Mahir Konuk / 25.12.2024
Eleştirimizin bir önceki bölümünde, toplumsallaşma sürecinin geçtiği mekanın, birey tarafından ama illaki kolektif bir şekilde yaratılırken nasıl yapılandırıldığına değinmiştik. Ve bu bağlamda muhatabımız olan E. Todd ’un bu süreçte neolitik ile birlikte adım adım ortaya çıkan ve Sümerlerden itibaren ilk biçimini alan sınıflı toplum yapılanmasını ve onun en son biçimi olan kapitalist tipteki toplumsal yapılanmayı görmezden geldiğini belirttik. Oysa ki, günümüzde var olduğu biçimiyle kapitalist sistemi tam olarak anlamadan sınıflı toplumsal yapılanmayı ve sınıflı toplumsal yapılanmayı anlamadan da genel olarak toplumsal yapılanmaların ne öncesini ne de sonrasını asla tam olarak anlayamayacağımızı tespit ettik.
Antropoloğumuz, toplumsallaşma sürecini, sınıf ve sınıf savaşı gerçeğini içinde eriterek kayıplara karıştırmaya çalıştığı bir “teknolojik ilerleme” potası ile yapılmaktadır. Ayrıca bu sürecin mekan boyutunun kilometre taşlarını ise aile yapılanmaları ve onların evriminin içine hapsetmektedir. O, bu işlemi büyük bir el çabukluğuyla “burjuva ruhunun” deriliklerine kök salmış bir “asgari müşterek” olan Freud’cu teorinin zaman üstü kategorilerini kullanarak gerçekleştirmektedir. Böylece son beş bin yılın toplumsal gerçekliğini belirleyen sınıfsal yapılanma, aynı zaman aralığında genel toplumsal yapılanmanın özel biçimi olan “aile” yapılanmasına uyduruk ve tersine işleyen bir nedensellik bağı içinde yine tersine çevrilerek bağlanmış ve anlamından soyutlanmıştır.
Eleştirimizin bu bölümünde, Todd’un öğretisinin zaman boyutunu inceleyeceğiz. Ve göreceğiz ki bu mecrada da durum, onun toplumsal mekanın yapılanmasında takındığı tavırdan farklı olmadığı gibi varılan sonuçlar göz önüne alındığında daha da vahim bir hal almaktadır. Bahsini ettiğimiz zamansal boyut, avcı-toplayıcı topluluklardan günümüze kadar olan süreçte, insanlaşma bağının nasıl kurulduğuyla ilgili olacaktır. Bizim için “insanlaşma” sürecinin zamanı, belirtilen süreçte toplumsal mekanların ortaya çıkıp kaybolmasıyla veya tam olarak belirtmemiz gerekirse eski biçimin yerini yeni toplumsallık (yapılanma) biçiminin almasıyla süreklilik kazanmaktadır. “Oluş Sorunu” (El yayınları) adlı kitabımızda etraflıca ele alıp incelediğimiz gibi, zaman-mekan birlikteliğini mümkün ve gerekli kılan evrenin bütün bileşenleri ile birlikte sürekli olarak “oluş halinde olmadan var olamaması” olgusundan ileri gelmektedir.
“İlkellik” avcı-toplayıcıların neresindedir?
“İlkel” veya “primitif” kavramının “insanbilim” alanında tartışmalı bir kavram olmaya başladığına şahit olmaktayız; nitekim, özellikle de “insan” söz konusu olduğunda araştırmacı ve düşünürler ilkel veya primitif deyimi yerine “ilksel” anlamını taşıyan “primaire” (primer) sözcüğünü kullanmaya başladılar. İleri sürülen gerekçelendirmelerden de anlıyoruz ki, “ilkel” kavramına hayatın diğer alanlarındaki kullanma biçimi ve yerinden dolayı pejoratif yani aşağılayıcı bir anlam yüklenmiş olmasının rolü, sıfat değiştirmedeki büyüktür; çünkü bu durumda yaratılması mümkün olan kavramsal kargaşa, nesnel anlamda varlıkların kendi gerçek niteliklerini göz ardı edilmesini doğurabilmektedir. Bizim için “ilkel” kavramı da “ilksel” kavramı gibi, bir varlığın diğer bir varlıktan içerik ve biçim değiştirerek yeni bir “oluş süreci” başlatırken aldığı hali ifade etmek olarak anlaşılabilecek yeterliktedir. Üstelik, “ilkel” kavramının günümüzde pejoratif olarak yankılanan içeriğinin oluşmasında ideolojik ve siyasi anlayışların belirleyici olduğu bilindiğinde, “ilkel” sözcüğünün yerine “ilksel” sözcüğünü kullanmakla, -eğer anlayış biçiminiz değişmemişse- işin içinden çıkılamaz, eski bir olumsuzluğun yerine yeni bir olumsuzluk üretmekten kurtulmak mümkün olamaz. Neticede biz, geçmişte olduğu gibi bugün de eş anlamlı olan bu iki sözcükten ilkini kullanmaya devam edeceğiz; ama ikinciye yüklenen “ilk olma” veya “varlığın başlangıçtaki hali” veya kısaca “başlangıç hali” olma anlamına titizlikle riayet etmeye çalışarak ve daha başka ideolojik ve siyasi amaçlı içerik değiştirmelerine karşı evvelce yaptığımız gibi mücadele etmeye devam ederek…
İnsanlaşma sürecinin bütününü göz önünde bulundurduğumuzda, daha önce birçok bağlamda açıkladığımız gibi, insan varlığının ilkel veya başlangıç hali “homo-erectus” ile birlikte “ayağa kalkması” ve böylece “insansı” türlerden temelli bir şekilde kopması ile 2 milyon yıl kadar önce gerçekleşmiş bulunmaktadır. Evrendeki insan varlığının bu eskiden temelli bir kopuş ve aynı zamanda yeni olana başlangıç halinde sahip olmaya başladığı temel nitelikler şöyle gerçekleşmektedir: 1) Ellerin özgürleşmesiyle birlikte insanın kendi varlık şartlarını (toplumsallık) kendisi yaratması ve evren içinde göreceli ve kendine özgü bir otonomiye sahip olmaya başlaması; 2) Algılama ufkunun genişlemesi ve böylece dünya ile evren arasındaki ilişkinin bir bütün olarak gözlemleyebilir hale gelmesi ve bu gözlemlerini kendi toplumsal yaratıcılığına katmaya başlaması; 3) Yaratma faaliyeti ve algılama faaliyeti ile gerçekleşen deney birikimiyle birlikte insan türüne özgü düşünsel faaliyetin de başlaması ve/veya diğer faaliyetler gibi hız kazanması.
İnsan varlığının kurucu olan bu özelliklerinin, bizim çıkarımlarımıza göre homo-erectus ile başlamış olması olgusu, onu ilkel veya ilksel insan yapacaktır; ama yine de insan kategorisine dahil edilen ve en sonuncusu ise homo-sapiens olarak çağrılan insan türlerinin artık bu özelliklerin her biriyle ilişkili olmadığını, mesela “kendi toplumsallığını” kendi varlığının maddi şartlarını yaratırken (üretim faaliyeti) gerçekleştirdiği olgusunu ortadan kaldırmadığını akılda tutmak gerekmektedir. İnsanlaşmanın bu varoluşsal gerçeğinin, yani toplumsal biçim ve yapıların sürekli bir biçimde zaman içinde değişmiş olmasına rağmen, değişmeyen yanının -mesela toplumsallaşmanın sürecin iki bileşenden birisi olduğu gerçeğinin- içinin boşaltılması aslında evrendeki insan varlığının kimliksizleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Y. Harari’nin “Homo-sapiens” adlı kitabını eleştirirken onun ideolojik ve siyasi yönlendirmelerle bu “iç boşaltma” eylemin nasıl becerdiğini gözlemlemiş ve eleştirmiştik (Bkz. “Yol Ayrımı”, El yayınları); ancak, insan kavramının kısırlaştırılmasına dönük ikinci ve belki de daha tehlikeli bir biçimine de E. Todd’un öğretisini eleştirirken şahit olmaktayız. “Daha tehlikeli” çünkü, bir burjuvanın o her türlü düşünce ve eylemi “sınıf çıkarlarının” içine bir türlü hapsetme eylemini, vülger bir “görevli” olduğu anlaşılan Harari’den çok daha ustaca, yani ortak bilimsel usul olan olan “olgulardan hareket etmeyi” antropoloğumuz çok daha iyi becermekte ve o oranda da bir yanıltma gücüne sahip olabilmektedir.
Mesela, Todd’un insanlık kavramına ve insanlaşma sürecine karşı olan ve aslında ideolojik ve siyasi amaçlar taşıyan tahrifatlarında, kendi türünün en kepazesi diyebileceğimiz bir Harari’nin yaptığı gibi “insan toplumsallaşması dedikodu ve bireylerin birbirileri çekiştirmeye dayanır” türünden ancak bir “gizli servis”in kullandığı “yapay zekanın” yapabileceği hata türünden ahmaklık abidesi bir zırvalamayı bulmak pek mümkün görünmemektedir. Antropoloğumuz; belirttiğimiz üzere sürekli olarak içinde yaşadığımız ve başkalarıyla paylaştığımız olayları manipüle ederek “toplumsallaşma” ile insanlaşma arasındaki bağı koparmaya çalışarak amacına ulaşmayı tercih etmektedir; Tıpkı genel olanla özel olanı veya genel toplumsal yapılanma ile özel aile yapılanmasını tersine çevrilmiş bir nedensellik bağıyla bağlamaya çalışırken yaptığı gibi…
Evet, bizim bir Harari veya E. Todd ile ilgili olarak söylediklerimizin, “bilimsel tavır nedir?” sorununa bağlandığının iyice anlaşılması için, şu noktanın altını kısaca çizmemiz gerekiyor: Biz “ilkel” kavramı üzerinden insanlaşmanın başlangıcının zaman içinde evrimleşmesiyle birlikte -ve hatta ona rağmen- ne olup ne olmadığını tartışmaktayız ve tespit edip tanımladığınız başlangıcın, gerçekte insanlaşmanın içinde ortaya çıkan yeni bir tür insan olarak tanımlanan homo sapiens ile gerçekleştiğini iddia eden muhataplarımızla anlaşamamaktayız. Burada arka planda da olsa tartışılan konu, genel anlamda “bilimsel nesne” ve insan varlığının özgül alanında “insanlık” denilen nesnenin ne olup ne olmadığı tartışmasıdır. Aynı tartışma “fizik evren” veya kısaca “evrenin fiziksel varlığını” araştırma nesnesi olarak alan fizik bilimi arasındaki tartışmalarda da karşımıza çıkmaktadır. “Newton fiziği” ile “kuantum fiziği” arasında kurulabilecek ilişki buna bir örnek teşkil edebilecektir. Nitekim, bu iki fizik öğretisi, sonuçta birbirleriyle tam olarak örtüşmeyen, ama fiziksel evren üzerinde sahip olduğumuz bilgileri tamamlamalarına rağmen birbirleriyle örtüşmeyen öğretilerdir. Her iki öğreti de toplumsallaşma süreciyle -eğitim ve öğrenimle- zaman içinde taşınabildiklerinden insan varlığına ve yaşam faaliyetlerine katılarak onun içeriğini de zenginleştirmenin yanında insanın yaratıcı gücünü çok ilerilere taşımada da vesile olmuşlardır. Kabaca Newton fiziği kendisine “makro evreni” ve kuantum fiziği ise kendisine “mikro evreni” konu olarak almaktadır; ancak fizik evrene bakışta farklılaşma göstermiş olsa da her iki bakış açısının nesnesi bir ve aynı “fiziksel evren” olmaya devam etmektedir. Aynı şekilde, biz insanlaşma sürecini “erectus” ile başlatırken, “sapiens”in insanlıktan çıkmış bir insan türü olarak görmemekteyiz. Aynı şekilde, tanımını verdiğimiz insan türünün içinden, muhtemelen 5 milyar kadar yıl sonra gezegenimiz evrenin o sihirli tozuna dönüşmeden önce başka ve evrimleşmiş canlı türlerinin ortaya çıkma olasılığını da aklımızda tutmaktayız. Ancak bu varsayım bizi, biz daha bu mutlu son veya umutlu başlangıca varmadan, aklıyla malum olan sapiens cinsinden sonra gelebilecek olan ve “insan türü canlı” içinden yeni bir cinsin daha kendisini gösterme olasılığını da göz ardı etmemekteyiz.
Todd’un öğretisine ileride getireceğimiz eleştirilerin tam olarak anlaşılabilesine katkıda bulunabileceğini umut ettiğimiz bu ön hatırlatmalardan sonra, şimdi de her zaman olduğu gibi sözü ilk önce ona vererek söyleyeceklerimize devam edelim:
“Tarım; Ortadoğu’da, Çin’de, Yeni Gine’de, Afrika’da, Orta ve Güney Amerika’da doğdu. Bu tarımsal ortaya çıkışın her biri, ilgili toplumlarda baba soyluluk prensibine geçişe götürdü. … / … İnsanın aile sistemlerinin tarihi, esas olarak, biyolojiye referans yapmaksızın yazılabilmektedir.” (S. 52)
“Keltler veya Germenler olsun, “barbarların” farklılaşmamış nükleer ailesi, oldukça geç bir zamanda mutlak nükleer aileye dönüştü. İki taraflı aile sistemi etkisiz hale geldi erkek ve kız kardeşlerin dayanışması, yerel grupların işleyişinin temel bir bileşeni olmaktan çıktı.” (S. 237)
“Homo Sapiens’in ortaya çıkışında var olan avcı-toplayıcı gruplar da yataylık prensibine göre biçimlenmişti. Düşey bir örgütlenme olmadan birbirleri ile görüşmekte, işbirliği yapmakta, didişmekte, eş alışverişinde bulunmaktaydı; bu düşey olma biçimi ister kalıcı toplumsal farklılaşma biçimi, isterse Devlet veya yerel grupların ortak aşkın dinsel bir varlık olsun, fark etmez. … / … İngiltere’den de fazla bir dozda, Amerika’nın antropolojik temeli ilkel veya başka bir kelimeyle ilksel olarak kabul edilebilir.” (S. 252)
Tartıştığımız “ilkellik” veya “ilksellik” meselesiyle ilgili olarak, birinci paragrafta anlatılan en önemli şeylerden birisi toplumsal değişimlerinin nedeninin “biyolojik” karakterli bir nedenle açıklanamayacağının vurgulanmasıdır. Doğrusu, H. Spenser’ci ırkçı toplum anlayışıyla böylece arasına bir mesafe koyduğu için antropoloğumuzu ne kadar tebrik etsek azdır! Aynı zamanda, belirtilen bu ayırım çizgisinin varlığı, onun yaptığımız alıntılarda ve eserinin bütününde doğru yolda olduğunu söylediğimiz anlamına gelmemektedir. Nitekim, aynı paragrafta, dünyanın farklı bölgelerinde ve farklı zamanlarda tarım toplumuna geçiş ile aile yapılanmasının farklılaşması arasında kurduğu ilişki sorunludur. “İlkelliği” temsil eden avcı-toplayıcıların eşitlikçi nükleer ailesinden, eşitsizliği temsil eden “baba soyluluk” prensibi üzerine yükselen “kök” ve “komünoter” (ve biz buna eşitsizlik prensibi üzerine yükselen mutlak nükleer aileyi de katmaktayız) aile tipleri arasında gerçekte var olan ilişki, sınıfsız bir toplumla sınıflı bir toplumsal yapılanma arasındaki ilişki ile aynı tabiatlıdır. Diğer bir deyişle, “ilkel” eşitlikçi nükleer aile ile ondan sonra gelen aile tiplerinin hemen hepsinin arasındaki ilişkiyi belirleyen şey yapısal ve temelli bir kopuştur; ama hiçbir şekilde birbirini bir nedensellik zincirinde var olan devamlılık değildir: Her zaman doğa ile özgün bir ilişki biçimini de içeren üretim faaliyetinin değişmesiyle birlikte, önce bireyler arasındaki yapılanma biçimi değişmeye başlamış ve onunla birlikte aile yapılanmaları da köklü değişikliklere uğramıştır. Sonuçta var olan nedensellik ilişkisi “ilkel” ve ilkel olmayan aile tiplerinin ilişkilerinin arasında değil ama genel toplumsal yapılanmayla özel hayatı biçimlendiren aile yapılanması arasındadır. Her zaman olduğu gibi, olgusal gerçeklerin bütünü ile örtüşmeyen ve “burjuva olmak” gibi ideolojik ve siyasi yönlendirmelerle oluşan bu “kısa devre” yapış ile, ne ilk olmanın erdem ve zayıflıklarını ne de sonra ortaya çıkmanın ilkellikten kurtulmaya yetmediğini bütünüyle birbirlerine karıştıran anlayış ve yöntemle de aramıza yine kalın bir çizgi çizmemizin gerçeğe yakın olmak için kaçınılmaz olduğunu düşünmekteyiz.
En genel biçimiyle, “ecdadımızın” üretme, üreme veya kısaca yaşama biçimi olan göçebe “avcı-toplayıcılıktan”, yerleşik hayatı öngören “tarım toplumuna” geçişi, evrende -veya onunla ilişkilerinde- topyekun bir şekilde belli bir zaman-mekan düzenlemesine göre yapılandırılmış toplumsal hayattan bir diğerine geçişi öngörmektedir. Dolayısıyla bu süreçte, ilk değişen ve kendisiyle birlikte insanlaşmanın diğer unsurlarını (bireyleşme, toplumsallaşma)değiştiren toplumsal yapılaşmanın kendisi olmuştur. Yapısal değişimle birlikte toplumsal mekan kompakt bir hale gelirken, artık üretimin artması yani ürünün bollaşmayla birlikte toplumsal zaman hem bollaşmakta ve hem de daha başka yapılanmaktadır. Yaşam alanı olan mekanın eskiye göre daralması ve artık ürünün nasıl paylaşılması gerektiği sorunu “mülkiyet” ve “otorite” meselesini de giderek daha fazla insanlaşma sürecinin gündemine getirmektedir. Nihayetinde, toplumsal sınıfların genel hatlarıyla ortaya çıkmasıyla birlikte, ilk önce babanın otoritesinde temsil edilen “özel mülkiyet” hakkı gündeme gelmiş ve bu hak, sınıfsal biçim alışın rengini alan “Devlet” kurumlarının hukuki kuralları ve yaptırım gücüyle garanti altına alınarak yapısal hale getirilmiştir: Bizce başlangıç noktası olan ilkel “avcı toplayıcıların” sınıfsız ve eşitlikçi toplumsal yapılanmadan, farklılaşmış aile yapılanmalarını da önüne katan sınıflı yapılaşma sürecinin, olgulara en uygun biçimi işte bu şekildeki bir süreç izlemiş olabilecektir.
Anlaşılacağın ve Todd’un iddia ettiğinin aksine, burada eğer bir nedensellik ilişkisi ille de kurulacaksa bu onun gösterdiğinin tersi yönünde öncelikle tarım toplumu ve sonra da sınıflı bir yapılanmadan aile yapılanmasına doğru gerçekleşmektedir. Nitekim, 3. Alıntıda sınıflı toplumsal yapılanma gerçeği, eleştirdiğimiz eserin çok daha ileri sayfalarında, sanki aile yapılanmasının dışında ve ondan bağımsızmış gibi tanımlanan bir genel toplumsal yapılanma varmış gibi -hem de doğru genellemelerle- kabul görmektedir. Bizce de avcı toplayıcıların toplumsal yapılanmasının “yatay” olarak nitelendirilmesi ve buna karşın, yerleşik hayata ve sınıfsal yapılanmaya geçişle birlikte bireyler arasındaki ilişkiler de eşitlikçi ve dayanışmacı olmaktan çıkmış, mülk edinme biçiminin değişikliğe uğramasıyla birlikte “farklılaşma” ve eşitsizliğin mutlaklaştırılmasıyla çeşitli biçimlerde ve kaçınılmaz bir şekilde dikey yapılaşmayı ortaya çıkarmıştır. Alıntıda “Keltler ve Germenler” üzerinden yapılan örnekleme de zaten bu tespiti güçlendirmektedir.
