik bağın havaya uçurulması ile gerçekleşmektedir.

Dolayısı ile bir tanem, benim amacım seni bu tür eleştirilerimle mahkûm etmek olmadığı gibi seninle acılarımızın ve çöküntülerimizin kayağı hakkındaki bilgi, deney ve düşüncelerimi paylaşmak olmaktadır, bilesin. Bu arada, başka bir konuya geçmeden önce benim son bir “taşkınlık” daha yapmama izin ver lütfen:

Senin, çok uzaklara bakan üzüm gibi gözlerindeki sertliği yere yani “hemen şimdiye” doğru zarifçe uzanarak yumuşatan o muhteşem burnundan öpüyor, öpüyorum…

İnşaata 3. Kattan başlamak ne demektir?

Kısacık ilişkimizin başından beri benim bir “deli” olabileceğime hükmetmiştin. Gerçekten de ilişkilerin aklından başka akılla pek işi gücü olmayan benim gibi birisinin, senin kullandığın “saf aklı” (“açık ve net” ile ifade olunan) daha çok kullanan birisine göre gerçekten de pek “akıllı” sayılacak birisi sayılamazdım, bu çok doğru bir tespitti. Ama yine de bana yakıştırdığın bu sıfatı, ilk adımda kendi kendime “ne hakla!” diyerek biraz yadırgadığımı da söylemeliyim. Fakat bu çok kısa sürdü; çünkü bana bu şekilde sevgi dolu bir tarzda hitap ederek, bir taraftan ilişkiye geçmeye karar vermeden önce beni çok dikkatli bir şekilde izlemiş ve bir karara varmış olduğunu ve neticede ise böylesi bir nidanın ancak bir hayranlık, yani gerçek bir deliye hayranlık bildirimi olduğunu aklıma getirip gururlandığımı da belirtmeliyim.

Sonuçta bana kendi deliliğimi kabul ettirmeyi de başarmıştın; o kadar ki, ben bu muhabbeti bir oyun haline getirip beraberce biraz olsun eylenebilmek için aynen şu hikâyeyi uydurmuştum:

Şunu düşünüyorum deminden beri, bir “deli” ile bir “akıllının” diyaloğu şeklinde: Deli evin temelini atmayı bir yana bırakıp veya yok sayıp veya önemsemeyip, inşaata 3. Kattan başlıyor, çünkü oradan her şeyin çok güzel görüneceğimden, ufak tefek eksik ve yetersizliklerin fark dahi edilemeyeceğinden emin …/… Akıllı: Evi daha önce başına yıkıldığından, durmak dinlenmek bilmeden temel atmakla meşgul olduğundan, evin yapımı uzadıkça uzuyor… Sonuç: Delinin on yıldır evsiz barksız sokaklarda yaşadığı söyleniyor /Akıllı ise evini bir türlü terk edemiyor… Birbirlerine çok ihtiyaçları var ama ne akıllı olmayan 3. Kata çıkabiliyor ne de deli sokaklarda yaşamış olsa da, gökyüzüne yakın olma sevdasından vaz geçiyor…”

Bu kısa anlatıyı beraberce gerçekleştirdiğimiz birçok diyaloğu göz önüne alarak “çok geçekçi” bulmuş ama bana atfettiğin “delilik” payesinin bir göstergesi olduğuna hükmetmiştin, hatırlıyorsun, değil mi? Dinle o zaman “akıllım”! Bir aşk ilişkisinde en ideal şekliyle çoban prensese, deli akıllıya, kısaca kadın erkeğe yaraşır; çünkü bu tür bir ilişki içinde iseler eğer birbirlerini bütünleyerek insanlık dediğimiz bütüne karışırlar. Aşk ilişkisinin aynı zamanda karakterize edici de olan bu yanı aynı zamanda evrensel olan yanına da tekabül eder. Her ilişkide “akıllı” görünen bir Sofi ile bütün zenginliği ile birlikte Prens olma unvanını da havaya saçan bir Leon vardır, tıpkı bugün “açık ve net” olmaya çabalayan sen ile hiç akıllanıp uslanmadan 3. Kattan başlayarak bina inşa etmekte ayak direten ben gibi…

Bizim ilişkimizden yola çıkarsak, bir aşk ilişkisinde temelli bir birleşmeyi taçlandıran binanın inşasına tam da 3. Kattan başlanarak gerçekleştirilebileceği, temelin atıldıktan sonra “akıl işi” gibi görünen binanın 1.kattan başlayarak ve sonra “çocukların” ikamet edeceği 2.katın yükselmesinin sonra gerçekleştirileceği son derece “açık ve net” bir biçimde çok daha iyi anlaşılmış olmuyor mu? Yaşadıklarımızın sonucunda yapabileceğimiz bir tek “olgu tespiti” mümkün görünmektedir: 3.katın “delisi”, yaptığı kat üzerine yıkılan 1.katın “akıllısına” bulunduğu yerden mektup yazıp elini uzatarak “enkaz altında” kalmasını önlemeye çabalıyor.

Umarım, sana emin bir yolla nasıl iletebileceğimi bile henüz bilmediğim bu mektupla, çekip giderken bana yüklediğin “misyonu” biraz olsun yerine getirebilmişimdir. Seni, özlemle kucakladıktan sonra, o her şeyi bir anda hissedebilen yüreğine emanet ediyorum, benim Sevgili Yârim

____ 

Bir kadim dostun sevgilisi ile birlikte kasırgalar estirerek kısa bir zaman aralığına sıkışmış ama dolu dolu yaşadığı aşk hikâyesinin, benim kalemimden ve kavramlarımdan dökülen şekilde ama iletilen bütün gerçek olgulara sadık kalınarak anlatımı bu şekilde sonlanmakta. “Neo-liberalizm, Roman ve Aşk” adlı kitabımızı ama onun özellikle de “Nasıl yaşarsan öyle sevişirsin” başlıklı giriş bölümünü okumuş olanlar, yaşanmış olan bu hikâyeyle kurgu ürünü olan bir filmde anlatılan aşk hikâyesi arasında benzerlikler bulabileceklerdir. Nihayetinde, artık küresel alana da yayılacağını beklediğimiz “sokağa dökülmeler”, aşk ilişkisinin kurulup gelişmesine de elverişli biz zemin hazırladığı oranda, bu tür son derece “mahrem” olarak bilinen ilişkileri de hem içerik ve hem de biçim olarak birbirlerine benzemektedirler. Çünkü bir ve aynı düşünceden yani hızla sirayet edebilme kabiliyetindeki “isyan” düşüncesinden beslenmektedirler. Anlıyoruz ki, şairin “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek..” diye başlayıp kavgaya çağıran dizeleri, içinde yaşadığımız isyan günlerini öngörmekteymiş meğer…

Aynı zamanda bir güncelleme çabasının da ürünü olan bu çalışmamızda, bu yazıdan sonra gelen bölümler, yine film analizleri üzerinden “SOKAK ve AŞK” arasındaki ilişkiyi irdelemeye devam edecek…

Diğer Yazılar

EFLATUN: BÜYÜLENSE YENİDEN DÜNYA

Ümit ÖZDEMİR / 11.04.2025 Türk sinemasında engelli bireylerin sunumu bugüne kadar oldukça ağır ve melodramatik …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir