BİLİMSEL AMNEZİ (BİR BURJUVANIN “TERSİNE DÜNYASI”-3)

Mahir Konuk / 19.05.2024

Bilimsel” amnezinin organizasyonu

Daha önce belirtmiştik: Şeylerin aklı ile bir burjuva bilim insanının aklı örtüşmemektedir; söz konusu olan E. Todd cinsinden “kendiliğinden materyalist” birisi olmuş olsa bile. Bilim ile bir “burjuva bilim insanı” arasındaki “doku uyuşmazlığını”, sadece “olgulardan” yani şeylerden hareket etmek ve hele de sayı sayıp hesap yapmak gibi kriterlerden hareketle tespit edemezsiniz. Saydığımız bu kriterler zar zor da olsa bir burjuvaya “bilim insanı” sıfatı kazandırmış olsa bile, onun bilimle ve kendi sınıfının bilimsel aktiviteye dayattığı sınırlarla ve muhtevaya verdiği biçim alışlarla doğrudan ilgili olan ilişkisini görebilmemize yetmeyecektir. Oysaki bizim “doku uyuşmazlığı” olarak nitelendirdiğimiz şey, “gerekli” olarak kabul edilen saydığımız kriterleri yerine getirmiş olmaktan sonra gündeme gelecektir.

O halde biz de E. Todd’un öğretisi üzerinden öyle yapalım ve onun eserlerinden yaptığımız alıntılarla şeyleri bir “burjuva” olarak nasıl kurguladığına bakarak, bir burjuvanın aynı zamanda kendi bireysel iç dünyasına da karşı gelen toplumsal dış dünyasını nasıl organize ettiğini ve yapılandırdığını anlamaya çalışalım:

Toplumu bilinçlilik, bilinç altılık ve bilinç dışılık içeren katmalardan oluşan tabakalar olarak tasarlamak, gerekli olarak şematik olan ama (..) kopernikvari kapasitede entelektüel bir devrime açılan yeni bir tarih anlayışına götürmektedir.

Belli bir anda durağan bir yapılanmaya sahip bir toplum sadece bir düşünce (imgelem, “réprésentation”) ürünüdür, zaman akmaya her zaman devam etmektedir. Yapılanmanın her bir seviyesi evrime uğramaktadır. Ama değişimin ritmi onların hepsi için aynı değildir. İlk bakışta, toplumsal hayatın bilinçdışısının derinliklerine doğru gidildikçe, zaman daha yavaş akmakta, biçimlerin daha ömürlü olduğunu söyleyebiliriz.” (S.21)

Ekonomi, eğitim, din ve aile: Bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı kavramları üzerinden genelleştirilmiş ve organize bir araştırma Batı dünyasının krizinin gerçekçi bir görünümünü bize verecektir. … Ekonomik alandaki bireyci otonomi ve siyasi alanda kolektif hareketin kabiliyetsizliği, temellerini böylece yükseköğrenimin gelişmesinde, dinin ortadan kalmış olmasında, aile yapılarının gelişmiş olmasında bulmaktadır. Anglo-amerikan, Alman, İsveçli veya Japon gelişiminin farklılıkları, tıpkı küreselleşmeye karşı Rus direncinde olduğu gibi aile yapılarındaki farklılıklara geri götürülebilecektir.” (s.23)

Burjuva bilim insanı E. Todd’un öğretisi, “kopernikvari kapasitede entelektüel bir devrim” e karşı geliyormuş. Breh, breh, breh! Kamuya açık olarak, çeşitli kuruluşların çağrılarını takiben gerçekleştirdiği konferans ve seminerlerde tartıştığı konularla ilgili olarak kendisindeki “histerik” (nevrotik) yanı, açık yüreklilikle ve profili ile uygun olarak itiraf ettiğine şehit olmuş, adamcağızın ömrünün en az yarısını “Freud”çu bir psikanalistin divanında geçirip oraya en az küçük bir servet bıraktığını düşünmüştük. Ama onun aynı zamanda antropolojiyi altüst ettiğini iddia eden bir “megalomanyak” olabileceğini, yukarıda aktardığımız satırları okuyana kadar varsayamamıştık. Neyse, şimdilik “histeri” ile “megalomani” arasında ne gibi bir ilişki olabileceği meselesini çözümlemeyi psikiyatrlara bırakalım ve tartıştığımız konuyla ilgili olarak, psikanalizin yaşanmış olayları açıklamalarda ve onları sınıflandırmada kullandığı kategorilerin, günümüzün toplumsal, siyasal ve bireye deyin olaylarına uyarlamanın gerçekte ne anlama geleceğini açıklamaya çalışalım.

Birinci olarak, yaptığımız alıntılardan görünebildiği kadarıyla, E. Todd’un birinci paragrafta anlattıkları, en genel anlamda bireysel içsellikle toplumsal dışsallıkların birbirleriyle paralel bir konumda ve iletişim içinde olduklarını ortaya koymaktadır. Ona göre bireyle toplumun, içsellikle dışsallığın yan yana ve iç içe oluşları, içinde bulunduğumuz şartları anlamakta ve onlara müdahale etmekte bizim işimizi kolaylaştıracak bir durum yaratır. Aynı yaklaşıma, bir V. De Gaulejac ve N. Elias okuyucusu olarak, gözlem alanlarında rastladığımız bireylerin mevcut toplumsal, siyasi ve ideolojik şartlarda geliştirdiği davranış biçimlerini ve bunlara bağlı kimliksel yapılanmalarını ortaya çıkarmaya çalıştığımızda biz de başvurmuştuk. Ayrıca, P. Bourdieu’nün “habitus” kavramının da bireysel içsellikle toplumsal dışsallığın yapılanmasının yan yana getirilip konuşturulduğunda, ikincinin yani yapısal ve “sebep” konumunda olan dışsallığın, edilgen ve sonuç konumunda olan içselliği belirlediği ve bireyin davranışlarını biçimlendirdiği de bilgimiz dahilindedir. Yani, Todd’un bu alanda hiçbir orijinalliği bulunmamaktadır. Dolayısıyla, “insanlaşma” sürecinin, –bir insanbilimcinin en genel anlamda araştırma nesnesinin “insanlaşma” süreci ve bu bütünsel sürecin belli alanları olduğundan çıkarak söylüyoruz- iki temel süreç olan bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerinin birlikte ele alınmasını öngördüğü oranda bizce kabul edilebilir bir yaklaşım gibi görünebilir. Ama bu işin nasıl kotardığı meselesine gelindiğinde, Todd’un yaklaşımından “bir sınıf farklılaşması” kadar kesin olan bir şekilde ayrılmaktayız.

İkinci olarak, Todd’un bireyi ve bireyselleşme sürecini ele alış biçimi, daha önce yaptığımız alıntıda “belli bir kuşağın bireyi” olarak itiraf ettiği gibi “psikanalizin” ele alış biçimi gibidir: Bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı gibi kategorilerden çıkarak bireylerin içselliklerine bağlı olarak geliştirdiği davranışları sınıflandırmaya çalışmak ve bu sınıflandırmaların toplumsal karşılıklarıyla ilişkilendirmeye çabalamak bunun en bariz örneğidir. Ama Todd’un bu tavrının da hiçbir orijinalliği bulunmamaktadır. Öğretisini yakından tanıdığımız Vincent De Gaulejac bu işi yıllardan beri yapmaktadır; kendisinin tanımlayıp toplum ve insanbilime kattığı “sınıf nevrozu” (La Névrose de classe) kavramı bize bu işin nasıl yapılacağı konusunda somut bir örnek sunmaktadır. Aynı şekilde, eğer toplumsal yapılanmaları, -bir uzun zaman düşünürü olmasına bağlı olarak- evrim halinde ele aldığını hesaba katmış olursak, kendisinin öğretisini biraz “sulandırılmış Bourdieu” olarak kabul etmemiz için fazla zorlanmaya gerek kalmayacağını belirtmemiz gerekmektedir. Zira Freud’çu “bilinçaltı” ve “bilinçdışı” kavramları, bireyin toplumsal yapılanmalar üzerinde doğrudan ve onların yapılandırılmasının bizzat biricik özneleri olduğu gerçeğine pek bir yer bırakmamaktadır. Kaldı ki, katı bir “yapısalcı” olarak ün salmış olan Pierre Bourdieu de, Todd’un öngördüğü bireyin toplumsal yapı üzerindeki belirleyici olmasa da onların az da olsa “değiştire bilici etki” yapabileceğini ömrünün son senelerinde kabul etmiş bulunmaktaydı (Bkz. “La misere du Monde” – Dünyanın sefaleti)

Üçüncü olarak, “psikanalizi” bireyin davranışlarını anlama ve anlamlandırma yöntemi olarak öğretisine katan Todd’un bu tavrının, “burjuva amnezisinden mustarip” birisi olması olgusuna bağlı olarak ele alınması gerekmektedir. Şöyle ki, Freud’cu öğretide, aileye bağlı bütün ilişkiler bireysel içsellikle birlikte doğal bir dürtü olan “libido” ile ilişkilendirilmektedir; dolayısıyla “dürtüsel” olan her davranış, akla dayalı yani bilinçle biçimlenen davranışlara göre göre bilinçaltı ve/veya bilinçdışı davranışları oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, bilinçli davranış düşünsel bir faaliyetle gerçekleşir ve onun kurallarını takip eder, ama bilinçaltı ve bilinçdışını harekete geçiren az veya çok acil ama her defasında ihtiyaçlara cevap veren ve gerçekleştiği taktirde haz veren davranış türleri olmaktadır. Freud’çu öğretiye göre bunların en belirleyici olanları, “procréation” yani üreme ile eşleşen cinsel faaliyet, ihtiyaç gidermek üzere dışkı salınımı (anal faaliyet) ve beslenerek açlık gidermek (oral faaliyet) olmaktadır. Bütün bu faaliyetler belli bir zaman sıralamasına göre arzunun zevk alışa dönüştürülmesi ile gerçekleştirilmektedir. Mesela yeni doğmuş bebek için beslenme biricik haz kaynağını oluşturur (oral evre), kısa müddet sonra dışkı çıkarmak ve ona bağlı olarak alınan zevkin varlığı doldurması devreye girecektir ve nihayet “libidonun” (cinsiyet içgüdüsü) varlığı etkisi altına alması (jenital evre) ile bireyin hayatına yön verecek olan dürtülerin dahil edilmesi tamamlanacaktır. Freud’çu öğretide bütün dürtüler iki varoluşsal dürtü arasındaki ilişki ile düzenlenerek bireyin bütün yaşam çizgisi boyunca devam eder: Hayat ve ölüm dürtüleri. Bizce -G. Deuleuze ve F. Guattari ile birlikte- Freud’çu öğretide, bu iki varoluşsal dürtü ile “cinsiyet dürtüsü“ (libido) ilişkisi arasında kurulan ilişkide, insan hayatının ergenlikle birlikte libido tarafından esir alındığı ve böylece “bilinçdışı” davranışları belirlediği oranda bireyin başlangıçta da sonuçta da bütün davranışlarını belirlediği rahatlıkla tespit edilebilir. Oysaki yine biz, sadece “libidinal” faaliyetlerle ilgili olarak değil ama bir ihtiyacı giderdiği oranda hayata dair olan bütün faaliyetlerin (beslenme ve taharete bağlı çeşitli aktiviteler) hayatla ölüm ve varlıkla yokluk arasında paylaşıldığını düşünmekteyiz. Dolayısıyla, insanın varlığını sırasıyla belirlediği söylenen beslenme ve her türlü ihtiyacı giderme faaliyetlerini harekete geçiren dürtülerin bireyi varlığı üzerindeki etkileri, yeni bir dürtü –mesela libido- ortaya çıkınca da devam edecektir. Aynı şekilde, bireyin davranışlarını az veya çok, şu veya bu şekilde etkileyen dürtülerin her birinin ayrı ayrı bir “bilinç alanı” olabildiği gibi bir de “bilinçaltı” ve “bilinçdışı” alanları olabildiğini düşünmekteyiz. Örneğin, bir burjuva için çocuk sahibi olmak, libidoyla doğrudan ilişkili olmuş olsa da düşünülmüş taşınılmış ve doğrudan ekonomik bir faaliyetmiş gibi ele alınmış bilinçli sayılabilecek bir faaliyettir. Çocuk sahibi olan örneğin bir sermayedarın bilinçaltısını sermaye temerküzünün miras yoluyla devamı demek olan sınıfsal faaliyet alanı belirleyecektir. “Sınıflar savaşı” ise burjuvasıyla ve emekçisiyle toplumun bütün bireylerinin bilinçdışısını oluşturacaktır. Sonuçta, Freud’çu öğretiler, üretim faaliyetinin sonucuna bağlı dürtüleri “bilinçli” o halde davranışlarımızda az etkili olarak ilan ederek ve özel hayatın yapılanmasına bağlı olan libidinal dürtüleri “bilinçaltı” ve “bilinçdışı” belirleyici olarak ön plana alarak, burjuvalara özgü bir amnezi ve sınıfsal körlük yaratmış olmaktadır. Aynı işleyiş biçimi ve sonuçlar E. Todd’un öğretisini de belirlemektedir.

Dördüncü olarak, Todd’un Freud’çu bireysel kategorileri toplumsal kategoriler haline getirmesi (“Ekonomi, eğitim, din ve aile: Bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı”) bizce birçok açıdan sorun içermektedir. Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki, ekonomi, eğitim, din ve aile kategorilerinden her biri bir yanıyla bilinçli hareketler olduğu oranda bilinç altısı ve bilinçdışısı olan özgül davranışları içermektedir. Mesela, “ekonomik” faaliyetler Todd’un tanımladığı gibi “egoist” olan bireyin çıkar çatışmasına asla indirgenemeyecektirler; diğerleri gibi hayat ve ölüm temel dürtüleri tarafından yönlendirilirler: Ekonomik faaliyet nihayetinde beslenme faaliyeti (Freud’un birkaç aya sıkıştırdığı “oral” evre”) üzerine yükselip dal budak saldığı oranda “ölüm” anlamına gelen açlığa karşı mücadelenin sonucunda gerçekleştirildiği oranda açlık ve bir birey olarak kendine zaman ve mekan içinde yermek (hayat) veya yetememek (ölüm), ekonominin “bilinçdışısını” oluşturmaktadır. Eğer, ekonomik faaliyet beş bin yıldan fazla bir süreden beri olageldiği üzere toplumsal sınıfların varlığı ile yapılandırılmış bir toplumda cereyan ediyorsa, açlığa karşı mücadele bir üst seviyede sınıf mücadelesine bağlanmıştır ve günümüzde kendisini emek-sermaye çelişkisi üzerin ifade etmektedir: EMEK hayat demektir, SERMAYE ise ölüm! Bu anlamda “sınıf mücadeleleri” alanları bir insan bireyinin “bilinçaltı” katmanları oluşturacaktır. Ancak doğaldır ki, para-sermaye ile spermleri birbirlerine karıştıran Freud gibi bir burjuva psikiyatr ve onun aklıyla insanlaşma sürecini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan Todd gibi burjuva insanbilimciler kendi spermlerine emeğe verdikleri değerden fazla değer biçtiklerinden, onlar için ekonomiyi sadece para saymak ile ilişkilendirdikleri bir hesap-kitap meselesi olarak görmekte ve ancak “yüzeysel” bir değer biçmektedir. Bir burjuvanın normal bir insan bireyi ile pek örtüşmeyen psişizminin “bilinçdışısını” emek –Todd’un ekonomiyi sadece bilinçli faaliyet alanı görmesinin ve kronikleşmiş amnezisinin anlamı budur- bilinç altısını ise her gün yevmiyesini vermek zorunda olduğundan nefret ettiği emekçi oluşturmaktadır. Bilinç alanını ise kendisinin ve sermaye sınıfının devamını simgeleyen zürriyet ve her çeşit miras” aktarım (Bourdieu) alanı olan “aile alanı” gelmektedir. Görüldüğü gibi, insanlaşma sürecinin normal süreci, burjuva sınıfının işleyiş yönü söz konusu olduğunda, evvelce de altını çizdiğimiz gibi tersine işlemektedir; dolayısıyla antropoloğumuzun öğretisi bize burjuvazinin “tersine dünyasını” anlatmakta ve tanımlamaktadır.

Beşinci olarak, Todd’un ileri sürdüğü diğer iki faaliyet alanını da, ne dediğimizin iyice anlaşılır olması için tartışma konusu yapmamız gerekiyor. “Eğitim” başlıklı psikanalisttik bir faaliyet alanı tanımıyoruz; ancak eğitim ve öğretimin, Freud’çu terimlerle ifade edersek bilinç alanı olan “üst-ben” ile bilinçdışı faaliyetlere ayrılmış “alt-ben” arasına sıkışmış “ben” in faaliyet alanına girdiğini söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle ve Freud’un öğretisine göre, üst-ben alanının kurallarıyla biçimlendirilen “ben”in, alt-ben denilen “kural-tanımazı” hizaya getirilme alanı olmaktadır. Bu alanda yürütülecek faaliyet, burjuvalaşma yolunda olan bireyin toplumdaki yerini, yani “sınıfını” belirleyecektir. Bu yüzden, V. De Gaulejac’a göre emekçilerin sınıfından olup da eğitimde elde ettiği başarılarla sınıf değiştiren bireyler için bu aynı zamanda bir dünyadan diğerine geçiş kadar hesaplanmadık engellerle dolu olduğundan, bireysel içsellik için “patojen” bir özellik taşır. Yukarıda bahsini ettiğimiz Fransız sosyoloğun çalışmalarının ürünü olan “sınıf nevrozu” kavramı, aslında bir çeşit “sınıf atlama sendromundan” başka bir şey de değildir.