Bu durumda, Todd’un “ilkel” veya “ilksel” olarak adlandırdığı şey, gerçekte eşitlikçi ve dayanışmacı “avcı toplayıcı” topluluklar ve onların çeşitli biçimler alan nükleer ailesidir. Yine ona göre bu ilkellik hallerinden çıkış, bireycileşme ve buna bağlı olarak evrenin kolektif mülk olmaktan çıkarak özel mülk haline getirilmesiyle başlamaktadır. Bu esnada avcı-toplayıcı faaliyetiyle tanımlanan ve daha çok “toplumcu” -veya komünal- görünen bireyin, tarımsal faaliyetin ve giderek sınıflı yapılanmanın “bireyci” bireyine dönüşmesiyle birlikte, aile yapılanmaları da değişikliğe uğramaya başlamıştır. Bu farklılaşmanın en üst biçimleri ve Todd’a göre “barbarlıktan çıkma” ve/veya tam olarak onun anlayışına en uygun olarak söylersek “barbarlıktan bir türlü çıkamama” olgusuna doğru ilk adım olan ve bireyci ve eşitlik karşıtı “mutlak nükleer aile” yapılanması, diğer bir şekilde ifade edersek, gökyüzü (doğa) ölçüsü ile yeryüzü ölçüsünün (dinsel ve sınıflı yapılanma) birbirinden temelli bir şekilde ayrışmasının ön adımını oluşturmaktadır.
Dolasıyla, “komünal” yani eşitlikçi ve dayanışmacı olan “nükleer aile ile, antropoloğumuzun ile İngiliz ve Amerikan aile yapılanmasının ve genel olarak kapitalist yapılanmanın en ideal biçimi olan “mutlak nükleer aile” yapılanması arasındaki antropoloğumuzun var olduğunu iddia ettiği ilişki bize şunu göstermektedir:
1) Sınıflı toplumsal yapılanmaların ilk, İngiliz ve Amerikan toplumlarında en son biçimini belirleyen “mutlak nükleer aile” yapılanması ile “eşitlikçi ve toplumsalcı” (komünal) olan avcı-toplayıcıların aile yapılanmaları birbirleri ile kıyaslanınca iki ayrı ve gerçekte birbirine tamamen yabancı olan toplumsallaşma biçimini temsil etikleri ortaya çıkmaktadır.: Sınıflı toplum ve komünal toplum.
2) Todd ’un; bizce sadece sınıflı toplum ve kapitalist toplum yapılanmasını en mükemmel şekilde temsil eden İngiliz ve Amerikan ailesinden, tarım faaliyetinin ortaya çıkmasının öncesinde var olan “komünal” avcı-toplayıcı topluluklara doğru gidildiğinde ortaya çıktığını iddia ettiği “kucaklaşma”, birbirlerine benzeyen toplumsal yapıların insanlaşma sürecinde mesela “köleci toplum” ile “feodal toplumun” kucaklaşması şeklinde değil, ama iki toplumda da hüküm süren barbarlığın devamı şeklinde gerçekleşebilecektir.1 Diğer bir deyişle, sınıflı topluma geçiş, avcı-toplayıcılarda kısmen de olsa var olan barbarlığı ortadan kaldırmadığı gibi, bir ve aynı toplumda ikame edilen “Devlet aygıtı” aracılığıyla daha sofistike bir şekilde uygulanan sömürücü sınıfın sömürülen sınıf üzerindeki hakimiyeti olarak sürdürüle gelmiş bulunmaktadır.
3) Dolayısıyla, İngiliz ve ABD toplumlarının, “mutlak nükleer aile” yapılanması üzerinden devralıp sürdürerek devam ettirdiği barbarlık, insanlaşma sürecinin geçmişine doğru tanımlanan “barbarlığın” en tekamül etmiş biçimi olabilecektir.
4) Bu iddiamızın sağlamasının yaşanmakta olduğumuz ideolojik ve siyasi tarihi olaylar üzerinden yapılması gayet kolay olacaktır: Aşırı bireyleşmenin yanında, toplumsallaşmanın olumsuzlanmasından (negasyon) başka bir şey olmayan neoliberalizmin yine bu coğrafyalarda (İngiltere ve ABD) ortaya çıkmış olduğu olgusu… İşte bundan dolayıdır ki biz, barbarlığın zirve yaptığı neoliberal dönemdeki “kapitalist sistemi” bir “karadelik”, Devlet yapılanmasını ise “liberal faşizm” olarak evrendeki insan varlığının devamını tehdit eden toplumsal yapılanma biçimleri olarak tanımlamaktayız.
5) Yukarıda tanımını yaptığımız insanlaşma ve toplumsallaşma sürecinde, “insansı” olarak adlandırdığımız varlıktan homo-erectus’a geçerken devraldığımızı varsaydığımız “barbarlık” halinden en azından çok daha büyük oranda nasıl kurtulabileceğiz? İşte insanlık tarihi boyunca çeşitli bir biçimde sorarak ilerleme kaydettiğimiz soru budur! Ve işte bir insan olarak varlığımızı tehdit eden kapitalist sistemin neoliberal dönemin sonlarında verebileceğiz cevap: Artık inşasına doğrudan bir şekilde başlanması ideolojik olmaktan çıkıp, bir aciliyet halini alan pratik-siyasi bir mesele olarak “modern komünal” -veya komünist- toplum yapılanmasının önünü açmak için ne gerekiyorsa onun yapılmasına hız vermek…
6) Komünist topluma doğru yol almak üzere “ilkel komünal toplum” da dediğimiz “avcı toplayıcı” toplumdan da günümüzün sorunlarına dönük olarak çıkaracağımız çok dersin olacağını da bilmeliyiz. Biz; bu “ilkel” komünal yapılanmadan E. Todd’un yaptığı gibi barbarlığı değil ama bireylerin birbirleriyle ilişkilerinde eşitlikçi ve dayanışmacı “yatay yapılanmasını” model olarak almanın yanında, onların avcılık ve toplayıcılık aktivitesiyle doğrudan ulaşabildiği zenginlik kaynağı olan doğanın “özel mülk” edinmeyle değil ama ancak kolektif bir şekilde sahiplenilmesi gerektiği düşüncesini alacağız. Dolayısıyla, binlerce yılın yaşama ve düşünme faaliyetinin deneyleriyle zenginleşmiş olarak biz, bireyleştiğimiz kadar toplumlaşabilen ve toplumsallaştığımız oranda da yeniden ve yeniden bireyleşebilen insanların doldurduğu bir komünist toplumsal yapılanmasına ve bilinçli bir şekilde yönelebilecek tarihsel ve toplumsal bir konumdayız.
7) Böylesi deneyimli ve bilinçli bireylerin eseri olarak yapılandırması sürdürülecek olan komünist toplum, sadece ABD ve İngiliz Krallığı önderliğinde yürütülen günümüzdeki neoliberal barbarlığı değil ama kapitalist sistemle birlikte 5 bin yıldır süren sınıflı toplumsal yapılanmayı da sonlandıracak donanıma sahip olabilecektir.
8) Bütün toplumsal değerlerin yaratıcısı olarak emek faktörünün öne çıkmasıyla önceki dönemlerden kendisini ayıran “sınıflı yapılanmanın” insanlaşma sürecindeki işlevi de böylece bizzat yaşanarak tam olarak anlaşılmış olacaktır: İnsanlaşma süresinin belli bir aşamasında, “sınıf mücadeleleri” aracılığıyla ve geri dönüşsüz olarak sınıfsız topluma geçişin sağlanmasında bir tür “katalizör” görevi yüklenmiş olmak.
Bu şekilde ileri sürdüğümüz 8 maddeyle İngiliz-Amerikan kapitalist barbarlığını, iyice anlaşılabilmesi için genel bir perspektif çizerek bir bütün olarak insanlaşma sürecine yerleştirmiş olduk. İngiliz-Amerikan önderliğinde yürütülse de küresel bir fenomen haline gelmiş olan bu tür sınıflı toplum yapılanmasının devraldığı barbarlığa, evrendeki insan varlığı içinde bir illiyet bulmanın antropoloğumuzun tozu dumana katarak ileri sürdüğü argümanlara rağmen mümkün olmadığı da anlaşılmış olmaktadır.
Sınıflı toplumun ve ABD-İngiliz kapitalizminin barbarlığı…
Öğretisinin eleştirisinde sona yaklaşırken, şu konun artık ayan beyan ortada olan bir şekil halini aldığına şahit olmaktayız. Şöyle ki: E. Todd, bizlere ciltler dolusu olgu, sayısal tablo ve haritalar, araştırma sonucu ve çeşitli türde başka tarihi, ekonomik, istatistik ve demografik bilgiler sunarak sadece ve sadece bir toplumsal sistem olarak artık tarihe karışmaya çoktan başlamış olan kapitalizmi kurtarmak üzere onun bir toplumsal yapılanma biçimi olarak artık insanlığa ölümcül zararlar vermekte olan bir karadeliğe dönüştüğünü gözlem ve düşünce düzlemlerinin dışına taşımaya çabalamakla işe başlamıştı. Sonunda bununla da kalmayıp, tıpkı neoliberal ideolojinin öngördüğü gibi geçmiş zamanların karanlıklarına gömülmüş toplumsallık biçimlerinin hayaletlerini önümüze temcit pilavı gibi durmadan tekrar tekrar sürerek, onun insanlığı içinde barındırmak üzere hala reforme edilebilir olduğuna bizi inandırmaya çabalamakla devam etti. Şimdi ise artık insanlığın geleceğiyle örtüşen hiçbir yanı kalmayan bu mendebur sisteme tıpkı asalet arar gibi bir “illiyet” aramaya koyulmuş bulunmaktadır.
Ne var ki, antropoloğumuz bu iş için, insan varlığında barbarlık namına ne varsa, sınıflı toplumsal yapılanma biçimlerinin sonuncusunu ve mükemmelini temsil eden kapitalist sistemin kaynağına bağlayarak onu güçlendirmeye çabalamaktan bir şey de yapmamaktadır. Bunu aşağıda aktardığımız alıntıların her birinde “kutup yıldızı” gibi parlayan hezeyanlarından rahatlıkla çıkarabiliriz:
“İngiltere ve Amerika insanlık tarihinin bir eskizinin merkezi elemanını oluşturmaktadır. … / … Bunun nedeni 1700-2000 arasındaki Amerikan ailesinin, homo sapiensin öz biçimine en yakın olmuş olmasıdır.” (S. 39)
“… Amerika somut bir evrenseli temsil etmekte, çünkü homo americanus, ileri dünya için özgün homo sapiens’e çok yakındır” (S: 314)
“Fransızlar, 1789’da Ulus kavramını yarattıklarını hayal ettiklerinde ağır bir şekilde yanılmaktadırlar. … Tam bir ulusçuluk Protestan İngiltere’nin uçuşa geçmesine refakat etti; o kadar ki, o, bu liberal ulusçuluğu kapitalizmin ruhunun zaferi olarak kabul eder.” ( S.174)
“Bir Devletten başka bir Devlete Avrupa’da düşünülmeyecek bir şekilde (Aynı ülkede bir devletten diğerine) hareket eden Amerikan topluluğunun bu çok karakteristik olan özelliği, avcı-toplayıcıların da tipik karakteristiğidir. Köylü toplulukların durağanlığının insanlığın geçmişteki temeli olduğunu düşünmek ortak bir hata olmaktadır. Gerçekte tarımın bizzat kendisi, tabi ki bazı toplulukları … yerleşik hayata geçirdi, ama yine de gezegenin her tarafına homo sapiensin özgün hareketliliğine geri dönen halklar tarafından yaygın hale getirildi. … / …
Daha başlangıçtan beri doğal kaynaklara bağımlı olmakla karakterize olan Amerikan ekonomisi, bu özelliğinden dolayı geçmişin insanına benzemektedir. … / … Amerika’yı karakterize eden fiziki şiddettin kendisi dahi ilkel insan modelini devam ettiren bir arkaikliktir.” (S. 253)
“Bunun yanında, Amerika’nın başarısını hazırlayan onun ilkellik özelliği oldu. Ve bu ülkenin kendi temel ırkçı iş bölümü, bize rağmen, dünyada ağırlığını koymaya devam etmekte. … / … Bu analiz bize ırkçılığın neoliberal devrime olan şaşırtıcı katkısını görmemizi sağladı…” (S. 472)
Yukarıda yazdıklarını okuduktan sonra E. Todd’un öğretisinden yola çıkarak ona tanıdığımız “burjuva bilim insanı” olma sıfatından “bilim” sözcüğünü çıkarmanın gerektiğini düşünmeye başladık; zira bizim de katıldığımız bilimsellik ölçülerine göre, bir düşünme aracı olarak “hipotezlere” her zaman yer vardır, ama burada sergilendiği gibi hezeyanlara, çok kaba ve yüzeysel benzerlikten çok ama çok uzak geçmişle bugünkü durum arasında simetri oluşturarak uydurma benzerlikler yaratmaya hiç ama hiç yer yoktur. Antropoloğumuz artık bir karara varmalıdır: Tam olarak ve yapısal özelliklerinin bütününden yola çıkarak, birbirinden binlerce ve hatta on binlerce yılla ayrılan ve asla kıyaslanamayacak kadar farklı toplumsal ve tarihsel şartlarda var olan ilkel komünal avcı toplayıcı toplumlarla, başlangıçtan beri kapitalist yapılanma biçimiyle biçimlenen ve toplumsal içeriği değiştirilen İngiliz Amerikan toplumu ve aile yapılanması arasında bir devamlılık olduğunu gösteren ve “şekilsel” olmayan ne gibi benzerlikler ve hatta simetri bulunabilecektir? Bu iki toplumsal yapılanma biçiminden tam olarak belirtmek gerekirse hangisi “ilkel” veya “ilksel” ve hangisi vahşi ve barbardır?
Evet, artık canavarlaşarak bütün insanlığı yok edecek kadar vahşileşen “kapitalist sistem” ile insanlaşma süreci arasında bir illiyet bağı kurarak, aynı zamanda tarihsel sonuna da erişmiş olan bu sistemi “normalleştirmeye” çabalayan E. Todd, çaresizlik içinde çeşitli kılıflar uydurma telaşına düşmüş görünmektedir. Örneğin, 1. Ve 2. alıntıda 1700 ile 2000 yıllar arasında yani kapitalist üretim biçiminin ve burjuva toplumsal yapılanmasının palazlandığı ve sonra topyekun çöküşe geçtiğine şahit olduğumuz Anglosakson ülkelerinin, 200 bin yıl öncesinde ortaya çıkmaya başlayan homo sapiens türünün günümüzde eriştiği “doruk noktası” olduğunu iddia edecek kadar ileri gidebilmektedir; üstelik bunu yaparken kadar tutarlı sayılabilecek hiçbir gerekçeyi dahi ileri süremeden… Veya her zamanki gibi kendisine bir tür “yalancı şahit” olarak tuttuğu “mutlak -yani aşırı bireyci- nükleer yapılanmayı” sanki o gerçekten de biricik ve yeterli gerekçe olabilirmiş gibi ileri sürerek…
İçinde barındırdığı bireyciliğiyle “eşitlikçi nükleer” tipten ayrılan “mutlak nükleer aile” tipinin neolitik dönemde yerini, sınıfsal yapılanmanın doğurduğu “kök aile” yapılanmasına bırakma sürecinde bir “ara devre” olduğunu var saydığımızı öncelikle belirtmeliyiz. Bu durumda, çağdaş “İngiliz-Amerikan” toplumundan komünal bir yapılanma olan avcı-toplayıcı topluma doğru yol alan bir maceraperestin yolu, tarihsel kopuşa işaret eden bir uçurumla kesilmiş olacaktır. Bırakalım 200 bin öncesine ulaşmayı, bu yol daha Göbeklitepe’ye kadar ulaşamadan aşılmaz bir duvarla kesilmiş olabilecektir. Antropoloğumuzun “homo Americanus”ü “homo sapiense” bağladığını söylediği güzergah üzerinde yer alan bir “geçit yolu” olarak vehmettiği “mutlak nükleer aile” yapılanması, kapitalist sistemin günümüzde oluşturduğu karadeliğe benzer bir hendek oluşturmaktadır. Neticede Todd, kendi hezeyanlarını oluştururken bile burjuvalığının verdiği zihin bulanıklığıyla, yine çok tartışmalı olsa bile en azından anlayışla karşılanabilecek şekilde, günümüzde var olan aile yapılanmaları içinde avcı toplayıcıların toplumsalcı ailesine nispeten yakın sayılabilecek Fransız toplumunun üzerinde yükseldiğini iddia ettiği “eşitlikçi” nükleer ailesini örnek verebileceğini aklına bile getirememektedir.
“Eşitlikçi” olma özelliğiyle bireyci olan Amerikan aile yapılanmasından ayrılan Fransız toplum ve aile yapılanması, Büyük burjuva devriminin “özgürlük ve kardeşlikle” birlikte soyut sloganlarından birisi olan “eşitlik” prensibini somutlaştırmaktadır. Hatta bununla da kalmayıp, bu kavramın aynı zamanda “toplumsallaşmayı” da öngörmüş olmasından dolayı nereden bakılırsa bakılsın bir tür “burjuva ailesini” temsil etmiş olsa da bizi, sınıflı yapılanma içinde ilkel veya ilksel olan komünal yapılanmanın nükleer ailesine çok daha yaklaştırmış olabilecektir. Her şeye rağmen Fransız tipi aileden bahsettiğimizde de sadece simetriyi tamamıyla dışlayan çok kaba bir benzerliğin olduğunu yine de tekrarlamamız gerekiyor: Fransız eşitçiliği üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet başta olmak üzere her tür “özel mülkiyet” prensibine dayalı bir toplumsallaşma biçimini öngördüğünden, sadece burjuva tipi bir toplumsallığa yakın olmakla ilkel de olsa “komünist” eşitlikten fersah fersah uzaklaşmaktadır. Ama aynı zamanda bir “tarihçi” de olan antropoloğumuzun modern anlamdaki ilk komünistlerden ve Büyük Fransız devriminin önderlerinden olan G. Babeuf’ü ve onun başlıca eseri olan “Eşitlerin Ayaklanması” adlı eserini ve “Eşitlerin Cumhuriyeti” kavramını yakından tanımış olacak ki, bir katıksız burjuva olmanın verdiği refleksle soluğu bireycilikte ve onun anavatanı olan Anglosakson ülkelerinde almaktadır. O, bu tavrıyla, çok sorunlu olsa da neticede içinde komünistlerin de yer aldığı Cumhuriyetçi bir devrimin mahsulü olan “eşitlik” prensibini, oligarşik (İngiltere) ve ırki (ABD) eşitsizliğe tercih ettiğini onaylamaktadır.
Dolayısıyla, alıntının 3. Paragrafında söylenenleri de bu şekilde anlamak ve Todd ’un Weber’ci hezeyanları olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bireyleşme modeli olarak aristokrasinin aşırı ve mecburi istikamet tutuculuğunu kendisine model olarak alan İngiltere Krallığı kendisini, bırakalım insanlaşma sürecinden, Fransız Devrimi tarafından büyük bir netlikle sınırları çizilerek tanımı yapılan bir “burjuva toplumuna” veya onun siyasi ifadelendirilmesiyle “eşit yurttaşların” oluşturduğu “Ulus-Devletine” dahi tahammül edemeyecek kadar uzakta tutmaktadır. Sadece “ulusumsu” olabilen bu Anglosakson tipi toplumsal formasyonların “Ulus-Devletlere” savaş açan neoliberalizmin beşiği olmaları, onların yerine dünyanın her yerinde liberal faşist diktatörlüklerini ikame ederek insanlığın üzerine ortaçağdan taşıdığı ölü topraklarını serpiştirmeye çalışmasına hiç mi hiç şaşırmamak gerekmektedir; tıpkı kendisini “Ulusalcı” olarak tanımlayan burjuvazinin ve kapitalist toplumun sadık hizmetkarı olduğunu doğrusu hiç te gizlemeyen antropoloğumuzun bu barbarlık ve vahşet saçan diyarına hicret etmesine hiç te şaşırmamak gerektiği gibi…
4. alıntının her iki paragrafında ortaya dökülen hezeyan, vardığı ideolojik ve siyasi sonuçları itibariyle soykırımcı ve sömürgeci İngiliz barbarlığının kendi tabiatına uygun o meşhur iki yüzlülüğüyle kıyaslanabilecek çelişkiler içermekte. Öyle ya; Kuzey Amerika topraklarını her seferinde sadece ihtiyacı kadar avladığı bizon sürülerini takiben boydan boya binlerce yıldır dolaşmayı bir yaşam biçimi haline getiren gerçek Amerikalı “kızıl derili” yerli halk ile, aynı toprakları sürekliği sağlanmış kapitalist rant aracı olarak özel mülkiyeti haline getirmek için, hem yerli halkı ve hem de onun avladığı hayvanlarının kökünü kazıya kazıya kat eden “uzun bacaklı” ve “soluk yüzlü” İngiliz sömürgecisi arasında, sırf her ikisi de aynı kıtada yol aldılar diye, benzerlikten dem vuracak kadar ileri gitmek öyle kolay bir zanaat tabii ki değildir. Böylesi açık seçik bir hokkabazlığı göze almak için ya “ateş suyunu” fazla kaçırmış bir yerli, ya da bütün varlığını insanlığa adama yerine kapitalist sisteme adamış “İngiliz tipi” barbar veya “vahşi” bir burjuva olmak gerekli olacaktır. Bu haliyle ünü sanı ta Japonyalardan yankılanan bir antropoloğa şanına yakışır bir “bilim insanı” sıfatını yakıştırmak, her adımının ölçüsü bir “üçkağıtçılık” olan Y. Harari gibi birisine aynı sıfatı yakıştırmaya cüret etmek kadar abesle iştigal etmek anlamına gelecektir.
