Mahir Konuk / 05.12.2024
E. TODD’un öğretisinin eleştirmeye, bu öğretinin kurgulama biçimine açıklık getirmeyle başladık: Antropoloğumuzun kurguladığı toplumsal ve/veya insani gerçekliğe müdahalesinin, neoliberal ideolojinin 4. Sınıf bir beslemesi olan Harari’de şahit olduğumuz üzere (Bkz. Yol Ayrımı) maddi gerçekliğin çok kaba bir şekilde inkarı veya hokkabazvari bir deformasyonu şeklinde değil, ama adeta okuyucunun izlemekte zorlanacağı ölçüde biriktirdiği bir olgular bütününün arasındaki insanın tabiatına en uygun olabilecek olan ilişkilere müdahale şeklinde olduğunu tespit ettik. Onun; olgu ve olaylara uyarladığı kurgulama işlemi üzerinden gerçekleştirdiği bu müdahalesi, genel olarak zaman mekan yapılanmasının tersine çevrilmesi şeklinde kendini ifade ettiğini vurguladık. Neticede, olayların akış yönünü tersine çevirerek kurguladığı bu dünyanın bir burjuva bilim insanının tersine dünyasına benzediğini tespit ettik. Belli bir dünya görüşünün -burjuva dünya görüşü- kurgulama biçimine karşı gelen bu “tersine dünyanın” Todd tarafından inşa edilmesinin tespit edilen bir tek hedefinin olduğunu belittik: Gerçekte 5 bin yıldır insanlaşma sürecine yön veren ve onu yapılandırarak belirleyen “sınıflı toplum”, “kapitalizm” ve “sınıf mücadelesi” gerçekliklerini, yarattığı bu tersine dünyada, yok etmek demeyeceğiz çünkü “olgular inatçı şeylerdir”, ama en azından görünmez kılmak veya mümkün olduğu kadar sahte muhalifler tarafından kabul edilebilir bir tarzda entelektüel ve siyasal üretiminin dışına süpürmek.
E. Todd ’un tersine dünyasının nasıl işlediğine dair en somut örneklemeyi bize, onun aile ve okul kurumlarının yapılanması ile genel toplumsal yapılanma arasında kurduğu sebep-sonuç ilişkisinin tersine çevrilmesi (örneğin aile sebep, toplum sonuçtur gibi) çabası vermektedir. Genel bir toplumsal yapılanma ile özel nitelik taşıyan toplumsal kurumların oluşumu arasında pratikte gerçekleşen ilişkinin bu tipteki tersine çevrilmiş sunuş tarzının, antropoloğumuzun tersine dünyasındaki karşılığını sorguladığımızda gördük ki, toplumsal bir bütünü onun türevleriyle bu şekilde açıklama çabasıyla amaçlanan, aslında bir bütün olarak insan türünün ve insanlaşma sürecinin nesnel -o halde- evrensel olan tabiatının üzerine bir öğreti inşa edilme çabası yerine, onun yerini alacak “özel” ve/veya “öznel” -o halde- daraltılarak deforme edilmiş bir insan ve insanlık anlayışını hakim kılmak olmaktadır. Buradaki “özel” kavramının içine sadece aile ve okul gibi tek tek kurumlar girmemekte ama aynı zamanda toplumun üzerinde bir varlık konumunda olan “kapitalist sistem” de girmektedir. Aynı şekilde, buradaki “öznel” kavramı içine de sadece her durumda “kendinde bir nesne” olarak genel toplum yapılanmasının karmaşıklığı ile onu algılayan bir öznenin algılama sürecinin belli bir anındaki kaçınılmaz olan yetersizliği girmemekte, o öznenin kendisini hangi toplumsal sınıfın bakış açısıyla donattığını ifade eden ideolojik ve siyasi faktörler de girmektedir. Ne dediğimizin daha iyi anlaşılması için başlangıcından, günümüzde aldığı biçimiyle bir “hayalet” haline dönüşen “kök aile” yapılanmasını örnek verebiliriz. Bu tür aile yapılanması ilk ortaya çıktığından günümüzde aldığı biçime gelinceye kadar gerçekte genel toplumsal yapılanmanın sınıfsal bir karakter kazanması olgusuyla belirlenmektedir. Veya sınıfsal toplumsal yapılanmayı ilk ve içinde geliştiği toplumun tabiatına uygun olan biçimin “kök aile” yapılanmasıdır da diyebiliriz. Sonuç itibariyle, bu durumda antropoloğumuzun sebep-sonuç ilişkisini tersine çevirmesiyle amaçlanan şey şu olmaktadır: Genel toplumsal yapılanmanın sınıfsal karakterli bir yapılanma olduğu olgusunun insanın tabiatına uygun olduğuna inandırmak ve/veya böylece “sınıflı toplum yapılanmasını” normalleştirerek zaman mekanda sınırlı bir nesne değil ama ezeli ve ebedi bir varlık biçimi olduğunu bizlere “bilimsel” bir gerçekmiş gibi empoze etmek. Ama zaten bir “burjuva bilim insanını, diğerlerinden ayıran da bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin ve bir sınıf olarak burjuvazinin egemenliğinin evrensel bir gerçeklik gibi ezeli ve ebedi olduğunu savunmak değil miydi?
Todd’un öğretisinin eleştirisinin bir final bölümü olarak tasarladığımız ve ağırlıklı olarak genel toplumsal yapılanmaya ayrılan bu bölümde de çeşitli başlıklar altında onun tersine dünyasının hallerinin dökümünü yapmaya devam edeceğiz.
“BATI” neyin adıdır?
Eleştiri odağı haline getirdiğimiz ve bir tür “Dünya Tarihi” eskizi olan “Nerede duruyoruz” adlı eserinin yayınlanmasından sonra E. Todd’un bütün dünyada büyük yankı uyandıran yeni bir kitabı daha yayınlandı: “La Défaite de l’Occident” veya Türkçe çevirisiyle “Batı’nın yenilgisi”- ki, buradaki “yenilgi” kelimesi, daha önce başka yazarlar tarafından ilan edildiği üzere “çöküş” anlamını taşımakta. Getirdiği veri ve analizlerle bilimsel açıdan çok daha değerli olacağını düşündüğümüzden bu çalışmamızda Todd’un Fransızca yayınlanan “Aile Sistemleri” ve “Nerede Duruyoruz” adlı çok daha kapsamlı eserlerini eleştirimizin odağı yapmayı yeterli gördük. Aynı zamanda, onun saydığımız bu iki eseri, -özellikle de ikincisi- “Batı” deyimini, coğrafi ve ideolojik-siyasi temele oturan bir tanımlama olarak ileri sürmenin yanında, bir “araştırma nesnesi”, daha doğrusu verilerle süslenerek ve böylece yapay bir “nesne” haline getirilerek gerçekte başta ve sonda bir “nesne” olan “kapitalizm” gerçeğinin yerini almak üzere sistemli bir şekilde yazar tarafından gerçekleştirilen bir çalışmanın ürünüdür. Bu yüzden de antropoloğumuzun “best-selers” niteliğindeki bu son eserini de onun öğretisinin eleştirisine katmaya pek rağbet etmedik. Zira baştan beri bizim öncelikle ilgimizi çeken ve onun öğretisinin en problemli yanı, devşirdiği olgulara verdiği anlam ve bu anlamı öğretinin bütününü yayan bakış açısı ve kurgulama yöntemi oldu.
“Batı” kavramı, siyasi ve toplumsal literatürde hem yerleşik düzeni açıkça sahiplenen oligarşik yapılanmanın sözcüleri ve hem de her türden siyasi muhalifler tarafından kullanılan bir kavram olagelmiştir. Bu tespitle, bu kavramı kullanmanın sadece kendisinin sorunlu bir tavır olduğunu düşünmediğimizin öncelikle bilinmesi istememizdir. Bizim hedefimiz, bu kavramın günümüzde şimdiye kadar olandan çok daha fazla, insana ve insan toplumuna dair ne varsa anlamamız için vaz geçilmez olan toplumsal sınıf, kapitalizm ve sınıf mücadelesi gibi kavramların yerine kullanılması, böylece onların yerini alarak veya anlamlarının bütünüyle değiştirerek tanınmaz hale getirilmesidir. Bunun yanında, “Batı” kavramının özellikle muhaliflerin de kullandığı ve birincilerin aksine “ırk”, “kültür” veya “Medeniyetler Savaşı” kavramlarına atıfta bulunmayan -veya onları öne çıkarmayan- bir tanımlaması daha bulunmaktadır. Bu tanımlama, kapitalizmin yeşermesinden günümüzdeki yok oluş-yok edişine kadar belli maddi nedenlerden dolayı ona ev sahipliği yapmış ve bütün dünyayı işgal etmesine vesile olmuş olan “Batı” (L’Occident) tanımlamasıdır ki, biz de diğer gerçek siyasi muhalifler gibi bu kampta yer almaktayız.
O Halde, yukarıda ileri sürdüğümüz iddiaları gözden geçirmek üzere, önce sözü her zaman yaptığımız gibi antropoloğumuza bırakalım:
“Batı’da, her şeyi mümkün kılabilecek bir teknolojik devrimin şartlarına rağmen, gizemli bir güçsüzlük duygusu hüküm sürmektedir. … / …
“En gelişmiş olmasına rağmen (bu) ülkelerde, bir çöküş ve ondan kurtulamama duygusu yayılmaktadır…
“Farklı biçimlerde de olsa, öteki demokrasiler, Amerika’yı bu ekonomik ve toplumsal gerileme yörüngesinde takip etmekte. Eşitsizliklerin yükselmesi ve genç kuşakların yaşam seviyelerinin düşmesi, neredeyse evrensel olaylar konumunda. … Japonya’nın kendi içine kapandığı bir durumda, artık Almanya’nın dümen suyuna girmiş olan Avrupa, ekonomik küreselleşmede Birleşik Devletlerden de daha fanatik bir şekilde çok geniş bir hiyerarşik sisteme dönüşmüş bulunmakta.” (S. 9)
“Ekonomik küreselleşme oyununun kuralları Birleşik Devletier, Avrupa, Japonya’da belirlendi. 1980’den beri, bu “üçlü”, kendi ülkelerindeki işçi ücretlerini ezerek ve kar oranlarını bu durumda yükselterek, üçüncü dünyanın yeni okuryazar olmuş topluluklarını işe sürdü. İkinci Dünya savaşının aktörleri, hala tarihin akışını belirlemektedir. Ancak onların bizzat kendileri de, endüstri devriminden de öte, neolitik devriminle ölçülebilecek bir başkalaşımı çağrıştıracak derecedeki antropolojik geçiş yaşamaktadır.” (S. 13)
“Yerleşik hayata ve tarıma geçişte olduğu gibi, yürürlükteki değişim, insan türünün yaşam biçimlerini bütün boyutlarıyla altüst etmektedir. En önemli olanlarını belirtelim:
*Özellikle orta sınıf ve halk kitleleri olmak üzere herkesin yoğun bir şekilde zenginleşmesi.
*1960 ila 1980 arasında doğurganlığın ani bir şekilde düşmesi
*İnsan hayatının uzaması…
*Eğitim seviyesinin açık bir şekilde yükselmesi…
*Eğitimde kadınların erkekleri geçmesi…
*Dinin son yok oluşu…
*Dini çağlardan miras kalan evlilik modelinin çöküşü…” (S. 13)
Daha ilk okumadan itibaren görülebileceği gibi, yazarımızın “Batı” kavramı altında birleştirdiği topluluk, coğrafi anlamda genellikle yerkürenin batısında yer alan geleneksel olarak “Hristiyan dünyası” olarak bilinen ve içine ABD ve Avrupa Birliği ülkelerini de alan global bir yerleşim bütünü olmaktan çıkmış, Japonya’yı ve ileride belirteceğimiz gibi Kore1 ve Çin’i -ve hatta Hindistan’ı- de kapsayan ve “yeni bir dünya düzeni” altında birleştirilmiş bir “topluluklar konsorsiyumu” dönüşmüş bulunmaktadır. Tarih ve coğrafyanın atlasları bir zaman akışı ve mekan durağanlığı göz önüne alınarak üst üste getirildiğinde, “Batı” denildiğinde akla ilk gelen ABD ve AB’nin bütünlediği coğrafya ile, Todd’un burada tanımladığı küreselleşmiş dünyayı da içine alan dünyanın coğrafyasının örtüşmediği kolaylıkla anlaşılacaktır. Bu tespit bize “küreselleşmiş” dünyada Batı’nın geçmişi ile bugünün farklılaştığını ve kesin bir şekilde bugünü ile geleceğinin de radikal bir şekilde farklılaşacağını göstermektedir. O zaman şu soru akla gelmektedir: Geçmişin “Hristiyan” Batısını bugünlere taşıyarak onu ideoloji ve siyasete evrensel geçerliliğe ve kullanım alanına dönüştüren ve zaman ve mekandaki ortak özellik veya “payda” nedir? Todd’un ve onun temsil ettiği dünya görüşüne bakarsanız ve akıl yürütmesine bakarsanız “ortak payda” Japon ve Kore örneğinde olduğu gibi “aile sistemleri”dir; bizim anlayışımıza göre ise “payda” her zaman genel bir biçimde “toplumsal sınıf” ve özel bir biçimde ise kapitalizmdir.
Bu somut tespitten itibaren, eğer din, kültür ve medeniyet gibi katılımcı toplumların geçmişlerine gönderme yapan değişkenlerden itibaren akıl yürütmüş olsa idik geçmişe dönük olarak kadim Batı ile kadim Doğunun bir potada eritilmeye başlanmasını bir “mucize” olarak adlandırma zorunda kalacaktık. Her şeye rağmen yine de gerçekleşmekte olan Doğu-Batı füzyonu, antropoloğumuza göre “her şeyi mümkün kılabilecek bir teknolojik devrimin şartları” sayesinde2 mümkün olabilmektedir; bu durum ise kendiliğinden bir şekilde geçmişim toplumsal yapılanmalarında var olan içeriğin ve biçimin değiştirildiğini göstermektedir. Doğu-Batı füzyonuna dayanan ve “mucizevi” bir şekilde ve küresel boyutta gerçekleşen yaşanmakta olan olay, kendisiyle uyuşmayan geçmişe dair niteliklerin ortadan kalkmasıyla dünyanın her yerinde benzer toplumsal yapılanmaların oluşturulmasıyla sonuçlanmaktadır.
“Küreselleşme” diye adlandırılan değişim faktörü ile birlikte ortaya çıkan toplumların yeniden yapılandırılması yeni ve varlığı ancak “kapitalist yapılanma” biçimiyle açıklanacak sorunları da beraberinde getirmektedir. Mesela, bu sorunlar içinde en acil ve hayati olanı, emekçi halkların “teknolojik devrimin” sınırsız imkanlarına rağmen “bolluk içindeki yokluk” yaşamaya itilmiş olmalarıdır. Diğer bir ifadeyle, görünürdeki toplumsal ilerlemenin önündeki engelleri aşmak için gerçekleştirilen bu devrim, mevcut toplumsal yapılanmaya uyarlandığında eskisinden daha kronik hale getirilmiş sorunların doğmasına yol açmaktadır.
Küreselleşmiş anlamdaki Batı kavramının yazarımızın belirlediği içeriğinden yani “teknolojik devrimin” bilimsel nedenlerinden ekonomik sonuçlarına kadar uzanan evrensel tabiatından yola çıkarsak, toplumsal yapılanmanın geçici nitelikte olan “adaptasyon” meselesi dışında ve kendinde (en soi) bir şekilde büyük sorunlar doğurması mümkün değildir. Evrensel tabiatlı ve bu yüzden bütün insanlığın ortak mülkü sayılması gereken teknolojik ilerleme, kendi yarattığı sorunları yine kendisi çözebilecek kapasitedeki “bilimi” içeren bir yapılanmaya yol açtığı için, “Batı” kavramını da fersah fersah aşarak “İNSAN” kavramı temelinde ideolojik, siyasi ve toplumsal bir bütünlemeye yol açacak potansiyelde ve kabiliyettedir. O halde, somut olarak, bırakalım her nedenle olursa olsun kendisini insanlığın geri kalan kesiminden ayırmayla oluşturulan Batı bütünlemesini, bütün insanlığı birleştirme kapasitesindeki “teknolojik devrim” olarak adlandırılan zaman ve mekandaki temelli bir ilerlemeye karşı gelen olayın, nasıl ve hangi şartlarda üretildiği ve ortaya çıkan ürünün nasıl sahiplenildiği, yani kısaca “biçim” meselesine. İşte burada, “teknolojik devrimin” içeriğinin birleştirici evrensel tabiatıyla taban tabana zıt sorunlarla karşılaşıldığını gözlemlemekteyiz.
Bütün büyük devrimlerin olduğu gibi ve burjuva devriminde de gözlemlendiği üzere, “teknolojik devrimin” doğurabileceği sorunların “biçimsel” yanı, sebep ve sonuçlarıyla bu devrimin nasıl toplumsallaşarak yapısal hale getirildiği ile ilişkilidir. Biçimsel yani “toplumsallaşma biçimine” dair bu sorunlar, en azından yazar tarafından yaptığımız alıntıda öne çıkarıldığı kadarıyla şu şekilde özetlenebilecektir: Yapısal bir nitelik taşıyan ve alıntıda “teknolojik devrimin” yarattığı ve bilimin temsil ettiği olanakların sınırsızlığı kadar sınırsız bir ekonomik zenginlik ve büyüme potansiyeline karşın, bu potansiyelin sahiplenme biçimi -veya “mülk edinme” tarzı- arasındaki, beklenenin aksine sadece yoksulluk, sefalet, eşitsizlik ve nihayetinde geri dönülmez bir “çökme” ve gerileme hareketiyle birlikte ortaya çıkan çelişkili durumun yarattığı “Batı’nın çöküşü” -siz “kapitalizmin çöküşü olarak anlayın- hali…
İşte biz, E. Todd’un yaptığımız alıntıda “teknolojik devrim” olgusuyla birbirlerine bağladığı ülkelerin, insanlığın geri kalanından ayrılarak oluşturduğu küme haline gelen küreselleşmiş “Batı” kavramının, olgular dünyasında oluşturduğu genel toplumsal yapılanmanın gerçek adının gerçekte “küreselleşmiş kapitalizm” veya kısaca tarihsel sonuna ulaşarak artık bir kadavraya dönüşmüş olan “kapitalist sistem” olduğunu söylemekteyiz. Antropoloğumuzun “Batı”sının ekonomik olarak nasıl yapılandığını sorguladığımızda aldığımız cevap şudur: Antropoloğumuzun, yazdığı Dünya Tarihinin hiçbir yerinde “kapitalist üretim biçimiyle” türünden bir cevap vermemiş olduğu olgusu. Bunun nedeni, onun kapitalizme sadece bir bilim insanı olarak değil, ama bir “burjuva” olmanın gereği olan ideolojik ve siyasi bakış açısını öngördüğü büyük bir imanla bağlı olması, bu toplumsal sistemi koruyup kollamanın onun için varoluşsal bir mesele olmuş olmasındandır. Sözümüze başlarken de belirttiğimiz gibi, bilgisine sahip olduğu bilim dallarından (mesela demografi gibi) devşirdiği olgularla çeşitli bahaneler üretmekte, sonra da bu bahanelerden kurgulama yoluyla kapitalizm gerçeğini görmemizi engelleyecek Fransızca deyimiyle bir “écran de fumée” yani “sis perdesi” yaratmaktadır. Şöyle ki, bir taraftan aktardığımız alıntıların başında bize bir felaket senaryosu çizerken, alıntının sonunda ise “kapitalist sistem” altında elde edilen kazanımların neolitik devrimle elde edilen kazanımlardan çok daha fazla olduğu kaydıyla bir sıralamasını yapmaktadır.
Todd’un bu son derece paradoksal olan ve tek amacı bir toplumsal sistem olarak kapitalizmi kurtarmayı planlamaktan ibaret olan tavrı, bir yandan kötümserlik içeren duruma nesnel olarak neden olan şey (kapitalizm) ile, bu durumdan çıkmayı sağlayacak yol konusundaki anlayışlarıyla bir bütünlük oluşturmaktadır. Ona göre karşılaşılan bütün bu sorunların nedeni “kapitalist ekonomi” değil ama kapitalist ekonominin neoliberal tarzdaki yönetim biçimidir. Antropoloğumuz bu tavrı, Türkiye ve Fransa da dahil olmak üzere bütün dünyadaki neo-liberalizm karşıtı ve genel tabiriyle “ulusalcı” olarak adlandırılan kesimin sözcülüğünü yaparak, kurtuluşun, küreselleşmiş açık pazar ekonomisinden “ulusal pazara” geçiş ve geleneksel olarak bu pazarın geçmişten bugüne kadar bekçiliğini yapan “milli” sayılabilecek toplumsallık biçimlerine sadık kalmaya devam ederek sağlanabileceğini vazetmekten ibarettir. Dolayısıyla, bizi “eşeğe kızıp semer dövmeye” davet eden onun için suçlu olan, genel toplumsal yapılanmayı biçimlendiren tarihsel bir sistem değil ama genel olarak ekonomik yapılanmanın kendisidir.
“SUÇLU” kim? Toplumsal bir sistem mi, yoksa sadece “ekonomi” mi?
Yazar, toplumsal yapılanma konusunda başvurduğu “psikanalisttik” teorinin gereğine uygun olarak ekonomik gerçekliği, “yüzeysel” ve bireylerin davranışlarını yapılandırmadaki etkisi en az olan “bilinçli davranışlarının” yapısallık kazanmış hali olarak tanımlamaktadır. Diğer bir deyişle ve baştan beri ifade ettiğimiz gibi, ona göre “ekonomik gerçeklik” bir yapılandırma faktörü olarak “sebep” değil ama bilinçaltını belirleyen “aile yapılanması” ve “bilinçdışını” belirleyen mesela “din” faktörünün sonucudur. Ne demek istediğimiz aşağıda aktaracağımız alıntılarda etraflıca anlatılmaktadır:
“… liberal dünyada, bir bireyin hakim ideolojisinin aile yapılanması tarafından belirlendiği hipotezi, cepheden, kendi seçimine göre ve zorunluluk altında kalmadan, otonom bir şekilde düşünen, karar veren ve eyleyen bir bireyin belirlediği ideoloji ile çarpışmaktadır.
İdeolojiyi aile ile açıklayan bir teorinin temel çelişkisi, özgürlük idealine katılımın bizzat kendisinin de belirlenmiş bir şey olduğunu ima etmiş olmasıdır. … / … Nükleer aile, kuşaklar arası ilişkiler alanında, Locke’cu ve Rousseau’cu bütün siyasal felsefelerin ortaya çıkmasından önce liberaldi.” (S. 19)
“Aksiyom şudur: Ekonomik insan her yerde aynıdır. Neoliberal teori için, onun idealleştirdiği ideal tipteki insanın toplumun dışında konuşlanmış olmasından dolayı, böylesi bir insan sadece benzer toplumlara ait olmaktadır. Margaret Thatcher’in ünlü formülüne göre “toplum mevcut değildir”. Kar oranlarının evrenselliği, dünyanın antropolojik çeşitliliğini unutmamızı zorunlu kılar. … / … Özgür değişim yerküreyi birleştirecektir, tek bir para Avrupa’yı homojenleştirecektir.
“Ekonomik globalleşme, gerçekte farklılıkları vurgularken, bu farklılıklar da ayrılık faktörü olur: Rekabet haline itilen, adapte olmaya koşullanmış, dağılmayla tehdit edilen toplumların hepsi, şu veya bu şekilde kendi üzerlerine kapaklanmış hale gelirler. Hayatta kalmak için öz değerlerinden beslenirler. En aşırı uca itildiğinde, özgür değişim evrensel bir yabancı düşmanlığını beslemektedir.” (S. 32)
“Globalleşme, bazı boyun eğdirilmiş ülkelerde eskiden olduğundan çok fazla bir şekilde hayatın temellerini tehdit eder hale getiren çatışmaların oluşumuna neden olmaktadır.” (S. 35)
Birinci ve ikinci paragraflarda, E. Todd’un öğretisinin hülasasını (postulat) teşkil eden “bireyin davranış biçimlerinin olduğu gibi, düşünsel ve ideolojik faaliyetinin de aile yapılanması tarafından biçimlendirildiği ve yönlendirildiği” düşüncesi bir kere daha vurgulanmaktadır. Liberal doktrinin iki büyük kurucu temsilcisi olan İngiliz J. Locke ve Fransız J. J. Rousseau’nun ortaya çıkış olgusu ile bu düşünürlerin aynı zamanda “nükleer aile” tipinin hakim olduğu ülkelerde çıkmış olması olgusu, ona göre tezini doğrulamak için yeterli olmaktadır. Zira, Aydınlanmacı bu iki filozofun İngiliz olanı nükleer aile yapılanmasının “mutlak” olan biçiminin, Fransız olanı ise “eşitlikçi” biçiminin mahsulü olmaktadır. Yazarımızın kurduğu bu sebep-sonuç ilişkisi o kadar belirleyicidir ki insani zamanda bu belirleyicilik en az homo-sapiensin ortaya çıkışına kadar geri götürülebilecek düzeydedir. Daha açık konuşmak gerekirse, nükleer aile yapılanması onun için sadece basit bir “liberal ideoloji yumurtlayan bir anaç tavuk” değil, ama bu tavuğun içinden “genel bir toplumsal yapılanma” çıkan yumurtadır da…
İnsanın bireyselliği veya “bireysel varlığı” çıkış noktası olarak alındığında, Todd’un doktrini, hoşa gitmeyen “kapitalist sistem”, “toplumsal sınıf”, “sınıf mücadelesi” gibi kavramları teorik düşünceden ve dolayısıyla siyasi eylemliliğin alanlarından uzakta tutmak üzere, psikanaliz gibi artık posası çıkmış bir birey teorisine sarılmaktan başka bir yol bulamamaktadır. Bir aile yapılanması biçimi ile liberalizm düşüncesi arasındaki ilişkinin gerçekten bir sebep-sonuç ilişkisi olarak var olduğunu bize inandırmak üzere, Freud’dan miras kalan bu teorik posadan ödünç aldığı “bilinçaltı” kavramındaki bireyin davranışlarını yönlendirmedeki büyülü gücü, nükleer ailenin sahip olduğunu iddia ettiği “nesnel” etkileme ve yapılandırma gücüne katmaktadır. Todd’un özelleştirilmiş veya basitçe “özel” olan aile yapılanmalarına atfettiği bu sihirli gücü, yaptığımız alıntının ilk iki paragrafında kurulan sebep-sonuç ilişkisine vurunca, sonuçta onun esas amacının, tıpkı neoliberalizmin siyasi versiyonunun baş rahibesi olan Thatcher’in insan toplumunu genel olarak insan türünün içeriğinin dışına atmak (“Toplum yoktur”) olarak özetleyebileceğimiz tavrından çok da farklı olmadığını tespit edebiliriz: Thatcher bütün toplumsallığı insani varlıktan “toplum yoktur” diyerek ihraç ederken, antropoloğumuz ise onu biçimi ne olursa olsun onu birey için neticede “mülkiyet” düşüncesini sırtlayarak zaman mekan boyunca taşıyan “özel varlık alanına” kaşı gelen aile kavramına indirgemektedir. Diğer bir deyişle, Todd ve onun gibi “ulusalcı burjuva” kesilen diğerleri ile, bir Thatcher ve onun gibi “neoliberal” olan süprüntüler arasında, sistem ve toplumsal sınıf kavramlarına vurulduğunda fark edilebilecek olan belirgin bir nitelik farkı olmadığı ama meselenin sadece “nicelik farklılaşmasından” ibaret kaldığı ortada bir olgu olarak kendini göstermektedir.
Üçüncü paragrafta söylenenlerden anlaşılabilecek olan ve en genel tanımlamayla Thatcher’in ağzından çıkan “toplum yoktur” önermesinin Todd’un öğretisindeki karşılığı, “bireyin ve onun “özel hayatının” dışında en genel anlamda bir “toplumsal dışsallık gerçekliği yoktur” anlamını taşımamaktadır. Ayrıca, neoliberalizmin kutsal rahibesinin diğer süprüntü müminleri gibi “ekonomik gerçekliği” bizim yazarımızın iddia ettiği türden çok önemsediği, onu bir “totem” haline getirerek her tür değer ve varlığın üzerinde tuttuğu iddiasının maddi bir karşılığı da bulunmamaktadır. Aksine, onun sözüm ona “neoliberalizm ile mücadele” adına yaptığı bu iddialar en azından bir o kadar da kendine de yakışmaktadır: Genel olarak toplumsal yapılanmayı ve onun bireysel varlıkla ilişkisini, bütün sınıflı toplumların karakteristiği olan “özel varlık” alanı olan aile ve mülkiyet ilişkisine indirgeyerek, toplumla birey arasındaki ilişkinin “nesnel” olan karakteri de bulandırılmış olmaktadır. Oysaki, bilindiği üzere, insanlaşma sürecinin başladığı andan itibaren birey-toplum ilişkisi bir bütün olarak doğrudan ve kesintisiz bir biçimde genel toplumsal yapılanmaya bağlanmakta ve bu şekilde bilinçli olmadan önce ve daima “ekonomik” karakterli nesnel bir ilişki olarak, türün kendi kendisini var etme çabasını ifade etmektedir; tıpkı aile yapılanmasının üreme faaliyetiyle nesnel bir gerçeklik kazanmış olmasındaki gibi… Dolayısıyla “bilinçli” bir ilişki olarak tanımlanıp sözüm ona “güçsüz” kılınarak, “güçlü” olduğu iddia edilen “özel hayat” mahsulü bir “bilinçaltının” her şeyi birbirine karıştırarak algılanamaz ve kavranamaz kılan ilişki biçiminin belirleyiciliğine indirgenemez.
Todd’un 4. Paragrafta “farklılaşma” kavramı ile ilgili olarak ileri sürdüğü, neoliberallerin “ekonomist” olduklarından bireyler arasındaki farklılaşmaları dikkate almadığı, aksine onları silikleştirmeye çalıştıkları yönündeki eleştirel yaklaşımının da gerçekte tutar bir yanı bulunmamaktadır. Örneğin, Neoliberaller “sadece birey vardır, toplum yoktur” derken bireyler arası farklılaşmanın insan varlığı içinde en üst biçimini savunmakla kalmaz, bu farklılık anlayışını “tek muteber düşünce biçimi” mertebesine de yükseltirler. Neoliberallerin bu “mutlak farklılaşma” anlayışı ile, bu anlayışa sebep olduğu iddia edilen İngilizlerin “mutlak nükleer aile” biçimi arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kuran antropoloğumuzun anlayışı arasındaki alışverişte, yine aynı şekilde sadece bir nicelik sorunu bulunmaktadır: Hani şu meşhur “boynuzun kulağı geçmiş olması” cinsinden…
Vardığımız sonuç itibariyle, Emmanuel Todd’un neoliberal ideolojiye “kapitalist sistemin yüzünü kara çıkartıyorsun” diye bir tek önermede özetleyeceğimiz eleştirilerini boşa çıkartmış olmamızın, okuyucular tarafından neoliberalizmi bir ideoloji ve bir siyaset olarak eleştirisine karşı olduğumuz şeklinde anlaşılmadığını umut ediyoruz. Aksine biz, bütün insanlık için bir tehlike arz eden neoliberalizmin eleştirisini, onun geçmişe sarılıp da bir daha belini doğrultamayacak hale getirilene kadar, yani radikal bir şekilde yapılmasını öneriyoruz.
NEOLİBERALİZM sorunu bir “sınıflı toplumsal yapılaşma” sorunudur.
Neoliberalizmin, aynı zamanda bir toplumsal yapılanma biçimi olarak ne olup veya ne olmadığı, onun kapitalizmin neresinde olduğu veya olmadığı sorusuna vereceğimiz cevapta yatmaktadır; tıpkı “kapitalist üretim biçiminin” veya kapitalist toplumsal yapılaşmanın gerçekte ne olduğunun genel olarak “sınıflı toplumsal yapılaşmanın” neresinde olup veya olmadığa bağlı olduğu gibi. Daha çok bir Matruşka bebeği andıran bu durumda sona gelindiğinde akla hemen şu soru gelecektir: Peki Matruşkalar bir bütün olarak neye bağlı? Matruşkaları birbirlerinin içinden çıkmasını sağlayan ve aynı zamanda insan türünün evrendeki varlığının devamını mümkün kılan tarihsel boyutu antropolojik bir sürece: TOPLUMSALLAŞMA. Konumuz “sınıflı toplumsal yapılanma” olduğuna göre “toplumsallaşma süreci” özet olarak “hakim sınıf” konumundaki toplumsal sınıfın kendi maddi ve manevi bütün çıkarlarını, “mağdur” konumundaki sınıfa kabul ettirmek üzere, bu çıkarlar sanki evrensel bir gereklilikmiş gibi bütün topluma mal edilmesi hareketi…
Hepsi birer sınıf hakimiyetinin toplumsallaşmasıyla oluşan köleci, feodal, kapitalist tipteki toplumsal yapılaşmanın her biri, varlıklarının toplumsal zaman mekanda sürekliliğinin sağlanması için alt sınıftakilerin tarih boyunca “üretici güçlerin” (Marks) gelişmesine bağlı olarak artan toplumsallaşma talebine cevap verme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlardır. Kapitalist tipi sınıfsal toplumsal yapılanma, “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” şiarlarıyla ilk ortaya çıkışını ve feodal tipteki sınıfsal yapılanmanın yerini alışını, kendi sınıf çıkarlarını bireylerin ileriye dönük olarak toplumsallaşma beklentilerine uygun bir şekilde bütün topluma mal etmesine yani toplumsallaştırabilmesine borçludur. Bu durumda, bir adım ötede sırasını bekleyen “neoliberalizm kapitalizmin neresindedir?” sorusunu cevaplamaya girişmeden önce cevaplamamız gereken son bir soru daha bulunmaktadır: Kapitalist sistem, toplumsallaşarak yani varlık nedeni olan “sermaye sınıfının” çıkarlarını bütün topluma en azından beş asırdır kabul ettirerek, bugüne kadar hangi güzergahtan geçerek olagelmiştir?
Bu sorunun cevabını birden fazla bağlamda aslında vermiş bulunuyoruz, ama burada yine de tartıştığımız konuyla ilgili olarak çok kısaca özetleyelim: Bir tür genel toplumsal yapılanma biçimi olan kapitalist sistemin (veya üretim biçiminin) toplumsallaşması, “kapitalist sermaye” diye adlandırılan sermaye biçiminin toplumlaşmasıyla gerçekleşir. Burada bahsi geçen sermayenin herhangi bir sermaye, mesela “ticari sermaye” değil de “kapitalist sermaye” olması, sistemin toplumsallaşmasında en belirleyici faktördür. Çünkü, sömürü yoluyla sermaye temerküzünü sağlayan “rantın” tezgahlanarak sermayenin kendi kendisini zaman mekanda sürekli olarak yeniden yarattığı mecra burasıdır. Aynı zamanda, ezen ve sömürülen emekçi sınıfın ve diğer ara tabakalarının sisteme katıldığı ortak faaliyet alanı da “kapitalist sermaye” dediğimiz şeyin toplumsallaşmasıyla gerçekleşmektedir. Kapitalist sermaye, aynı zamanda insan hayatının sürekliliğinin sağlanması için vazgeçilemeyecek olan “üretim faaliyetini” gerçekleştirirken, hem kendi kendini toplumsallaştırarak gerçekleştirmiş ve hem de ezilen sınıf ve tabakaları “kapitalist sisteme” kendi çıkarları doğrultusunda -evet, sadece ve sedece bu doğrultuda!- katmış olur. Diğer bir deyişle, bir toplumsal sistemin genel olarak sadece bir genel sınıfsal yapılanma değil de bir kapitalist yapılanma olabilmesi için, kapitalist sermayenin “PARA-MAL- (+)PARA” güzergahı izleyerek (Marks) toplumsallaşması gerekli olacaktır.
Bu arada şu konunun bilince çıkarılması da aynı zamanda “insanlaşmaya” da bağlanan kapitalist tipteki toplumsallaşma sürecinin bütününü kavramak için kanaatimizce önemlidir: Bütün sınıflı toplumsal yapılanmalar gibi “kapitalist yapılanma” da toplumsal çıkarları birbirleriyle mutlak anlamda çelişen toplumsal sınıfların katılımıyla gerçekleşir. Tam olarak ifade etmek gerekirse, kapitalist toplumsal yapılanma, sınıf mücadeleleriyle sürekli olarak biçim değiştiren genel toplumsal yapılanmalardan birisi olarak, bir toplum değil ama daha çok bir “toplumsu” olmak gibi bir karakter taşımaktadır. Bunun nedeni, her tarihi dönem ve yapısal biçim alışta, hakim konumdaki sınıfın her daim insanlaşma sürecinin temel iki temel bileşeninden birisi olan “toplumsallaşma” eylemine kendi sınıf hakimiyetinin gereği olan özel çıkarları ile gerçekte sürekli şekilde bir engel oluşturmasıdır. Todd’un son yaptığımız alıntıda en geniş bakış açısıyla “neolitik dönem” içine sıkıştırdığı sınıflı yapılanma her bir dönemi için bir tür “yarım toplum” anlamına gelen “toplumsu” bir karakter taşıyabilecektir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi “kapitalist sermaye” toplumsallaşma sürecine P-M-(+)P düzenine göre katılır ve onun bu düzeneği toplumsal yapılanmasını belirlediği kadar, aynı zamanda onun bir sınıfsal yapılanma olarak “zaman mekan sürecinde”3 sahip olacağı ömrünü de belirlemektedir. yani her sınıflı yapılanma gibi, kapitalist yapılanma da kendi varlık sürecini kendisi değil ama “üretici güçlerin gelişim seviyesi”, tam olarak ifade etmek gerekirse “üretim güçlerin gelişim düzeyi ile üretim ilişkileri arasında ortaya çıkan çelişki” (Marks) belirler. Ezilen ve sermayenin yönlendirdiği toplumsallaşma (veya üretim)sürecine emeğini satarak katılan ezilen sınıf üyeleri için toplum ve toplumsallaşma sürecine bakış çok farklıdır. Kısaca M (İşgücü)-P (ücret)- M (kullanım değeri) aşamalarıyla oluşan bu toplumsal katılım biçimi, işgücü satımıyla başlar ve insanlaşma sürecine tam bir uygunluk içinde emekçinin kendi varlığını devam ettirmesi için gerekli toplumsal olarak üretilmiş malların alımıyla da gerçekleşmiş olur.
Toplumsallaşma sürecine varoluşsal çelişki içeren bu iki farlı katılım biçiminde taraflar aynı zamanda iki farklı tarihi misyon da yüklenmiş olacaklardır. Sermayenin toplumsallaşma sürecine katılımı kendi temerküzünü sağlayarak sadece kendi kendisini var etmekle sınırlı olmaktayken, emek cephesinin aynı sürece katılımı, en genel biçimiyle insanlaşma sürecine katılım anlamı taşımakta ve kendi “kendisini ancak insanlığı kurtararak var edebileceğini” (Komünist Manifesto) öngörmektedir. Bu anlamda da nesnel olarak onun kaderi hiçbir şekilde sermaye sınıfının toplumsal kaderiyle örtüşemez; Neoliberaller ve Todd gibilerinin yaptığı gibi iki sınıf arasındaki nesnel olarak kesinlikle uzlaşamaz olan çelişkileri silikleştirip, emekçinin tarihsel kaderini sermayedarınkine bağlamak bütün insanlığı sonunu getirmeyi planlayan bir tavır olacaktır. O zaman, yeni bir soru daha sormanın zamanı da gelmiş olmaktadır: Kapitalist sistem, kendi tabiatında bulunan sınıflı bir yapılanmanın eseri bir çelişki yumağı şeklinde daha baştan beri “tarihsel sonuna” nasıl gelebilecektir ve/veya bu tarihsel sona gelmiş bulunmaktayız?
Yaptığımız tanıma göre kapitalist sistem, üç tarihsel öğenin birlikteliğinin sonucunda oluşan bir tür toplumsal yapılanma biçimiydi: Kapitalist sermaye, kapitalist üretim veya toplumsallaşma biçimi ve nihayetinde sınırsız sermaye temerküzü. Günümüzde, ABD, İngiltere ve AB’nin başını çeken Almanya ve Fransa gibi “gelişmiş” ülkeler başta olmak üzere, kapitalist yapılanmada belirleyici olan “kapitalist üretim” veya toplumsallaşma biçiminin, düzenli bir biçimde gerilediği gözlenmektedir. Örneğin Fransa’da üretime yatırılarak toplumsallaşan kapitalist sermaye oranı %5’lere kadar düşmüş bulunmaktadır. Bugün artık belirgin bir biçimde gözlemlediğimiz, kapitalist sermayenin kendi iç çelişkilerine uygun olarak toplumsallaşamamasının nedenini bir buçuk asır kadar yıl önce Marks bize öğretmişti: Kapitalist rantın tarihsel olarak azalma eğilimi. Kapitalist tipteki toplumsal yapılanmanın bu temel kurucu öğesinin iflasa sürüklemesi bizi, onun diğer öğelerinin durumunu da sorgulamaya yönlendirmektedir. Bu sorgulama ise diğer yandan “neoliberalizm, kapitalist yapılanmanın neresindedir?” sorusunun cevabına götürecektir.
Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki, kırk yıldan fazla bir süre önce, M. Thatcher gibi kapitalist sistemin en yavuz savunucularının kafaların esip de “insani değerler” göz önüne alınınca son derece küstah bir şekilde “toplum yoktur” diye tutturması, E. Todd türünden “Ulusalcı” tayfanın iddia ettiği gibi ne önü alınabilecek basit bir “tercih hatası”, ne de tek başına sermayenin tıpkı emperyalist dönemdeki alışkanlıklarına uygun olan “küreselleşmesi” olayıyla açıklanamayacak bir “taşkınlık” meselesidir. Sahte muhalif ve burjuva düşünür ve bilim insanlarının sadece ve sadece “kapitalizmi kurtarmak“ üzerine inşa edilen eleştirileri, emekçi halk kitlelerinden onların artık başlarının çaresine kendilerinin bakması gerektiği gerçeğini gizlemek üzere kurgulanmaktadır.
Bu “sahte muhalif” kanadın tavrının teşhirini ve bizim iddiamızın sağlamasını yakın dönem tarihi zaten yapmış bulunmaktadır: İkinci dünya savaşından sonra emperyalist yatırımlarla birlikte “şaha kalkan” ve Türkiye’de de birçok milliyetçi zevatın idolü durumundaki Japonya’nın ekonomik, sosyolojik ve hatta “insani” çöküşü; Çin ekonomisinin artık iyice küreselleşmiş sermayenin yatırımlarıyla kısa sayılacak bir dönem alev alan ekonomisinin gelişme hızının sıfır düzeyini zorlamaya başlaması; bu arada bir faşist darbe ile hızla liberalleşen Türkiye’nin günümüzde içine düşürüldüğü durum, yeni yatırım alanı olarak Hindistan’ın sıraya sokulmuş olması, vb. kadim bir toplumsallaşma ve yapılanma biçimi olarak kapitalist sistemin çöküşünün aldığı hallerden akla gelen ilk çarpıcı örneklerdir. Bu birbirini izleyen bu çöküş hallerinin sebep ve sonuçlarıyla, 1980’in Thatcher’in İngiltere’sinin kaderini kaçınılmaz bir şekilde paylaşmış olması olgusu, ne tarihi ne toplumsal veya kültürel ve hatta ne de bizim antropoloğumuzun iddia ettiği gibi “aile yapılanması” benzerliğiyle açıklanamayacağı ortada küreselleşmiş olan bir durumdur. Bütün bu kapitalist ülkelerin küreselleşmiş zaman mekanda az veya çok bir hızla bütün neoliberal dönem boyunca İngiliz kapitalizminin kaderini paylaşması, kapitalist sermayenin küreselleşme yoluyla 1980’lerden itibaren sadece “sermaye” değil ama aynı zamanda “ölüm” ihraç ettiğinin de göstergesi olmaktadır.
Şimdi bir an için, küreselleşmiş “Batı” sermayesinin yarım asra yaklaşan süre boyunca ölüm ihraç etme sürecini bir de tersinden okumaya ve bu ihracın hangi sebeple yapıldığını anlamaya çalışalım. İngiliz kapitalizmi gibi bir kapitalist sistemle en azından ekonomik düzlemde özdeşleşmiş bir ülkede sermayenin ülke içinde toplumsallaşamaması ve buna bağlı olarak toplumsal ölümün oluşması, aynı zamanda İngiliz işçi sınıfı için bir ölüm ilanı olmaktadır. Küreselleşen sermaye, neoliberal dönemde savaşın mağlubu Japonya ve Almanya’ya yatırım yaparken, Çin bozkırına bir kıvılcım çakıp bütün bir ülkeyi alevler içine alırken artık kendi işçilerine “rüşvet vermek” (Lenin) üzere sömürüyü paylaşır görünürken yaptığı gibi yapmamakta, ama sadece kendi kendisini bitkisel bir hayatta da olsa var etmeye çalışmaktadır. O halde, “emperyalist dönemle” kıyaslanınca onun bu tavrının neoliberalizm ve küreselleşme döneminde bir farklılık gösterdiğini teslim etmemiz gerekmektedir.
Sonuç itibariyle, kapitalizm kendi sonunu yaşarken küreselleşme ve neoliberal ideoloji ve siyasetlerle bütün dünyaya ve bütün insanlığa dönük olarak ölüm tacirliği tapmaktadır. O zaman böylelikle “neoliberalizm kapitalizmin neresindedir?” sorusuna gerekli cevabı verebilmiş olmaktayız: Neoliberalizm, kapitalizmin yok oluş-yok ediş döneminin ideoloji ve siyasetini barındıran bir doktrin olma özelliğine sahiptir. Bunun yanında kapitalizmin cenaze merasiminin yapılmakta olduğu ve kapitalist yapılanmanın da içinde olan bu tarihsel dönemin özelliği bununla da bitmemektedir. Çünkü; eğer bakış açımızı, Todd’un yaptığını iddia ettiği gibi “uzun zaman” ölçeğine yerleştirip de “sınıfsal toplumsal yapılanmanın” içinden çıktığı neolitik dönemle ilişkili olarak ele alıp ve insanlığın “teknik” gelişim düzeyinin gelişmiş olmasını da hesaba katarsak, neoliberalizmin genel olarak toplumsal yapılanmanın toptan ilgasının yaşandığı dönemin ideoloji ve siyaseti olduğunu da iddia edebiliriz. Antropolojik değişim boyutunda ele alınması gereken 5 bin yıllık bu dönem Mezopotamya’da ilk önce Sümerlerle başlatılmıştı, Thatcher ve onun koltuk değnekliğini yapan Todd gibilerinin elinden bütün dünyada da ortadan kalmaktadır…