Mahir Konuk / 28.06.2024
İyice anlaşılmıştır sanıyoruz: Aile yapılanması E. Todd’un öğretisinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Antropoloğumuza göre, bir toplumsal mekan olma anlamında “aile” kavramı bize, aile yapılanmalarının çeşitliğine bakarak genel olarak “toplumsallaşma biçimlerini” ve günümüz şartlarında ise özel olarak burjuva aile “modelini” göstermektedir. Zamansal boyut söz konusu edildiğinde ise Todd’un öğretisi bize; kendisinin insan türünün “şafağı” olarak gördüğü avcı toplayıcıların “nükleer” ailesine ve “günbatımı” olarak gördüğü nükleer tipte olduğu için “ilkelinden” ve neo-liberalizmin esprisi ile birebir örtüştüğü için en vahşisinden aşırı bireycileşmeci İngiliz veya Anglosakson tipi burjuva ailesine işaret etmektedir.
Öğretinin bu yanın özellikle altının çizilmesi gerekiyor ve aslında Todd’un bütün düşüncesini de özetliyor: Burjuva aile yapılanmasının üstünlüğünü belirleyen, yani günümüzün dominant modeli olarak “evrensel” ve Weber’ci anlamda geçmişi en mükemmel bir biçimde aktüel hale getirdiği oranda da “ideal-tipik” olması meselesi, bu yapılanmanın “ilkel” olması ve bütün ilkellikler gibi “vahşet içermesi” ilgili olmaktadır. Dolayısıyla öğreti mükemmel şeklini de neoliberalizmin ideolojik ve siyasi vahşetinin ortalığı kasıp kavurduğu günümüzde almaktadır. E. Todd, bu düşünsel operasyonla, modern ve/veya post-modern burjuva ailesini insanlaşma sürecinin hem başına ve hem de sonuna getirmeyi amaçlamaktadır. Bunun nedeni ise, “isim benzerliğinden” (nükleer olma) faydalanarak, en az günümüzdeki kapitalist sistem kadar çürümüş ve nihayetinde tarihi bir bitmiş tükenmişliği yansıtan burjuva ailesinin üstünü, insanlığın şafağından devşirdiği ve ancak “komünal yaşam” biçimiyle açıklanabilecek aile yapılanmasıyla örtüp gizleyerek başarmaktadır.
Kendisi de kayıtsız-şartsız bir burjuva olan ve bir burjuva gibi düşünen Antropoloğumuz, bir taraftan burjuva ailesinin çürümüşlüğünü ve giderek insanlık için gerekli olan bütün geleneksel fonksiyonlarını yitirmiş olduğu olgusunu uzak geçmişe “ilkellik” ve “vahşet” adına havale ederken, bütünüyle kapitalist sistemin tarihi sonucu olan kendi durumunu ise adeta insan DNA’sına havale etmektedir. “İyi ama”, diyecektir okuyucularımız, “peki bu arada antropoloğun adını saydığı uzak geçmişle bugün arasına sıkışmış diğer aile oluşumları nereye kayboldu?” Aslına bakarsanız bu arada kendini gösteren aile yapılanmalarını olduğu gibi, başlangıç ve sonucu arasında insanlaşmanın 5 bin yılın kuşatan genel toplumsal yapılanmayı belirleyen “toplumsal sınıflar” ve onların “sınıf mücadeleleri” olmuştur. Bu tarihi gerçeklik E. Todd için bir tabu teşkil ettiğinden ifade edilmemekte dahası görünmez kılınmaya çalışılmaktadır. Tarihsel zaman ve toplumsal mekanda ortada yer alan kök aile ve komünoter aile olarak tanımlanan yapılanmalar, Todd tarafından başlangıcı ve sonucu belirleyen nükleer yapılanmaya göre zaman mekanda daha “ileri” konumda olmalarına rağmen, günümüzde varlıklarını ancak “hortlayarak” hissettirecek kadar “geri” ve genel toplumsal ilişkilerdeki ve yapılanmalardaki varlık nedenlerini kaybetmiş durumdadırlar. Biz bunun nedenini, Todd’un açıklıkla ifade etmemesine rağmen, sınıfsal yapılanmanın kendi içinde başkalaşması ile açıklamaktayız.
E. Todd’un, göründüğü haliyle burjuvazinin insan anlayışını bütün kendi iç çelişkileriyle yansıtan öğretisi, yumuşak bir zeminde durmadan dönen bir topaca benzemektedir; ilerleme kabiliyeti olmadığından geçen saniyede yumuşak zeminde toprağa gömülmesi engellenemeyen bir topaca… Bizce öğreti, kendi iç çelişkileri yüzünden kendi üstüne çökmesini, bir karadeliğe dönüştüğünden kendi üstüne çökmekte olan kapitalist sistemle olan organik ve düşünsel ilişkisinden almaktadır.
Bir önceki yazımızda, insanlaşma sürecinin doğal evrimine uygun olarak ortaya çıkan toplumsal yapılanmaların tanımını yaparak, Todd’un öğretisinin açmazlarını ortaya koymaya çalışmıştık. Ancak, sadece “aile yapılanması” ile ilgili olarak yüzlerce sayfaya yayılan bu öğreti, kendi iç çelişkilerini ileri sürülen çeşitli argümanlar ve vazgeçilmeyen tekrarlar içinde kaybettirme özelliğine de sahiptir. Bu yüzden, biz de bu yazımızda, öğretinin argümanlarından oluşan kıvrımlarına kadar kısaca da olsa girmeye ve böylece getirdiğimiz eleştirileri de daha çok görünür kılmaya çalışacağız.
PARANTEZİN BAŞI-ORTASI-SONU
Evet, evet, tam da bu: Bu bölümde topaç çevireceğiz! Okuyucuya yukarıda ilan ettiğimiz gibi, sadece kendi etrafında dönebilen ve bu yüzden döndükçe de kendi üzerine çöken bir topacın maceralarını konu edineceğiz bu bölümde; yani bir burjuva bilim insanı olan E. Todd’un öğretisini…
Topacın maceraları ilkönce bir parantez açılarak başlıyor: Avcı toplayıcıların “nükleer ailesi”. Aslında, antropoloğumuzun “tarihin hülasası” olarak parantezin içine yerleştirdiği 5 bin yıllık fasıladan milyon yılla ölçülen insanlaşma sürecini kapsıyor bu açılan parantez; ama öğretisinde sanki bir start çizgisi imiş gibi yer alıyor sadece. Hemen sonra şu malum toplumsal sınıfların ve devlet aygıtının ortaya çıktığı “tarih dönemi” geliyor ve öğretide insanlaşma sürecinin bütün hikayesini oluşturuyor. Nihayetinde parantez, sanki burjuva toplumu ve burjuva ailesi insanlığın hiç yakınlaşmayacak ufkuymuş ve 5 bin yılda yaşananların tekrarından başka insanların hikayeleri olmayacakmış gibi, başlangıçtaki aynı kısalıkla sessiz sedasız kapanıyor. Anlaşılabileceği üzere, bu haliyle öğreti bir “hayat hikayesinden” çok insanlığın sönüş senaryosunu içeren bir yok oluş veya yok ediş hikayesine benzemekte. Detaylara girildiğinde, umarız ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Parantezin başı.
E. Todd’un “aile” parantezini avcı-toplayıcı toplumsallığın “nükleer” tipiyle başlayıp, aslında onun bir hortlağından –ki kendisi, olgusal planda başka tipler için kullanmış olsa da uzak geçmişten transfer ettiği nükleer tip yapılanma için “hortlak” deyimini ilginç bir şekilde kullanmamaktadır- başka bir şey olmayan modern burjuva ailesi ile bitirdiğini söylemiştik. O halde onun bu konuda bütün söylediklerinin seçilmiş kompakt bir özetini sunmakla işe başlayalım:
“… ideal bir tip olarak insanlığın başlangıcındaki antropolojik sistem: Aile dogmatik olmayan bir şekilde nükleerdir, genç evliler ve ebeveynler geçici bir süre için ona katılabilirler. Kadının statüsü yüksek durumdadır. Ailesel ilişkiler karşılıklı veya rastgeledir… Evlilik biçimi egzogamidir… (ama) … bu dogmatik değildir. Boşanma mümkündür. Poligami ve bazı hallerde poliandri de … / … Bireyler ayrılabilir ve birleşebilirler. Aileye iki türlü yüksek katılım bulunmaktadır:
a) Çoğunlukla akraba olan birçok nükleer aile hareket halindeki bir grup oluştururlar,
b) Bütün bu aile grupları kendi aralarında belki de bin bireyi barındıran toprak parçası üzerinde eş değişimi yaparlar.” (s. 100)
Antropoloğumuzun avcı toplayıcıların nükleer ailesinin profilini, bize göre aslında “burjuva ailesine” bakarak ve ayni olduğunu iddia ettiği “benzerliklerinden” –isim benzerliği başta olmak üzere- çıkarırken, elinde hamam tası ve peştamalıyla çığlık atarak “Evreka! Evreka!” diye bağırarak sokaklarda koşan Arşimet gibi davrandığını rahatlıkla gözümüzün önünü getirebilmekteyiz. Ancak, otantik bir bilim insanı olan Arşimet ile orta boy bir “burjuva bilim insanı” olan bir Emmanuel Todd arasındaki fark gerçekten de sadece nükleer tipte bir aile olan avcı toplayıcıların ilksel komünist toplumunun mahsulü aile ile, yine nükleer tipte olan, ama diğer yandan parantezin içine hapsedilmiş olan ve “sınıflı toplum” yapılanmasının başlıca özelliklerini taşıyan “burjuva aile” tipindeki aile yapılanmasında olduğu kadardır. Antropoloğumuzun bilimselliği, ilksel nükleer aile ile burjuva nükleer aile arasında gerçekleştirmeye çalıştığı analoji kadardır. Diğer bir ifadeyle o bir benzerlikten bahsetmektedir; ama yaptığı açıklamalar, bilimsel bir yasa veya kural teşkil edecek nitelikten çok uzaktır. Todd’un öğretisini Arşimet’in deney yoluyla bulduğu fizik yasasıyla kıyasladığımızda sonuç, gözlem yaparak düşünen bir beyin ile edilgen bir “hamam tası” arasındaki ilişki ne ise o olacaktır: “… yüzen bir cisim, taşırdığı su kadar kendi ağırlığından kaybeder…”. Sonuçta, ilişkileri bilimsel bir şekilde kuramamakla daha çok bir hamam tasına benzeyen öğreti bir düşünce ürünü olarak sıfıra eşitlenerek çökecek, buna karşın deneylerinden öğrenmesini bilen beyin ise insanlığa doğruluğu hayatın pratiğinde binlerce yıldır doğrulanan bir fizik yasasını miras bırakmış olacaktır.
“Ama, diyecektir, antropoloğumuz ve onun uydurduğu öğretinin “akılcı” etkisine kapılan sevgili okuyucularımız, E. Todd deneyini Arşimet gibi bir hamamın kurnasında gerçekleştirmedi ki, onun alanı insan toplumu ve onun özel ve özgün bir alanı olan aile yapılanması, bilim insanları olarak ikisini karşılaştırmaya çalışmanız bir hatayı doğurmayacak mı?” Evet, bütünüyle haklısınız, sorun tam da burada yatmaktadır! Biz de zaten baştan beri, aile yapılanmasının genel olarak zaman mekan içinde sürekli evrim halinde olan toplumsal yapılanmaya ve insanlaşma sürecine bağlı olarak ele alınması gerektiğini ileri sürmemiş miydik? O Halde, soruyoruz: Antropoloji alanında “Kopernikvari” buluşlara imza attığını iddia eden bir E. Todd neden, ne yaptığımız alıntıda ve ne de başka bir yerde, avcı toplayıcıların “ideal” olarak görüp burjuvaziye mal ettiği aile yapılanması ile, yine aynı “avcı toplayıcıların” ilksel de olsa nihayetinde “komünist” tipteki toplumsal yapılanmaları arasındaki doğrudan ve nesnel tabiatlı –yani bilimin konusu olabilecek nitelikteki- ilişkiyi tartışma konusu bile yapmamaktadır ama analojinin çoğu kez yanıltıcı sonuçlar doğuran “tıpkı buradaki gibi” illüzyonu veren “mucizesine” sarılmaktadır?
Antropoloğumuzun, kendisinin bile “ideal” olarak nitelendirdiği nükleer tipteki ilksel aile yapılanmasıyla, ona yol veren toplumun “komünist” tipteki yapılanması arasındaki her insan bilimcinin kolaylıkla kurabileceği nedensellik ilişkisini kurmamasının nedeni, onun “acemiliği”, “yetersizliği”, vb. nedenlerle açıklanacak bir konu kesinlikle değildir. Neden, bireysel olmaktan çok “toplumsal” bir karakterde, yani onun hem de en pespayesinden bir “burjuva” olarak antropolojiyi bilimi aracılığıyla verdiği sınıf mücadelesinin ideolojik ve siyasi niteliğindedir. Todd ve benzerleri için, komünizmin en “ilkelinin” bile en ideal aile yapılanmasını doğurduğunu itiraf etmek demek, sınıf çelişkileri üzerine kurulu burjuva toplumu ve onun geleceğini sorgulamak bir tabuyu çiğnemekle eşdeğerdir. O; olaya kendi sınıfsal zaviyesinden bakarak, meselenin kendi olgusal bütünlüğü içinde bir “yapılanma” meselesi değil, ama “kullanışa uygunluk” meselesi olduğundan hareketle bir kıyaslama yapmakta, toplumsal gerçekliğin sınıfsal çıkarları ile uygun olmayan yanını görünmez kılmak üzere sansürlemektedir. Onun türünden katıksız burjuvalar için toplumsallığın komünal biçimiyle yaşanan nesnel toplumsal gerçeklik arasında herhangi bir ilişki kurmaya çalışmak, “ensest tabusunu” ihlal etmekten daha kötü bir düşünce biçimi olacaktır.
Diğer yandan, aile yapılanmasının dışında “toplum” olarak adlandırılan oluşum görüldüğü gibi bir tür “aile konsorsiyumuymuş” gibi tanıtılmakta. Bu şekilde bir tanıtma, baştan beri tanımını yaptığımız ve insanlaşma sürecinin ikinci temel bileşeni olan toplumsallaşma diye adlandırdığımız süreç, varlık şartlarının “ilkel” de olsa cinsler arası bir işbölümü ile tedarik edilmesi faaliyetinin belirdiği bir şey değil ama, biricik amacı ve varlık nedeni bir “gen bankası” kurma faaliyetine katılım süreci olarak değer kazanmaktadır. Nedensellik ilişkisi temelinde yapılan tanımlamayı yeniden değerlendirirsek ortaya şu sonuç çıkmış olmaktadır: Aile yapılanması sebep, toplumsal yapılanma ise sonuçtur! Bu durumda gündeme rahatlıkla, ilksel komünal toplumdan “ideal” olan nükleer ailesini hiçbir tereddüt etmeden ve başka sorgulamayı bile saf dışı bırakarak, “kopyala-yapıştır” operasyonuyla ve sadece “uygunluk” veya “kullanışlılık” ilkesi güderek burjuva toplumuna mal etmek işlemi getirilebilmektedir.
Birinci parantezin bu şekilde kotarılmasından sonra parantez içinde kalan aile yapılanmaları da aynı şekilde “aile sebep, toplum sonuçtur” şeklindeki yeni bir tarih okumasına dönüşerek parantez kapatılana kadar devam edegelecektir. Ve bunun adı da, ta Le Play’den beri süregelen toplum anlayışını yeniden boyayıp cilaladıktan sonra, bütün insan bilimini altüst eden “Kopernikvari devrim” olmakta öyle mi? Sonuç itibariyle, avcı toplayıcıların nükleer ailesini idealleştirerek antropoloğumuz topacını öyle bir zemine ve o kadar güçlü bir şekilde fırlatmış olmaktadır ve bu şekilde topaç düştüğü zemine o kadar hızlı gömülmüş olmaktadır ki, bu gelecek zamanda kendisine içinde kaybolacağı bir mezar olabilecektir.
Parantezin ortası (içi)
Evvelce de ilan ettiğimiz üzere, parantezin ortasında toplumsal sınıfla var ve onlarla birlikte, “tarih” var (zaman zaten her zaman var olagelmişti); “yazı” var ve onunla birlikte bilim ve teknoloji var; hepsinden önemlisi de ideoloji ve siyaset var… Evrendeki insan varlığı ve bütün insanlaşma sürecini işgal ettiği zaman mekan hacmi dikkate alındığında, aslında çok kısa bir zaman aralığına ve çok dar bir alana sıkıştırılmış bir “antrparantez” olmakta bütün hikaye: Toplamda 5 bin yıl kadar sürede ve Mezopotamya’nın “verimli hilal”inde başlayan bir coğrafi hacim, şimdilik hepsi bu. Ama yine de bu dönem, insani zamanın hızlanması ve toplumsal mekanın kompakt hale gelmesiyle yaratılan ajitasyon ortamında olup biten şeylerin geçmişle olan kopukluğu ve insani geleceğin parantez altına alınmasıyla belirlenip yapılandırılan olağan üstü bir dönem olmakta ve akla şu soruyu getirmektedir: Ya sonrası? Geleceği, bu insanlık içinde insanlık olup ta insanlığın limitlerini belirlemek iddiasında olan “sınıflı toplum” parantezinden özgürleştirip insani olan her şeyi yaratan köleleştirilmiş emekçi öznenin varlığına katmayı başarabilecek miyiz?
Olaylara bu soruların oluşturduğu açıdan bakıp, E. Todd’un en iyi haliyle bir “topaca” benzeyen öğretisinin eleştirisine devam edeceğiz. Bu amaçla ondan yapacağımız alıntıları, bazı okuyucuya öğretinin “akla yatkın” görünmesine hesaba katarak, getireceğimiz eleştirilerle aslında nesnel gerçeğe hiç te uygun olmadığını tespit edebilsin diye uzun tutacağız. Ayrıca, onun önermelerin ve eleştirilerin uzunluğunda kaybolmaması için de alıntıların paragraflarını numaralayacağız.
1)“Aile biçimlerinin evrimi, sonra da bu biçimlerin ideoloji üzerine etkileri, bizi iki büyük tarihi ayrımın tespitine yönlendirdi.
2)Birinci ayrım, ailenin farklılaşmamış nükleer kökenini belirlemeyi sağladı ve İÖ 3000 ila İS 2000 arasında antropolojik tiplerin belirlemesini yöneltti: Kök aile, egzogam komünoter aile, endogam veya polijin komünoter aile, sırasıyla aile örgütlenmesinin karmaşıklaşmasının aşamalarını sırasıyla temsil etmektedir … / …
3)Bu ilk ayırım, bir yandan ailevi karmaşıklıkta, diğer yandan mekan ve zaman arasında basit ilişkiler kurar. Tarımın ortaya çıkışının merkezinde olunduğu oranda ailevi ve toplumsal biçimler üzerinde deney sahibi olma zamanı (tarih) uzun bir zaman aralığı aldı ve o oranda da aile kompleks hale geldi. Akan zamanın merkezinden uzak olunduğu oranda ise aile nükleer tipte kaldı…
4)İkinci ayrım, okur-yazarlık ve sekülerleşme ile birlikte ortaya çıkan ideolojik biçimlerle, önceki farklılaşma süreçlerinin doğurduğu çeşitli aile yapılanması arasındaki gerekli ilişkiyi kurmaktadır.
5)Eğer, ideoloji ve aile yapılanmasıyla, birinci ayırımda belirlenen mekandaki aile tiplerinin konumunun arasındaki ilişkiyi kombine edersek, derhal bireyci, demokratik ve liberal ideolojilerin yakın tarihin bölgelerine kondurulmuş, periferiler olduğunu fark ederiz. Tersine, bireycilik karşıtı ve otoriter ideolojiler – Nazizim, Komünizm, İslami fundamentalizm- uzun tarih bölgelerinde daha merkezi coğrafi pozisyonlar etmektedirler.
6)Sonuçta, Alman veya Japon kök ailesi, artık toplaşmanın esasını teşkil eden şehir mekanlarında var olmamaktadır. … / … Ve bunun yanında, bu eskizden sonra, kök ailenin ve egzogam komünoter ailenin yeraltından ulusların evrimini ve uyum sağlamasını yönlendirmeye devam ettiği şeklindeki akıl yürütmeme devam edeceğim.” (s. 361)
Bu uzun ama derli toplu alıntının 1. paragrafında, Todd’un öğretisinin bütününü göz önünde bulundurduğumuzda, bize çok şey anlatılmakta: 1) İdeolojileri belirleyen, toplumsal yapılanmalarının bütünü değil ama aile yapılanmalarının bizzat kendisidir; 2)Bu önerme o kadar doğrudur ve öğretide yerli yerindedir ki, onun için “aile sebep ve aileye DNA ararken kurulan toplum sonuçtur”; 3)İdeoloji olarak adlandırdığımız “saplantıların” kök saldığı toprak aile yapılanmalarıdır; 4)Tam olarak ifade etmek gerekirse, ideolojiler avcı toplayıcıların “komünist” toplumunun farklılaşmasından itibaren doğmuştur; 5)Bu durumda, “komünal” bir varoluş biçimine sahip olmalarına rağmen –daha doğrusu bundan dolayı- avcı toplayıcıların nükleer ailesinin kendi ideolojik bir yapılanmaları bulunmasa da tıpkı bakire Meryem’in “Tanrının oğlu” İsa efendimizi peydahladığı gibi, farklılaşarak ideolojileri de peydahlamış olmaktadır; 6) Farklılaşma ise tarihte, Todd’a göre sayısı iki tane olan temelli bir ayırıma yol açmaktadır.
Alıntının 2. Paragrafında, öncelikle kök ve komünoter ailenin ortaya çıkmasıyla birlikte ilk yapısal farklılaşma ortaya çıktığı ifade edilmekte. Todd bu farklılaşmayı açıklamak için “tarım toplumuna” geçiş olgusunu ileri sürmeyi yeterli görmekte, oysa farklılaşmanın sökün ettiği ve toplumsal ilişkileri yapılandırdığı mecra gerçekte üretim aracı olan toprak ve otlak araziler üzerindeki özel mülkiyet, ve insan varlığının sürekli yeniden yaratılması faaliyetindeki ilişkileri doğrudan düzenleyen toplumsal sınıflar olmaktadır. Bunun nedeni açıktır: Tarımsal faaliyete geçişin insan varlığını yerleşik hale getirerek belli bir coğrafi mekana sıkıştırmış, mekanın koroleri olan zamanın akışını da böylelikle hızlandırmıştır. Yerleşik hayata geçişin temel özelliği, bize göre, sürekli bir ajitasyon toplumunun böylece yaratılmış olmasına karşın, ajitasyon halindeki kitleleri yeniden biçimlendiren, varlık araçlarının “özel mülkiyet” temelinde ve devlet garantisi altında hukuksal ve kalıcı (yapısal) bir nitelik kazanmış olmasıdır.
Dolayısıyla, aile yapılanmasındaki farklılaşmaya da rengini veren bu temel özellik, aileyi bir “mülkiyet kalesine” dönüştürerek ve neticede genel “komünal” toplumsal yapıdan kopararak özelleştirmiş ve sonuçta onu, özel ama aynı zamanda özgün bir yapılanma olarak niteliksizleştirmiş olmaktadır. Niteliksiz hale getirilen bu ideal aile yapılanması, bu sürece bağlı olarak sınıfsal toplum yapılanmasının etkisi altında farklı yapılanma biçimlerine büründürülmüştür: Köleci, feodal ve burjuva toplumsal yapılanmalarına karşı gelen kök, komünoter ve burjuva nükleer aile yapılanmaları. Öncelikle niteliksizleşen aile, hakim sınıflar için “mülkiyetin” kan bağı üzerinden zaman içinde kalıcılığını sağlamakla görevli “kutsal aileye” dönüşürken, mülkiyet sahibi olmadığı gibi kendisi de genellikle birer “mülk” olarak kabul edilen ezilen sınıf ise, ya bütünüyle aile sahibi olma hakkını kaybetmiş ya da efendilerin sahip olduğu ölçülere göre “ailemsi” bir yapılanmaya sahip olabilmişlerdir. Olaya yakından bakıldığında görülecektir ki, “sınıflı toplumsal yapılanmaya” geçişle birlikte, insan toplumu da “toplum” denince akla gelen o bütünselliğini kaybetmiş, avcı toplayıcıların sahip olduğu toplumsal teklik veya bütünlük anlamında niteliksiz hale getirilmiş olmaktadır. Bunun başlıca nedeni, yaratıcı ama ezilen sınıfın üyelerinin en azından eşit şekilde ve yaratılan toplumsal imkanlardan eşit şekilde aile yapısına sahip olmasının mümkün olmayışıdır.
Üçüncü paragrafta, sınıflı toplumun insanlık tarihinin her yeni adımında tekrarlanmak üzere, insanlığın geleneksel yapılanmasını –ve ona uygun aile yapılanmasını- yeniden yapılandırma adına ortadan kaldırdığı şartlarda nükleer aile yapılanmasının nasıl var olmaya devam edebildiğine dair açıklama yapılmaktadır. Verilen açıklama şu şekildedir ve hemen yukarıda ileri sürdüğümüz görüşleri doğrular niteliktedir: Özel mülkiyete dayalı sınıfsal yapılanmaların sürekli bir şekilde ve yeniden aynı sınıfsal prensip temelinde nicelik birikimi (zenginlik) adına niteliksizleştirme faaliyetinin gerçekleştiği merkezi ve hakim yapılanmanın yetişemeyeceği uzaklıktaki periferi bölgelere sığınarak. Todd’un verdiği ve kendisi gibi düşünen antropologların bir kısmının da paylaştığı bu düşünce, olgulara dayandırılmaktadır ve bu yüzden de kabul edilebilir niteliktedir. Ancak yine de bize göre nükleer yapılanmanın tarihsel badireleri atlatarak varlığını sürdürmesini bütünüyle açıklamamaktadır.
Antropoloğumuzun öğretisinin yer aldığı ve irdelemesini yaptığımız kitaplarında verdiği bilgilendirmelere göre söylüyoruz, mesela Fransa’nın “Paris Havzası” ve İngiltere’nin “Londra Havzası” ülke içinde merkezi yani hakim üretim biçimini temsil eden ideolojik ve siyasi yapılanmaların merkezinde bir yer işgal etmiş olmalarına karşın, özellikle de halk kitleleri içinde varlığını sürdüren nükleer yapılanma, hanedanların ve soylu tabakanın pratiğini yaptığı görünürdeki “kök aile”den varlığını korumayı başarmış bulunmaktadır, neden ve nasıl? Bizce bu soruların en olası cevabı, bu bölgelerin –özellikle de Paris Bölgesinin- geleneksel olarak “münafık” (E. Todd) bir hayat anlayışına sahip olmalarına bağlı olarak yerleşik iktidarın dayattığı toplumsal yapılanmaya karşı “mücadele” halinde olmalarıdır. Diğer bir deyişle “sınıf mücadelesi”, Paris havzasında insanlaşmaya en yakın aile yapılanmasını böylece korumayı başarmış olmaktadır.
Paris ve Londra çevresi halklarının hakim sınıflara karşı verdikleri sınıf mücadelelerinin, emeği üzerinden var olan halk kitlelerinin ideal aile yapılanmasını korunmasında akla en uygun neden olduğu kadar olgusal gerçeğe de en uygun açıklama biçimi olacaktır. E. Todd, bu bölgelerin Burjuva Devrimler çağının öncüleri olmuş olmasını kabullenmektedir, ama “sınıf mücadelelerinin” sınıfsal yapılanmasının biricik unsurları olabileceği olgusunu ise asla kabullenmeyecektir. Artık şunu rahatlıkla ileri sürebiliriz: Eğer, merkezin sınıfsal yapılanması Sibirya periferisinin nükleer yapılanması dahil olmak üzere, bütün yerkürede insani olduğu için “ideal” de olan bu yapılanmayı coğrafi anlamda yok edebilmiş olsaydı bile, sınıf mücadeleleri “nükleer aileyi” bugünlere kadar şu veya bu şekilde taşıyabilecekti.
Dördüncü paragrafta, tarım toplumundan çıkıp endüstri toplumuna geçiş, emareleri üzerinden (okur-yazarlığın yaygınlaşması, sekülerleşme…) ifade edilmeye başlanmaktadır. Eğer antropoloğumuz entegral bir burjuva olmasaydı, yani kendi sınıfı için “tabu” teşkil eden, “sınıf mücadelesi”, “kapitalizm”, “komünizm” gibi kavramların kendi öğretisine işlevsel girişini kesinlikle yasaklamasaydı, o da bizim gibi tam bir gönül rahatlığıyla aslında bu dönemi kapitalizme geçişin başlangıcı olarak adlandırabilecekti. Ama ne gezer… Her halükarda, Todd’un kendi tabularından sakına sakına anlattığı şey, avcı toplayıcılıktan sonra sınıflı tolum yapılanmasında özel mülk kalesine dönüştürülmüş olan aile yapılanmasının tıpkı toplumsal yapılanmayı belirlediği gibi, toplumsal ideolojileri de belirlediğini ilan etmek olmaktadır. Ama bu sefer beraberinde çok güçlü ve “yeni” olduğunu sandığı bir silahın da var olduğunu vehmetmekte: “Okur-yazarlık”. O halde biz de öncelikle bize doğrulttuğu ve kullanmasını bile nesnel gerçekliğine uygun olarak beceremediği o silahı elinden alarak işe başlayalım.
Öncelikle belirtmemiz gerekmedir ki, okuryazarlığın olduğu kadar bilim ve teknolojinin “endüstri devrimi” veya “kapitalist üretim” ile başladığı burjuvaların uydurduğu bir safsatadır. Çalışmamızın başlangıç bölümünde de altını çizdiğimiz gibi, insanlaşma sürecindeki yoğun deney birikiminin sonucunda düşünsel faaliyetle birlikte gelişen soyutlama faaliyetinin ürünüdür, “yazının icadı” ile başlayan bu süreç. Okuryazarlık, yazma ve okuma faaliyetinin paylaşılabilir hale gelmesiyle kendisini ortaya koyar; yani bu faaliyetlerin toplumlaşması sonucunda var olabilmiş bir insani nitelik ve insanlaşma sürecinin bir bileşenidir.
Hesaplama-yazma-okuma faaliyetinin çok genel anlamda soyutlama faaliyeti ile baştan beri doğrudan bir ilişkisi olduğunu daha önce belirtmiş ve soyutlama sürecinin de “homo sapiens” ile birlikte hız kazanarak toplumsallaşma ile taşınan bir insani nicelik ve temel bir nitelik olduğuna işaret etmiştik. Soyutlama faaliyeti ve yetisi, niteliksizleştirme ve nicelik (zenginlik) birikimi faaliyetiyle tanımlanan “sınıfsal yapılaşmayı” da beraberinde getiren “tarım toplumu” ve yakın dönemdeki “sanayi toplumu” ile de doğal bir şekilde ilişkili bulunmaktadır. Sanayi devrimi veya kapitalist üretim biçiminin hakim hale gelmesiyle birlikte okuryazarlığın yaygınlaşması -ve dahası aynı dönemde nükleer ailenin galebe çalması- soyut bir değişim ve/veya iletişim aracı olan sermayenin nicelik olarak artması ve buna bağlı olarak ta burjuva toplumunun hakim duruma gelmesiyle oluşmuştur. Burjuva insanının okuryazarlığı ve bu faaliyeti emekçi halk kitleleri içinde yaygınlaştırmış olması, sermayenin toplumsallaşma imkanı ile görecelidir. Başlangıçta, yani sermayenin yoğunlaşmasının ve toplumsallaşmanın önünün kendisine ayrılan zaman mekan aralığında açık olduğu dönemlerde eğitim ve öğrenim alanında olduğu gibi bilim ve teknoloji alanında da devrim üzerine devrim gerçekleştiren burjuvazi, “toplumlaşma” olayının hızla daraldığı neoliberal dönemde doğrudan bir şekilde “küresel sermayenin” boyunduruğu altına giren bu faaliyetlerin kendi özgün dinamikleriyle gelişiminin önünde artık en büyük engel halini almış bulunmaktadır.
Günümüzde, yani neoliberal ideolojinin hakimiyetinin en üst doruğa ulaştığı bir dönemde, eğitim ve bilimsel faaliyet üzerine inşa edilen burjuvazinin gelişim dönemindeki ideolojisi olan Aydınlanmacılığın ve ona karşı gelen ulusalcı siyasetin “hedef tahtası” haline getirilmiş olması kendiliğinden gelişen rastlantısal bir olay değildir. Tıpkı Aydınlanmacılığın müdavimi olan ve burjuva devrimciliğini Todd gibi yeniden hortlatmak için manevra üstüne manevra yapanların, bütün ideolojik ve siyasi muhalifliğinin liberal faşist iktidara teslimiyet ve hatta ona koltuk değneği olmakla sonuçlanmış olmasının rastlantısal olmadığı gibi…
Beşinci ve altıncı paragraflarda, gerçekte “kapitalist üretim” ve genel toplumsal yapılanmanın burjuvalaşmaya başlamasıyla ifade edilen ikinci tarihsel ayırımın öne çıkan ideolojileriyle aile yapılanmaları arasındaki ilişki konu edilmektedir. Beşinci paragraf daha çok, evvelce periferide yer alan “ilkel” ve “vahşi” kökenli olarak nitelendirilen komünal “nükleer aile” ile, kapitalizmin “modern” zamanlarında ve sınıflı toplum mahsulü kök ve komünoter ailenin geleneğine uygun olarak birincinin “niteliksiz” hale getirilmesiyle hâsıl olan burjuva nükleer ailesi konu edilmektedir. Evet, yanlış anlamadınız: Sınıflı toplumların tarihsel sonuna erdiği burjuva dönemde şahit olduğumuz “nükleer” tipteki aile, İnsanlığın başlangıcındaki komünal nükleer ailenin niteliksizleştirilmiş halinden başka bir şey değildir; eğer onun yine de sınıf mücadelesinde yaşamaya devam etme olasılığını hesaba katmazsak, tabiidir ki! Altıncı paragraf ise Todd’un öğretisinin temelini teşkil eden “hortlak” hikayelerine ayrılmış ve nihayetinde “ilkel” (gerçekte “ilksel ve komünal) nükleer ailenin, kapitalist sistemin mutlak hakimiyeti ile birlikte merkezi ele geçirdiği ilan edilmiş… Kısaca, nereden bakarsanız bakın, hangi zaman mekan ölçüsüne vurursanız vurun tam bir hezeyan ve kedinin kendi yavrusunu bile bulamayacağı türden bir kavram kargaşası!
Kendi açıklamamızı vermeden önce, neoliberal veya ulusalcı, her türden ortalıkta “bilim insanı” diye dolanan burjuva zımbırtısının, kendi acizliklerini gizlemek üzere ulu orta ileri sürdüğü “Nazizim=Komünizm” türünden kavram kargaşasını, eldivenlerimizi giyerekten tutup E. Todd’a hiç kullanmadan iade ettiğimizi belirtmek isteriz. Bizce bu gibi artık bitpazarına düşmüş “anti-komünist” pislikler, ortaya serildiği biçimiyle ortaya atılan bir öğretinin bir zırva yumağı olduğunun basit bir göstergesi olmakta. Nitekim sayıp döktüğü bu Faşizm, Nazizm, Dinci-Fundamentalizm türü ideolojilerin harmanlandığı ve piyasaya sürüldüğü yapılanma sınıflı toplum yapılanmasının bir türü olan kapitalist sermayenin yönlendirdiği burjuva tipi bir yapılanmadır. Diğer bir deyişle, burjuva tipteki nükleer aile yapılanmalarının yeniden değer kazandığı –ki bu değer kazanmak aslında avcı toplayıcının ailesine nazaran bir değer kaybı olmaktadır- burjuva toplumu ile, kök ailenin hakim yapılanma biçimi olduğu köleci ve feodal toplumların hepsinin toplumsal yapılanma biçimi aynı olmaktadır: Sınıflı toplum yapılanması. O halde burjuva toplumu, ya insanlaşma süreci içinde son 5 bin yıldan beri süregelen sınıfsal yapılanma içindedir, ya da hiçbir yerdedir. Aynı şekilde, faşizm ve dinci karanlık, ya burjuva toplumunda ve kapitalist sistemin ürettiği ideoloji ve siyasetlerden birisidir, ya da böylesi ideolojiler sadece birer hayal ürününden başka bir şey değildir.
Todd’un okuyucuyu ahmak yerine koyarcasına burjuva-kapitalist yapılanmaya bol keseden “demokrat”, “liberal” giydirmesi beyhudedir. Günümüzde olduğu gibi, sermayenin artık toplumsallaşamadığı veya sadece ve sadece küresel planda zaten tarihsel olarak azalma eğilimindeki rant marjının en fazla olduğu ama sefaletin de en yüksek olduğu ülkede toplumsallaşmasının ne anlamı vardır? Bu durum, sermayenin terk ettiği ülkelerdeki emekçi halkın elinden bir insan için en varoluşsal ve değerli olan şeyi, toplumsallığını almak, diğer bir deyişle yok oluşa itelemek değil midir?
Todd, bizi “demokratik” veya “liberal” olarak nitelendirdiği burjuva toplumunda kalmaya, sakın ha sosyalist-komünist alternatifleri aklımıza bile getirmemeye ikna etmek üzere olmadık atraksiyonları yapıp çeşitli taklalar atmaktadır. Ancak bize “hortlak” hikayeleri anlatacağına ondan günümüzün toplumsal ve siyasi koşullarının sordurduğu şu soruya cevap vermesini beklerdik: Kapitalist sermayenin küreselleşme çağında dünya insanlığını bir kendi kendisini yaratma yani üretim faaliyetine katarak toplumsal bir bütün içinde toplumsallaştırarak entegre etme imkanı kalmış mıdır? Eğer kalmamışsa, bu durumun kapitalist sistemin insanlaşma süreci içinde artık hiçbir yeri kalmadığını söyleyip ve onun artık geçmişin hayaletlerinin taşıdığı ideolojilere, bütün insanlığı yok oluşa itecek kadar ilkel ve vahşi faşist ideolojilerin yok edici mekanizmasına ihtiyaç duyduğunu söyleyebilecek miyiz? Bütün bu soruları bir tek cümleyle ifade etmemiz gerekecekse, günümüzde “liberal” veya onun en son versiyonu olan neoliberal ideolojinin faşizmin ideolojik versiyonlarından birisi olduğunu söyleyebilir miyiz: Liberal faşizm?
Anlaşılacağı üzere, günümüzün toplumsal ve siyasi pratiğinin bize sordurduğu bu soruların, Todd’un öğretisinde hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Bu yüzden de o zaman ve mekanda hareket kabiliyeti kalmadığından sadece ve sadece kendi üstünde dönen bir topaç gibi kazdığı kuyuya kendi kendisini itelemektedir. Tıpkı kendini özdeşleştirdiği kapitalist sistem gibi, kendisine toplumsal tarihte ayrılan zaman iyice daraldığından dolayı kapanmakta olan parantezin içinde yeraltından dışa yanşayan halkalardan başka bir varlık emaresi de kalmamaktadır.
Parantez kapanıyor…
Antropoloğumuzun bir topaç gibi sadece kendi etrafında dönen ve döndükçe de zaman mekanın derinliklerine nüfuz ederek gözden kaybolmakta olan öğretisini, onun son güzelleme çabalarına rağmen günümüzün toplumsal olgularına bakarak bir felaket senaryosu ile bitirmek zorundayız. Belirttiğimiz üzere, sınıflı toplumlar nicelik toplumlarıydı ve içlerine nüfuz ettikleri insani bütün nitelikleri ve toplumsal olan bütün biçim alışları ortadan kaldırmaktaydı. Bunun yanında, ortadan kaldırdıkları her insani ve toplumsal biçimlerin yerine harekete geçmekte –feodalizmden kapitalizme geçiş gibi- ya da kapitalist sistemin eriştiği aşamada ifade ettiği gibi artık geçici de olsa hiçbir yeni toplumsal biçim koymamadan dolayı topyekûn önüne çıkan bütün biçimleri yok eden bir “karadeliğe” dönüşmüş olmaktaydı (Bkz. “Oluş Sorunu, El yayınları). Bizim E. Todd gibi birisine “burjuva antropoloğu” dememiz ve onun öğretisini metaforik olarak kendi çukurunu kazarak gözden kaybolan bir topaca benzetmemiz tesadüfü bir şey değildir; zira bir karadeliğin yok edici gücü de tıpkı onun gibi kendi üzerine çökerek bizzat kendisini ve çekim gücü içerisine giren her şeyi yok etmesiyle tanınmaktadır.
Aynı zamanda bir sınıflı yapılanmanın niteliksizleştirme gücünün en üst biçimine de sahip olduğu kadar nicelik toplumu olmada da tavan yapmış olan burjuva toplumunda, kapitalist sisteme uygunluk daha doğrusu “kullanışlılık” sağladığı oranda kabul gören avcı toplayıcıların “nükleer aile” yapılanması, nitelikler toplumu olan komünal yapılanmanın ürünüydü. İte tam da bu yüzdendir ki “ideal” bir aile yapılanmasını temsil etmekteydi. Bu aile yapılanması, nitelikli o halde “ideal” bir aile yapılanması olarak da, evvelce ileri sürdüğümüz gibi, “öznel” ve “özel” olma gibi temel ve ayırıcı özelliklere sahipti. “Öznel” bir yapılanmaydı çünkü her türlü insani yaratıcılığın merkezine biricik “özne” olarak bireyi ve onun evrendeki insan varlığının sürekliliğini sağlayan hayat enerjisinin sahibi bireyi ve bireyselliği öngörmekteydi; “özel” bir yapılanmaydı çünkü insan türünün biyolojik sürekliliği için bir araya gelen ve bu iş için yeterli donanıma sahip iki insan bireyi arasında kurulan ve zaman mekan içinde bir sürekliliği olan bir ilişki türüydü.
Genel toplumsal yapılanmanın insanlaşma süreci içindeki bütün deney birikimini de sahiplenmiş olan öznel ve özel olan bu ilişki türü ve yapılanması zaman ve mekanda önü açık ve geleceği gözeten bir yapılanmaydı ve hem bireyselliğin verdiği iradeyle ve hem de dışsal şartların etkisiyle kurulan bir yapılanmayı bozabilir (boşanma) veya yeni türde ama özel nitelikteki yapılanmaya imkan verebilmekteydi. Bunun yanında, zamanda süreklilik için gerekli için öznel olmanın doğurduğu eylemde “önü açık olmak” aynı zamanda toplumsal mekandaki tarihi komünal yapılanmanın sağladığı toplumsal sınırlar içinde ve onunla bir denge kuracak şekilde davranmayı öngörmekteydi. Durumun ayırıcı özelliğini altını çizerek vurgulamamız gerekmektedir ki; gerçekleşen bütün bu olaylar ve öznel ve özel nitelikli yapılanma biçimi toplumun üzerinde yer alan ve yeni toplumsallaşmanın kaidelerini koyan ve bireylerin iradesi üzerinde yaptırım gücü olmayan devlet yapılanmasının var olmadığı bir durumda gerçekleşti.
Sınıflı yani nicelikler toplumuna geçişle birlikte, ideal biçimiyle avcı toplayıcılarda rastladığımız ideal aile yapılanması parçalandı, geçici biçimlere bölündü ve içinde yaşadığımız burjuva toplumunda ve hele de onun artık bir kadavraya dönüştüğü günümüzdeki neoliberal dönemde ise E. Todd’un bütün hezeyanlarına rağmen ortadan kalkmış bulunmaktadır. Peki, bu ideal aile tipi nasıl bir süreçten sonra ve hangi dinamiklerin sonucunda ortadan kalktı veya asarı antika müzesine yollanır gibi insani coğrafyanın periferisine itildi? Sorunun cevabı, sadece Todd’un anlattıklarından yola çıkmış olsak bile, insanlaşmanın şafağından beri süregelen aile yapılanmasının öznelleşmesi ve özelleşmesi sürecinin sınıflı toplumsal yapılanmayla birlikte tersine evirilmesiyle birlikte bu niteliklerinin niceliğe dönüştürülerek ortadan kaldırılmasından dolayı olacaktır.
Devletin ve aile hukukunun da ortaya çıkmasıyla birlikte, tersyüz olma daha da hızlanacaktır. Örneğin, “özne” olma niteliği aşırı bireyleşme ile birlikte “hakim sınıfların bir neferi” olmaya dönüşürken ezilen sınıf bireyleri için bu esir pazarında “alınır-satılır” bir nesneye dönüşme demek olacak, ama her iki durumda da bireyselliğin ölçütü bir yandan sahip olunan servetin fazlalığı (efendi), diğer yandan ise bu serveti yaratma kapasitesine sahip hayat enerjisiyle ölçülecektir. “Özel” –veya özgün- olma niteliği de aynı şekilde buharlaşarak havaya karışıp sınıflı toplumsal yapılanmayla yok edilmiş olacaktır. Özel bir yapılanma olarak aile, iki tekil veya özne bireyin birlikteliğini temsil ettiğinden dolayı sahip olduğu “özel olma” niteliğini kaybedecek, daha çok bir nicelikle ölçülen “özel mülkün” bir “attribut” sü (özniteliği) olacaktır. Bunun en somut örneği, Avrupalı aristokratları kendi özel mülkü (veya varisi olduğu) olan bir toprak parçasına bağlayan “de” particule (partikül)ü olmaktadır; Marquis de Sade, Cécile de France, vb, gibi…
Doğrusu, E. Todd, köleci ve feodal dönemin aile yapılanmalarını “ileri” biçim olarak görüp ama burjuvazinin nükleer aile tipini ise “ilkel” olarak nitelerken kendi sınıfına büyük bir haksızlık yapmış olmaktadır. Zira burjuvazi, bütün insan varlığını olduğu gibi aile yapılanmasını niteliksiz hale getirmeyi de diğer biçimlere göre çok daha kısa zamanda (sadece 5 asır) ve çok daha radikal bir biçimde gerçekleştirmiştir. Bunun nedeni toplumsallaşma faaliyetinin, soyutlamanın ve nicelik ölçümünün en üst biçimi olan “sermaye” tarafından cehennemi bir ajitasyon faaliyetiyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Özellikle de içinde yaşadığımız neoliberal dönemde, aşırı bireyleşme ve sermaye yoğunlaşmasının en üst seviyelere ulaşmasıyla birlikte bir taraftan “özne olma” niteliği tek yanlı olarak ve –ilksel komünal toplumun bireyinin başına gelenlerin aksine- aşırı bireyleşmeyle birlikte bertaraf edilirmiştir. “Özel olma” veya burjuvalar gibi “mülk sahibi olma” niteliğine gelince, her şeyin yoğun bir şekilde metalaştığı günümüzde emek “potansiyel sermaye” ve emekçi de “sermayedar” olarak görülmeye başlanmış bulunmaktadır. Antropoloğumuzun “demokratik” ve “liberal” olarak tanımladığı günümüzdeki burjuva toplumu, niteliksizleşmenin ayyuka çıktığı bir toplum olup çıkmış haldedir. Bunun en elle tutulur örneği burjuva nükleer aile yapılanmasında kendisini göstermektedir.
Söyleyeceklerimize açıklık getirmek için gerekli olduğunu sandığımız bu ön açıklama ve tanımlamalardan sonra şimdi de sözü yeniden E. Todd’a verebiliriz:
“Bugün, pedofili ve ensest dışındaki bütün cinsiyete bağlanan tabular silinmektedir. … / … Gelecek kuşakların korunması zorunluluğu insan tabiatının derinliklerine demir atmış bulunmaktadır.” (s. 98)
“Evlilik biçimleri arasında halihazırda hakim olan monogami (tekeşlilik), medeniyetin ilk dönemlerinde sonraki dönemlerine göre her zaman hakimdi; bununla beraber daha da üst seviyelerde, poligami yerini yeniden monogamiye bırakmış oldu.” (s. 99)
“Ücretli çalışanların hakim duruma gelmesi ikincil aile ilişkilerini – yetişkin kız ve erkek kardeşlerle ve kuzenlerle- ilişkileri gevşetmekte ve 17. Yüzyıl köy komünotesinde var olan mutlak nükleer ailenin doyuma ulaşması için şartları yaratmaktadır. Kapitalist işletme, ücretli işçi kaynağı olan büyük çiftliklerin yerini almaktadır. Yerel kuruluşlar yoksullara yardımdan çok okul sağlamaktadır. Fakat Roosvelt’in Yeni Politikası tarafından gerçekleşen Sosyal Güvenlik, yaşlılara emeklilik parasını sağlamaktadır. 1950-1970 yıllarının Amerika’sında, vaktiyle Tudor ve Stuart’ların İngiltere’de yaptığı gibi, nükleer ailenin mükemmelleştirilmesine katkıda bulunmaktadır.
Kadın ve erkek arasındaki biçimsel ilişki, bu dönemde homo sapiensin başlangıçtaki eşitlik altında uzmanlaşma tipine geri geliş halinde olmasını andırmaktadır. Erkek dışarıdaki işlerde çalışmaktadır; karısı yepyeni beyaz eşyalarının yardımıyla ev işlerini yürütmektedir.” (s. 245)
Aktardığımız birinci paragrafta “aşırı bireyleşme” olayının sonucu olarak insanlığın değişmezi olagelmiş iki yasaklama dışında en azından “cinsi birlikteliğin” önündeki bütün tabuların ortadan kalktığı vurgulanmış: Pedofili ve ensest. Bu iki tabunun özellikle de burjuva sınıfı içinde hukuksal bir konu olan “evlenme” olayı dışında ortadan kalktığı konusunda çok derin şüpheler taşıdığımızı belirtmeliyiz. Burada gazete kupürlerinden bize yansıtılmış olduğu kadar şahit olduğumuz olaylardan bahsetmeyeceğiz, ama özellikle de genel olarak sınıflı toplumlarda ve özel olarak da burjuva yapılanmasından hareketle bir açıklama getirmeye çalışacağız.
Günümüzde oluşturulan çiftler arasındaki –sadece “evli çiftleri kastetmiyoruz- ilişkide “cinsel tatmin” ön plana çıkarılmış, birlikte olmanın biricik amacı olarak idealleştirilmiş bulunmaktadır. Bu konuda bize çok zengin deneyler ve tespitler aktaran Jean Claude Kaufmann’ı ve değerli çalışmalarını illaki hatırlatmamız gerekmektedir.1 Diğer yandan, bilindiği gibi sınıflı toplumlarda aile yapılanmasını ve eş seçimini belirleyen temel faktör nicel anlamda zenginlik birikimi ve bu birikimin sürekliliğinin sağlanması olmuştur. Bu anlamda özellikle kadının konumu (veya bazı durumlarda erkeğinki) aşağılara çekilmiş ve alınıp satılır bir maldan farksız bir “zevk alma” veya en iyi durumda “çocuk doğurma” nesnesi haline gelmiş bulunmaktadır. Kadının bir “nesne” haline gelmesi ve böylece çeşitli kisveler altında alınır satılır olması, satın alma güçleriyle ölçülen burjuvalığın önündeki bütün cinsel tabuları pratik olarak anlamsız kılmaktadır; ancak bütün yasaklama tedbirleri sadece mülkiyet ilişkileri temelinde düzenlenmiş olan aile hukuku alanında kabul görmektedir. Bu yüzdendir ki, aşırı bireycileşmiş olan bir burjuvaya günlük kişisel pratikleri açısından baktığınızda, şimdiye kadar bütün medeniyetlerin insanlık adına yasakladığı ve “ahlaksız” veya “sapık” ilişki olarak mahkum ettiği –ki bunların başında pedofili ve ensest gelmektedir- bir pratikle karşılarsınız; aynı burjuvaya bir aile reisi olarak akşam yemeğinde etrafına topladığı diğer aile fertlerine çektiği nutuk veya bir parlamento üyesi olarak verdiği veya onayladığı kanun tasarıları üzerinden baktığınızda ise, bir “ahlak ve namus abidesi” olarak göründüğüne şahit olacaksınızdır. Birinci durumda, nicelik sahibi olan burjuvanın var olan bütün toplumsal niteliklere sınır tanımayan bir saldırıya geçtiğine tanık olmaktayız; ikinci durumda ise “Matrix” misali yeni burjuvalar üreten, bireysel barbarlık ve devlet gücüyle bir burjuva ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu konuda, Fransız Büyük Burjuva Devrimi sonrası edebiyatının, özellikle de Honoré de Balzac ve Guy de Maupassant’ın kaleminden muhteşem örneklemeler sunduğunun bilinmesini isteriz.
Genel olarak sınıflı toplumların yaşam biçimine karşı gelen ve aile yaşam alanında da hüküm süren bu işleyiş biçimi, burjuvalığın sınıflar üstü bir mevhummuş gibi insan toplumunun bütününü teslim aldığı neoliberal ideolojinin hakim olduğu dönemde en üst uygulama imkanına sahip olmuş bulunmaktadır. Nihayetinde, Kaufmann’ın çalışmalarının da açıklıkla ifade ettiği gibi, “cinsi tatmin” faktörü eş seçiminde ön planda yer teşkil etmekte ve tatmin olmak açısından sonuç ne olursa olsun, uzun erimli bir ilişkinin kurulmasında gerçekte yeterli olmamaktadır. “İlk gece” imtihanından sonra ve her şey aşağı yukarı iyi geçmişse, çiftler bu sefer de kendi ailelerinden miras aldıkları toplumsal alışkanlıklar üzerinden ve bizce en önemlisi de tarafların başlayan bir ilişkiyi yapılanmaya dönüştürecek maddi donanıma sahip olup olmadığı üzerinden imtihana çekilmektedirler. Neoliberal ideolojinin etkisi altındaki “aşırı bireyciliğin” ve buna bağlı olarak sürekli “rekabet” halinin doğal bir sonucu olarak, bir ilişkide imtihandan geçmelerin ardı arkası kesilmemektedir. Bu yüzden de ya bir ilişki asla “evlilik” ile beraber çocukların birbirleri arkasına doğmasına rağmen kurumsal anlamda da olsa yapısal bir karakter kazanamamakta, ya da bireylerin ailevi parkurları bir boşanmalar ve yeni birliktelikler kurmakla son derece karmaşık bir aile yapılanmalarını yansıtmaktadır.
Aktardığımız alıntının ikinci paragrafında tam da aile yapılanmalarının zaman ve mekan içinde aldığı biçimler konu edilmekte ve burjuvazinin hakimiyetiyle “poligami” tipindeki yapılanmalardan “monogami” tipindeki yapılanmaya geçiş vurgulanmaktadır. Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki, Todd’un “medeniyetin ilk dönemleri” olarak adlandırdığı yapılanma, sınıflı topluma geçişle birlikte zaman içinde imha edilen avcı toplayıcıların nükleer ailesinin yaşanmaya kısmen de olsa devam ettiği dönem anlaşılmalıdır. Poligaminin sonradan ortadan kaldırılıp yerini “üst seviyelerde” (“hakim sınıflarda” şeklinde anlaşılmalıdır) yerini tekrardan monogamiye bırakması tarihsel olarak burjuvazinin ve kapitalist sistemin toplumsal yapıyı ve siyasi iktidarı ele geçirmesi ile ilgili bir olaydır ve bu alanda pratik bir değer olmaktan çok miras hukukunu ilgilendiren bir konu olmaktadır. “Üst seviyede” konuşlanan bir burjuvanın pratik olarak “çok eşli” bir hayat sürdüğü şüpheye yer bırakmayan genel bir bilgi konusudur ve bu alanda sahibi olduğu tabası üzerinde “ilk gece” hakkına sahip bir feodalin mirasçılığını, başka biçimler altında ve sahip olduğu zenginlikle doğru oranda sürdürmeye devam etmektedir.
“Üst seviyelerin” altındaki orta ve küçük burjuvalarda durum biraz daha başka seyretmektedir. Fransızca deyimiyle “Famille recomposée” yani daha çok bir klan şebekesini andıran “yeniden kurulmuş aile” biçiminde hüküm sürmektedir. Birçok kadın ve erkeğin çeşitli zamanlarda hukuki veya değil birlikteliklerinden doğma çocuklarını da bir araya getiren bu yapılanma içinde “ensest tabusu” diye adlandırdığımız şeyin en azından sembolik anlamda oldukça anlam kaybettiğini tahmin etmek zor bir şey olmasa gerektir. Diğer yandan, sadece ve sadece anlık zevk alışverişi üzerine kurulduğu anlaşılan ve karşılıklı rıza gösterme temelinde gerçekleştirilen “eş değiştirme” pratiği her nedense, oldukça yaygın bir pratik biçimi olmasına rağmen, gözlem yapmayı da “burjuva ahlakı” içine hapseden E. Todd türünden burjuva bilim insanlarının gündemine getirilmemiştir. Burjuvazi ile bağları, zenginlik paylaşımından çok, medya aracılığıyla yoğun kültürel bombardıman altında kurulan “alt tabaka”nın durumunun ise, üstte olup bitenlerin taklidiyle açıklanabilir bir halde olduğu, en azından TV’lerdeki “teşhir” programları üzerinden gözlenebilecektir.
Aile yapılanmasıyla ilgili bütün toplumsal pratikler, burjuva çağında sınıflı toplumsal yapılanmada devlet kontrolü altına sokularak doğrudan miras hukuku çerçevesi içine katılmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, avcı toplayıcıların komünal nükleer aile yapılanması ile burjuvanın nükleer yapılanması arasında sadece isim benzerliği –“aile” adını taşımak gibi- dışında hiçbir simetri bulunmamaktadır. Örneğin, Todd’un yaratmaya çalıştığı kavram kargaşalığına rağmen, “homoseksüel ilişki” meselesi olası bir cinsi ilişki türü olarak avcı toplayıcı dönemde, söylediklerinden çıkarılabileceği üzere, toplumsal yapılanmada yer bulmuş olmasına rağmen, aile yapılanması niteliğinin kazandığından bahsedilmemektedir. Oysaki sınıflı toplumsal yapılanmalarda genellikle sıkı bir şekilde yasaklanan bu cinsel ilişki biçimi, burjuva toplumunda da varis bırakma ihtimali olmadığından olsa gerektir, hukuki olarak ceza konusu teşkil etmektedir. Homoseksüeller kendi cinsel tercihlerini 68 ayaklanmalarında da görüldüğü üzere, yükselen sınıf mücadelelerini arkalarına alarak legalleştirdiği bilinmektedir. Neoliberal dönemdeki ortaya çıkan burjuvazinin “homoseksüellik aşkı” şeklinde tezahür eden tavrı ve bu anlamda homoseksüellere “evlenme hakkı” tanınması türünden çıkışları, bu toplumsal kategoriye karşı olduğu gibi aile yapılanmasına karşı da bir sınıf yapılanması olarak değişmemiş, aksine daha da pekiştirilmiş olmaktadır. Bunun nedeni: 1)Radikal bir muhalefet teşkil edebilen toplumsal bir kategori, “evlilik hakkı” ile veraset hukuku altında yerleşik düzene entegre edilmiş, doğal toplumsal bir hak olmaktan çıkmıştır; 2)Böylece homoseksüellerin mücadelesine kontrollü bir destek vermek demek, onu sınıf mücadelesinde kendi yanına çekmek anlamına gelmektedir. Homoseksüellerin üzerinde devlet mekanizması aracılığıyla uygulanan bu siyasi manevra, günümüzün siyasi iktidarının rengini belirleyen liberal faşist iktidarların “pervers” yani sapkın siyasi manevralarından en göze batanı olmaktadır.
Uzun alıntının üçüncü paragrafında anlatılanlar da bir insan topluluğu “toplum” olarak yapılandıran en önemli eleman olan bireyler arasındaki dayanışmanın yerini, sermayenin toplumsallaşması sonucu oluşan proleterleşmeyle beraber din ve devlet organizasyonlarının aldığı vurgulanmakta. Bireyciliğin “anavatanı” konumundaki İngiltere ve Amerika’da bu konuda ilk önce Kilise tarafından düzenlenen “yoksullara yardım” organizasyonu (Tudor ve Stuart dönemi), sonra da, eğer işçi sınıfının mücadeleler sonucunda kurduğu sosyal güvenlik sendika ve kurumlarına bağlı olarak, sınıf mücadelesini kontrol altına almayı amaçlayan devlet ve kamu kurumları yönetimdeki çeşitli “aile yardımları” (Roosevelt dönemi) bu duruma bir örnek teşkil etmektedir. Bu anlayışın işçi sınıfı içine sızmış bir biçiminden başka bir şey olmayan “II. Enternasyonal” partilerinin büyük desteği ve güdümüyle gerçekleşen ve işçi sınıfını “tarihsel özne” olma statüsünden çıkarmayı amaçlayan burjuva “sosyal devlet” anlayışı, emekçiler üzerindeki bir tahakküm aracından başka bir şey olmaktan özellikle de neoliberal dönemde bütünüyle çıkmış bulunmaktadır.
(Frank Kapra imzalı 1946 yapımı Şahane Hayatım filmi, dünya savaşının ardından halka moral vermesi için çekildi. Şahane Hayatım’da George Bailey’in intihar teşebbüsü ve sonra aile içi dayanışma ile yeniden hayata dönüş öyküsü anlatılır. Keynesyen dönemin kutsal aile ethosu ve bütün göstergelerinin yer aldığı film, finans kapitalin de bazı unsurlarının sembolik temsiliyle kapitalist toplumun temel özellikleri sergilenir)
Dördüncü ve son paragraf evlere şenliktir ve bize “aile, kutsal aile!” diyerek yüzlerce sayfa topaç çevirir gibi kalem oynatan bir antropoloğun, “ideal” olarak nitelendirdiği bu aile tipinin bütünüyle burjuva toplum yapılanmasına kurban edilişinin gönüllü tezgahtarlığını yaptığını göstermektedir. Zira o, “dışarıda” sadece ihtiyacı kadar avlanan ve zamanının büyük kısmını kendisine ve özellikle de eşi ve çocuklarına ayıran “komünal baba”nın yerine “ücretli köle” statüsünde olan ve ailesi kendisinden çok –aile yardımları- aracılığıyla devlet kontrolünde olan emekçi babayı geçirerek sahtekarlık yapmaktadır; Çocuk doğurmanın yanında “toplayıcılık” ve hatta “avcılık” da yapan “komünal annenin” yerine, kendisinden “en az 3-4 çocuk” doğurması istenen, bu yetmiyormuş gibi erkeklerin artan işsizliğini gözlerden uzak tutmak için “evinin kadını” olarak ev hapsine yollanan kapitalist sistemin “mağdur cinsiyetini” geçirerek entelektüel dolandırıcılık yapmaktadır.
Topacın artık kendi etrafında dönerek kazdığı kuyuya iyice gömüldüğü anlaşılmıştır umarız. O halde aile yapılanmaları ile ilgili olarak söylediklerimizi bir sonuca bağlayabileceğiz.
Sonuç yerine: Niceliklerden Niteliklere…
Şu konunun iyice hatırlanması ve zaman mekanda izlediği yörünge dikkate alındığında daha çok kendi etrafında dönen bir topaca benzeyen Todd’un öğretisinin eleştirisinin yaratabileceği anlam ve kavram kargaşası içinde sürekli akılda tutulmasının gerektiğini düşünüyoruz. Tartışma ortamı içinde “ilksel komünal toplumun” toplumsallık biçiminin, E. Todd’un burjuva toplumunu “insanlığın ahireti” veya “zirvesi” imiş gibi pazarlamasına karşın, “toplumsallaşma” dediğimiz şeyin -son örneklerini saymazsak- şimdiye kadar pratik edilmiş en otantik biçimine şahitlik ettiğini savunmamız, bizi her şeyin 5 bin yıl önce sınıflı topluma geçişle bittiğini ve eğer “insanlık barışının” yeniden kurulmasını istiyorsak iş makinelerimizi ve bilgisayarlarımızı bırakıp “avcı toplayıcılığa” yeniden başlamamız gerektiğini savunduğumuz anlamına gelmemelidir.
Biz, baştan beri sadece ve sadece olgulardan hareketle bilimsel bir analiz yapılacağını savunmaktayız ve avcı toplayıcılığın yerini sırasıyla tarım ve sanayi toplumlarına bırakmasının ve buna bağlı olarak da komünal yapılanmanın yerini bir dizi sınıfsal yapılanmaya bırakmasının nedeninin, “avcı toplayıcılığın” bir oluş süreci olan “insanlaşmayı” zaman mekanda taşımakta önemli eksiklikleri olduğu veya yetersiz kaldığı olgusundan kaynaklandığını düşünmekteyiz. Ancak bu durum, birer nicelik yapılanmaları olan “sınıflı” toplumların, çok yaratıcı ve dinamik bir altyapıya –tarım ve sanayi gibi- sahip olmasına rağmen, bir nitelik toplumuna karşı gelen “ilksel komünal” toplumun temsil ettiği toplumsallığa sahip olduğu ve tıpkı nicelik yaratmada olduğu gibi bir adım ileri olduğu anlamına da gelmemektedir. Bize göre sınıflı toplumlar, ezen-ezilen, sömürülen-sömürenden oluşan iki yapılanmayı birden aynı zaman mekan bütünlüğü içinde barındıran toplumsu yapılanmalar olmaktadır. İnsanlık sürecinin dünü (ilksel komünal toplumsallaşma), bugünü (sınıfsal toplumsallaşma) ve daha bugünden kendisini dayatmaya başlayan yarını (“komünist” toplum veya sadece “insan toplumu”) dikkate alındığında, sınıflı toplum yapılanması, iki nitelikler toplumu olan ilksel komünal ve komünist toplum yapılanmaları arasında “nicelik birikimi” ile tanımlanan bir geçiş dönemine karşı gelmektedir.
Sınıflı toplumlarının sonuncusu ve ulaşabileceği en üst biçimi, dolayısıyla nicelikler döneminin tarih sahnesinde “perde kapatıcısı” olacak olan burjuva toplumsallığı, bu özelliklerinden dolayı içerisinde kendisinin yerine geçecek olan insanlığın tanıdığı ikinci nitelik toplumunun yani “komünist” yapılanmaların tarih ve toplum yaratan özne olan emekçiler tarafından hazırlanmasına da sahne olmaktadır. Ama bu hazırlanış “hipotetik” bir olasılık kesinlikle değil ama olgulara dair bir gerçekliktir; yani nicelikler dünyasında sadece ölçüye vurularak ve “mesafe” alınarak ifade edilecek bir gerçeklik olmayıp, olayların içine nüfuz edebilen derinliklerde onları yaratan dinamikleri açığa çıkaran gözlemler yapmayı öngörür. İşte bu yüzdendir ki, araştırmacı bilimsel tutumunu, “olaylara karşı mesafeli” değil ama kendisini onlara mümkün olduğunca yakınlaştıran bir bakış açısına göre ayarlamaya çalışır; görünür ve ölçülebilir olanla yetinmez ama gizlenmiş ama esasa dair olanı görünür kılmayı amaçlar. Araştırmacının böylesi bir amaca yönelik bilimsel tavrının epistemolojik karşılığı olaylar karşısında tümevarımsal (inductif) bir duruş sergilemek olmaktadır.
Tümevarımsal bir duruşun öngördüğü şekilde geliştirilen olaylara bakış açısı, niteliklerin ve onların temsil ettiği insani değerlerin izini sürmemizi sağlayacaktır. Böylesi bir bilimsel duruş sergileyerek genel olarak sınıflı toplumlara baktığımızda, onların komünal yapılanmayla karşılaştırıldığında orijinal insan toplumları değil ama sadece ve tek yanlı olarak belli bir toplumsal sınıf yararına nicelik biriktirerek var olan “toplumsu” yapılanmalar olduğunu görebileceğiz. Aynı şekilde, sınıflı toplumsallık yapılanmalarının sınırsız nicelik birikimini hedefleme anlamında en mükemmeli olan burjuva toplumunun küreselci ve neoliberal ulaştığı seviyedeki durumunu ele aldığımızda, onun artık “toplumsu” bir yapılanma içine dahi girmediğine, toplumsallığa ve insanlığa dair bütün biçim ve değerleri büyük bir hızla hortumlayıp sıfırladığına şahit olmaktayız. Burjuva toplumundaki, sınıflı toplum yapılanması içinde kalınmaya devam edildiği taktirde kapatılamayacak olan bu mutlak toplumsallık kaybını biz ilk başlarda saha araştırmalarımızda “bireyselliğin infilakı” diye tanımladığımız bir olay üzerinden gözlemlemiştik ve gözlemlemeye de devam etmekteyiz.
“Bireyselliğin infilakı”, aşırı bireyselleşme (veya bireycileşme) ve buna karşın toplumsal entegrasyonun ortadan kalkmaya başlamasıyla oluşan bir zaman mekan parçalanması ve buna bağlı olarak insanlaşma sürecinin iki kurucu bileşeni olan bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerinin birbirinden temelli bir şekilde ayrışarak evrendeki insan varlığını tehdit eden bir ortam yaratmasıyla oluşmuştur. Biz bu olayı şahitliğine başvurduğumuz gençlerin hayat hikayelerinden çıkardık ve vardığımız sonuçları “Denge ve Devrim” ve “Çıkış Hattı” (El yayınları) adlı çalışmalarımızda etraflı bir şekilde açıkladık. Çalışmalarımızda tespit edebildiğimiz olgular açısından tartıştığımız konuyla ilgili olarak en dikkat çekici olanı, kapitalist sistemin artık burjuva toplumsallığı anlamında “toplumsu” bir toplumsallık dahi üretememesinden doğan ”infilak” olayının, diğer yandan toplumsal öznelerde yoğun bir toplumsallaşma talebi de doğurmuş olması ve hatta yeni toplumsallık biçimleri üretmeye aday tarihsel özneleri de ortaya çıkarmış olduğu olgusuydu.
E. Todd’un yaklaşımına gelince; onunkini bilimsel literatürdeki karşılığına ve öğretisinde sergilediği ele alış biçimine uygun olarak, tümdengelimci veya “hipotetiko-dedüktif” diye adlandırmamız gerekmektedir. Tümdengelimsel yaklaşımda izlenilen yörüngeye göre, olgulardan değil ama yasa yerine geçen genel kurallardan hareket edilir ve yapılan ölçümlerle ileri sürülen varsayım (hipotez) ve onun temellendirildiği kural test edilecek ve geçerliliği böylece sınanmış olunacaktır. Konumuzun dışına daha fazla çıkmamaya özen göstererek kısaca diyebiliriz ki, antropoloğumuzun insanlık tarihini aile yapılanmaları üzerinden ele alış biçimi tümdengelimsel bir yaklaşıma karşı gelmektedir. Şöyle ki o, hakim toplumsal yapılanma biçimleri olan 5 bin yıllık sınıflı toplum ve 5 yüz yıllık burjuva toplumu ile ilgilenmekte, sunduğu çok sayıdaki verilerle en iyi ihtimalle bu yapılanma biçimlerinin kendi gerçekliklerini sürekli bir biçimde güncellediğini ispatlamaya çalışmaktadır. Kendisini her ne kadar sürekli bir şekilde uzun zaman tarihçisi ve antropoloğu olarak tanımlamış olsa da, hakim olan biçimlerin dışına çıkarak “marjinal” gibi görünen ama geleceğin taşıdığı ve kendisi de gelecek taşıyan olaylarla pek ilgilenmemektedir. Diğer yandan, Todd’un yaklaşımının, kendi sınıfsal konumu ile bağlantılı olarak sahip olduğu ideolojik ve siyasi tercihlerinin hayata geçirilmesini kolaylaştırdığını da belirtmemiz gerekmektedir.
E. Todd’un (tümdengelim) ve bizim (tümevarım) olaylara yaklaşımımızdaki farklılık en açık şekilde kendisini nükleer aile yapılanmasına bakışta ortaya koymaktadır. Ona göre bu aile yapılanmasının bütün erdemi, kapitalist sistem için “esnek işgücü” rezervuarı işlevi gördüğünden kullanışlı olması ve diğer yapılanmalara göre bireyselliği barındırdığından aşırı bireycileştirilmiş burjuva toplumsallığına uyumu kolaylaştırması ile ilgili bir meseledir. Diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse sınıfsal yapılanmanın, Ulus-Devlet formasyonunda en açık şekilde ifadesini bulduğu üzere, yukarıdan aşağı örgütlenme biçimine uygunluk göstermektedir; bu ise bir birey için var olmaya edilgenlikle başlamak, etkinliği genel olarak insan toplumunun değil ama “hakim sınıfı” niceliklerle donatarak zenginleştirmeye başlamak anlamına gelmektedir. Sonuçta “birey olmak”, ister burjuva tipi nükleer yapılanmanın üyesi, ister burjuva toplumunda sade bir vatandaş olmak niceliklerle ölçülen ve ifade edilen bir konu olmaktadır.
Tümevarımsal bir duruş ve bakış açısıyla olaylara yaklaşan bizim için tam tersi bir durum söz konusudur. Nükleer aile yapılanmasının başlangıçta ve yakın gelecekteki erdemi sadece bireyselliğe izin vermesi değildir; ama bu tür yapılanmaların bireyi, insan toplumsallığının yaratıcısı olarak bir “özne” yani kendisi ve ailesi için olduğu kadar içinde var olduğu toplumsallık için de doğrudan ve özgürlük sahibi insani bir varlık olmasıyla ilgili bir mesele olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, “komünal” veya “komünist” toplumsallık için birey olmak sadece bir nicelik değil ama öncelikle bir öznellik yani nitelik sorunu olmaktadır.
Bu nedenledir ki, oldukça zengin verilerle bezenmiş olsa da, Todd’un öğretisinden yansıyan “nükleer aile” yapılanması ile onun dahi “ideal” olarak kabul etmek zorunda kaldığı ama gerçekte pek bir şey anlamadığı anlaşılan otantik nükleer aile arasındaki benzerlik, sadece ve sadece bir isim benzerliğinden ibaret olmaktadır, demekteyiz. Tıpkı Emmanuel Todd ve Emmanuel Macron gibi…
.
1 Bir toplumsal ilişki türü olan “aşk ilişkisi” konusundaki görüşlerimiz etraflı bir şekilde “Neoliberalizm, Roman ve Aşk” adlı kitabımızda belirtilmiştir. El yayınları…