Aynı alıntının 2. paragrafında, antropoloğumuz olmayacak bir şey daha yapmakta, mesela “ilkel” olarak “avcı-toplayıcılık” yaparak hayatını sürdürmeye devam eden ve prensip olarak sadece “hayatta kalmak” için avını ve kendisine düşmanlık edeni öldüren bir Amerikan yerlisi ile, kendisine rant sağlayamayan her şeyi lüzumsuz veya var olmaya layık bile görmeyen amacı sadece ve sadece para biriktirmek olduğundan çok sofistike hale getirdiği silahını yok etmek dürtüsüyle canavarca kullanan bir İngiliz sömürgeni arasında benzerlikten bahsetmektedir. Bu tavır bir bilim adamının nesnelliği ve içeriği gözlem ve analizlerinde öne çıkaran tavrı olmaktan ziyade, sırf kapitalizmi ve onun hem özesi ve hem de toplumsallaşmış biçimi olan burjuvayı temize çıkarmak üzere sırf ideolojik ve siyasi nedenlerle gerçekleştirilen bir tür entelektüel “suç ortaklığına” benzemektedir.
Oysa ki, İngiliz sömürgenlerinin işgalinden önce yaşamak için öldüren “Kızılderili şiddetini” sadece sahip olmak için öldürmeyi yaşam biçimi haline getiren İngiliz sömürgen arasındaki benzerlik, “hayatta kalmak” dürtüsüyle kullanan savaş baltası veya mızrakla, yok edip sahip olmak dürtüsüyle canavarca kullanılan bir “atom bombası” arasındaki benzerlik ne ise işte o kadardır. Bu iki tipteki şiddet kullanımı arasında bir simetri aramak veya amaçları ve hedefleri apayrı olan iki şiddet biçimini birbiriyle eşitlemeye çalışmak, mesela, günümüzde neredeyse bir Amerikan kasabası büyüklüğündeki Gazze’ye 2. Dünya savaşında kullanılan bombalardan fazla miktarda patlayıcı atarak çoğu çocuk olan sivil halkı yok etmekte olan Siyonist İsrail Devletinin yaptığı ile, el yapımı füzelerle işgal edilmiş ülkelerini savunmaya çalışan Filistinlilerin yaptığının bir ve aynı şey olduğunu ileri sürmek kadar, korkunç olduğu kadar güncel de olan bir jenosidi aklamak olabilirdi ancak…
Yaptığımız alıntının en sonuncusunda Todd’un, yine her zamanki gibi, ortak nokta olarak gördüğü “ilkellik” prensibinden yola çıkarak, ABD’nin “köleci” ve sonrada geri dönüşümsüz gibi görünen biçimde “ırkçı” şiddeti ile, komünal olduğu için eşitlikçi ve dayanışmacı olan avcı toplayıcıların hayatta kalmak üzere başvurduğu şiddet arasında bir benzerlik olduğunu iddia etmesini biz “abesle iştigal” olarak yetineceğiz; zira okuyucuyu bütün bölüm boyunca söylediklerimizi tekrarlamakla daha fazla yormak istemiyoruz. Sadece bilinmesi gerekir ki, Todd’un öğretisinden dökülen insanlık tanımı, neoliberal ideolojinin eskizini çizdiği insan profili ile uyuşmaktadır: İnsanlaşma süreci geçmişin barbarlığının üzerine katarak devam ettirilmesinden ibarettir.
“Demokrasimsi” topluluklar: İngiliz Krallığı ve ABD…
Böylesi bir başlık altında açıktır ki “yatay” toplumsal örgütlenmeyi değil, ama Büyük Fransız Devriminde ve Paris Komünü’nünde yaşandığı gibi “vatandaşın” devrimin silahını belinde taşıdığı -ve hatta bizzat kendisinin bir “silah” olduğu- birkaç yılı saymazsak, Ulusal sınırlar içinde oluşmuş toplumsallık biçimi olan ve bu toplumları sihirli değnekle dokunur gibi “toplumsu” haline getiren “düşey örgütlenmeyi” yani Devlet aygıtını tartışacağız. Bunun için tartışma platformu olarak, düşülmesi bile saçma hale gelen avcı toplayıcı toplum ile ulusumsu kavramını en mükemmel bir biçimde temsil eden İngiliz Krallığı ve onun bir türevinden başka bir şey olmayan ABD’yi birbirlerine karıştıran E. Todd’un öğretisini kullanmaya devam edeceğiz. Sözü ilkönce ona vererek:
“İlkel demokrasi veya ilkel oligarşi, farklılaşmamış, esnek, net olarak belli olmayan, durağan olmayan nükleer ailenin ortaya çıkmasından sonra hasıl oldu.” (S. 264)
“Demokrasi her zaman ilkel kalmaya devam etti” (S. 280)
Öyle ya, üstadımızın “Demokrasi her zaman ilkel kalmaya devam etti” demesine bakılırsa, 1. paragrafta tekrarlanan “ilkellik” özelliği, özellikle de “nükleer aile” yapılanmasının sonucu imiş gibi gösterildiğine göre, tabidir ki demokrasi kavramı “avcı toplayıcı” toplulukların yatay bir biçimde örgütlenmiş toplumsallık geleneğinden miras kalmış olsa gerektir. Dolayısıyla, “demokrasi” kavramı, en genel tanımıyla bireyin toplumsal yapılanmaya katılımı ve toplumsallaşma sürecinin öznesi haline gelmesi olarak tanımlanabildiğine göre, toplumsalcı, paylaşımcı, dayanışmacı gibi niteliklerle tanımlanan veya tek kelimeyle “komünal” olan avcı-toplayıcı toplumsal yapılanmanın öngördüğü katılım biçimi de “demokratik” olarak nitelenmelidir. Buraya kadar olan çıkarımların sadece ana fikrine bütünüyle katıldığımız belirtmemiz gerekmektedir. Sadece “ana fikrine” çünkü yatay örgütlemenin kısa adı olan “komünal” yapılanmalar kendi tabiatları icabı Devlet aygıtının var olmadığı veya söndüğü “düşey yapılanmalar” ile kıyaslanamayacak bir şekilde doğrudan demokrasinin hüküm sürdüğü toplumsal yapılanmalar olmaktadır. Bu sebeple, burjuvazinin sınıf hakimiyetinin simgesi olan temsili parlamenter demokrasi ile sınıfsız toplumu simgeleyen doğrudan demokrasi arasında sadece nicelik değil ama nitelik farkı da doğmaktadır. Dolayısıyla biz, burjuvazinin Devlet aygıtı aracılığıyla ezilen emekçi sınıf üzerindeki hakimiyetini tanımlayan temsili parlamenter tipteki demokrasiyi “demokrasimsi” bir oluşum olarak tanımlamaktayız.
O Halde, sadece ve sadece isim benzerliğinden yola çıkarak “sınıf hakimiyetinin” en üst ve en rasyonel biçimi olan ve günümüzün neoliberal tahakkümü altında artık “liberal faşizmin” normalleştirilmesinden başka bir fonksiyonu olmayan “burjuva demokrasisi” ile sınıfsız bir toplum yapılanmasını öngören doğrudan demokrasinin benzer iki oluşum olduğunu iddia etmek için ancak bir tür “trans” veya hezeyan halinde olmak gerekmektedir. Bu yüzden, sınıflı toplumsal yapılanma ve katılımsal işleyişe sahip olduğundan burjuva toplumuna, “toplum” kelimesinin tam anlamını kazandığı sınıfsız ve komünist bir toplumla kıyaslandığında “toplumsu” demek gerçeğe çok daha yakın bir ifadelendirme biçimi olmaktadır; burjuva tipi toplumsal katılıma da altını çizdiğimiz üzere “demokrasimsi” katılım biçimi demek daha doğru olacaktır. Aynı zamanda birer “toplumsu” ve “ulusumsu” formasyonlar da olan İngiliz Krallığı ve ABD bize, “demokrasimsi” katılım biçiminin de en mükemmelleşmiş örneklerini vermektedir.
Todd’un artık iyice alışageldiğimiz bütün insanlığı aile yapılanmasına ve böylece bütün insani faaliyeti üreme faaliyetine hapsetmek olarak özetleyeceğimiz yöntemini bir tarafa bırakırsak ve sınıfsal yapılanmayı analizimizin hareket noktası olarak alırsak, İngiltere’de şahit olduğumuz sınıfsal o halde toplumsal farklılaşma, sadece “ilkel” olmakla kalmamakta -ki bu onun “ilkel komünal topluma benzediğini asla göstermez- , ama ABD’de uygulanmış olan bir model olarak, genel sınıfsal yapılanmaların en barbarı veya insanlaşma sürecine en yabancısı olanı olduğu karşımızda belirecektir. Neticede adeta “sınıfsal yapılanmaların” Weber’ci anlamda en “ideal-tipik” olanıdır da diyebiliriz; dolayısıyla kısaca “Anglosakson modeli” diyebileceğimiz bu model, en ideal “toplumsu” ve yine en ideal “ulusumsu” hallerine de mükemmel bir örnek teşkil etmektedir. Hal böyle olunca, sadece teorik bir düzlemde işler görünse de, pratikte aşırı bireyci Anglosakson geleneğinin sadece “özgürlük” prensibi temelinde işlediği bir yapılanma öngörmüş olsa da, aynı zamanda “eşitlik” ve “kardeşlik” prensiplerini de temel taşı olarak edinen Fransa’nın cumhuriyetçi geleneğine antropoloğumuzun -ilkel komünal topluma aşırı benzerliğinden olacak ki- itiraz etmesi doğrusu anlaşılır bir şey olmaktadır.