Emek ve emekçi, sıradan bir burjuvanın egemenlik aracı olarak bir değer taşıyan eğitimin de bilinçdışı ve bilinçaltını oluşturur. İleride eğitim ile ilgili faaliyet alanı da dahil olmak üzere tek tek ele alıp inceleyeceğimiz gibi, eğer söz konusu olan E. Todd cinsinden bir burjuva ise, diğer faaliyet alanları için de emek ve emekçi, bilinçdışı ve bilinçaltını şekillendirmektedir. Onun insanın davranışlarını ele alma ve düşünme biçimi evrensel zaman ve mekanda artık geleceği olmayan bir toplumsal yapılanmanın, yani günümüzde var olabildiği biçimiyle kapitalist sistemin, tarihsel konumuna uygundur. Bu durumda, tarihsel sonuna erişmiş her benzer hakim sınıfın sözcüsünün yaptığı gibi son derece “konservatör” (tutucu) ve hatta zaman ve mekanda geçmişe dönme telaşındadır. Nasıl ki, ömrünün sonuna gelmiş yaşlı bir sermayedar için artık önemli olan geçmişe kayıtlı soy ağacının devamı için ille de gerekli olan bir mirasçıyı yetiştirip hazırlamaksa, Todd’un bir “miras aktarımı alanı” olarak tanımladığı “aile yapılanmasına” sarılıp onu bireyin “bilinçdışı” varlık alanı olduğunu ilan etmesi aynı şeydir. Todd’un en gelişmiş aile yapılanması olarak gördüğü “nükleer aile” yapılanması bizi, vahşi ve ilkel konumda gördüğü geçmişimize bağlayan ilk halka olmasının anlamı da burada yatmaktadır. Bu haliyle de toplumsal olaylara ve onlar tarafından taşınan insanlaşma sürecine bakışı, o çok eleştirdiği küreselci neoliberal ve post-Moderncilerle tamamıyla örtüşmektedir.

Amnezik bir antropoloğun gözlükleri

Şimdi de antropolog-tarihçimizin öğretisinin, günümüzün ekonomi ve siyasetini belirleyen ve kısaca “küreselleşme” diye adlandırılan olayların dayattığı sorunlara uyarlamasını ele alacağız ve onun tarih ve toplum anlayışının neoliberal düşünceyi takdis etmekten başka bir şeye yaramadığını izaha çalışacağız. Ortaya koyduğu öğretisiyle o, hepimizi etkisi altına alan olayları kendi anlayışına uygun olarak okumamız için aynı şekilde amnezi yaratan bir çift “okuma gözlüğü” giydirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Bu yüzden, onun gözlüklerini takarak olaylara baktığımızda dış dünyadaki şeylerin düzeninin aldığı deforme edilmiş hali sorgulamaya geçmeden önce, bu şeylerin –veya olguların- kendi doğallıkları altında nasıl yapılandığı ile ilgili olarak tespit ettiğimiz görüşlerimizi çok özet bir şekilde hatırlatmaya çalışalım.

Eğer geçmişe gidildikçe insan davranışını belirleyen temel güdülerin etkileri artmaktaysa –ki öğretinin ileri sürdüğü ana düşünce budur- , biz insanlaşmanın başlangıcını tespit etmek için en az 2 milyon yıl öncesinin homo erectus-habilis ikilisine kadar geri gidilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bu tür bir başlangıç yapmamızın nedeni, insanın içinde kendi dünyasını yaratırken kendi kendisini oluşturduğu “insansı hayvan” türleri arasında “ayağa kalkarak” bir taraftan algılarını ve görüş ufkunu geliştirirken, alet yapmak üzere ellerini özgürleştirebilmiş olmasıdır. Diğer taraftan, geliştirebildiği bu yeni kabiliyetleriyle manevra kabiliyetini kat kat arttırarak başlıca besin kaynağı olan doğaya göre kendi türünün otonomi seviyesini ve böylece hayatta kalma olasılığını kat kat arttırabilmiş olmanın şartlarını da hazırlanmış olmaktadır. Zaman ve mekanda aslında olagelmeye devam eden “hayvanlık halinden” bu ilk kopuş olayı, yeni tür için insanlaşma sürecinin başlangıcı olduğu kadar, katı doğa yasalarına bağlı “sürü” halinde yapılandırılmış bir kolektif hayattan, “toplum” adını verdiğimiz hayata geçişin başlangıcına da karşı gelmektedir. Toplum hayatının en belirgin özelliği, toplumsal yapılanmanın sürü şeklindeki yapılanmaya nispetle kendisini çevreleyen doğaya karşı daha otonom olması; dolayısıyla, kendisinin bir parçası olduğu aynı doğaya karşı nispi olarak otonomlaşmaya başlayan insan türü canlıya benzemesidir. İnsanın kendi dünyasına karşı gelen toplum, otonom hale gelmeyle doğru oranda bireyleşen insanların özgürleşen elleri ve artık daha çok seferber edilen düşünme yetileriyle bu yeni türdeki yaşam alanını bizzat kendileri tasarlayıp gerçekleştirmiş olmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda bu “kendi kendini yaratma eyleminin” bir “doğa mucizesi” olmayıp, emek seferberliği ile yani bireylerin “hayat enerjilerini” sarf ederek gerçekleştirilmiş olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

Neticede giderek karşılıklı olarak her zaman daha fazla otonom olan birey ve toplumun diyalektik birliği ve bütünlüğü, bizim “insanlaşma” dediğimiz ve en az 2 milyon yıldır süregelen süreci oluşturmaktadırlar. İnsan beyninin gelişmesi, kendi davranışlarında görece otonom ve kendi kendisini yaratma faaliyetine koyulmuş bir birey olmadan düşünülemeyecek bir şey olurdu; ama aynı şekilde, insan aklı da dahil olmak üzere, bir bütün olarak evrendeki insan varlığının konumu ve sınırlarını belirleyen yine de bireyler eliyle yaratılan toplumsal yapılanmalar olacaktır. İnsan aklı dediğimiz mevhumun ürünleri olan bilgi ve tecrübeler, zaman ve mekan içinde taşınır; dolayısıyla onların gelişmesi için toplumsallık biçimlerinin de o oranda zaman ve mekan içinde sürekli bir biçimde kopmalar ve ileri atılımlarla nitel olarak ve/veya evrimleşerek nicel olarak kesintisiz bir şekilde gelişmesi gerekecektir. Neoliberal ideolojinin ve artık tarihsel misyonunu çoktan tamamladığından bir ahmaklaştırma felsefesine dönüşmüş olan “akılcılık”ın (rasyonalizm) vazettiği gibi, birey tek yönlü olarak ve aşırı bireyselleşerek düşünme kapasitesinin geliştirebileceği sabit fikrine saplanıp kalkmaz; aksine, düşünce kapasitesini geliştirebilmek için yeni toplumsallık biçimlerini gerçekleştirmek üzere onların önündeki engelleri ortadan kaldırmaya koyularak siyasal devrimleri gerçekleştirir: 1789 Büyük Fransız Devrimi, 1917 Ekim devrimi gibi…

İnsanlaşmanın “toplumsallaşmacı” yönünü dikkate aldığımızda, 200 bin yıl kadar öncesinde ortaya çıkan homo sapiens ya da “akıllı insan”, yeni bir toplumsallık biçimine geçiş ve hatta bir sonraki toplumsallık biçimi olan “yerleşik hayata geçiş” (neolitik) olarak adlandırılan dönemin şartlarının hazırlanmasına başlangıç aşaması olarak değerlendirilebilecektir. Toplumsallaşma sürecindeki aynı tipteki tarihsel kopuş ve yeniden biçimleniş olayları neolitik dönemde “tarıma dayalı üretim”, “devlet yapılanması” ve “sınıflı toplumlaşma” tipine geçişle yaşandığı gibi, aynı zamanda “insanlık tarihinin başlangıcı” olan sınıflı toplumsallaşma süreci içinde, bir sınıf hakimiyetinden bir diğerine geçişte de yaşanmaya devam etmiş bulunmaktadır. Görüşümüze göre, günümüzde sermayedarlar sınıfının hâkimiyeti altında kurulan kapitalist sistem ile sınıflı toplumsallaşma biçiminin ve onunla birlikte neolitik dönemin de sonuna gelinmiş bulunulmaktadır. Bundan sonra, insanlaşma süreci, kesintisiz bireyleşmeye bağlı ve onun taleplerini yerine getiren kesintisiz toplumsallaşma süreçlerinin diyalektik birlikteliği tarafından belirlenecektir. Bu yüzden, belki de bireyleşme ve toplumsallaşma bir çelişki yumağı olarak bütün anlamlarını yitirdiğinden, insanlar olarak evrendeki maceramıza bir tek insanlaşma süreci üzerinden yürütmeye devam edeceğiz…

Evrensel oluş’tan, insani oluş’a…

OLUŞ SORUNU” adlı kitabımızı okuma fırsatı edinmiş olanlar (El yayınları, 2021) hatırlayacaklardır: Biz evrensel (Fizik, kimyasal, biyolojik evrenlerin tümü) oluş ile “insani oluş” diye adlandırdığımız iki oluşu birbirinden ayırmamaktayız. Kendi kendini zaman-mekanda içerdiği çelişkilerden itibaren gerçekleştiren “evrensel oluş”, bunu yaparken kendisinin doğrudan bir parçası olarak insani varlığı da kendi “uçlarında” bir yerde ortaya çıkarmıştır. O halde, evrendeki bütün diğer maddi tabiatlı varlıklar gibi insan varlığı da her şeyden önce, genel olarak enerjinin yoğunlaşması sonucunda ortaya çıkan ve, mekanda en karmaşıklarından (organik yapılanma) ve zamanda en gelişmişlerinden (uçta olma) olarak ortaya çıkan baştan ayağa nesnel tabiatlı bir varlıktır. İşte bu yüzdendir ki biz, “insan evrenin ta kendisidir” diye bir önerme ileri sürdüğümüzde, bu özel nitelikli varlıkla evren arasında bir simetrinin olduğunu iddia etmediğimiz gibi, sadece onun yani evrensel oluşun bütün özelliklerini taşıyan ama maddi içeriği ile “özel” olduğunu belirtmek istemekteyiz.

