Mahir Konuk / 26.03.2025
Otuz yıl öncesinde neoliberal ideolojiyle şaha kalktığı iddia edilen “kapitalist sistemin” aslında tarihsel sonuna erdiğini ileri sürdüğümüzde, başta en radikal görünen “solcu-devrimci” kesimden gelen “eski tüfekler” olmak üzere, “akademik çevreden” gelenlerce de taşlandığımız veya en azından alay konusu olduğumuz günler geride kalmışa benziyor. Bizce ne yaptığını ve hatta ne istediğini hala tam olarak kavramış görünmeyen bu kesimden, artık söze “Görmüyor musun Alman ve Kore mucizesini?”, “ABD’nin işsizliği yüzde beşin altına kadar çektiğinden haberin yok mu?”, “Japonya’dan sonra Çin bile hem de ÇKP eliyle kapitalizme iltihak etmişken”, vb. ile başlayıp tıpkı iman tazeleyen bir dinin “dönme” müminleri gibi “Merak etme kapitalizm, her zaman olduğu gibi bir yolunu bulur” şeklindeki itirazların yükseldiğine hiçbir şekilde şahit olamıyoruz. Nasıl olabiliriz ki, zaten? Bu tavır içinde olanların hemen hepsinin, bizzat kendileri olmasa bile en azından aile fertlerinin bir veya bir kaçının aç karınlarından yükselen ağız kokuları veya içine itildikleri toplumsal trajediler, onların yukarıda saydığımız güvendikleri dağların karın birer ikişer erimesiyle oluşan dayanılmaz pis kokulara karışmış durumda… Bunun yanında, hem hala küskün oldukları emek cephesine sırtlarını dönmeye ve hem de bir cesete dönüşmüş kapitalizme can vermek üzere “anı yaşamaya” devam etmek üzere “demokrasi mücadelesi” verdiklerini iddia etmektedirler…
Olup biteni tam olarak anlayabilmek için tekrar en az otuz yıl öncesine dönmemiz, bizi “kapitalist sistem tarihsel sonuna erişti” gibi bir tezi neden ve hangi gerekçelerle ileri sürdüğümüzü açıklamamız gerekecektir. Öncelikle şunu belirtmemiz gerekmektedir ki, bizim hiç olmadık gibi görünen bir zamanda “kapitalizmin ölümünden” bahsetmemiz, ekonomik ve toplumsal yapı tespitinden ve sadece aslında hiç ara verilmeden yürütülen sınıf savaşlarında güçler dengesinin aleyhte olmasına kilitlenerek gerçekleşmedi. Biz de herkes gibi “makro” ölçekte (üst yapı) olup biten olgulara kapalı değildik, ama diğerlerinden farklı olarak sürekli bir şekilde artan ve emekçilerinin kazanımlarından feragat etmedikleri taktirde (Almanya gibi) asla ilerleme kaydedilemeyen (Fransa gibi) kapitalist sistemin nesnel bir zorunluluktan dolayı nicel olarak çok güçlenmiş olan çalışanlar kitlesi ile “sınıf işbirliğine” dayalı bağlarını temelli bir şekilde kopardığını, 1990’lara gelinceye kadar düzenli bir süreç halini almış olan kronik işsizlik ve genel toplumsal krizi gözlemleyerek ve biliyorduk. Kendimize neredeyse krizin başlangıcıyla birlikte (1970’lerin başı) düşünsel ve eylemsel rehber olarak aldığımız Marksist düşüncede, bu her adımda biraz daha derinleşen ama asla kalıcı ve temelli bir düzelme veya iyileşme göstermeyerek kendi kendisini kanıtlamaya başlamış olan bu tarihsel “sürekli ve salınımları daralmış kriz sürecinin” karşılığının mevcut düzende “kapitalist rantın tarihi azalma eğilimi” olgusuna karşı geldiğini fark ettik.
Ama bu, doğruluğu günümüzde çok daha belirgin olan argümanın etraflı bir şekilde bireylerin yaşantılarına nüfuz eden ampirik olaylar üzerinden ve “makro” düzeyde ortaya konulmasını gerektiren imkanlara o zamanlar sahip değildik; aslında bu acil ve çok gerekli görev için bugün de birden fazla insanın ve hatta araştırma laboratuvarlarının gerçekleştireceği sistemli araştırma gruplarının oluşturulması lazım gelmektedir. Bildiğimiz kadarıyla böylesi bir çalışma konunun çok daha geniş bir şekilde bilince çıkmaya başlamış olmasına rağmen sistematik bir şekilde gerçekleştirilmediğini itiraf etmek zorundayız.
Aslına bakılırsa, bizi “kapitalizmin tarihsel sonuna gelmiş olması” gibi belirttiğimiz üzere o dönemde “sivri” sayılan bir tavır alışa iten, “makro” ölçekte olup biten ve yapısal olarak nitelediğimiz seviyede olayları derinliğine araştırmış olmaktan çok, ortaya çıkan olayların özneleri olan bireylerin kendi içselliklerinde, “makro” düzeyde yaşanmakta ve kabaca da olsa gözlenmekte olduğumuz olayları nasıl yaşadıkları derinliğine kavramaya başlamamız olmuştu. Diğer bir ifadelendirme ile, makro düzlemde cereyan eden “majör” bir olayın veya olaylar bütününün bireysel içsellikteki izdüşümlerini davranış ve varoluş biçimleri (kimliksel yapılanma) üzerinden çözümlemeye ve anlamlandırmaya çalıştığımızda gündeme, izi düşen yapılanmanın duruma uygunluğu açısından Marks’ın “kapitalist rantın tarihsel olarak azalması” tezi gelivermiş ve böylece “iki yakamız bir araya gelmiş” oldu. Artık, bireysel olarak yaşanan ve toplumsal olarak paylaşılan gerçeklerle çok yakından ilişkili hem de uzun araştırma süreçleri gözlemler boyunca ispatlanabilir bir hipotez sahibi de olmuştuk.
Makro ve mikro, yani toplumsal dışsallık ve bireysel içsellik arasında, insanlaşma süreci diye adlandırdığımız ana süreçte sentezlenen karşılıklı izdüşümleri ve toplumsal ve siyasi eylem biçimleri olarak kendisini ifade eden insan hayatının kolektif hale getirilişinde karşımıza çıkan yapısal nitelikteki “sürekli kriz hali” gibi olaylar da benzer nitelikteki ve doğrudan doğruya her varoluş sürecinde karşımıza çıkan olaylar olmaktadır. Bu yazımızda, toplumsal öznelerin söylemlerinde ve en önemlisi “ötekiler” olarak niteledikleriyle ilişkilerinde sık sık tekrarlanan ve toplumsal nitelikte olduğu oranda, bireysel içsellikte de yankılanan iki deyim üzerinden nasıl kucaklaştığını örneklemeler de yaparak açıklamaya çalışacağız: “Hemen şimdi” ve “anı yaşamak”.
Kırılganlıklar, Bağlamlar ve Yeniden doğuşlar…
İnsanlığın binlerce yılını işgal edip biçimlendiren sınıflı toplumsal yapılanmanın en sonuncusunun varlık şartının nesnel olarak ortadan kalktığını ileri sürmek, böylece ortaya çıkan bir karadeliğin izdüşümünün toplumsal öznelerin bireysel varlıklarında yankılandığından bahsetmek, her şeyden önce hem toplumsal dışsallıkta ve hem de bireysel içselliklerde her iki varoluş biçiminin sürekliliğini ciddi bir şekilde tehdit eden kırılganlıkların meydana geldiğini ilan etmek anlamına gelmektedir. O halde, artık oluş halinde olan şeyin nesnel bütünlüğü dağılmış halde bulunmaktadır; sürecin bundan sonrası ya er veya geç kendisini doğuran çelişkilerin elverdiği oranda kendi küllerinden yeniden doğacaktır ya da temelli bir yok oluşla (karadelik) sonuçlanacak ve yerini yeni bir biçim alışa bırakacaktır. Her iki durumda da ayrışmalara götüren kırılganlıklar her şeyden önce evrende cereyan eden bütün oluş süreçlerinde görüldüğü gibi olduğu gibi oluşun sürekliğinde bir kopma ile birlikte gündeme gelen nesnelliğin içerdiği zaman ve mekânda ayrışma ve dağılma olmaktadır.
Nesnel bir sürecin içerdiği zaman ve mekandaki ayrışma ve/veya dağılma iki şekilde gerçekleşecektir:
-
Nesnel bir sürecin içerdiği ve ona bütünselliğini (biçimini) veren zaman ve mekân birlikteliği temelli bir şekilde ayrışmıştır ve bu durum mekân mevhumunun (kavramının) bir karadeliğe dönüştüğünün ve simültane bir biçimde nesnel sürece devamlılığını sağlayan ve zaman mevhumunu taşıyan enerjinin mekânsal bütünlüğü sağlayan kütleden “ruhun bedenden ayrılması” gibi ayrıldığının resmi olmaktadır. Bunun diğer adı “ölüm hali” veya bizzat kendisi de topyekun bir oluş olan evrende yeni bir nesnel biçim alışa dönüşmeden önceki yok oluş hali olmaktadır.
-
Nesnel bir oluş sürecinin içerdiği zaman-mekân bütünlüğü çözülmeye başlamıştır ama henüz temelli bir yok oluş hali gerçekleşmemiştir ama hem zamanda ve hem de mekânda kopukluklar veya çatlaklıklar oluşmuş ve belli bir varoluş biçimini tehdit etmektedir. Nesnel sürecin hala bir varlık bütünlüğüne sahip olduğu görünüşünü veren başlıca neden, süreci nesnel bir biçim alışa (madde) dönüştürerek baştan beri var eden enerjinin kütleyi en azından bütünüyle terk etmemiş olmasıdır. İşte azalarak varlığını sürdüren bu enerji sayesindedir ki, kendi içlerinde kırılmalar yaşayan ayrışma halindeki zaman VE mekân parçalarından itibaren ölümü beklerken geçici dengeler veya birliktelikler kurabilmektedirler. Varlıkla yokluk arasında kalan bu durumu en iyi şekilde “bitkisel hayat” terimi ifade etmektedir.
(Kapitalizm çalışmıyor, başka bir dünya mümkün!)
Söz konusu olan insan varlığı ve insanlaşma süreci olduğunda yukarıda eskizini sunduğumuz oluş sürecindeki kopukluklar, ayrılma ve dağılmalar, sürecin diyalektik bir bütünlük oluşturan ve görünürde bir çelişki ifade eden iki temel sürecinde gerçekleşmektedir: Bireyleşme ve toplumsallaşma.
Bireyleşme, insanlaşma sürecinin çeşitli biçimler alabilen “hayat enerjisi” ile ete kemiğe bürünen zaman veya “tarih” boyutunu oluşturmaktadır; bunu, gerekli gördüğümüzde teorik yapılandırmada ödünç aldığımız kavramsal ifadelendirmeye göre “bireysel içsellik” şeklinde de ifade edebilmekteyiz. Toplum veya bireysel içselliğin koroleri olarak “toplumsal dışsallık”, sürecin cereyan ettiği, yani bireyin hayat enerjisinin çeşitli biçimlerde yoğunlaşarak depolandığı ve gelecek kuşakların hayat enerjilerine katılarak zaman salınımı ile iletildiği mekân ya da insani uzay mevhumuna karşı gelmektedir. Neoliberal ve/veya post-modern üfürükçülerden, kendisini doğuştan “allame-i cihan” sanan palavradan “Aydınlanmacıların” tek sesten bağıra bağıra ilan ettiklerinin aksine, “akıl” mevhumu (kavramı) insanlaşma sürecini doğuran ve onun sürekliliğini sağlayan ilk ve “biricik neden” değildir. Akıl, insanlaşma sürecinde bu sürece katılan bir unsur olmaktadır ve aynı süreçte ortaya çıkan bir insan türü olan “homo sapiens” ile birlikte, algılama faaliyetinin ve deney birikiminin gelişimine uygun olarak onlara ayak uydur hale gelerek bir sıçrama kaydetmiştir.
Akıl insanlaşmaya giden yolda konuşlanır ve onun bir parçası haline gelir; ama sağlıklı işleyen bir süreçte algıların önüne geçemez veya geçmemelidir. Belirli dönem ve oluş halleri dışında aklın öncelliğini savunmak, insanlaşma sürecinin, bireylerin algıların sunduğu kendi deneylerinden öğrenen ampirik bir süreç olduğu gerçeğinin inkârı veya kısaca sürecin nesnel gerçekliğine yönelik bir imha saldırısı olacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Algılama sadece “yapay bir alıcının” gerçekleştirdiği işlevlerden birisi demek değildir; algılama, nesnel gerçekliğe nüfuz etmede her zaman bir adım ileride bulunmaktadır ve akıl ancak algılamaların alanlarda soyutlama işleviyle onu takip edecektir. Akıl mevhumunun (kavramının) gerçekte var olmayan bir şeyi “kitabına uydurma”, diğer bir deyişle “kurgulama kabiliyeti vardır; oysa ki algının böyle bir lüksü bulunmamaktadır. “Bilinç” dediğimiz şey insanın kendi kendisini yaratma eylemi esnasında gündeme gelen ve işte bu şekildeki bir işleyişe sahip bir algı-akıl diyalektiği ile gerçekleşecektir. Aksi taktirde algıdan yani bilinçten mahkûm bir akıl yetisi yani soyutlama ve niceliğe dönüştürme hali, “yapay zeka” denilen ve enerji yüklenmeden anlamsız bir yığından pek bir farkı olmayan şeyden farksız olacaktır.
İnsan aklı, eğer algıların deneylerle gerçekleştirip biriktirdiği muhtevayı kendisine hareket noktası olarak almıyorsa, bilince veya bilinçlenmeye de hizmet etmiyor demektir. Bunun en somut örneğini biz, günümüzde burjuva anlamda siyaset yapmanın olağan biçimlerinden birisi haline gelen “algı operasyonu” diye adlandırılan, bireylerin kendi gerçek toplumsal çıkarlarının (özellikle de sınıfsal çıkarlar) bilincine varılmasının önüne geçmek, onları kendi nesnel gerçekliklerinden kopararak manipülasyon yoluyla yönlendirmek amacıyla gerçekleştirilen pratikler üzerinden gözlemlemekteyiz. Kısaca ifade etmek gerekirse “algı operasyonu” dediğimiz şeyi şöyle tanımlayabiliriz: Varlığı bireyin kendi hayatının nesnel gerçekliği ile çelişir halde ve hatta ona düşman olsa da bu nesnel gerçekliğin yerine akıl yoluyla kurgulanmış bir gerçekliğin geçirilmesi operasyonudur. Bunun yanında, sadece “kurgusal gerçeklik” ifade eden rasyonel bir düzeneğin, bireyin hayatının algılanabilen nesnel gerçekliğini temsil etmemesi durumunda, bilince dönüşerek kalıcı hale gelebilmesi tek başına mümkün olamamaktadır – ki bu durum insan olmanın “akıllı olmaya” eşit değil ama ondan her zaman bir adım ileri olmayı gerektirdiğinin ispatı da olmaktadır. Kurgusal gerçekliğin nesnel bir gerçeklikmiş gibi bireyin bilincine kazınabilmesi için, onun deney dağarcığını besleyen ve kendi hayatında nesnel bir karşılığı olan algısal mizansenlerle desteklenerek sunulması gerekmektedir. İşte biz, başlangıçta sadece kurgusal bir gerçeklik ihtiva eden ve bu münasebetle genellikle sınıfsal çıkarları temsil eden “akıl ürünü” bir düşünce ve siyasetin, algısal mizansen ve duyulara hitap eden imajlarla nesnel bir gerçeklik imiş gibi sunularak bireylerin bilincine kaydedilmesi operasyonuna “algı operasyonu” demekteyiz. Tartıştığımız konu itibariyle, “algı operasyonu” eğer bireyle nesnel dünya arasında kurulan doğrudan ilişki olan algılarla ve deney birikimleriyle sürekli olarak ilişkili olmayan bir aklın, ne kadar gelişmiş bir seviyede bulunursa bulunsun, bireyler için gerçekte bir anlamı da olmayacaktır.
(Eğer dikkatli olmazsanız, medya sizin iyi insanlardan nefret etmenizi, kötü insanları ise sevmenizi sağlar-Malcolm X)
Gerekli olan bu ön açıklamaları yaptıktan sonra, insanlaşma sürecinin sürekliliğinin sağlanabilmesinin bireyleşme ve toplumsallaşmanın karşılıklı olarak birbirlerini yaratan diyalektiğine, diğer bir şekilde birbirlerinin varlığını karşılıklı olarak gerekli kılınmasına vurgu yapmamız lazım gelmektedir. Süreklilik söz konusu olduğunda, diyalektik bütünlüğün sağlanabilmesi ve sürecin sağlıklı bir şekilde yani kendi kendisini yaratarak yürütülebilmesi için “hayat enerjisi” ile kesintisiz bir şekilde beslenmesi gerekmektedir; insan biçimini alıp ve onu daha da güçlendirecek olan bu işlevin adı, insanlaşma sürecinin öznelerini de ortaya çıkaracak olan bireyleşme süreci olacaktır. Toplumsal dışsallık, burjuva kafalı sosyologların (Durkheim, gibi…) dahası tersinden “Marksistlerin” iddia ettikleri gibi, kendi kendini var eden ve kendi kendisinin sürekliliğini sağlayan bir mevhum (kavram) değildir. Toplumsallaşma süreci, bireyleşmeye ve bir bütün olarak insanlaşmaya sunulmuş imkanlar demektir. Ama bu imkanlar ancak bir özne tarafından yaratılarak ve somut bir biçim alışla gerçekleştirilen şeyler olacaktır; insan ve insanlaşma süreci gibi…
Bireyleşme ile toplumsallaşma arasındaki diyalektik ilişkide tıpkı evrendeki bütün nesnel süreçlerde olduğu üzere insanlaşmaya da niteliğini veya biçim alışını kazandıran mutlak bir “denge” mevcut değildir. Bu demektir ki, insanlaşmanın başlıca iki temel (kurucu) süreçten her biri, sürecin belli bir anında “aşırılık” veya “dominant” halinde bulunacak ve bu yüzden de ona kendi niteliğini verebilecektir. Zaten iki kurucu süreçte “aşırılık” dediğimiz durum gerçekleşmemiş olsaydı, varlık oluşa dönüşemez veya zaman-mekânda sürekliliği gerçekleşemezdi. Diğer bir ifadeyle, aşırılık hali mutlak dengenin göreceli hale gelmesini sağladığı veya iki sürecin karşılıklı olarak birbirlerinin aşırılıklarını kendi paylarına giderecek aşırılık kazanabildiği oranda, sürecin doğal gelişiminde yeni biçim alış (nicelik birikimlerinin niteliğe dönüşmesi) durumlarının dışında hiçbir sorun yaratmayacaktır. Varoluşsal krizlerin ortaya çıkması, bu krizlerin nesnel bir oluş sürecinin durağanlaşmasını ve dağılmasını doğura bilecek şekilde sürecin bizzat kendisinin gelişimini gerilettiği oranda süreklilik kazanmasıyla mutlak bir kriz hali (bunalım) ve yukarıda “bitkisel hayata geçiş” (koma) hali başlayacaktır. Sürecin bu durumdan kurtulabilmesi için köklü yapısal biçim değişimleriyle (nicel sıçrama), kendisini bu hale getiren aşırılıkları sürecin özneleri olan bireylerin kolektif çabalarıyla gidererek çıkabilecektir. Çözülmeyle başlayan ve insanlaşma sürecinin sürekliliğini tehdit eden ve “Kriz halinin 1. evresi” olarak adlandırabileceğimiz durumdan çıkışın diğer adı bireysel içsellikler ve toplumsal dışsallıklarda yapısal değişikliklere yol açacak olan devrim hareketleridir…
Çok genel bir şekilde ifade etmeyle “kriz halinin 2.evresi” belirttiğimiz üzere bir “ölüm” haline de karşı gelen sürecin aşırılıklarını giderememesi sonucunda (yok ediş) tıpkı evrende yaygın bir şekilde rastlanan “karadeliklerde” görüldüğü gibi kendi üzerine çökerek (yok oluş) kendini tanımlamaya yarayan bütün niteliklerin ortadan kaldırılmasını doğuracaktır.
O halde, bireylerin yaşam çizgilerinden ve toplumların ekonomik ve siyasi durumlarında vereceğimiz somut örneklemelerle içinde bulunduğumuz ve son yarım asırdan fazla bir süreyi kapsayan zaman mekân aralığında bütün insanlığı yok oluşa doğru hızla sürükleyen kriz halini bireysel içsellikte ve toplumsal dışsallıkta gözlemlenebildiği biçimiyle açıklamaya çalışacağız.
1.Evre: Çözülme ve dağılma hali.