İngiltere’nin “anavatanı” olduğu anlaşılan, Anglosakson tipte olan ve “kapitalist sisteme” de model teşkil eden bu toplumsal yapılanma, günümüzde, insanlaşma sürecinin temel bileşeninden birisi olan toplumsallaşma sürecini iptal eden veya onu çok uzun sayılabilecek sürede askıya alan aşırı bireyleşme sürecinin de tıpkı neoliberal ideoloji ve siyaset gibi en bitek topraklarını oluşturmaktadır. Ancak, Anglosakson modeline uyan İngiltere ve ABD gibi ulusal -daha doğrusu “ulusumsu”- formasyonların kendi içlerinde “toplumsallaşma” dediğimiz şeye bütünüyle kapalı olduğu iddia etmek mümkün değildir. Bu gelenek içinde toplumsallaşmanın anlamı, onun cemaatler gibi yerel veya toplumsal sınıflar gibi kısmi veya dar bir ölçekte mümkün görülmesi ve asla evrensel veya insan türünün bütünü içinde düşünülememiş olmasıyla belirlenir. İşte bu yüzdendir ki, evrenselci Fransız modelinin aksine, toplumsallaşma “kan bağı” ile oluşturulacak kadar Tönnies’ci -veya Weber’ci- anlamda komünoter yapılanmanın içine hapsedilmiş olmaktadır. Dolayısıyla “eşitlik” kavramı da kan bağı, sınıfsal köken ve benzeri temelde kurulan yapılanmaların içerisine hapsedilmiş, dışarıda kalanlar ise “ötekileştirilerek” ya toplum dışına savrulmuş ya da 2. Sınıf insan kategorisi içine alınmıştır. Eski Güney Afrika’nın “gettoları” ile oluşturulan toplumsal yapılanması bu işleyişin en uç biçimini örneklemekteydi. Diğer örnekler ise “ırkçı” ve asalet temelinde oluşturulan “oligarşik” yapılanmalarıyla ABD ve İngiltere oluşturmaktadır.
Aile yapılanmaları ile genel toplumsal ve sınıfsal yapılanmalar arasında ille de birinciden ikinci yönünde bir nedensellik bağı aramaya takılıp kalan üstadımız, eğer biraz kafasını kaldırıp da bu ikili arasında başka türde bir ilişki olabileceğine kafa yorsaydı, aile yapılanmaları birbirlerine hiç de benzemeyen bir İngiltere (mutlak nükleer aile) ile “kök aile” geleneğinden gelen aile yapılanmalarının ülkesi olduğunu söylediği Almanya’nın toplumsal yapılanmalarının birbirlerine, gerçekte ilkel komünal topluma benzemedikleri oranda benzediklerini fark edebilecekti. Her şeyden önce pratik bir mesele olan bireyciliğin “metafizik reenkarnasyonuna” benzettiğimiz Reform hareketinin yine bu iki ülkede ufak tefek farklılaşmalarla taban bularak gelişmesinin de tesadüfi olamayacağını görülmektedir.2 Nihayetinde her iki ülke de farklı biçimlerde olmuş olsa da “aşırı bireyciliğin” ve cemaat ve kan bağına dayanan bir toplumsal katılımın ve ona karşı gelen ve aristokrat geçmişe gönderme yapan dar bölgeci (lander) toplumsu bir toplumlaşma öngörmektedir.
Todd’un bir muammaya çevirdiği, İngiltere’nin kapitalizmin ve sözüm ona demokrasinin (ama gerçekte “demokrasisimci” bir şeyin) anavatanı olması ve buna karşı Almanya’da kapitalizmin daha geç gelişmiş olması ve bu ülkenin sonradan Nazi rejiminin anavatanı olduğu meselesine gelince. Birinciyle ilgili olarak biz, bu konuda İngiltere’nin olduğu gibi Hollanda ve Belçika’nın da kapitalizmin doğup gelişmesinde ilk temelli adımlarının atılmasında inisiyatifi ele almasının nedenini, bu ülkelerin denizciler diyarı olmasıyla kapitalizmin yapısal bir sıçrama yapmasında ön sermayeyi sağlayan merkantilist talana imkan sağlayacak konumda olmaları ve yine bu yolla manifaktür sanayinden başlamak üzere meta üretiminin gelişmesi için çok geniş pazarlara sahip olma fırsatı elde etmiş olmalarıyla açıklanabilecek bir mesele olarak görmekteyiz. Ve yine ilave ermemiz gerekiyor ki, Almanya’da Nazi iktidarına yol açacak ve onu bir müddet ayakta tutacak toplumsal yapılanma, açıkladığımız gibi geleneksel bir şekilde İngiliz ve ABD ülkelerinin yapılanmalarında da mevcuttur. Ancak yine ilave etmemiz gerekiyor ki, benzer toplumsal yapılanma bugün İngiltere ve ABD’de de mevcut olduğundan, bu ülkeler en az Nazi rejimi kadar tehlikeli ve bütün yer küreye yayılmış kapitalist sistemin günümüzdeki iktidar olma biçimini temsil eden liberal faşizme “anavatan” olarak yataklık yapmışlardır.
(İkinci Dünya Savaşı öncesi İngiliz emperyalizminin Nazi yayılmacılığını teşvik eden dış politikasının kökeninde, aristokrat sınıfın da Nazilere örtük desteği vardı. Fotoğrafta Kraliçe 2. Elizabeth nazi selamı verirken-editör)
ABD veya Burjuvazinin ihtişam ve sefaleti.
İngiliz meşruti krallığının aristokratik “kan bağı” anlayışına dayalı toplumsal yapılanmasının bir biçimi olarak kabul ettiğimiz ABD demokrasisi için E. Todd “modern demokrasinin kuruluş biçimi” olarak bir paye biçiyor. Onun yine insanlık ile kapitalist toplumsal yapılanmayı birbirine karıştırdığını yeniden etraflıca açıklamaya geçmeden önce, İngiliz demokrasisi diye en başta bizim neoliberal “solcu” zevat tarafından olmak üzere yüceltilen “demokrasi” biçimi ile olan ilişkisine kısaca da olsa değinmemiz gerekmektedir. Bize göre “İngiliz demokrasisi” denilen formasyon, aşağıdaki alıntılarda Todd’un da ağız ucuyla kabul ettiği gibi “oligarşik” bir işleyiş biçimi göstererek gerçekte “demokrasimsi” bir siyasi rejimin en tipik örneğini vermektedir. Ve aynı zamanda, Kralın şahsında sembolik bir biçimde de olsa içine “mutlakıyet” ve irsî bir asalet anlayışı ve töresi de katılmış son derece hiyerarşik bir yapılanma biçiminin varlığına da şahitlik yapmaktadır. Yasama ve yürütme erkinin “Avam Kamarasının” kontrolünde olduğu meselesi kimseyi yanıltmamalıdır; zira hakimiyeti ve “kan bağını” temsil eden Majestelerinin ve Lordlarının yanında halkın temsil edilebildiği biricik mecra olan bu meclisin ve üyelerinin gerçekte sahip olduğu değer, “Majestelerinin süjesi” yani bir tebaa olmaktan öte değildir.
İngiltere’nin toplumsal ve siyasi yapılanmasının bu katı hiyerarşik durumuna rağmen yine de “demokrasimsi” olarak nitelenmesini mümkün kılan şey, aşağıdan yukarı doğru sadece bir tane de olsa geçirgenliğinin olmuş olmasıdır : Sermayeye ve sermayedarlara açık olan burjuva tipi geçirgenlik. İngiliz toplumsal ve siyasi yapılanmasının bu “meşruti” geçirgenliği, aslında onun “demokrasimsi” bir yapılanma biçimini temsil ettiği tezini de güçlendirmektedir. Neticede bu bütünüyle burjuvazinin eseri olan “demokrasimsi” oluşum, kendisinin güçlendiği oranda aristokratik varoluş biçimini de güçlendirip ona “zaman ve mekan üstü” bir değer kazandırırken, bu değeri aynı zamanda “avam tabakasına” kattığı da varsayılır. Diğer bir deyişle, bu şekilde “asalet” denilen şeyin bir mal gibi kapitalist pazarda alınır satılır olması, asaletle sefaleti de bir “trade-union” ile birbirine bağlamış olmaktadır.
Dolayısıyla geçmiş ile geleceğin, aristokrasi ile burjuvazinin ittifakı gibi görünen bu tipteki bir “demokrasisimci” oluşum, aynı zamansa sınıfsal yapılanmanın ve hakim sınıf dayanışmasının en mükemmel örneğini vermektedir. “Modern” olarak nitelenen Amerikan demokrasisi de İngiliz demokrasisinin izinden giderek ve onu daha farklı bir şekilde reenkarnasyona uğratarak sermayenin ve rant sağlayan “özel mülkiyetin” en yüce değer ölçüsü olarak “kraldan çok kralcı” kesildiği bir “demokrasimsi” olma biçimini sergilemektedir. Ne demek istediğimizi üstattan aktaracağımız alıntılar üzerinden yaparak sözümüze devam edelim:
“Çok sayıdaki siyah kölenin mevcudiyeti -Amerika’da- Beyazlarda eşitlik duygusunu körükledi. Amerika’nın tarihi her demokratik ileri adım ırkçı bir duygunun yükselmesiyle at başı gitmektedir.” (S. 271)
“Ve şimdi Amerika’daki demokrasinin sihirli formülünü yazacak durumdayız: Erkek kardeşler arasındaki eşitsizlik + Siyahların ve Kızılderililerin dışlanması = Irki demokrasi. … / … Amerikan demokrasisi ne kadar yerleşikse, İngiltere o kadar oligarşiktir.” (S. 272)
“Özetleyelim: Amerika modern demokrasiyi yarattı, çünkü beyaz nüfusunun çoğunluğu okuyup yazmasını biliyordu ve onun somut eğitimsel eşitçiliği vatandaşların eşitliğini varsayıyordu. Ama apriori olarak ne eşitliğe ne eşitsizliğe inanıyordu: Bu alanda kayıtsız kaldı ve buna devam etmekte. Buna karşın, “Öteki” yani gerçekte başka bir kökten gelen, acımasız vahşi veya siyahi köle olarak tanımlanan başka gruplara karşı olma temelinde kendi bağlı olduğu kendi grubuna canla başla sarıldı.” (S. 280)
“Finans çevrelerinin önce B. Obama’ya ve sonra da H. Clinton’a gösterdiği yoğun destek: Burada onlar için özellikle de söz konusu olan, Siyahi ve İspanyol işbirlikçilerin ustaca harekete geçirilmesi ile bir seçmen kitlesini kontrol kabiliyetindeki bir oligarşinin kurulmasına katkıda bulunmaktır.” (S. 344)
“1970’lerin sonundan itibaren, Amerika’daki sanayi krizi, otomobil sektörü olayın kalbinde yer almasıyla birlikte kendisini gösterdi. Aynı anda neoliberal siyasetlerin hızlandığına şahit olundu. … Reagan 1980’de seçildi ve 1984’te muzaffer bir şekilde yeniden seçildi…” (S. 332)
“ (Amerika’da)… 1999-2015 seneleri, Birleşik Devletler’de neoliberal projenin ulaşabileceği en üst seviyeye ulaştığını ve küreselleşmenin krize girdiğini temsil eder…” (S. 333)
“Eğitimsel tabakalaşmaya gelince o yukarının Beyazı ile aşağının Beyazını tanımlar.” (S. 313)
“Siyahların siyasi hayata entegrasyonu, beyazın kendi içindeki eşitlik duygusunun sarsılmasına katkıda bulundu. Beraberce, yeni eğitimsel tabakalaşma ve entegrasyona karşı mücadele Amerika’daki eşitliğin çöküşünü özellikle de iyi açıklamaktadır” (S. 310)
“… 1989 ve 2013 arasında 45 ve 54 yaşlarındaki beyaz nüfusta ölüm oranının arttığı ortaya çıktı; bu olay dünyanın ilerlemiş hiçbir ülkesinde karşılığı olmayan bir şeydir.