İnsani oluştan ve onun evrensel oluş ile ilişkisinden tam olarak ne anladığımızın bilinmesi için iki oluşun daha önce birçok kez söz konusu ettiğimiz bir ortak özelliğinin daha akılda tutulması gerekmektedir. Neticede, insan da tıpkı evren gibi kendi kendisini aynı zamanda biyolojik bir varlık olarak sahip olduğu hayat enerjisini (emek) belli faaliyetler üzerinden yoğunlaştırarak gerçekleştirmektedir. Emeğin ve/veya işgücünün her şeyden önce yerel bir organizma olan insanı kendi tabiatına yani evrenselliğine bağlama gibi bir özelliğe sahip olmasının nedeni budur. Aynı şekilde emekçi sınıfının tek başına bütün insanlığın geleceğini temsil edebilmesinin nedenini de burada aramak gerekmektedir. Ayni şekilde, emeğin ve emekçinin davasını güden ve kısaca sınıf savaşının öğretisi olan Marksizm’in evrensel nitelikli bir öğreti olabilmesinin de nedeni burada yatmaktadır.

Kendi varlığının oluş sürecinde ortaya çıkan üç başlıca özelliğinden yola çıkarak ( elin ve algının özgürleşmeye başlaması, düşüncenin bunlara bağlı olarak seferber edilmesi) az veya çok 2 milyon yıl önce başlattığımız insanlaşma süreci boyunca ne olup bittiğini bizler, bilim insanlarının ürettikleri ve olabildiğince nesnel “bilimsel bilgiler” üzerinden öğrenmekteyiz. Bu bilgilerden yola çıkarak şu genellemelere varmaktayız: 1) İnsanlaşma veya “insani oluş” sürecinde bu esnada neler olup bittiğinin biricik kaynağı, yüzbinlerce yıl süren ve toplumsal hayatın içinde gerçekleşen deneylerdir. 2) Kendi kendini yarattığı oranda “akıllanmaya” da başlayan insanın hayata dair deneyleri, akıl yetisi” aracılığı ile “soyutlanarak” bireyden bireye ve toplumdan topluma paylaşılabilir hale gelmektedir. Soyutlama faaliyeti ile üretilen ve değiştirilebilir hale gelen bilgi, kendi kaynağına yani toplumsal üretime geri döndürülerek hem sağlaması yapılır ve hem de içerikleri yeni deneyler sayesinde zenginleştirilir. İnsanlaşmanın çeşitli dönemini kendisine araştırma nesnesi olarak alan ve “bilimsel bilgi” üreten paleontoloji, arkeoloji ve antropoloji işte bu bilgi üretim sürecini içinde yer alır. Bizim içinde, ürettikleri “özel” bilgiler vasıtasıyla insanlaşma sürecine dair kaynak teşkil edeceklerdir.

İnsanlaşmanın başlangıcı olarak ilan ettiğimiz erectus-habilis1 ikilinin ortaya çıkmasından bugüne kadar ulaşan zaman aralığında ortaya çıkan ve bilim insanlarının bize öğrettiği en önemli “biçim alış” veya enerji yoğunlaşması olan “homo sapiens” cinsi insanın ortaya çıkması, “soyutlanmış” bilgi üretiminin 200 bin yıl kadar öncesinden itibaren hız kazanmaya ve toplumsallaşma sürecinde önem sahibi olmaya başladığına işaret etmektedir. E. Todd gibileri, “sapiensi” insanlaşmanın (O, her neyse, sülfürik asit gibi içine düşen her şeyi eriten “modern” sıfatını da ilave ederek “modern insan” adını vermekte) başlangıcı olarak görmekte, insan varlığını tanımlarken zamanda bir öncelliği olan temel yaratıcı “emek” gibi diğer unsurları kafatasının içine hapsederek algı ortamından uzaklaştırmaktadır. Doğrusu bir burjuva olarak kendisi “amnezik” olan ve etrafına “bilimsel amnezi” saçan Todd gibi birisinin bu tavrı, onun yukarıda değindiğimiz Freud’çu anlayışa uygun olarak libidonun ortaya çıkmasıyla insan bireyini yemeden içmeden ve taharetlenmekten azat etmesine uygun bir tavır olmaktadır. Bunun yanında “bilimselliği” ise bizim için çok ama çok sorunlu olmaktadır.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, bize göre nasıl ki “libidonun” insan varlığında kendisini hissettirmesiyle birlikte ağırlık kazanmaya başlaması, “yemek-içmek ihtiyacı” gibi sıhhatli bir vücutta ikamet eden libidonun olmazsa olmazı olan diğer güdüleri iptal ettirmiyorsa; insanın hayat enerjisini seferber ederek kendi kendini günümüze kadar yaratmaya devam edegelen insanlaşma sürecinde düşünsel faaliyetin genel süreç içinde ağırlık kazanması, diğer faaliyetlerin bilginin üretilmesini de belirleyen varoluşsal önemini iptal etmemektedir. Neticede “akılsal faaliyetin” işin içine öncesinden daha fazla zaman-mekana sahip olarak katılması, kendi başına hiçbir anlam taşımamaktadır. Aksine, düşünsel faaliyetin öne çıkması diğer faaliyetlerin aleyhine yani onlarla iki burjuvanın ancak birbirlerinin gözünü oyarak var olmasında olduğu gibi değil, ama birbirlerini sürekli besleyip var ederek dengeleyerek geliştirmektedir. Tıpkı insanın bireysel varlığı ile toplumsal varlığının karşılıklı olarak birbirilerinin aşırılıklarını gidererek insanlaşma sürecini oluşturdukları gibi…

Sapiensin insani zaman mekânda sahne almasından bugüne uzanan güzergahta hayat enerjisinin yeni bir biçim alması, bilimsel bilgiye dayanan verilere göre, günümüzden (-) 11 bin yıl öncesinin Göbeklitepe ve yeni keşfedilen Karahan tepe gibi sit alanlarındaki ilk toplantı yerlerine kadar geri götürülebilecektir. Bu büyük ve hafızalara kazınan insanın yaratma faaliyetinin ürünü olan izler bırakan yerleşim, toplantı yeri ve belki de yerleşim bölgelerinin birçoklarının iddia ettiği gibi aynı zamanda bir “mabet” olarak işlev görmüş olduğu iddia edildiği gibi sabit olsa bile, en azından kendinden önceki “avcı-toplayıcı” toplulukların henüz başkalaşma halindeki bir devamı olduğu ve bu yüzden de sadece bir tapınak olmadıkları ve insan hayatının diğer bütün aktivitelerini (üretim gibi) barındırdığı olasılığı gerçeğe en yakın olan varsayım olacaktır. Çünkü “avcı-toplayıcı” toplulukları henüz toplumsal farklılıkların çok belirgin ve birbirlerinden kesin hatlarla ayrılmamış yani iç içe geçmiş faaliyet alanlarını içermekte olduğu bilinmektedir.

Biz bu toplantı yerlerini, insanlığın yüzbinlerce yıllık yaratma ve onun etrafında örülen algılamalardan elde edilen ve sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılan deneylerin birbirlerine karıştırılarak harmanlandığı (yeniden toplumsallaşması) ve böylece insan hayatının “yerleşik bir biçim” almadan hemen son hazırlıklarını yaptığı tarihi ve coğrafi alanlar olarak düşünmekteyiz. Bu yüzden bu yerler, toplanarak yani bir toplumsal birliktelik biçiminin oluşturulduğu alanlar olmasının yanında, sembolik değeri çok yüksek olan abidevi yapıtların yaratılmasına sahne olduğu oranda bir soyutlama faaliyetine sahne olmasıyla kendini göstermektedir.

İnsani oluşun evrensel oluşla bağlantılı olarak öne çıkan bir diğer yönünün daha altını çizmemiz gerekmektedir. Bu yön, oluş süreci içinde hayat enerjisinin zaman-mekan içinde daha basit bir biçim alıştan, daha karmaşık ve organize bir biçim alışına geçişle birlikte kompakt bir hale gelmesiyle ilgili olmaktadır. Sonuçta ise, mekânsal yoğunlaşmayla birlikte insani oluşun zamanı da hızlanarak ve değişim yani yeni biçim alışlar sıklaşarak art arda sıralanacaktır.

Bununla birlikte, yine bu site alanlarının insanın toplumsallığının (yerleşim yeri olarak) ve bireyleşerek var olmasının (sembolik yapıtların –bilgi nesnesi- yaratıcı özneleri olarak) da henüz keşfedilmiş insani zaman mekanda özel bir yere sahip olduğunu düşünmekteyiz. Sit alanlarında bulunan tahıl kalıntılarından yola çıkarak bu belirginleşme ve bir oranda insanlaşma sürecinde ileride ideolojik çatışmaya dönüşecek ayrışmaya neden olan şey, “avcı-toplayıcı” toplum biçiminden “tarım toplumuna” geçişle yani yaratma faaliyetindeki farklılaşmayla açıklanabilecektir.