Genel olarak bir “varoluşun” doğal işleyiş biçiminden çıkarak kriz haline geçebilmesi için öncelikle zaman ve mekan mevhumlarının (kavramlarının) olağan halinin dışında ayrışmaya başlamasının düzenlilik kazanmaya başlaması gerekmektedir; söz konusu insanlaşma süreci olduğunda ise bu ayrışma bireyleşme süreciyle toplumsallaşma süreçlerinin ayrışması şeklinde gerçekleşmektedir, tıpkı daha önce altını çizdiğimiz gibi. Genel olarak kriz süreçlerinde olduğu gibi 1.evrenin özellikleri olan çözülme ve dağılmanın başlangıcına işaret eden durumların tespitini yapabilmek için, bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerinde, göreceli diyalektik dengeyi imkânsız kılacak bir şekilde birisinin diğeri aleyhine olacak şekilde nicel ve/veya nitel olarak aşırılık halini ortaya çıkarmak lazım gelmektedir. İşte bu aşırılık hallerinin tek başına toplumsal dışsallıkta ekonomik yapılanmanın durumunu belirleyen nesnel verileri ortaya çıkararak tespit etmek, ileride de değineceğimiz üzere uzun mesailer gerektirse de yol ve yöntem açısından bilinen bir konudur; aynı şeyi burjuva toplumu çerçevesinde Durkheim ve onun “İntihar” adlı eserinde kullandığı yöntemler için de söyleyebiliriz. Buna karşın, bireysel içsellikte ve onun dışa vurmuş hali olan ve “öznel” olduğu iddia ederek tekil ve/veya tikel olduğundan dolayı nesnellik niteliği bile çoğu kez yadsınan davranışlar için söylemek, biraz daha zor ve hatta alışılmış bilimsel anlayışın dışındaymış gibi muamele görür. Oysa ki, insan varlığı söz konusu olduğunda, toplumsal dışsallıkta var olan hiçbir şey yoktur ki, bireysel içsellikte yaşananların izini taşımamış olsun; aynı şekilde, bireysel içsellikte yaşanan hiçbir şey yoktur ki onun toplumsal dışsallıkta bir izdüşümü veya bıraktığı izler bulunmasın. Nitekim biz, genel krizin 1.evresinde olup bitenleri biz bireysel içsellikte kendisini bireysel davranış ve davranış çizgilerinden itibaren tespit ettik ve bu davranışların toplumsal dışsallıktaki izdüşümlerini takiben, bireysel içsellikte de derin kopmalara ve çalkantılara neden olan kriz halinin toplumsal yapılanmanın sorunu olduğu sonucuna vardık. O halde, bireysel içsellikten başlayarak 1.evrenin toplumun dolayısıyla krizin özneleri tarafından nasıl yaşandığını gözlemlemeye çalışalım.
Bireysel içsellik ve krizin 1.evresi.
Örneğin, psikanaliz gibi çoğu psikoloji okulunun anlayışına göre bireysel içsellik (“Ben”) daha ziyade “libido” (cinsiyet enerjisi) gibi biyolojik tabiatlı güdülerin etkisinde olduğundan, toplumsal ölçülere vurulmuş bir zamansallık içermez; tam olarak ifade etmek gerekirse, toplumsal ölçülerin alanı (“Üst-Ben”) olan zaman da biyolojik zamanın bir uzantısı veya bir fraksiyonu niteliğindedir. Bireyin varlığı her zaman “sıfır” zamanın içindedir ve sadece birbirlerinden farklılık göstermeyen soyut “bir anlık zaman” yığınından veya aritmetik toplamından ibarettir.
Bizim anlayışımıza göre, bir canlı türü olan insanın hem beslenme faaliyetini (emek) hem de üreme faaliyetini (cinsiyet) içeren hayat enerjisiyle, onun kendi varlığını bizzat kendisinin yaratması sürecinde seferber olması ve böylece yoğunlaşarak toplumsal dışsallıkta çeşitli kalıplara dökülmesi esnasında ölçülebilen bir tek zamanı bulunmaktadır. Diğer bir deyişle ve daha anlaşılabilir oluruz umuduyla ifade edersek, bireysel içselliğin zamanını ölçmek için kendisine karşı gelen toplumsallaşma düzeyin zamanını kendimize ölçü olarak almamız gerekecektir. Bireyleşmenin ve toplumsallaşmanın diyalektiği karşılıklı olarak birbirlerinin zamanını belirledikleri oranda “insani zaman” mevhumunu da yaratmaktadır. O halde hem toplumsal dışsallığın ve hem de bireysel içselliğin bir ve ayni olan zamanı “insani zaman” dır.
Diğer yandan, bireysel içselliğin zamanı ile toplumsal dışsallığın zamanı arasındaki ilişki bir varlığı var oluşa dönüştüren ilişki niteliğindedir. Bir başka ifadelendirme ile, insani varlık bir oluş süreci olarak insanlaşmaya bireyleşme-toplumsallaşma süreçlerinin diyalektik ilişkisi sonucunda ortaya çıkan insani zamanı içerebildiği oranda dönüşecektir. Biz, insan varlığı ile oluş halinde yani zamansallık taşıyıcısı insanlaşmayı, iki farklı şekilde şöyle de ifade etmekteyiz: Bireysel insan hayatı ve bireyin hayat (yaşam) çizgisi. Doğumdan ölüme kadar bir “olaylar yığını” gibi görünen insan hayatı, zaman ve mekânı (bireyleşme ve toplumsallaşma) entegre ederek süreklilik arz eden bir yapısallık da kazanarak yaşam çizgisine dönüşecektir. Bireysel hayat tek başına “holistik” (dairesel) bir bütün oluştururken, yaşam çizgisi “helistik” (helezonik) bir çizgi boyunca zaman-mekânda yayılacaktır. Sınıflı toplumsal yapılanmada doğan bir insan bireyinin kendi doğal gelişimi içerisinde zaman-mekân (birey-toplum) diyalektiği sonucunda kat ettiği parkur şematik bir soyutlamayla şu şekilde ifade edilecektir:
Doğuş O1-C (toplumsal sınıf) O2-F (aile) O3-E (Okul) O4-S (Toplum)Ölüm.
Sunduğumuz grafiği şu şekilde okumaktayız:
O1-C (toplumsal sınıf) Somut bir insan bireyi hiçten var olan bir varlıkmış gibi doğmaz ama kendisi gibi zaman mekânda belli bir biçim sahibi almış olan bir toplumda doğar. Eğer söz konusu toplum bir burjuva toplumuysa yani sınıflara bölünmüş bir toplumsal yapılanmadan oluşursa insan yavrusu olan çocuk ait olduğu toplumsal sınıfın çocuğudur ve gerçek yaşı ise, eğer doğuş anını yani öznel yaşını “sıfır yaş” kabul edersek nesnel veya insani yaşı, “0+ait olduğu sınıfın nesnel yaşı” olacaktır.
O2-F (aile) Kendi başına belli bir sınıfın “öznesi” olma niteliği taşıyan çocuk aynı zamanda özel yani “tekil (veya tikel) bir varlık olarak, diğer bireylerden farklı “özel” bir varlıktır. Onun en azından bir ailenin çocuğu olarak tekil bir özne olması, kendi toplumsal yaşını sahiplenmesi ve aynı zamanda kendi kendini yaratma faaliyetinin mirasçısı olduğu bu yaşa katkıda da bulunabilmesi için de gereklidir. Bir tür toplumsal dışsallık biçimi veya Durkheim’ci anlayışa göre “toplumsal kurum” helezonik oluş sürecinin “holistik” toplumsal bir halkası olarak insanlaşma sürecine eklenir. Aile de toplumsallaşma sürecine “ilksel toplumsallaşmayı” (socialisation primaire) gerçekleştiren toplumsal dışsallık olarak katılır. Ailenin zaman çizgisi “soy-sop” katılımı gözettiğinden genel toplumsal zamana özel bir bağla katılır.
O3-E (Okul) Okul ise bir başka “kurum olarak” toplumsallaşmaya “ikincil toplumsallaşma” (Socialisation secondaire) alanı olarak katılır. Başlıca özelliği, bireyselleşmeyi aile içinde “özel” bir mesele olmaktan çıkararak evrensel normlara uygun olarak geliştirir ve bu haliyle de genel olarak toplum olarak adlandırdığımız dışsallığı, zamanda ve mekânda gelecek zamanda taşıyabilecek davranış biçimlerinin gelişmesine önayak olur. Bir “toplumsal kurum” olan okul diğer yandan düşünce ile pratiğin ve akıl ile algı ve deneyin ayrıştığı bir toplumsal dışsallık olarak, ister sınıflı isterse sınıfsız bir toplumsal yapılanma ihtiva etsin, toplumsal dışsallığı sürekli besleyerek gelişmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Doğar doğmaz, nesnel bir bağla ait olduğu toplumsal sınıfın yaşına sahip olan çocuğun, aile çevresinde sahip olduğu zamansal derinlik onun “soy ağacı” üzerinden gözlemlenebilecektir. Okul, çocuğa bir insan olarak evrensel konumuyla ilgili yaşının bilincine varmasını sağlayacaktır; “homo erectus”, “homo sapiens” örneğinde olduğu gibi. Çocuğun resmi yaşını belirleyen genelliği içindeki toplumsal dışsallık, belirlediği bu yaşa tarihsel bir boyut ta kazandıracaktır; burjuva toplumu, sosyalist veya komünist toplum gibi…
O4-S (Toplum) Toplumsal dışsallık veya kısaca “toplum” dediğimiz şey, bireyin yaşam çizgisinin yani insan hayatının akışkanlığını sağlamak üzere, bireyselleşme sürecinde, sınıfsal toplumsal yapılanmada ve hatta toplumsal kurumların işleyişinde ortaya çıkan aşırılıkların giderildiği yaşam alanı olmaktadır. Belirttiğimiz üzere, toplumsal zaman, sınıfsal yapılanmanın daha başlangıçtan itibaren zamana yayılmasından başka bir şey olmayan tarihsel akışla ölçülebilecektir. Bu durumda, günümüz toplumunda da geçerli olmak üzere ve Marks’ın öngörüsüne uygun olarak tarih, “toplumsal sınıfların ve sınıf mücadelelerinin tarihi” olarak nesnelleşerek algılarımıza sunulmaktadır. Bizim yeni doğan bir bebeğin yaşının ait olduğu sınıfının yaşıyla özdeşleştirmemizin de nedeni bu olmaktadır. Zira, daha önce çeşitli bağlantılarda da belirttiğimiz gibi, varlıkları birbirleriyle çeliştiğinden daha çok “toplumsu” olma gibi belirleyici bir özellik taşıyan bir toplumsal yapılanmanın bireye atfettiği yaş ve onun tarihsel derinliğini belirleyen hâkim konumda olan ve toplumsal dışsallığı zaman içinde yönlendirip mekân alanda kendine göre biçimlendiren sınıfın tarihi ile belirlenecektir.
Böylesi bir toplumun zaman içinde sürekliliğini belirleyen, bireyin kendi yaşam çizgisini ve bütün bireylerin kolektif bir şekilde toplumsal hayatı kendi elleriyle yaratma şeklinde tanımladığımız insanlaşma sürecini taşıyabildiği veya insanlaşma sürecinin belli bir sınıfsal yapılanmayı -veya sınıfsal yapılanmanın her çeşidini- taşıyabildiği oranda mümkündür. Sürekliliği sağlanmış bir kriz olgusu, bahsi geçen toplumsal yapılanmanın toplumsal üretimi gerçekleştirmede içine düştüğü yapısal ve geri dönüşsüz çıkmazlar ve onun sonucunda oluşan olaylar olmaktadır.
Bireyselliğin veya bireyin yaşam çizgisinin infilakı:
Yukarıda içeriğini de tanımlayarak şematik olarak ifade ettiğimiz bireyin yaşam çizgisinin şartlı ama doğal işleyişinin sürekliliği sağlanmış bir genel kriz olayıyla ortadan kalkmasıyla kırılma, ayrışma ve dağılmanın gündeme gelmesiyle ortadan kalmasıyla ortaya çıkan duruma biz “bireyselliğin veya bireyin yaşam çizgisinin infilakı” olayı adını vermekteyiz. Kriz dönemine ait bu yeni işleyişi şematik olarak “Denge ve Devrim, Bireyselliğin infilakı” adlı kitabımızda tanımlamıştık. Bu kitabımızın kapak resmi, bu yeni işleyişin şematik özetini yansıtmaktadır. Burada çok özet olarak, yaşam çizgisindeki kırılma ve dağılmalara bağlı olarak yeni işleyiş biçimin “krizin 1.dönemi” adını verdiğimiz zaman mekân aralığında olup biteni birer birer anlatmaya çalışacağız. Vardığımız bu sonuçlar, yüksek öğrenim görmüş emekçi kökenli gençlerin hayat çizgilerini izleyen kendi ağızlarıyla ifade ettikleri “hayat hikayelerinin” analizlerinden çıkarıldığını da bu arada belirtmemiz gerekmektedir.
1)Gençlerin hayat çizgilerinde O4-S (Toplum) aşamasında sistematik olarak yaşam çizgisinde kırılmalar baş göstermektedir. Bu kırılmaların nedeni, bireyleşerek ve aynı zamanda toplumsallaşarak ilerleyen yaşam çizgilerinin bu aşamaya geldiğinde, bireyleşmeye eskisinden daha fazla devam etmek için ideolojik baskı altında tutulmalarına rağmen (neoliberalizm ve aşırı bireycileşme), toplumsal dışsallığın sürekli daralmasına bağlı olarak (işsizlik ve toplumsal istihdam ve entegrasyonun azalması), bireyleşme ile toplumsallaşmanın birbirlerinin aşırılıklarını göreceli denge haline dönüştüren diyalektik bütünselliğin ortadan kalkması olmaktadır. Diğer bir deyişle, bu kırılmayla birlikte, birey ve toplum savaş haline getirilmiş, bir taraftan kapitalist sistem toplumsallığını yitirirken, birey de nesnel ve tarihi olarak belirlenmiş “somut birey” olmaktan, insanlığı dahil olmak üzere ötekilerle ilişkilerinden soyutlanmaya başlamıştır.
2)İnsanlaşma sürecinin devamlığını böylece sorun haline getiren bu kırılmanın yaşam çizgisi üzerindeki etkisi dağılma şeklinde olduğundan, biz ortaya çıkan bu durumu “bireyin hayat çizgisinin infilakı” veya kısaca “bireyselliğin infilakı” olarak adlandırmaktayız. “İnsanlaşma krizine” evirilen ama kapitalizmin tarihsel gelişiminin sonuna gelmiş olmasıyla tanımlanan bu geri dönüşümsüz krizin 1.evresinde ortaya çıkan manzara bir grafik şeklinde kitabın kapağındaki gibidir. Yani, infilak eden olağan akışı içindeki yaşam çizgisi, eskisi gibi olmasa da bir kimliksel kutuplaşma göstererek kendi küllerinden kendini yeniden yaratma çabası içinde var etmeye çabalamak üzere yeni dengeler kurmaktadır.
3)Kimliksel kutuplaşma, kurulan yeni kimliksel dengeler ile doğrudan ilintilidir. Kırılma ve dağılma ile birlikte bireyleşme sürecinden aşırı bireyleşme sürecine evirilen ve kendisini bireyci davranış çizgisi olarak pratik toplumsal yaşam alanlarında ifade eden süreç, özel hayatı tanımlayan toplumsal dışsallık olan “aile” kutbuyla bir “dışsallık” biçimi olarak kimliksel denge kurulmasına çabalar. Aynı çaba krizin hem sebebi ve hem de sonucu olduğu anlaşılan ve hızla her alanda özelleştirilen kamusal hayatı tanımlayan “toplum” diye adlandırdığımız dışsallık için de geçerlidir. Genel anlamdaki “toplumsal dışsallık” kutbu bireyci aşırılığı dengeleme çabası içinde aslında daha da içinden çıkılmaz hale getiren kutuplaşma olmaktadır. Toplumsallaşma sürecindeki kutuplaşma ise, uzak geçmişe ait toplumsallaşma biçimlerini kuşanarak oluşan ve sınıf kavramını böylece cemaat veya faşizan bir milliyetçilik kavramına dönüştürmeye çabalayan kutup ile geleceğin evrensel normlarına açılan bir toplumsallığa yönelen “okul” kutbunun oluşmasıyla gerçekleşmektedir.
4)Bireyleşme-toplumsallaşma diyalektiğinin ortadan kaldırılması görüldüğü gibi toplumsal mekânda dağılmalarla birlikte kimliksel temelli kutuplaşmaları getirdiği oranda, aynı olayı zaman mevhumu (kavramı) için de gündeme getirir. Neticede, zamandaki kırılma, akışkanlığı ifade eden ve olağan durumda birinci grafikte gözlemleyebildiğimiz gibi artarda gelen zaman vektörünün üç anını oluşturan geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki düzen, bireyin hayat çizgisinin durumuna uyarlandığında eski düzenini kaybederek krizin sonucunda ortaya çıkan dağıma halinden nasibini almaktadır. Geçmiş, şimdi ve gelecek diye, toplumsal mekandaki dağılmaya bağlı olarak ayrışan yaşam çizgisini belirleyen zamansal boyut, insan hayatının normal akışının kriz olayıyla sekteye uğramasıyla birlikte gündeme gelen “kimliksel dengelerin” kurulmasında destek noktası olma gibi bir rol de üstlenmiş bulunmaktadırlar.
Zamandaki kırılmalar.
Krizin 1. Evresini şematik bir şekilde özetleyen kitap kapağındaki grafikten itibaren bu konuda gençlerin şahitliğinden yola çıkarak kısaca şunları söyleyebiliriz:
1)Bireyleşmeyi bireyciliğe dönüştüren davranış çizgisinin aksının iki kimlik kutbunu oluşturan “aile” ve “global toplum” dışsallığında bir kimliksel denge arayan bütün bireyler topluca ayrışan zamanın “şimdi” olarak adlandırdığımız anını destek noktası olarak almaktadır. Bu yüzden, “aşırı bireyleşmeye” tabi tutulmuş bu tür birey veya özneler, bu özelliklerinden dolayı sadece kendi bireyselliklerinin üstüne kapaklanmakla kalmamakta, böylece “anı yaşamak” zorunda da olduklarından aynı zamanda “hemen-şimdi” diye adlandırdığımız zaman fraksiyonunun üzerine de kapaklanmaktadırlar. Kendi yaşam çizgisini belli bir nedensellik zincirine tabi olarak ifade eden öznelerin söylemlerinde zaman mevhumunun (kavramının) içindeki belli bir kimliksel oluşuma yapısal bir şekilde bağlı olarak gerçekleştirilen bu tavır alış, onların yukarıda tanımını yaptığımız “psikolojinin” -psikanaliz de olduğu gibi- tarifini yaptığı sürekli bir şekilde “sıfır zamanı” yaşadıklarını da göstermektedir. Aynı özneler söylemlerinde bu davranışlarının nedenini açık ve seçik olarak “toplumsal entegrasyonun” (Durkheim) ekonomik istihdama bağlı olarak çok güç hale geldiği, diğer bir deyişle “toplumsal dışsallık” dediğimiz şeyin hızla daraldığı olgusuyla açıklamaktadır. Eğer “kriz halini” nesnelliği ve öznelliği içinde en mükemmel şekilde temsil eden davranış çizgisi veya davranış biçimleri hangisi diye bir soru sorulsaydı, hiç tereddütsüz bunun bireyci davranış çizgisi olduğunu söylememiz gerekirdi.
2)Toplumsallaşmacı davranış biçiminin iki kimlik kutbunu oluşturan “cemaatçi-milliyetçi” ve “okul” kutuplarının bir değil ama bireyci çizginin kutuplarının birbirine karışması olgusunun tersine olarak birbirleriyle çatışma halinde olan iki zamansal destek anı bulunmaktadır: Geçmiş ve Gelecek. Bu iki kimlik kutbunun, krizin kaynağı olan aşırı bireyci davranış çizgisinin bireylerinin mevcut durumu sürekli olarak daha da içinden çıkılmaz hale getirmeye çabalarken, toplumsallaşmacı davranış çizgisinin kimlik kutbundakiler, aksine bir şekilde krize çare bulmak üzere ortaya çıkmaktadırlar. “Cemaatçi-milliyetçiler” bireyciliğin aşırılıklarını gidermek iddiasıyla geçmişin toplumsallaşma biçimlerinin restorasyonunu önerirken, “okul” kutbunun özneleri tam tersine evrensel değerler üstüne inşa edilecek yeni toplumsallık biçimlerinin yaratılmasını önermektedirler.
Görüldüğü üzere, toplumsallaşmanın iki kimlik kutbunun arasındaki geçmiş ile gelecek zamanlar arasında, “eksi” ile “artı” kutupları kadar mutlak anlamda ve uzlaşmaz bir çelişki oluştururken, birinci dönemin şemasını göz önüne aldığımızda, aynı şeyi “cemaat-milliyetçi” kutbu ile bireyci davranış çizgisinin her iki kimlik kutbuyla ilgili olarak söylememiz, devşirdiğimiz bilgiler ışığında pek mümkün görünmemektedir. Zira, zamansal boyut söz konusu olduğunda, doğrudan doğruya, genel toplumsal dışsallık üzerinden onu biçimlendiren kapitalist sisteme bağlanan bu iki kimlik kutbu, en azından kapitalist sistemin krizin merkezi olmuş olduğundan, eskisi gibi bireysel içselliklerinde olduğu gibi toplumsal dışsallıklarında da geleceği öngören bir zamansallık yaşayamamaktadır. Yaşam çizgileri, “soy-sop” ve “toplumsal sınıfın” (Burjuvazi) öngördüğü geçmişle ilişkisi olan bir zamansallık yaşadıklarından ve kimliksel dengeleri “sıfır” noktası olan “hemen şimdiki an” üzerine inşa edildiğinden, “cemaatçi-milliyetçi” kutupla veya ona dönük olarak bir birliktelikleri olabilecektir. Nitekim, sadece bizim sahadan devşirdiğimiz değil ama toplumsal dışsallıkta yaşanan ekonomik ve siyasi olaylar bu öngörüyü onaylamış bulunmaktadır.
İz düşümler…
Sözümüze başlarken de belirttiğimiz üzere, bireysel içsellikle toplumsal dışsallık karşılıklı olarak birbirleri ile diyalektik bir işleyiş çerçevesinde etkileşim halinde olup, birbirlerini insanlaşma sürecinde var eden antropolojik süreçler olarak yine birbirlerinin izlerini taşımaktadırlar. “İnsani oluş” dediğimiz sürecin kolektif bir biçimde yaratıcıları, canlı emek ve onun işini kolaylaştıran aklın taşıyıcısı olan bireylerdir; bu demektir ki bu süreçte karşılaşılan zorlukları çözen ve aşılmaz görünen engelleri aşan da yine kolektif bir biçimde hareket eden bireyler olmaktadır. Ancak, bireyler insani oluş sürecinin yaratıcıları olarak bu işlemi zaman mekân içinde gerçekleştirirken, onu her seferinde sürece yeniden başlıyormuş gibi yerine getirmez.
Belirttiğimiz üzere, doğuşundan itibaren bireyin zamanı ait oldu toplumsal sınıfın zamanına eşittir demek, insani oluşun yaratıcısı olan bireylerin emeğinin ve aklının ürünü olan her şeyin toplumsal zaman mekânda kayıtlı olduğunu ve sürece eski ve yeni katılan herkese böylece bir başlangıçmış gibi sunulduğu gerçeğini kabul etmek demek olacaktır. Bu durumda, bir yapılanma biçimi olarak toplumsal dışsallık, kendisini insan bireyselliğine (Yani psikolojiye karşı- E. Durkheim) karşı ispat etmeye çalışan burjuva sosyologlarının aksine, toplumsal yapılanma kendi başına oluş sürecinde karşılaşılan hiçbir sorunu çözmeyecektir; buna karşın, var olan ve sürecin evrimine engel teşkil eden bütün sorunlar, toplumsal olarak yapılanmış bir zaman mekân dışsallığı olmadan da çözülmesi insanlaşma sürecinin gündemine dahi getirilemez olacaktır. Bu demektir ki, insani oluşta müdahil olan birey ve toplum arasındaki otantik ilişkide iz düşümden bahsedildiğinde, toplumsal yapılanmanın bireysel içsellik üzerinde yarattığı “iz düşümü” akla gelmektedir. Buna karşın, oluşun öznesi olan bireyler ise toplumsal yapılanmada sorun çözücüler olarak iz bırakmaktadırlar. Bu durum insanlaşma sürecinin iki temel bileşeni olan bireyleşme ile toplumsallaşmanın arasındaki diyalektik ilişkinin nasıl cereyan ettiğini de tanımlamış olmaktadır.
Krizin birinci evresinin iz düşümlerinin karşılıklı olarak nasıl cereyan ettiğini “Çıkış Hattı” (El yayınları) adlı yapıtımızda açıklamıştık; burada o kitapta anlatılanların çok kısa ama güncellenmiş bir özetini sunmakla yetineceğiz.
Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki, krizin 1. Evresi “kriz kuşağı” olarak da adlandırabileceğimiz ve bir önceki kuşakla bireylerin davranış biçimlerinde -veya bireysel içselliklerinde- olduğu kadar toplumsal yapılanmada da temelli tarihsel ve yapısal kırılma ve çözülmelerin izlerini taşıyan farklılaşmalar söz konusu olmaktadır. Bir önceki ve “ana-babalar kuşağı” olarak adlandırdığımız kuşağın hayat çizgileri, yukarda 1. Şemada izah ettiğimiz gibi doğrusal bir çizgi izlemekte, krizden etkilenmiş olsalar da “kriz kuşağı” olarak adlandırılan çocuklarının yaşam çizgilerindeki kadar açık seçik bir dağılma veya “infilak” olayına rastlanmamaktadır.1 Bu iddiamızı, aynı zamanda ebeveynlerin hayat hikayelerini de kapsayan birden fazla sahada gerçekleştirdiğimiz monografik nitelikteki çalışmalarda gözlemlemiştik. Nitekim, bu kuşağın temsilcilerinin yaşam çizgilerinin doğrusal bir çizgi boyunca ilerlemesi, “toplumsal ilerlemeci” olarak adlandırdığımız ekonomik istihdamın ve toplumsal entegrasyonun “sınıf iş birliği” karşılığında tavan yaptığı bir toplumsal dışsallığın izlerini taşımış olmasından ileri gelmektedir.
Kriz kuşağının üyesi olan gençlerin yaşam çizgilerinin infilakı ise, “toplumsal ilerlemeci” diye adlandırdığımız ve yaklaşık olarak 1970’lerin başından itibaren sınıf mücadeleleri sonucunda kazanılmış bütün toplumsal hakların birer ikişer elden çıkarıldığı dönemin, zamansal kırılma ve mekânsal dağılma şeklinde yansıyan iz düşümlerine karşı gelmektedir. 1995’lerin 2. Yarısından itibaren, özellikle de araştırmalarımıza saha teşkil eden Fransa örneğinde, “toplumsal ilerlemeci” döneme ait bütün kazanımlar çok büyük oranda kaybedilmiş ve gençlerin “aktif toplumsal hayata” geçişinin de gerçekleştiği bu tarihlerde, toplumsal dışsallık onların istihdam ve entegrasyonuna aynı oranda kapanmış bulunmaktadır.
Bu tarihlerden 2000’li yılların başına kadar, krizin 1. Evresinden 2. Evresinde toplumsal dışsallığın “bitkisel hayata” yani mutlak bir yok oluş ve yok ediş dönemine geçişte, ara bir hazırlık dönemi yaşanmıştır dersek, hiç de yanılmış sayılmayacağız. Bu arada, 1. Evreden başlamak üzere yeni dönemin ideolojik yapılanmasını belirleyen ve bireylerin aşırı bireyci davranışlarına da tercüman olan neoliberal ideolojinin yerleşik düzenin sözcüleri için “tek kabul edilebilir düşünme biçimi” olarak entelektüel hayatın her alanında büyük yıkım ve gerilemelere yol açtığının altını çizmemiz gerekmektedir. Birer “anahtar kavram” olan “anı yaşamak” ve “hemen şimdi”, insani zamanı olduğu gibi toplumsal mekânı da bu dönemde atılan her adımda sıfırlayan bir davranış biçimini niteleyen özellikleri ifade etmektedir. Yine bu dönemin ideolojisi olan “post-modern” düşünce, doğrudan doğruya krizin etkisiyle “gelecek” kavramının ortadan kaldırılmasıyla birlikte “geçmiş” ve “şimdiki zaman” da artarda gelen zamansal kavramlar olmaktan çıkarılacak, yan yana ve karşılıklı olarak birbirlerini bir kısır döngü içinde var eder hale getirilecektir. Bu anlayış, özellikle de 2. Dönemde liberallerle dinci-milliyetçilerin siyasal ittifakına dönüşerek resmî ideoloji halini alacaktır.
Krizin 2. Dönemi: Yok oluş-Yok ediş…
Eğer tarihin çarkı sınıflı toplum yapılanmasına son verip komünist oluşumu insanlaşma sürecinin dominant süreci haline getirmez ise, “ölüm” demek te olan yok oluş-yok ediş sürecinin toplumsal ve bireysel pratiklerle örtüştüğünden en somut ve en anlaşılabilir şekli “karadelik” diye adlandırdığımız biçim alış olacaktır. “Karadelik” nesnel bir gerçeklik olarak astrofiziğin kozmik ortamında olduğu gibi toplumsal bir ortamda da “ölümü”, yani enerjinin eski biçim alışıyla gerçekleşen nesnel bir oluşumun, aydınlıklar diyarından karanlıklar diyarına yani “ölüm haline” geçiş olayını simgeler.
Bir karadeliğin oluşması, eğer söz konusu olan toplumsal bir sistem ise -tıpkı kapitalist sistem gibi- kriz olayı ile başlar, ama her kriz olayı karadelik oluşmasıyla sonuçlanmayacaktır. Zira “kriz” dediğimiz şey bir varoluşun tabiatı icabıdır yani kendisini oluşturan çelişkilerin diyalektik birlikteliğinin doğal bir sonucudur. Eğer kriz diye adlandırdığımız durum, alışılmış bir şekilde “devresel” yani “giderilebilir” olmaz ise, derin bir bunalım ve yapısal çalkantı ve kısmi çözülmeler dönemine evirilebilecektir. Bu durumda, bir toplumsal yapılanma ana hatlarıyla varoluşsal bir değişikliğe uğramaz ise ille de kendini doğuran çelişkiler baki kalmak kaydıyla onların damgasını vurduğu bir süreçte bir devrim hareketiyle yeni bir biçim alış gerçekleşecek ve “ağır bunalım” yerini tekrardan dönemsel olan doğal olarak kabul edilen krizlere bırakarak uzunca bir müddet ortalıkta görünmeyecektir. Sonuçta, “ağır bunalım hali” esnasında kendisini hissettirmeye başlayan “karadelik” oluşumunun geri dönüşü olmayan sınırı olan “horizon çizgisi” (ufuk) tam olarak varoluş ile yok oluşu birbirinden ayırmaya başlamadan önüne geçici de olsa geçilmiş olunacaktır. Örneğin, neolitik döneme damgasını vuran sınıflı toplumsal yapılanma sürecinde yer alan feodal dönemden kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu döneme bir seri devrimler yoluyla geçiş, işte bu şekilde gerçekleşmiştir.
Verdiğimiz bu örneklemeler ve tanımlamalardan yola çıkarak, gönümüzde kendi iç çelişkilerinden itibaren var olduğu biçimiyle kapitalist sistemin geri dönüşsüz bir biçimde yani geri dönüşsüzlüğü simgeleyen “ufuk çizgisi” tamamıyla teşkil edilmiş şekilde bir “karadeliğe” dönüştüğünü ileri sürdüğümüzde, “ölüme” yani yok oluşa doğru hortumlanmakta olan şeyin sadece hiçbir şekilde revizyondan geçirilemeyecek olan kapitalist sistem değil ama 5000 yıldır insanlaşma sürecine damgasını vuran doğrudan doğruya sınıflı toplumsal yapılanma biçimi olduğunu ileri sürmekteyiz. Bu tespitten itibaren attığımız başlık ile ilgili olarak iki önemli konunun daha altını çizmemiz gerekmektedir. Bunlardan birincisi, oluşan yok oluş halinin bir bütün olarak milyon yılla ölçülen insanlaşma sürecinin veya evrendeki insan varlığının yok oluş hali değil ama onun çok kısa bir zaman mekân aralığında gerçekleşen bir fraksiyonu olan sınıflı toplumsal yapılanmanın yok oluş hali olmaktadır.
İkinci konu ise “yok ediş” meselesiyle ilgilidir; yani sınıflı toplumsal yapılanmanın dönüştüğü karadeliğe evrendeki bütün insan varlığının çekilme tehdidi ile ilgili… Kanaatimizce kapitalist sistemin karadeliğinin sınıflı toplumsal yapılanmanın bütünün oluşturduğu karadeliğe katılıp güçlenerek bütün bir insan türünü söndürmesi akla uygun bir varsayım olarak görünmektedir ve biz bunu 2. Dönemi adlandırırken sistematik bir şekilde vurgulamaktayız. Ancak, içinde yaşadığımız insanlık ateşinin bu şekilde yok oluş-yok edişle söndürülmesi süreci, insanlık tarihinde kendisine ayrılan sürenin dolmasıyla “kapitalist sistemin” karadeliği tarafından hortumlanan sınıflı toplumsal yapılanmanın olduğu gibi geri dönüşsüz bir süreç olmaktan henüz çok uzak görünmektedir. İnsanlığın böylesi varoluşsal bir tehlikeyi uzaklaştırması için insan bireyinin “Enternasyonal Marşında” bir şiar haline getirildiği gibi “kendi kendisi” olması, yani evrenin kendisine yüklediği kendi varlığını doğrudan bir şekilde kendisinin yaratmasına elveren sınıfsız bir toplumu oluşturması “ufuk çizgisinin” çekim hattından uzaklaşmak için ilk adımda yeterli olabilecektir. Daha önce çeşitli bağlamlarda altını çizdiğimiz üzere, bu adımı başarıyla gerçekleştirmek komünist bir devrimle gerçekte bir “toplumsu” olma özelliği taşıyan sınıflı yapılanmalardan, insan varlığının tabiatına uygun olan ve milyon yıldır devam eden insanlaşma sürecini adım adım takip eden sınıfsız yapılanmaya (ilkel veya ilksel komünal toplum gibi) geçişe de karşı gelmektedir.
Kabaca da olsa, 2. Dönemin genel özelliklerinin tanımlamaları yaptıktan sonra döneme damgasını vuran karadeliğin, bireylerin davranış biçimleri üzerindeki iz düşümlerini belirlemeye geçebiliriz.
Karadeliğin İzdüşümleri…
Toplumsal dışsallıkta karadeliğin, kapitalist sistemi bir “toplumsu” olarak bütünleyen ve sisteme zorlu bir şekilde, yani işgücünü sömürerek var olmak üzere “canlı emek” katarak hayat enerjisi de pompalayan sermayenin, kendi iç çelişkilerinin evriminden dolayı (kapitalist rantın tarihsel olarak azalması) artık toplumsallaşamaması sonucunda, insanlaşma sürecine vurduğu ağır darbeyi daha önce birçok kereler tartışma konusu yapmış bulunmaktayız. Bu yüzden, burada daha çok böylesi bir altyapının ideolojik, kültürel ve siyasi üst yapılanmada gözlemlediğimiz bazı iz düşümlerinden bahsedeceğiz. Aynı karadeliğin bireysel içsellikteki yansımalarını, bu alanda yakın zaman ölçeğinde yapılmış saha araştırmalarından mahrum bulunduğumuzdan 1. Dönemdeki gibi etraflı bilgilendirme yapamayacağız; ancak, kabaca da olsa, 30 yıl öncesinde sökün eden “kimlik krizi” halinin çok daha fazla derinleşerek, insanın toplumsal varlığı ile birlikte bireysel varlığını da ortadan kaldırmaya yöneldiğine işaret edebiliriz. Bu dönemde, bireysel içselliğin çektiği acıları kolektif bir şekilde hem dillendirdiği ve hem de insanlığa çıkış yolunu gösterdiği kitlesel ayaklanmalar bize bu alanda en açık bilgilendirmeyi zaten gerçekleştirilmiş olmaktadır.
Liberal Faşizm: Bir “hemen şimdi” veya “anı yaşamak” barbarlığı…
Liberal faşizm olarak adlandırdığımız şey, sermayenin yeni ve en son iktidar olma biçimi ve bir bütün olarak küresel bir yapı oluşturan kapitalist sistemin “toplumsal” (veya tam olarak ifade edersek “toplumsu”) olma özelliğini de kaybederek bütünüyle rasyonel olarak düzenlenmiş olmasıyla gündeme gelen, bir üretim biçimi olarak kapitalizmin yok olurken aynı zamanda yok ettiği toptan çöküş dönemine özgün siyasi oluşumun adıdır. Bu yok oluş-yok edişin siyasi iktidara el koyma biçimine karşı gelen yapılanmanın ideolojik plandaki esin kaynağı neo-liberalizmdir.
Liberal faşizmi ve onun icraatlarıyla kendisini kısa zamanda ispatlamış olan “yok edici-yok olucu” işlevini anlamak için, neo-liberal ideolojinin insan düşüncesinde bir karadelik açan yıkıcılığını öncelikle çözümlemek gerekmektedir. Bizim bakış açımıza göre neoliberalizm olarak adlandırılan ve kapitalist sistemin tarihsel gelişiminin belli bir döneminde ortaya çıkan ideoloji veya düşünce biçimi, iki temel antropolojik bileşenin (bireyleşme-toplumsallaşma) diyalektik bir sonucu olan insanlaşma süreci üzerinden ele alındığında, tıpkı bir kanser tümörü gibi tek yanlı olarak bireyleşen ve toplumsallaşma sürecinin tarihsel akışını engellemek üzere bireyleşmenin toplumsal zaman ve mekanda bireyleşme sürecini tek yanlı ve önü bütünüyle açık olacak şekilde aşırı bireyleşmeye dönüşmesini vaaz eden bir dünya görüşüne karşı gelmektedir.
Diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse eğer; liberal faşizm, sonuna erişmiş kapitalist sistemin duruma uygun olan en keskin kılıcıysa, neoliberal ideoloji de aynı sistemin, insani olarak bilinen her türlü değer ve vicdandan yalıtılmış bilincidir. Ne demek istediğimizi açıklamaya devam etmeden önce şu konunun herkesçe bilinmesi gerekmektedir: Nasıl ki, kapitalist sistem tarihsel olarak kendisine ayrılan süreyi doldurarak hayat ile ölüm arasındaki sınırı aşmış ve içine düştüğü bitkisel bir hayatı sürdürmek için insanlık çerçevesinde kabul edilemeyecek her şeyi yapar hale gelmiş ise, bu iş için seferber olan liberal faşist siyasi mihraklar ve her türlü insani değerden arındırılmış olan neoliberal akıl da, bütün düşünce ve eylemlerinin yok edici-yok olucu yanlarının bütünüyle bilincinde olarak hareket etmektedirler. Meselenin bu yanına özellikle dikkat çekmemizin nedeni, kapitalist sistemin ve sermayenin besleyip büyüttüğü bu güruhun yapıp ettiklerinin özellikle de her türlü medya aracılığıyla gerçekleştirilen “sahte yüzlerine” bakarak ileri sürdüğümüz görüş ve iddiaları abartılı bulan bazı “emekçi halktan” yana muhalifleri uyarmak sebebiyledir. Bir kontrast yaratmak ve böylece çıplak gözle gördüğümüz şeyleri algılamamızı ve zihnimizde oluşan düşünceleri anlamlandırmamızı kolaylaştırmak üzere, içinde bulunduğumuz yok oluş-yok ediş durumunu çok da uzak olmayan bir tarihte yaşanmış ama tartıştığımız konu açısından metafor teşkil edecek bir olaydan çıkarak açıklamaya çalışacağız.
“Hayırsız ada” sendromu nedir?
Bahsettiğimiz olay, “Hayırsız ada sürgünü” olarak tarihe geçmiştir. 1910 yılında yani Osmanlı döneminde Payitaht olan İstanbul’da cereyan etmiş ve örgütlü ve son derece rasyonel sayılabilecek yöntemlerle canlı bir varlığa yaşatılan nereden bakarsanız bakın gerçek bir canavarlık örneğidir. O zamandan bu zamana kadar bir asrı geçen bir süre zarfında çeşitli metamorfozlar yaşamış olsa da İstanbulluların hafızalardan asla silinmemiştir; çünkü olayın benzerleri bugün de yaşanmaktadır. Biz de zaten bu olayı ilkönce kitaplardan değil ama babamızın derin iç çekişleriyle anlattığı şekliyle ağızdan bir anlatıyla öğrenmiş ve çok daha sonra kitaplar aracılığıyla bu olayı teyit etmiştik. Olayın iki kahramanı var: Birincisi, mağdur olan, İstanbul’un en az İstanbullular kadar eski ve onlar tarafından sevilip beslenen ama yetkililerce toplandıktan sonra şehrin açıklarındaki “Sivri Ada” denilen küçük ve hiçbir etobur canlının yaşamasına elvermeyen ıssız adaya sürülen 80 binden fazla sokak köpeği; ikincisi ise, mağduriyetin sorumluları, “Avrupa’da görülmeyip de Türkiye’de günlük hayatın bir parçası haline gelen bu yaratıklardan” utanç ve rahatsızlık duyan ve bu yüzden onların yok edilmesini talep eden, o dönemin yoksul halkının dışında zengin ve seçkinler kitlesi oluşturan kapı kulu zenginleri ve Levantenleriyle İstanbul burjuvazisi…
(1910 Hayırsız Ada köpek sürgünü ve katliamı- Fotoğraf Haytap Sitesinden)
Bu arada, akla hemen “neden bu 80 bin masum canlı doğup büyüdükleri kendi mahallelerinde hemen oracıkta çeşitli biçimlerde öldürülmediler de hele o dönemde meşakkatli bir şekilde teker teker toplanıp yine bir o kadar meşakkatli bir şekilde ıssız bir adaya sürüldüler?” sorusu gelmekte. Yok edicilerin “İnsani metotları tercih ettiklerinden” mi, yoksa İstanbul’un çoğunluğunu oluşturan yoksul halkın gözlemledikleri vahşet karşısında tepki göstereceklerinden korktuklarından mı? Issız adaya sürülen hayvancıkların günlerce ta İstanbul’dan işitilen çığlıkları altında önce açlıktan ve susuzluktan ölerek ve sonra birbirlerini parçalayıp yiyerek yok olduğu olgusunu dikkate aldığımızda ve bu canavarca projeyi planlı-programlı bir şekilde hayata geçirdiği gerçeğini de dikkate aldığımızda, bu insan dışılığın insanlıktan biraz olsun nasibini alanlarla gerçekleştirilmemiş olduğu aşikardır. Bu durumda ikinci şık yani itlafın halkın tepkisinden korkulduğu için şehrin mahallelerinde veya ulaşılabilir uzaklıkta gerçekleştirilmemesinin biricik neden olduğu açık seçik bir olgu tespitine dönüşmüş olmaktadır. Kaldı ki, canlı bir varlığa karşı işlenen canavarca cinayetin, suç işleyip de izini kaybettirmek için her yola başvuranların iddia ettiği gibi genel anlamda “insanlar” veya insanlık olmadığı ama insanlığı domine eden burjuva sınıfının üyeleri olduğu halktan duyulan korkuyla da ispatlanmış olmaktadır.
“Hayırsız ada” (Sivri adanın diğer adı) sendromunun bütün yer küreyi yekpare hakimiyeti altına alarak aynı zamanda kendi tarihsel sonunu da hazırlayan küreselleşmiş sermaye düzeninin, bu arada dünyayı insan ve onunla birlikte aynı yaşam alanlarını paylaşan diğer canlıların varlığını tehdit ettiğinden bahsetmek, artık bizim gibi bu tehlikeye dikkat çeken otuz yıl öncesinin marjinalleştirilmiş düşünür ve bilim insanının tekelinde bulunmamaktadır. Bu durum herkesçe paylaşılan somut bir olgu olarak, “sahte muhalif” kesim başta olmak üzere, bütün düzen erbabı zevat tarafından da yazılıp çizilmektedir. Gelinen yerde, sayıları çok az olan bir liberal faşist oligarşinin oluşturduğu güruhun dışında kalan insanlar, kendilerinin sıkı bir kontrol altında tutularak yoksullaştırılmış ve yaşam alanlarının gün be gün daralmasıyla da adeta sürüler halinde “Hayırsız bir adada” her ne pahasına (yok edip-yok olmak gibi) olursa olsun hayatta kalmaya mahkûm edilmiş bulunduklarının bilincine varmış bulunmaktadır.
Küresel sermayenin metropollerinde “insani nedenlerden dolayı” var olan yerleşim alanlarının dışında şimdilik toplama kampları, gaz odaları gibi uygulamaların görülmemesi faşist zulmün ve insanlık dışı uygulamaların mevcut olmadığının resmi değildir. Aşırı bireycileştirilerek toplumsal ilişkilerinden soyutlanan ve “artık nüfus” muamelesi gören yakın geçmişin emekçi bireyleri, milyarları barındıran bir “hayırsız ada” haline dönüştürülen dünyada yaşamaya liberal faşist iktidarlarca zorlanarak, kısa ve orta vadede yok eden-yok olan akılcı bir şekilde işletilen bir sistem içinde kendi sıralarını bekler hale gelmiş olmaktadırlar. Gerçekleştirilen ve tipik bir “hayırsız ada sendromunu” andıran liberal faşist uygulamalar o denli “bilinçli” bir şekilde gerçekleştirilmektedir ki, bütün yerkürenin sadece emekçi halklar ve diğer canlılar için değil ama bizzat kendileri için de kısa sayılabilecek bir vadede yaşanmaz hale geleceğinin bilincinde olan liberal faşistler, sadece kendilerinin sahip olabileceği diğer gezegenlerde kendilerine yeni yaşam alanları oluşturmanın peşine düşmüş bulunmaktadırlar…
Böylece oluşturulan “Hayırsız adada” siyasi eylem yazılı veya yazısız birçok kural ve kurallar bütününe göre değil, ama bir tek ana prensibe göre düzenlenmekte diğer bütün yasalar bu prensibe uymak zorunda bırakılmaktadırlar: Her ne pahasına olursa olsun, toplumsal ilişkilerinden soyutlanmış olan aşırı bireycileşmiş insanları, bir yok oluş-yok ediş mekanizmasına dönüşen yerleşik düzene adapte olmaya ve artık kesin gibi görünen ölüme hazırlanmaya hazır hale getirmek. 2. Dünya savaşı öncesinde ortaya çıkan Faşist ve Nazi rejimlerinde ortadan kaldırılması planlanan popülasyonlar sistem dışına itilerek oluşturulan temerküz kamplarında yok edilirken, Kapitalizmin tarihsel sonuna erişmesiyle oluşan liberal faşist düzendeyse tam aksine olacak bir şekilde, bir “Hayırsız ada” sendromunun hakim varoluş biçimi olan “sistem içine” çekilmektedirler.
Bir “yok ediş-yok oluş” ideolojisi olarak neoliberalizm
Neoliberal ideolojinin insan varlığı üzerindeki tek yanlı ve engel olunmazsa geri dönüşsüz olan yok edici etkisinin kaynağını, insan toplumunu topyekûn bir karadeliğe çeviren kapitalist sistemin birey tipi, yani aşırı bireycileşmiş, en yakınlarıyla bile şartlı ve sadece fayda sağlayan ilişkiler geliştiren bir birey tipi oluşturmaktadır. Neoliberal teorinin temelini oluşturan “aşırı bireycilik”, özgün bir biçim alışla tanımlanan somut bir varlığı soyut bir varlığa çevirmenin ideolojisi olarak, toplumsal bütün değerleri tek bir değere yani değişim değeri olan paraya çeviren, ama bu operasyonu insan hayatının yeniden üretiminin sonucunda gerçekleştiremediği için de var olan yaratılmış değerleri dahi yok ederek yapan bir tarihsel sürecin en belirgin özelliğidir. Kendisini sürekli olarak somut bireylerin yani bireysel farklılaşmaların diyarı olan insan toplumuna karşı olmakla tanımladığı için de bütün çeşitlilikleri bir tek şeye tıpkı çeşitlenmeleri doğuran “büyük patlama” öncesinin “singularité” olarak adlandırılan mutlak tekilliğe karşı gelen “paraya” dönüştürür. Bütün insanlığı bir karadeliğe itelemeye mecbur etmek için yerküreyi bir “hayırsız adaya” çeviren liberal faşist devlet yapılanmalarının doktrini olmasının nedeni de zaten buradan gelmektedir.
Nasıl ki liberal faşist siyasi iktidar yapılanmaları bir tek “büyülü” bir işlevle, yani toplumun bireylerini her bir yolu mubah görerek mevcut haliyle kapitalist sisteme “adapte olmak” yoluyla yok oluşa sürüklemektelerse, neoliberal ideoloji de yine bir tek şeyi gerçekleştirerek yani insani olan bütün değerleri ve eylem biçimlerini kendi karşıtlarına dönüştürerek yerine getirmektedir. Bunun başında, gerçekte insanın evrendeki kendi varlığını bizat kendi kendisinin sürekli bir şekilde yeniden evrimleştirerek (üstüne koyarak) yaratması eyleminin başlangıç noktası olarak “canlı emek” taşıyıcısı somut bireyi, aşırı bireyleştirerek yani emeğinin ürünü olan insan toplumundan koparıp soyutlamakla gerçekleşmektedir.
Siyasi eylemin yol göstericisi veya “ışık tutucusu” olarak neoliberal dünya görüşünün her olumlu şeyi olumsuzluğa kısaca söylemek gerekirse varlığı yokluğa çeviren bir etki yaratmasının adına perversiyon yani sapıklık veya sapkınlık anlamına gelen bir kavram uygun düşmektedir. Diğer bir deyişle, “neoliberalizm”, bir ideoloji olarak hayata geçirildiğinde genellikle sapıklıkla sonuçlanan bir dünya görüşüne tekabül etmektedir; sapıklık veya sapkınlık, yani örneğin cinsel ilişki gibi son derece doğal olan bir şeyi normal seyrinden ve amaçlanan hedefinden çıkararak beklenenin tam tersi bir şeye (veya eyleme) dönüştürmektir. Yukarıda örneğini verdiğimiz bireyleşme sürecinin aynı zamanda bir “üstüne koyma” da demek olan toplumsallaşma yerine, bir yaratma eylemi iken aşırı bireycileşme ile “yok etmeye dönüştürülmesi, mükemmel bir perversiyon örneğine karşı gelmektedir. İlave etmeliyiz ki, insan bireyselliğinin ve bireyleşmenin sürekli bir aşırılık hali yaratarak normal sayılan denge hali yerine “dengesizlik” yaratarak perversiyona uğratılması hali, onun koroleri olan toplumsallaşma süreci için de geçerli olmaktadır. Durkheim’ den haberi olan herkesin bildiği gibi, aşırı bireyleşme hali ölümle özdeşleştiği için (İntihar olayı), kimliksel bir denge arayışı içinde olan herkeste aşırı toplumsallaşma talebi doğurmaktadır. İnsanlık tarihinde artık hiçbir geleceği olmayan kapitalist sistemin ideolojisi, bu iş için, bireylere yaratıcılıkla belirlenen ilericilik yolunu değil de tam tersi yöndeki geçmişin ölü zamanlarında var olan “dincilikle” ve “milliyetçilikle” ifade edilen toplumsallaşma biçimlerine açılan gericilik yolunu yani yok ediş-yok oluş yolunu göstermektedir. İngiltere ve ABD gibi neoliberalizmin de anavatanı olan liberal faşist yapılanmalarının dünyanın istisnasız her yerinde cinayet ve katliam birliklerini oluşturması, onları sürekli bir şekilde finanse ederek koruması veya yeri ve zamanı gelince “hayırsız ada köpekleri” gibi itlaf etmelerinin nedeni de küresel boyutta işletilen perversiyonun en elle tutulur örneklerini vermektedir. Bununla birlikte, günümüzde şahit olduğumuz olaylar içinde perversiyona (sapkınlığa) en mükemmel ve amblem teşkil edecek şekilde, “soykırım” mağdurlarının kurduğu ve ABD’nin bir eyaleti olduğu söylenen Siyonist İsrail Devleti, Filistin halkı üzerinde soykırım uygulayarak vermektedir…
“Sapık düşünce iktidarda”
Tırnak içine alarak attığımız bu başlık aslında bir siyasi slogan değil ama son dönem Fransız sosyologlarından Marc Joly’nin yeni yayınlanan bir kitabının adıdır. Konusunu teşkil eden siyasi şahsiyetse, doğrudan doğruya kendi yoksullaştırdığı halkını bir “hiç” olarak nitelemekte tereddüt etmeyen, E. Macron’un siyaset yapma biçimi üzerinden dışa yansıyan ve bir “sapıklık örneği” olarak nitelediği iç dünyasını anlatıyor. Aynı zamanda bu kitap bizi, küresel sermayenin büyük paralar dökerek “Cumhuriyetçi” bir geçmiş tarafından belirlenen, her türlü devrimlerin ülkesi olarak ünlenen ve ekonomisi açısından dünyada ön sıralarda yer alan Fransa’nın başına her türlü sapıklığın en belirgin özelliklerini taşıyan birisini seçtirmesinin nedeni konusunda iyice düşünmeye sevk ediyor. Aynı “sapıklık” (perversiyon) fenomenin Türkiye’deki iktidar yapılanmasında ve ondan beslenen dinci-milliyetçi olsa da liberal faşistlik paydasında kadeh tokuşturanlar arasında çok yaygın olduğu bilinmektedir. Dahası, her türlü değişik kılıklara bürünebilen -milliyetçi veya dinci- neoliberal oligarşik yapılanmalar, sadece Türkiye ve Fransa’da değil ama dünyanın her yerinde her türden sapıklık biçimlerini eğer bizzat kendileri doğrudan doğruya örgütlememiş olsalar bile barındırmakta, tolere etmekte veya normalleştirmektedirler. Bu tür siyasal ve toplumsal neoliberal yapılanmalar, toplumsal hayatı yaşanmaz hale getiren davranış biçimlerinin halk arasında yayılmasını ellerindeki iktidar erkini kullanarak yaygınlaştırmak üzere “teşvik primi” (yasayı uygulamamak veya kolaylaştırıcı yeni yasa çıkarmak gibi…) sayılabilecek kolaylaştırıcı tedbirlere başvurmaktadırlar… Bunun Türkiye’deki örnekleri “çocuk evlilikleri”, kadına tecavüz ve kadın cinayetleri, en tepeden başlamak üzere her türlü devlet malını dolandırma, zimmetine geçirme, rüşvet alma ise “milli spor” haline gelmiş bulunmaktadır. Ama ABD ve Fransa dahil olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinde, özellikle neoliberal oligarşi içinde yoğun olmak kaydıyla, bu tür davranış biçimleri basın yayın organlarında yer alan sıradan olay haline gelmiş bulunmaktadır…
(Marc Joly’nin neoliberal sapıkları anlattığı “İktidarda Sapkın Düşünce” adlı çalışması)
Doğrudan doğruya neoliberal ideoloji ve liberal faşist iktidar yapılanmasıyla ilişkili olduğu ortada olan bir davranış biçimi olarak oldukça yaygın olan perversiyonun bir “ruh hastalığı” olarak bireysel içsellikteki yansımasını psikolog ve psikiyatrlar “narsis sapıklığı” adını vermektedirler. Nitekim Fransız sosyolog M. Joly’nin temel bilimsel araştırma alanı da psikolojik bir sorun olarak bilinen bu ruh hastalığının toplumsal izdüşümleri üzerine çalışmak olmaktadır. Onun kitabında eskizini yaptığı Macron profili, bu çalışmaların devamı mahiyetindedir. Bize göre ise, bu akıl hastalığının son dönemde oldukça yaygın bir şekilde görülmesi ile “aşırı bireycileşme” olayı arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Ötekiler ile ilişkilerinde “kötülük meleği” figürüne temsil eden “narsis sapıklar” aynı zamanda birer “sosyopat” tipler olarak, bizlere neoliberal-liberal faşist özne tipinin ideal sayılacak bir örneğini vermektedirler. Bu tipler, hangi ülkede yaşamış olursa olsunlar, “Hayırsız ada” sendromunun taşıyıcısı bireyler olup, aynı tipteki canavarlıkları tıpkı Nazilerin yaptıkları gibi sıradan insanlar üzerinde denemekten çekinmeyeceklerdir.