Bu ölüm olayının nedenleri …. (verilerin gösterdiği gibi) açık bir şekilde psiko-sosyal niteliktedir: Zehirlenme, alkolizm, ve intihar.” (S. 335)
Birinci paragrafta söylenenler, ondan sonra gelen iki paragrafla birlikte ele alıp değerlendirildiğinde, ABD’deki sınıfsal yapılanmanın, İngiltere’deki soy sop geleneğine göre düzenlenen mutlak toplumsal ayırımcılık ve seçicilik ile kıyaslanabilecek ölçüde toplumsal ilişkilerde aşılmaz mesafeler öngördüğünü anlatmaktadır. “Ötekilerin” mutlak bir şekilde negasyonu (olumsuzlanması) ve/veya ulaşılmaz toplumsal mesafelere konuşlandırılması ile gerçekleşen bu yapılanma, aynı zamanda bireyselleşmeyle toplumsallaşmanın arasında kesin bir ayırılmaya da sahne olmaktadır. Şöyle ki, birey her şeyden önce kendisini sermaye veya zenginlik biriktirerek gerçekleştirebilmekte ve bunu gerçekleştirebildiği ölçüde, “ötekiler” ile yine her şeyden önce bir toplumsal sınıfın, burjuvazinin, üyesi olarak bir “toplum”, tam olarak ifade etmek gerekecekse “toplumsu” bir oluşumun üyesi olabilmektedir. Bu süre zarfında, sadece servet biriktirmeye odaklanan burjuva birey, gerçekte nitelikle ölçülebilecek hiçbir ekonomik ve toplumsal değer yaratmamış, “parasal gücü” ile sadece ve sadece ancak emeğin bu değerleri yaratmasına vesile olabilmiştir. Ancak bu süreçte, var olan her şeyi paraya tedavül ederek “buharlaştıran” sermayedar ile, sağda solda tek başına uçuşan her şeyi üretim ve/veya toplumsallaşma sürecinde somutlayarak insana faydalı bir değer haline gelen emekçi, mutlak bir şekilde uzlaşmaz çelişkiyle karşı karşıya gelen ve biri “toplumsu” olan iki sınıf yaratmış olacaktır: Parazit bir burjuva sınıfı ve doğrudan veya ücretli kölelerin oluşturduğu emekçi sınıfı.
Sonuçta, antropoloğumuzun da ima ettiği gibi Amerika’nın güney devletlerinde hüküm süren doğrudan köleliğin ortadan kaldırılmış olması, Kuzeyinde hüküm süren rejimi Anglosakson geleneğine göre düzenlenmiş “demokrasimsi” bir formasyon olmaktan kurtarmaz. Yapısal işleyiş ön plana çıkarılarak ele alındığında gerçekte ABD’de bütün olan bitenin, İngiliz Devriminin bir ikinci versiyonunun yaklaşık iki asır sonra değişik tarihsel ve toplumsal dönemde (Amerikan iç savaşı) yeniden gerçekleşmesinden başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır: Kuzeyin burjuvalarının sermayesinin hiçbir idari ve hukuki engelle karşılaşmadan Güneyde biriken servete nüfuz etmesini sağlamak ve sadece doğrudan köleliği kaldırmakla kalmayıp ücretli köleliği daha da sağlamlaştırmak üzere sermayedarların ve her cinsten burjuvanın gücüne katmak. Amerikan deneyi, İngiltere’den yayılan “Anglosakson” siyasi geleneğine bağlı kalınmış olduğunu kanıtlamış; toplumsal ilişkinin ve siyasi katılımın “kan bağı” temeline bağlı “ırki” özelliğini değiştirmemiş ama sadece çeşitlendirmiş olmaktadır.
İngiltere ve Amerika’daki durum, alıntının ilk üçünden de çıkarılacağı gibi, kapitalizmin daha çok başlangıç ve gelişim dönemini belirleyen “serbest rekabetçi” ekonomi ve klasik liberal ideoloji ve siyaset dönemini kapsamaktadır. Ondan sonra gelen emperyalist ve en son küreselci dönemlerde, bu iki ülkede ne genel toplumsal yapılanma ve ne de siyasi rejimlerin “demokrasimsi” olma özelliklerini değiştirdi. Değişen tek şey, sermayenin izini takip eden ve alttan gelen burjuva namzetlerinin, sadece para değil ama Fransız sosyolog P. Bourdieu’nün deyişiyle okulda kazandığı başarılar sayesinde mesela “kültürel kapitale” sahip olarak soy sopçu veya ırkçı burjuvazinin geçirgenliğinden faydalanma imkanının eskisinden çok daha fazla gelişmiş olmasıdır. Küreselleşmenin ve neoliberal ideolojinin hakim duruma geldiği içinde bulunduğumuz toplumsal çağda bu durum çok daha görünür bir hale gelmiş, siyahi bir Başkanın (B. Obama) ve Hint kökenli siyahi sayılabilecek bir kadını (K. Harris) aday gösterilmesine kadar gidilmiştir. Tabidir ki bu süreç, 4. Alıntıda Todd’un da altını çizdiği gibi toplumsal ve siyasal yapılanmaya damgasını vuran “finans çevrelerinin” gözetiminde kontrollü bir şekilde yönetilmekte, sınıfın ve rejimin çıkarlarında ve işleyişinde en ufak bir taviz bile verilmemektedir. İngiltere, ABD ve Batılı ve Doğulu bütün ülkelerde işleyiş, küreselleşmenin başını bu iki ülke çektiğinden hiç te farklı değildir.
Bireyciliği keskin bir biçimde eleştirirken ve bu eleştirilerimizi de daha çok “yapısal” nedenlere dayandırırken, amacımızın bireyselliği ve bireyin yaratıcı gücünü inkar etmek olmadığının bilinmesini isteriz. Bizim eleştiri konusu yaptığımız herhangi bir toplumsal yapılanma değil ama bireyler arasındaki toplumsal mesafeyi korumak ve dahası sürekli arttırmak temeli üzerine yükselen kapitalist yapılanmadır; yine herhangi bir bireysellik değil ama sermaye ve servet biriktirme modeli üzerinde biçimlenen burjuva bireyciliği olmaktadır. Çünkü, her iki durumda da yani kapitalist sistem ve burjuva bireyciliğinde de söz konusu olan bireyle toplumsal dışsallık arasında bir denge arayarak devamlı ve doğal bir biçimde yeni toplumsallık biçimleri yaratmak değildir. Toplum, en doğal işlerliğine (Todd buna “ilkellik” ve “vahşilik” diyor) yani komünal işlerliğine bırakıldığında dayanışma ve iş bölümü etrafında insanları toplar; oysa ki burjuvazinin “toplumsu” oluşumu, ancak sermaye ve servet sahibi doyumsuz ve son derece dengesiz bireyleri bir araya toplar ve emekçiler başta olmak üzere bütün “ötekileri” sınıfsal tahakkümle kendisinin tekdüze varoluş nedeninin aleti haline getirir.
Antropoloğumuzun “bireycilik toplumları uçurdu” türünden kapitalist toplumsallığı harekete geçirdiğini iddia etmiş olmasını sorgulamak gerekmektedir. Kapitalist sistemin ömrü, burjuvaların hiç de soluk kesmeyen sermaye ve servet biriktirmesinin aracı olmaya devam edebildiği süre kadardır. Serbest rekabetçi ve emperyalizmin aşırı üretim ve tüketim trendini yakaladığı dönemlerde, sermayesini üretime yatırarak olağanüstü rant ve sömürü imkanı elde eden sermayedar, bu arada sanayi yapılanması ve ona bağlı olarak gelişen bilim ve teknoloji alanında genel anlamda büyük ilerlemeler kat edebilmiş olduğu bir olgudur. Bununla beraber, Todd’un bize sunduğu verilerin doğru bir şekilde yorumlanmasından yola çıkarak tespit edebilmekteyiz ki, neoliberal ideoloji tarafında yönlendirilen küreselleşme döneminde geçmişin “uçuşa geçmiş” olan ülkelerin tamamına yakınının bugün inişe geçtiği de yine apaçık ortada olan bir olgudur. Bunların arasında Fransa başta olmak üzere Japonya gibi kapitalist sermayenin “mucizesi” olan Asya ülkelerinin bir kısmının yanında, en fazla 20 yıllığına sadece ayağı yerden kesilebilen Türkiye’de bulunmaktadır. Nitekim bu alt üst oluş daha başka biçimde ilişkilendirilip yorumlanarak Todd’un yaptığımız alıntılarında da dışa vurmaktadır.