İnsanlaşma sürecinin hikayesinin bundan sonraki gelişimi hakkında kendi görüşümüzü sunmadan önce hikayesini E. Todd’dan dinleyelim:

Tarım birçok yerde doğdu, ama ilk ortaya çıkış ve Avrupa’ya yayılış yeri İ. Ö. 9000’lerden itibaren Orta Doğu oldu. 6 milenyum sonra yazı 3300’de Mezopotamya’da ve 3000’de Mısır’da yazı ortaya çıktı. Böylece göreceğimiz üzere, nükleer olmayan aile biçimlerinin ortaya çıkması için kaçınılmaz olan baba soyluluğun (patrininéaire) icadı ve birinci (ama sadece değil) merkezini Orta Doğu’da bulması İ. Ö 3 milenyumun ikinci yarısına tekabül eder.” (AS, s.33)

Bir burjuva bilim insanı olan E. Todd’un kronolojik bir sırayla sunduğu bilimsel bilgi halini almış olan olgular, bizim daha yukarıda sıraladığımız öngörüleri doğrular niteliktedir. Sonuçta, “avcı-toplayıcılığın” yerini alan tarımsal üretim (veya insanın kendi kendisini yaratmasının yeni bir biçimi) faaliyeti ile birlikte, sapiensin ortaya çıkması (200 bin yıl) ile kıyaslanınca zaman-mekanı daha kompakt hale getirerek, böylece bir yandan zamanı hızlandırıp yeni biçim alışların arasındaki süreyi azaltırken, diğer yandan insani oluşun mekanını da Sümer ile birlikte şehir-devletlerin yaratılmasının sonucunda insanlar arası ilişkileri yeni bir yapılanmaya meydan verecek şekilde nispeten dar bir coğrafi alana sığar hale getirecektir.

Todd’un ileri sürdüğü olgulardan, sırasıyla Sümer ve Mısır’da yazının icadı ile süregelen süreç, Göbeklitepe’den beri izlediğimiz soyutlama faaliyetinin daha karmaşık ve zaman içinde de daha tekamül etmiş, yani toplumsallaşmayla daha kolay paylaşılır ve iletilir hale geçilmiş biçimi olmaktadır. Böylece sembolleştirerek ifade etme, devasa anıtsal yapılardan ve kabartmalardan, kilden tabletler üzerine “kalem” ile atılan çentiklere geçilmiş olmaktadır. Bu sürecin ileriki bölümlerde okur-yazarlığın giderek yaygınlaşmasıyla birlikte, onun toplumsallaşmanın yani insanlaşmanın belirleyici bir unsuru ve böylece bireyler arasındaki farklılaşmayı belirlemeye yarayan bir “variable” (“farklılaşma faktörü”) haline geldiğini de göreceğiz.

Alıntıda ileri sürülen ve Sümer ile birlikte ortaya çıktığı belirtilen olgular, insanlaşmanın bir bileşeni olan bireyleşme sürecinin daha kalın bir çizgi oluşturarak “bireycileşme” sürecine dönüşerek toplumsal yapılanmaya müdahil olduğunu göstermektedir. Bir “aile sistemleri antropolog-tarihçisi” olarak Todd’un altını çizdiği “baba-soyluluğun” (patrilinéarité) yaratılması ve toplumsal yapılanmanın belirleyici unsuru haline gelmesi ve böylece kadın ve erkek eşitliğine ve işbirliğine dayanan “ilksel komünizmi” sonlandırması, bunun somut bir ifadesi olmaktadır. Sümer’de ilk olarak ortaya çıkan “baba-soyluluk” antropoloğumuzun ileride bize öğreteceği gibi yeni bir aile yapılanması da doğurarak toplumsal yapılanmada “bireycilik” ideolojisinin müdahale gücünü güçlendirmiş olacaktır: Miras hakkını en büyük erkek kardeşe aktarılmasıyla tanımlanan “kök-aile” (famille de souche).

Burjuva amnezisinden mustarip olduğunu belirttiğimiz antropoloğumuzun aynı zamanda “bilimsel amnezi” yolu ile kendi sınıfsal meselelerini etrafına saçma gibi bir marifeti daha olduğunu belirtmiştik. Onun bu becerisi, Sümer ile birlikte tarihte sahne aldığına şahit olduğumuz “sınıflı toplum” ve “Devlet yapılanmasının”, neolitik dönemde yeni bir toplumsal biçim alıştaki doğrudan belirleyici rolünü sessizce geçiştirmesinde ortaya konmaktadır. Oysaki en başta muhterem Tarihçi-antropoloğumuz olmak üzere asgari bir tarih bilgisi olan herkes, köle emeğinin üretimde ilk kullanım yerlerinin Sümer ve Antik Mısır olduğunu bilecektir; aynı şekilde, ordusu ve krallarıyla, yazı ve hesap erbabı “scribe” (yazman)’lerden oluşan bürokrasileriyle ve yerleşik yapılanma lehine doğru davranışı yanlış davranıştan ayıran yazılı kanunlarıyla ve bütün bu aygıtların sağladığı düzeni toplumun ve insan varlığının üzerine çıkararak kutsayan ruhban sınıfı (“tapınak bekçileri”) ile ilk devlet teşkilatlanmasının Mezopotamya’da ve sonra da Antik Mısır’da ortaya çıkmaya başladığı da herkesin bilgisi dahilindedir.

Komünist Manifesto”yu (Marks, Engels) hayatında bir kez bile okuma fırsatı bulan –ki Todd’un siyasi formasyonun 15-16 yaşlarında FKP’de başlamıştır- herkes, Sümer ve diğer Mezopotamya devletlerinin belirginleşmesine tarihlenen başlangıçla birlikte insanlık tarihinin artık sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gerçeğini, bilgi alanına dahil etmiş olacaktır. Sınıflı toplumun insanlaşma sürecinin 5 bin yıl öncesinden günümüze gelinceye kadar gerçekleşen her tarihsel yeni biçim alışını da bu “sınıfsal gerçeklik” belirleyecektir. Örneğin, alıntıdan öğrendiğimiz “baba-soyluluk” geleneğinin Sümer’de başlaması ile “sınıflı toplum” yapılanmasının da yine o coğrafyada ve o tarihlerde ortaya çıkması arasından doğrudan bir ilişki olduğu olgusu, bizce “üretim aracının özel mülkiyeti” üzerine kurulu olarak işlerlik kazanmaya başlayan toplumsal üretimi biçimlendiren sınıfsal farklılaşmanın aileyi de “nükleer aile” biçiminden, üyeleri arasında kesin eşitsizlik esasına göre yapılanmış olan “kök-aile” biçimine taşıdığının da açık göstergesi olmaktadır. “Baba-soyluluk”, sadece bireysel farklılaşmayı “bireyci” farklılaşma biçimine dönüştürerek toplumsal ilişkilerde temelli bir kırılma yaratmakla kalmayıp, erkek egemenliği ile birlikte sınıf egemenliğinin de taşıyıcılığını ve yaygınlaştırıp pekiştirilmesini gerçekleştirmektedir.

İleriki bölümlerde ele alıp derinleştireceğimiz üzere, Todd, “kök-aileyi” en ilkel biçim olarak gördüğü “nükleer aileye” göre ileri bir adım olarak görmektedir. 5 bin yıla yayılan sınıfsal farklılaşma esasına göre biçimlendirilerek yapılandırılan insanlaşmanın bugüne kadar ulaşan döneminin başlangıç biçimi olarak söylediğinin tabidir ki bir anlamı bulunmaktadır. Ama eğer bizim olayları tartışma zemini olarak gördüğümüz 2 milyon yıllık insanlaşma sürecinin bütünü ve daha da önemlisi geleceği söz konusu olduğunda, bir an önce aşılıp geçilmesi gereken bir engel halini alacaktır. Nitekim “sınıfsız toplum” modeline göre bir “engel” teşkil etmiş olmasını, sınıflı toplumu onun bir kurumu olarak en mükemmel bir şekilde yansıtmış olmasına rağmen kapitalist sistemin yapılanmasının belli bir aşamasından sonra onun gelişmesine de engel teşkil etmeye başladığındandır ki, sonradan onun da pabucu “nükleer aile” lehine dama atılmış olacaktır.

Nükleer aile” tipinin giderek kapitalist sistemin gözdesi haline gelmesinin genel olarak toplumsal ilerleme ve insanlaşmanın geleceği, onun sorunlarının çözüme ulaştırılmasıyla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Daha doğrusu elbette vardır ama Todd gibi “bilimsel amnezi” yaratan öğretilerin kurucuları için “kapitalist sistem” insanlaşmanın zirvesi olarak görülüp gösterildiğinden, daha çok bu son ve nihai “sınıflı toplumsallaşma” biçimi için kaçınılmaz bir şekilde işlevsel bir öneme sahiptir. Antropoloğumuzun öğretisinde “ileri” bir biçim olan “kök-aile”den ilkel bir biçim olan avcı-toplayıcı dönemin “nükleer aile” biçimine geri dönüş gerekli ve kapitalizmin gelişmesine en uygun model olduğundan kaçınılmaz olsa da çelişkilerle dolu bir durum yaratmaktadır. Onun, aile yapılanmasını genel olarak toplumsal biçim alışın “bilinçdışısına” atmış olmasının anlamı da öğretisindeki bu çelişkiyi, bir zamanlar “resmi ideoloji” olarak gördüğü Freud’çuluğun defterine yazarak işin içinden sıyrılmaya çalışmasının nedeni budur.

Bir Gayya Kuyusu: Todd’un “kutsal” ailesi.

E. Todd, öğretisini insanlaşma sürecini tersine işleten çelişkilerini örtmek için yaptığı şeyi bir kuyu kazmaya benzetirsek yanılmamış olacağız. Neticesinde o, toplumsal yapılaşmanın sınıfsal farklılaşmanın ortaya çıkmasıyla birlikte aynası olan aile kurumunun insan varlığının derinlerine kök salmış olduğunu ispat etmek ve böylelikle aile yapılanmasını bütün toplumsal ilişki alanında en belirleyici –özellikle de “ekonomik ilişkilere göre kat kat fazla belirleyici- ilişki alanı haline getirmek üzere işe özetle kuyu kazmakla başlamaktadır. Böylelikle bir yandan öğretinin iç çelişkilerini başka bir öğretiye (Freudizme) transfer ederken; diğer yandan, kuyu kazarak devşirdiği topraklarla da toplumsallaşmayı doğrudan doğruya biçimlendiren üretim faaliyetinin üstünü örterek ve onu “yüzeysel” (o “bilinç içi” diyor) kılarak insan ilişkilerine biçim verici olarak önemsizleştiriyor. Veya, en azından daha görünmez kılıyor. Ayrıca, toplumsal yani insani oluşta da ailenin gerçekten sahip olduğu önemi kat kat arttıracak yöntemler kullanmaktan da geri kalmamaktadır:

Bilinçdışı seviyesine gelince, aile yapılarının evrimi çok yavaş olmaktadır… Ailenin evrimi hiçbir şekilde hafızamızın dışına taşan zamanlarda değil ama tarih içinde kayıtlıdır. Onun farklılaşma ve yayılma mekanizmalarını anlamak için Mezopotamya’dan 3000 (İÖ) yıllarından Sümerlerden, Kuzey Çin’de 1500 (İÖ)’lerden itibaren hareket etmek gerekmektedir. … Eğer Sümer’i homo sapiensin aile yapılarının farklılaşması için “sıfır” anı olarak kabul edersek, bugüne kadar 5000 yıl geçmiş olur ki, bu ise okur-yazarlık süreci ölçeğinde 10, ekonomik ve siyasi küreselleşeme için ise 100 misli zaman süresine tekabül eder.” (S.22)

Yaptığımız alıntıda maddi bir gerçekliğe karşı geldiğini kabul edebileceğimiz bir tek önerme bulunmaktadır: “Ailenin evrimi hiçbir şekilde hafızamızın dışına taşan zamanlarda değil ama tarih içinde kayıtlıdır”. Bizce geri kalan bütün önermeler, maddi gerçekliklerinden arındırılarak minimize edilen faaliyet alanlarını oluşturulmak üzere ileri sürülmüştür: Eğitim-öğrenim (ona göre “bilinçaltı”) ve o her ne kadar bütün anti-komünistler gibi “küreselleşme” vb. gibi terimlerle ifade etse de üretim veya ekonomik faaliyet (bilinç içi). En son cümlesi ise bize hemen profesyonel hokkabazımız Harari’nin yöntemini anımsatmaktadır. Şöyle ki, eğer ailenin 5 bin yıl önce farklılaşmaya başladığı ve bu yüzden zaman mekan derinliği çok yüksek olduğu doğru ise, kendisinin de ifade ettiği gibi, aile yapısının başlamasıyla aynı döneme denk gelen “yazının icadı” neden eğitim-öğrenim faaliyetinin başlangıcı olarak ele alınıp değerlendirilmiyor da, 1/10 oranında küçültüp sözüm ona değersizleştirilerek günümüzden 500 yıl kadar öncesinin “Protestan Reformu” esas alınıyor?

Antropoloğumuzun kendi sınıfı olan ve görünüşe göre platonik bir aşk ilişkisiyle bağlı olduğu burjuvaziye karşı duyduğu derin sadakatin onu dış dünyanın olaylarına karşı amnezik kılabileceğini anlayabilir ve bunu “kendi özel meselesi” deyip geçiştirmeye bile razı olabilirdik. Ancak onun bir “burjuva bilim insanı” olarak kendi amnezisini etrafa saçarak kendisi gibi “amnezik” insanlar yaratmasını kabul etmemiz mümkün olmayacaktır. Hele de bunu bilinçli bir şekilde yani ölçüye-sayıya dökerek yapıyorsa. Alın size bir başka örnek daha: “Ekonomik faaliyetin” (o bütün anti-komünistler gibi üretimi o halde insan emeğinin yaratıcılığını hatırlatan bu faaliyeti “küreselleşme” kavramının içine hapsetmeye çabalıyor) tıpkı eğitim-öğrenim faaliyeti gibi ve hatta ondan kat kat fazla olarak, onun “amnezi” yaratan özel gözlükleriyle bakılınca “100 misli” minimize edilmesi gibi!

Hesap-kitapla uğraşmayı, istatistik-demografik verilerle vals etmeyi pek seven Todd, artık bir karara varmalıdır; nedir kendisinin bunu yaparken amacı: İnsanın üç varoluşsal faaliyet alanını birbirleriyle zaman mekanda karşılaştırıp, uzaklık yakınlık veya derinlik-yüzeysellik tanımı yapmak mı? O halde işe, bilimsellik iddiasında olan herkes gibi insanlaşma sürecinin –veya insani oluşun- kendi zaman-mekanında ortak bir nokta tespit etmekle işe başlaması lazım gelmektedir. Ama o, öyle yapmayıp, bize 3 tane faklı nokta vermekte ve böylece insan faaliyetlerine vermek istediği uzaklık veya derinliği işine geldiği gibi, daha doğrusu bir burjuva olarak kendi ideolojik ve siyasal amaçları doğrultusunda vermektedir. Böylece ortaya, “amnezi” hastalığının bütün semptomlarını dökmektedir: Olgular arasında gerçek durumla örtüşmeyen kopukluk veya boşluklar, zaman organizasyonunda benzer durumların sergilenmesi… Eğer E. Todd da bütün bilim insanlarının uyması gereken bu kurala uysaydı, erectus-habilisten beri 2 milyon yıldır süregelen insanlaşma, yani insanın kendi kendisini üretim yoluyla yaratma sürecini, nereden baksan 5 bin seneden beri süregelen aile yapılanmasının farklılaşmaya başlaması olgusunun içine hapsetmeye kalkmazdı. Aynı şekilde, insanın kendi varlığını yaratması faaliyetinin organik bir parçası olan soyutlama faaliyetinde yepyeni bir aşamaya karşı gelen “yazının icadından” beri geçen 5 binden fazla yılı, 500 yıllık “Protestan reformuna” (ki bu tarih kapitalizmin yaşını da belirlemektedir) sığdırmaya çalışmazdı.

Bunun yanında, bizim “tek doğru önerme” olarak görüp kabullendiğimiz cümlesine geri dönelim; ailenin farklılaşmasının “yazının icadı” ile başlatılan (madem zamanda öncellik veya hafızada derinlik arıyorsunuz!) “tarih içinde” yani sınıf mücadeleleri ile toplumsal olarak biçimlendirilmiş olan zaman aralığında ortaya çıktığı meselesine. Eğer meseleyi sadece “tarihin başlangıcı” olarak kabul edilen zamanlamayı faaliyet alanları arasında ortak birleşim ve farklılaşmanın başlangıcı olarak kabul etmiş olsak bile, görüldüğü gibi bu bize, insanlaşma sürecinde devreye giren varlık alanlarından sadece birisi olan aile varlık alanının -veya bizim tabirimizle “kimlik kutbu” olan “aile” yapılanmasının- zaman mekanda gerçekten de sahip olduğu derinliği konusunda bir bilgi vermeye yetmeyecektir. Görüldüğü gibi, İ. Ö 3000’lerde başkalaşan ve doğrudan doğruya “üreme” ve “bireycileşme” süreçleriyle eşleşen aile yapılanmasının, aynı zamanda oluşan toplumsal (sınıfların ortaya çıkışı) ve düşünsel (soyutlama faaliyeti) falandaki farklılaşmada insanlaşma trenini oluşturduğu katarın sonundaki vagonu oluşturmaktadır.

Karadeliğe dönüşen “kapitalist sistemin” çekim gücü

Eğer Todd’un 1945’ten itibaren başlattığı 1980’lerden itibaren de hızlandırdığı “küreselleşme” dönemi, her şeyin başlangıcı olarak alınıyorsa –ki biz, bu dönem için aynı zamanda neoliberal ideolojinin hakim olduğu ve liberal faşist iktidarların ikame edildiği dönem diyoruz- “aile” yapılanmasının bu periyottaki konumunun doğrudan doğruya “ekonomik yapılanma” ile belirlendiğini biz 1990’ların sonlarına denk düşen kendi alan araştırmalarımızdan beri bilmekteyiz. (Bkz. “Denge ve Devrim”, El yayınları, 2018) Bu dönemde “aile kimlik yapılanması” (veya kutbu), “nükleer” tipteki aile oluşumunun özelliklerini taşıyan ortamda kendisini ortaya koymakta, ama sahip olduğu toplumsal çekim gücünü ise dönemin ekonomik şartlarıyla açıklanabilecek özelliklere bağlı olarak gerçekleştirmekteydi.2 veya “nükleer” tipteki aile yapılanmasından itibaren “bireyci davranış” biçiminin oluşumunda, her ne pahasına olursa olsun “entegre” olmak için çırpındıkları ve “küreselleşme” dönemindeki “ekonomik” alt yapısıyla eski geçirgenliğini kaybeden “global toplum” belirlemekteydi…

O halde onun bu konuda ne söylediğini olduğu gibi aktaralım ve sonra da “bilinçli” bulduğu günümüz kapitalist ekonomisinin insanlaşma sürecini nasıl biçimlendirmeye çalıştığını tekrar tartışalım:

Ekonomik küreselleşme, özgür değişim ve dünyanın finansa teslimiyetinin (belirlediği) bilinç seviyesinin hakimiyeti, eğer ticari açılım hareketini 1945’teki Amerikan zaferi ile başlatırsak, hemen hemen yarım asırlık bir süre almış bulunmakta. Sürecin yaygınlaşmasının histerik bir hale helmesi ise şurada Margaret Thatcher ve Ronald Reagan ile 1979-1980’de, burada Berlin duvarının yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin 1989-1990 çöküşü ile gerçekleşti…”

Anahtar sorumuz, eğer Antropoloğumuzun yarattığı şu meşhur “kopernikvari” uyduruk “bilinçli davranış-bilinçsiz davranış” ikilemini bir tarafa bırakırsak, 1945-2024 arasında seyreden 80 yıllık en son tarih kesitinde, bütün insanlık ve onu “sağ” veya “sol” tandanslarıyla yönlendirip biçimlendiren “kapitalist sistem”-“insan toplumu” ilişkisi açısından gerçekte ne oldu? Cevabımız, “birbiriyle aksi yönlerde gelişen dört ana süreç yaşandığı” olgusudur:

1) II. Dünya Savaşında, 75-80 milyon insanın canı pahasına silahındaki son mermiyi kullanan dünya kapitalist sistemi, sermayenin yeniden astronomik rantlar elde etmesini mümkün kılan toplumsallaşmasını “üretim faaliyeti” üzerinden gerçekleştirebildi. Bu şekilde işgücü istihdamının da sağlanmasıyla birlikte, “burjuva toplumunun” devasa bir ağıza sahip ve önüne gelen her şeyi yutan, dahası yuttuklarını ilelebet sindireceğini sanan “tüketim toplumu” da gerçekleştirilmiş oldu. Biz bu döneme, içinde olup biten ve onu bizzat yaşayan tarihsel öznelerin tarifine uygun olarak “toplumsal ilerleme” dönemi demekteyiz. (Bkz. Denge ve Devrim, 2018)

2) Vatandaş-bireylerin toplumsal entegrasyonunu olduğu gibi onların davranış biçimlerini de biçimlendirip kimlikleyen toplumsal ilerlemeci “Şanlı Otuzlar” döneminden sonra, “tarihsel özne” konumundaki göçmen popülasyonundan edindiğimiz bilgilendirmeye göre 75-85 arsı on yıl kadar süren durgunluk ve ilerlemeci sürecin ters-yüz edilmesine hazırlık döneminin yaşandığını ileri sürebiliriz. Kabaca bu dönem, okullarını başarı veya yenilgiyle de olsa terk edip “aktif hayata” dahil olmaya kalkışan bireylerin kendi içselliklerinde hissetmeye başladıkları ve yaşam çizgilerinin gelişiminde yansıtmaya koyuldukları derin bir kırılma veya diğer bir tabirle “duvara çarpma” dönemi olmuştur. Ancak, vatandaş bireylerin, bir önceki “toplumsal ilerlemeci” dediğimiz dönemdeki davranış biçimlerinde “duruma uygunluk” açısından tam anlamıyla önemli sayılabilecek bir değişiklik gözlemlemiz pek mümkün olmamıştır.

3) Kırılmanın yerini hayat çizgisinde dağılmaya bıraktığı dönem –yaşanmış deneylerden edindiğimiz bilgilerin ışığında söylüyoruz-, bizim “bireysel içselliklerden” yola çıkarak yaptığımız tarihlendirmeye göre, yaklaşık 1985 ile 2010-15 arası döneme takip etmektedir. Bu dönemi gözlemlerimize göre en iyi temsil eden ve açıklayan kavram, “bireyselliğin infilakı” olarak adlandırdığımız olay veya kavramdır. Duraklama ve kırılma döneminde gelişimi “ileri kapitalist” ülkeler açısından duran, hatta gerilemeye başlayan “sermayenin toplumsallaşması” ve “toplumsal entegrasyon”, bu dönemde bütünüyle ortadan kalkmış veya sanayisi geri ve işgücünün satın alma fiyatı ucuz olan ülkelerde kısa süren bir “ikinci bahar” dönemi yaşatmıştır. Bu ülkelerden Çin’de ve hatta Türkiye’de gözlemlendiği gibi, “ikinci bahar”dan sonra yaz gelmemiş, aksine Fransa gibi ülkelerde çoktan bastırmış olan “kara kış” bütün insanlığın üstüne çökmeye başlamıştır. Biz bu süreci, kapitalist sistemin artık insan toplumunun bireylerinin entegrasyonunun aracı olmaktan çıkıp, onları sahip oldukları biçimlerden (insan olma) soyutlayıp ortadan kaldırmanın aracı olan bir “karadeliğe” dönüştüğü süreç olarak değerlendirmekteyiz. Bu olayın diğer bir ifadesi, ekonomik faaliyet alanının içine itilen her şeyi bir karadelikte yaşandığı gibi “çubuk makarnaya” döndürecek güçteki bir çekim gücüne sahip olması demek olmaktadır; bu ise, bir Gayya Kuyusuna dönüşmüş olsa bile aile yapılanmasının sahip olabileceği “çekim gücünün” yanında Samanyolu galaksisi ile güneş sistemi arasındaki ilişki gibidir. Belirtmemiz yine de gerekmedir ki, biz ekonomik faaliyet alanında oluşan bu devasa çekim gücünü “aile” yapılanmasının bu dönemde sahip olabileceği gücü minimize etmek için değil, tartışmayı yaşanan olayın kendi maddi gerçekliğinin temeli üzerinden yürütülmesi için ileri sürmekteyiz. Bu topyekun gerileme döneminde aile yapılanması da kendisinin çekim gücünü geliştirdiğini ileri sürmekte, bireylerin kimlik yapılanmalarına dahi “global toplum” (cemiyet) un yerine müdahil olmaktadır. Bunun nedeni, bir tür toplumsal dışsallık yapılanması olarak “aile”nin toplumsal entegrasyon fonksiyonunu bütünüyle kendisi üstlenmesi zorunluluğuyla karşı karşıya olması ile ilgilidir. Yani, ailenin çekim gücünün dahi içinde bulunduğumuz “karadelik” ortamında artmış görünmesinin nedeni, vatandaş-bireylerin aileden evvelce global toplum tarafından cevaplandırılan taleplerini (toplumsallaşma gibi) yerine getirmesini talep etmesiyle ilgili bir olaydır.

4) 2010-15’lerden günümüze ulaşan son 10 yıllık süreci biz, artık toptan bir çöküş-yok oluş sürecine geçiş dönemi olarak değerlendirmekteyiz. Bu dönemdeki insanlığın ancak komünist topluma yönelimle çözülebilecek sorunlarının, oluşan karadeliğin geçmişe doğru olan çekim gücünün geleceğe doğru ve ayni orandaki bir karşı çekim gücüyle dengelenmesi sayesinde çözüme ulaştırılabileceğini düşünmekteyiz. Diğer bir anlatım biçimiyle, geçmişte sadece bir olasılık dahilinde olan her şey, artık nesnel bir zorunluluk haline dönüşmüş bulunmakta ve insanlaşma sürecinin önüne bir görev olarak konulmuş bulunmaktadır.

Yaptığımız olgusal tespitlere ek olarak, bilinç, bilinç dışılık kavramları ilgili olarak şunun altını çizerek belirtmez gerekecektir: Gerek aile, gerek okul ve gerekse ekonomi alanındaki bütün insan faaliyeti bu üç kategori ile –ille de gerekli görülürse!- sınıflandırılabilecektir. Bunun dışındaki ve E. Todd türünden burjuva bilim insanlarının yaptığı iradi, daha doğrusu keyfi sınıflandırmalar ideolojik ve siyasi nedenlerle gerçekleştirilen “bilimsel amnezi” yaratma çabalarından başka bir şey olmamaktadır.

Okul’un çekim gücü nereden gelmektedir?