SONUÇ: “Hemen şimdi” ve “Anı yaşamak” diktatörlüğü…
Kapitalist sistemin toptan çöküşünün ideoloji ve siyaseti olan neoliberalizm ve liberal faşist diktatörlüklerin işleyiş biçiminin mahsulü olan perversiyona en çok tabi tutulan şeylerin başında hiç şüphesiz “zaman mevhumu” ve onu oluşturan anlardan birisi olan “şimdiki zaman” ilişkindir ve “hemen şimdi” ve “anı yaşamak” deyimleriyle de sıklıkla gündeme getirilmektedir. Bu yüzden, zamanın belli bir anına işaret eden bu iki terim, perversiyona uğratıldığında sanki kendisini var eden şartların dışında özel anlamlar taşımıyormuş ama bu “mecazi” nitelikli anlamların bizzat kendileri zamanın orijinal halini yansıtıyormuş gibi işlem görmekteler; daha doğrusu, sapık liberal faşistlerce gördürülmekteler. Bu yüzden, bu deyimlerin izdüşümüne karşı gelen “şimdiki zaman” kavramının kendinde (en soi) bir mevhum (kavram) olarak nasıl anlaşılması gerektiğini izah etmekle başlamamız daha uygun olmaktadır.
Zaman, kendisini zincirleme bir şekilde oluşturan üç anıyla birlikte, maddenin evrendeki çeşitli hallerinden birisinin bitmiş bir şey değil ama her zaman “oluş halinde” olduğuna işaret etmektedir. Genel anlamda zaman, kendisini içeren evren parçasına yani uzaya karşı gelen bir maddi oluşuma eşittir dersek, yanılmış olmayacağız. Mesela, bir maddi biçim alış yani oluşum olarak “kapitalizmin ömrü doldu” diye bir önerme ileri sürdüğümüzde, bir tarihi ve toplumsal süreç olan kapitalist üretim biçiminin artık, tanımını yaptığımız anlamda bir zamansallık taşımadığını ve içinde var olduğu insan toplumu ve genel olarak insanlaşma sürecini terk ettiğini belirtmiş olmaktayız.
Zamanın maddi tabiatlı bir mevhum (kavram) olmadan var olamayacağı tespiti, onun algılarımıza hitap ettiği şimdiki zamanda var olmadan -ki bu öncelikle bir varlık algılar dünyasında var olmakla başlar demektir- asla var olmayacağı anlamına gelmektedir. Ancak bu tespit bizi, “geleceği olmayan veya zamanı taşıyan maddi sürecin bir ömür geçirdikten sonra artık geleceği kalmadığı bir durumda, maddi tabiatlı bir şeyin zaman mekan içinde var olması ne derece ve nasıl mümkün olabilecektir?” gibi bir soruya cevap aramaya itmektedir. Nitekim, yakından tanıdığımız “kapitalist sistem” zamanını ele aldığımızda ve onun ölümle hayat arasında nasıl hala var olabildiğini sorguladığımızda karşımıza yine aynı soru çıkmaktadır.
Aslında, yakından sorguladığımız ve sonuçlarının dökümünü yaptığımız kapitalist sistemin “bitkisel hayat” yaşadığını söylediğimizde biz, sadece şimdiki zaman üstüne katlanarak ve ölü zamanlar olan geçmişin biçimlerine bürünerek artık kısa da olsa bir sistemin veya organizmanın bir müddet daha var olabileceğini öngörerek kabullenmiş te olmaktayız. Ancak, maddi bir var oluş ile yok oluş üzerinden veya hayat ile ölüm arasındaki zaman mekân aralığı olarak tanımlanan zaman mevhumunda belirleyici olan “şimdiki zaman” veya onunla eşanlamlı olan “hemen şimdi” ve “anı yaşamak” kavramları bir insani oluş sürecinde aldıkları “yaşam zamanı” olma özelliğini terk edip bir perversiyona tabi tutularak kendisinin tam tersine dönük bir işlev ve anlam kazanacaktır: Ölüm zamanı! Kapitalist sistemin bir toplumsal yapılanma biçimi olarak geleceğini kaybetmesi, kendisini “hemen şimdi” somut bir varlık olarak var eden toplumsallığını kaybetmesi ve böylece çevresindeki bütün hayat alametlerini yutan karadeliğe dönüşmüş olduğu olgusu demektir. İnsanların zamansallığı kendi canlı varlıklarında bir türlü yaşayabilmeleri için tek yön olarak gösterilen geçmişin yani ölümün yolu, onları mutlak bir yok oluşa yani karadeliğe doğru hortumlayan ölümün yolu olmaktadır.
Makro ölçekte yani “toplumsal dışsallıkta” cereyan olayı bütün gerçekliğiyle ortaya koymaya çalıştık; şimdi de bireysel içsellikte cereyan etmekte olayları gözlemlerimiz üzerinden sorgulamaya çalışalım. Bu mecrada varoluşu ve davranış çizgilerini belirleyen şey sınıflı toplumsal yapılanmaya göre farklılaşmalar göstermektedir. Yok edişi temsil eden sermayeyle şu veya bu şekilde beslenerek var edilen burjuvazinin, karadeliğin ufuk çizgisinde siper almış olduğunu ve kendisine doğru çekilmekte olan insanların kanıyla beslenerek bir nefes dahi olsa hayatta kalmaya çalışmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. İnsana dair var olan her şeyi yarattığından hayatı temsil eden emekçi sınıfın bireyleri ise kelimenin tam anlamıyla ikiye bölünmüş durumda ve bütün mesele yani kara deliği ortadan kaldıracak toplumsal bir geleceğin yeniden ikamesi de bu seviyede işlerin nasıl gelişeceğine bağlı bulunmakta…
Özet olarak belirtmek gerekirse, insanlığı içine itilmekte olduğu karadelikten kurtarabilecek emekçi sınıfın önemli bir kısmı, diğer kısmına rağmen çok daha donanımlı görünse ve onu “cehaletle” suçlamış olsa da hala bütünüyle yerleşik düzende olup bitenlerin bilincinde olmadığından, kapitalist sisteme entegre olmaya çabalamakla meşgul olmaktadır. Bu kesimin temsilcileri doğrudan gözlem yapabildiğimiz Türkiye ve Fransa’da “sahte muhalefet” dediğimiz kesimi oluşturmaktadırlar. Diğer kesim ise, bir emekçinin aklı ve sağduyusu ile hareket eden ve karadeliğe yem olmamak için sadece elde edebildiği her fırsatı değerlendirerek Haziran Ayaklanması ve Sarı yelek isyanında olduğu gibi, sahte muhalifler ve palavradan devrimcilerin yerinde saydığı ve gerilediği her durumda ayağa kalkan gerçek halk muhalefeti dediğimiz ve yerleşik düzene alternatif olarak sundukları “doğrudan demokrasi” deneyimleriyle kendisini son on yılı aşkın bir sürede sık sık göstermeye başlayan kesimdir.
Bu yazıyı kaleme aldığımız günlerde devrimci halk muhalefeti, sahte muhalifleri de peşine takarak kapitalist sistemin temsilcisi bir liberal faşist diktatörlükten çıkış yolunu göstermek üzere yollara düşmüş alanları doldurmuş durumdadır. Selam olsun!
1 Birinci kuşak olarak adlandırdığımız ana-babalar kuşağı olarak adlandırdığımız bireylerin hayat çizgileriyle ilgili olarak 1989 ile 1992 arasında gerçekleştirdiğimiz üç tane “monografik” nitelikteki alan araştırmamız mevcuttur. Bunlardan birincisi “L’integration des Turcs” adlı bir makale şeklinde Didier Martin adlı bir sosyoloğun yönettiği kolektif bir eserde L’harmattan yayınlarında yayınlanmıştır…