5. Paragrafta, kapitalizmi tanımlayan sanayi sermayesinin üretim faaliyetlerinden 1970’lerden itibaren ABD gibi ilk “uçuşa geçen” ülkelerde çekilmeye başladığı anlatılmakta. Bu yıllardan itibaren, bu sermayenin yaklaşık iki asır öncesinden itibaren “uçuşa geçirdiği” ülkeleri terk ederek, artık emperyalist dönemi aşan bir hızda ilk adımda Çin gibi çok geniş ve iyi eğitilmiş ucuz işgücü rezervuarlarına kaymış olduğuna ve hatta oranın da sanki kapitalist bir işletmenin kaderiymiş gibi daha 40 yılını doldurmadan yerinde saymaya başlamasına şahit olduk. Biz bu “inişe geçme” sürecini doğrudan bir şekilde, Renault otomobil fabrikalarının üretiminin Fransa’dan Türkiye ve benzeri ülkelere taşınma sürecini gözlemleyerek şahit olduk. Ancak, bu bağlamda şu noktanın akılda tutulmasını, sermayenin küreselleşmesinin toplum içi dinamiğini anlamak için önemli olduğunu düşünmekteyiz: Şüphesiz, kapitalist sermaye ucuz işgücünün ayak izini takip ederek yerkürenin her yerine yayılmaktadır; ama bu durum kapitalist işleyişin bir yönünü açıklasa bile, oldukça çok değişkenli olan olayın bütününü anlamaya yetmemektedir. Genellikle siyasi muhalefetin çeşitli kanatlarınca görmezden gelinen bir diğer neden dışa dönük değil ama gelişmiş denilen ülkelerin iç işleyişine dönüktür: Sanayi üretimine yatırılan sermayenin, rekabet sonucunda hızla gelişmeye başlayan bilim ve teknolojinin ritmine kapitalist rant marjını saklı tutacak bir şekilde ayak uyduramaması olgusu. Marks’ın iki asır öncesinden tanımladığı ve bugün sistemin işleyişindeki ana neden durumuna gelen bu fenomenin adı “kapitalist rantın tarihsel azalma eğilimi” (KRTAE) dir.
Aynı zamanda, ortaya çıktığı ülkelerdeki üretimi geniş oranda geriletmesiyle birlikte toplumsallaşmayı da o oranda ortadan kaldırdığı için bir “kara delik” etkisi de yaratan bu kapitalist rantın üretim faaliyetinin mükemmelleşmesiyle birlikte azalma eğilimi göstermesi olayı “kapitalist sistemin bir kadavraya dönüşmekte olduğunu ilan etmesinin yanında, burjuva toplumu dediğimiz “toplumsu” oluşumda çok önemli yapısal ve işleyiş değişikliklerine yol açmaktadır. Üstadımız bu yapısal değişiklerden ikisine 6 ve 7. Alıntılarda değinmektedir. Örneğin, eğitim sisteminin sınıflar arası hareketliliği toplumsal hiyerarşide evvelce “aşağıdan yukarı” işlettiğine şahit olmuştuk; prestijli bir diplomanın aynı zamanda duruma göre başlangıçtan itibaren paraya tedavül edilebilen bir “servet” haline gelmesiyle birlikte burjuvaziye ulaşmakta önemli bir araç haline geldiğinden bahsetmiştik. Obama türünden örnekler bu olguyu somut bir şekilde ifade etmekteydi.
7 paragrafta söylenenlere bakılınca, aynı zamanda “asansör sosyal” olarak ta adlandırılan bu olayın tersine işlediğini, “ırkçı” ve “demokrasimsi” bir yapılanma olan Amerikan toplumunda aşağıdaki siyahi “diplomalı” tipleri aşağıdan yukarıya ancak “beyaz” olanların bir kısmını yukarıdan aşağıya indirerek çıkarılabildiğine şahit oluyoruz. Şüphesiz bu işleyiş, ABD gibi Anglosakson tabiatının gereği icabı “ırkçı demokrasinin” hükmettiği bir ülkede ırkçılık akımını daha da aktif hale getirmiş bulunmaktadır. Bunun en somut örnekleri, ABD’de Trump’un ikinci kez seçilmesi olgusuyla, Avrupa’da ise Fransa’daki Le Pen’in Milli Birlik partisinin iktidara aday olacak bir güç kazanmış olmasıdır. Fakat “kan bağı düzeni” ile “sermaye düzeni” arasındaki ilişkide belirleyici olan ikinci gücün yani “sermaye düzeninin”, liberal geçmişine göre neoliberal dönemde çok daha gaddarlaştığını ve kendi başına “liberal faşizm” olarak adlandırdığımız yeni bir düzen yapılandırılmasına gittiğini göstermektedir.
Bu şekilde zaman içinde geçmişin aristokrasisinin bugün daha çok sembolik bir değer taşıyan varlığı bütünüyle burjuvalaşırken, geçmişte lordların atına ancak seyislik yapan burjuva da artık kendisini bugün bir “Sir” unvanı satın alarak “asil kanına” sahip bir yaratık gibi görmeye başlamıştır. Yeni durumda böylece “asalet” denilen şeyin kuralları da yeniden tanımlanmaktadır: Aşağıdakiler, her ne nedenle olursa olsun yükselemeyen kaybedenler (loser)dir. Sınıfsal hiyerarşinin en üstünde de “kazananlar” (winner) yer almaktadır. Geçmişin “kazananı” bugünün “kaybedeni” olan beyazlara gelince; onlar Trump’un ve Le Pen’in partisinde sahte solcularla birlikte sahte muhalefet kanadını oluşturduklarından, her zaman olduğu gibi burjuvazinin kirli işlerini gerçekleştirmek için iktidar olmayı bile hayal edebilmektedirler. Azılı bir liberal faşist olarak icraatlarıyla kendisini ispatlamış Fransa Devlet başkanı Macron, Le Pen ve partisine iktidar yolu açmak üzere kamuoyu yoklamalarında açık ara önde oldukları bir dönemde Parlamentoyu anayasal yetkilerine dayanarak feshetmiş, ama planları Boyun Eğmeyenler Hareketinin önderliğindeki gerçek halk muhalefeti tarafından bozulmuştur. Bununla da kalmayarak, daha sonra “demokratik” olduğu ileri sürülen bütün usul ve geleneklere rağmen seçimin galibi Yeni Halk Cephesi’nin adayını yeni hükümeti kurmakla görevlendirmeyi reddetmiş, onun yerine azınlık konumundaki bir partiyle Le Pen’ci partinin prensip üzerinde anlaştıkları bir koalisyonu işbaşına geçirmekten çekinmemiştir.
Yaptığımız alıntı kümesindeki son iki alıntı ise, neoliberal dönemde kapitalist sistemin, daha önce ancak bir “toplumsu” olarak rant sağlama doğrultusunda gerçekleştirdiği kısmi ve şartlanmış toplumsal entegrasyonu dahi yerine getirmekten hızla uzaklaşması sonucunda oluşan “karadelik” olayının toplumsallaşma ve insanlaşma sürecinde yaptığı yıkımdan örneklemeler vermektedir. Antropoloğumuzun ileri sürdüğü yok ediş-yok oluş görüntüleri, bir karadeliğe dönüşmüş olan kapitalist sistemin insan toplumunu ve onunla birlikte bütün insanlığı hortumlamasının yanında, eş zamanlı olarak kendi kendisini de yok etmekte olduğunu da göstermektedir. Kendi türünden birçok siyaset ve toplum bilimcinin kendilerine ve herkese inandırmaya çalıştıkları gibi bu olay bir seçim meselesi veya iradi oluş biçimi değil ama kendi tarihi sonuna yaklaştığının da göstergesi olarak zorunluluk ihtiva eden toplumsal ve siyasi işlerliğin göstergesidir.
Vardığımız sonuç odur ki, E. Todd’un ileri sürdüğü ve kapitalizmin yok edici-olucu bir hal aldığını gösteren çok sayıda kıymetli indikatörler içeren olgulara bakınca, onların üzerinden yaşanmakta olanın kapitalist sistemin sonu olduğunun “bal gibi farkında” olduğu sonucuna varılmış olunabilecektir. Ama o, bütün öğretisinin başından sonuna kadar kırmızı bir şerit gibi görmek isteyenin kolaylıkla görebileceği olgulara rağmen3, bireysel varlığını ve bilim insanı olarak becerilerini ait olduğu burjuvaziye adamış birisi olarak bize hala, etkisi altında kalmaya devam ettiğimiz geçmişin ve uzak geçmişin toplumsal normlarına geri dönerek veya onların artık bir “hayalet” halini almış eğilim halindeki biçimlerine sadık kalarak kapitalist sistemi sonsuza kadar yaşatacağımızı bize inandırmaya çalışmaya devam etmektedir. Antropoloğumuzun bilim anlayışının günümüzdeki kapitalist sistemle olan kronikleşmiş ilişkisi, toplumsal ve siyasal pratiğin gelinen yerinde daha çok Fransa’daki küresel sermayenin akıl danelerinin idealleştirmeye çalıştığı Macron’cu liberal faşizm ile Le Pen’ci ırkçı faşizmin ittifakına benzemektedir: Ancak devrimci bir güç kullanımıyla yok edilebilecek olan ülke ve insanlık adına ölümcül olan bir ittifak…
1 Bu arada, iki ayrı barbarlık biçimin de birbirlerine aslında hiç de benzemediğini belirtmemiz gerekmektedir: Komünal toplumdaki barbarlık yani ortak olarak ayırımsız ve yıkıcı bir güç gösterisinde bulunmak biçiminde tanımlayacağımız şey daha çok savunma hallerinde ortaya çıkarken, sınıflı toplumdaki biçimi ise sömürme ve tahakküm altına almak üzere imha etmeyi içermektedir. Bu durumda, İngiliz sömürgenlerinin Amerikan yerlilerine karşı uyguladığı barbarlık çok daha şiddetli ve geniş kapsamlı (Jenosit) bir barbarlık türüdür.
2 Bununla, Weber’in ve onun takipçisi E. Todd’un iddia ettiği gibi Almanya ve İngiltere’deki birbirlerine benzeyen aşırı bireyleşmenin Reform hareketinden önce var olduğunu, dini metafizik bir ideolojik silah olarak kullanan Luther ve avenelerinin bu bireyciliği bir kimliksel ayıraç olarak yaygınlaştırmaktan başka bir şey yapmadıklarını belirtmekteyiz.
3 Mesela son kitabında “Batının” yani kapitalizmin çöküşünü ilan etmesi gibi…
Yazarımızın Emmanuel Todd eleştirileri makaleri indeksi.
Hangi Son Batının ki mi ? Kapitalizminin ki mi ? /05.12.2024
OKUL, DİNİN VE AİLENİN UZANTISI MIDIR? /08.11.2024
DÜNYA İÇİNDE DÜNYA: OKUL /18.09.2024
BİR BURJUVANIN KUTSAL AİLESİ (2)-BİR TOPACIN MACERALARI…/28.06.2024
BİR BURJUVANIN KUTSAL AİLESİ (1): AİLE YAPILANMALARI/07.06.2024
BİLİMSEL AMNEZİ (BİR BURJUVANIN “TERSİNE DÜNYASI”-3)/19.05.2024
BURJUVA AMNEZİSi (BİR BURJUVANIN TERSİNE DÜNYASI” -2)1/07.05.2024
BURJUVA DEMOKRASİSİNİN SONU, DOĞRUDAN DEMOKRASİNİN BAŞLANGICI/24.04.2024