E. Todd’un eğitim-öğrenimin insanın “bilinçaltı”sının güdümünde yönlendirildiğini ileri sürdüğünü belirtmiştik. Bireylerin yaşam çizgileriyle taşınan insan davranışlarının biçimlendirilmesinde çok önemli olan, bu sebeple de toplumsal yapılanmanın bir kurumu olan okul tarafından kontrol altında tutulan eğitim-öğretim faaliyetinin Todd tarafından “bilinçaltı”na havale etmesinin gerekçesi, bu faaliyetin insani zaman mekan içinde işgal ettiği “uzun zaman” ölçeğinde işgal ettiği volüm ileri sürülerek temellendirmektedir; tıpkı diğer faaliyetleri temellendirdiği gibi… Bu konuda eserinin giriş bölümünde söyledikleri özetle şu şekilde:

Bilinçaltı seviyesinde zaman daha az hızlı akmaktadır. Toplumun okur-yazarlığa doğru hareketi, XVI. Yüzyılda, iman edenlerin kutsal kitaplara ve Tanrıya direkt olarak ulaşabilmesini zorunlu kılan Almanya’daki Protestan Reformu ile başladı … / …. İkinci dünya Savaşının hemen sonrasında Kıtanın (Avrupa) kitlesel olarak okur-yazar olduğunu söyleyebiliriz. … / … 2030’a doğru genç kuşaklar, Afrika dâhil her yerde okur-yazar olacaklardır. Bu sonuca ulaşmak için beş asrın geçmesi gerekti; yani basitleştirerek söylersek, ekonomik küreselleşmenin geçmesi için gerekenden on misli bir süre.”

Antropoloğumuzun “Bilinçaltı seviyesi” –bir burjuva olarak kendisinin mi, yoksa bir bütün olarak “insan türünün” mü, bilinmez- ile ilgili olarak uzun zaman ölçeğine yatırıp ileri sürdüğü gerekçeler bir “amnezi” ürünü” olup, neticede “bilimsel amnezi” yaratmaktan başka bir işe yaramamaktadır. O halde, ona doğrudan cevap vermeden önce, bizim eğitim öğrenim faaliyeti ile ilgili kendi düşüncelerimizi öncelikle derli toplu bir şekilde ifade etmeye çalışalım:

1) Bütün insan faaliyetleri gibi eğitim-öğrenim faaliyeti de insanın kendi kendisini yaratma süreci olarak tanımladığımız evrensel zaman mekânda özgül bir biçim alışının bir bileşeni (aile gibi) olan faaliyetlerden birisidir. Bu faaliyetin “özgün” bir nitelikte olması, insanın kendi kendisini yaratma faaliyetinde “akıl yetisini” seferber etmiş olmasıyla doğrudan ilişkili olmasına bağlı bir olgu olmasıyla ilgilidir. Ve bizce erectus-habilis ikilisinin birlikteliğinde, daha çok “habilisin” faaliyetine geri götürülse yeridir. Dolayısıyla bu faaliyet, bir soyutlama yani maddi evreni insan aklına uygun hale getirmenin –ki bu insani oluşta bir zorunluluk eseridir- ürünü olmaktadır. Daha önce de çeşitli fırsatlarda belirttiğimiz gibi, ulaşılan bilgi seviyesine göre bu faaliyetin ilk dönemi “deneylerden öğrenme” dönemidir; sapiensin ortaya çıkmasından sonra ise soyutla faaliyetinin insanlaşma sürecinde işgal ettiği zaman mekan önceki döneme nazaran çok daha büyük oranda önem kazanmaktadır. Ancak, “akıl yetisinin” kazandığı bu tarihsel önem, özellikle de kapitalist sistemin hâkim toplumsal şekil verici hale gelmesiyle ortaya çıkan “akılcılık” ideolojisiyle birlikte insani yaratma faaliyetinden koparıldığı oranda bir “aptallaştırma” faktörü haline gelmiş olacaktır. “Akılcılık” (rasyonalizm) ideolojisinin bütün esprisi, insanın emek sarf ederek kendi varlığını yaratma faaliyetinin sözüm ona “aklın hakimiyeti” ile birlikte ortadan kalktığı anlayışına dayanmaktadır.

2) Biz yaratma faaliyeti ile akli faaliyetler arasında yaratılan bu kopukluğu en iyi şekilde, “akıl yetisine” bağlı faaliyetlerin bireysel bir “yeti” (veya dürtü) olmaktan çıkıp toplumsallaşma süreci ile birlikte paylaşılarak insanlar arasındaki ilişkilerin bir parçası haline gelmesiyle gözlemlemekteyiz. Konunun iyice anlaşılması için “anahtar” olan sorumuz şu olmaktadır: İnsanlaşma sürecinde akılsal faaliyetin yani soyutlamanın” ürünleri hangi zaman aralığında ve hangi mekânsal ortamda nasıl paylaşılmaktadır? Zaman çizelgemizde “avcı-toplayıcı” dönemdeki toplumsal farklılaşmanın çok az olmasına bağlı olarak, her şey gibi sahiplenilerek cemaate dahil edilmeye namzet her üretim faaliyetinin (Burada soyutlamanın ürünü “bilgi” söz konusudur) ürününün toplumsallaşmasının önünde, sürecin yapılanmasına bağlı olan önemli bir engel bulunmamaktadır; zira doğanın bahşettiği ürünlerin sahip olma biçimi de kolektif yani kendiliğinden bir biçimde “paylaşımcı” olduğu gibi, deneylerden itibaren soyutlama faaliyetiyle üretilen ürünlerin paylaşımında büyük engellere rastlanmamaktadır. Bu dönemin “sorunu”, eğer bunu ileriye dönük olarak bir sorun olarak görürsek, edinilen ve toplumsallaşmaya uygun hale getirilen bilgilerin zayıflığıdır.

3) Dolayısıyla, deney ve ondan soyutlama yoluyla üretilen “bilgi”nin paylaşılması, neolitik dönemde “tarım toplumuna” geçişle (deneysel çeşitlilik ve içerik zenginleşmesi) “artı ürün” ve “üretim biçimleri” üzerinden toplumsal yapılandırmayı yeniden biçimlendirdiği oranda, bilgi üretimi ve paylaşımını da kendisine uygun hale getirecektir. Dönemin bütün toplumsal yapılanmayla birlikte her türlü faaliyet ve ilişki türünü de yeniden düzenleyen toplumsal sınıflar, bilgi alanının zenginliğini de, paylaşım alanını da biçimlendirmektedir. Üretim araçlarının (toprak) özel mülkiyeti temelinde “yazının icadı” ile başlayan sürecin başlangıcı ile, soyutlama faaliyetinin en üst biçimi olan “yazının” ilk önce “toprağın özel mülkiyetinin” sınırlarının belirlenmesinde gerekli hale gelen “hesap yapma” faaliyetiyle başlamış olması bir tesadüf eseri olmasa gerektir. Aynı şekilde, öğrenim-öğretim faaliyetinde büyük bir kolaylık getiren “Fenike alfabesinin” ortaya çıkmasıyla, bu halkın dünyanın o zamanki sınırlarını insanlığın hafızasına kaydeden Akdeniz havzasını karış karış gezerek büyük bir deney ve bilgi birikimi sağlayan denizci ve tüccar bir halk olması arasında da doğrudan bir ilişki olduğu anlaşılmaktadır.

4) Her ne kadar, Sümerlerle Mezopotamya’da başlayan süreç, soyutlama ve soyutlananın paylaşılmasında içerik ve üretim zenginliğine bağlı olarak çok büyük bir sıçrama ve akabinde “nitelik değişimine” sahip olmuş olsa bile; hem üretimi ve hem de paylaşımı “özel mülkiyete” ve “sınıfsal yapılanmalar” içine hapsettiği oranda, neolitiği de aşan uzun zaman ölçeğinde tutucu ve bilgi üretiminin gelişiminin önünde en büyük engellerden birisi haline gelecektir. Marks’ın öğretisinin toplumsal gelişim ve insanlaşma süreci ile ilgili olarak ileri sürdüğü tezler, bilgi üretimi ve üretilen bilginin paylaşılarak yeni bir içerik zenginliği kazanmasında da uygulama alanı bulmaktadır. Bilginin kısırlaştırılarak sınıfsal bir yapılanma türü içine hapsedilmesinin en mükemmel örneği, toprağa bağlı üretim faaliyetinin ve ona bağlı sınıfsal yapılanmanın en üst biçimi olan feodal toplumsallaşma biçimi olmaktadır. Feodalizm, soyutlama faaliyetini skolastik düşünceye ve kendi hizmetkarı ruhban sınıfının tekeline bıraktığı ölçüde, ortaçağda insan düşüncesinin neticede kendisi de bir toplumsal kurum olan “mabede” (kiliseye) hapsedilmesi olayının mükemmel bir örneğini sunmaktadır. İnsanın kendi kendisini yaratma sürecinde aynı zamanda üretim araçlarında büyük bir tarihsel ilerlemeye tekabül “sanayi devrimi”, sınıfsal yapılanmada da büyük bir değişim olayına paralel olarak gelişmiş bulunmaktadır: Kapitalizmin üretim biçimi olarak hakim hale gelmesi.

Sanayiye dayalı üretim üzerinde ve kapitalist sermayenin yönlendirmesiyle yükselen “kapitalist sistem”, bu yapılanmanın matrisi olagelerek burjuvaziyi hakim sınıf konumuna getirmiştir. Bu şekilde zaman boyutunda uzayıp giden insanlığın “sınıflı toplum” döneminde ileri doğru atılan her adımın itici gücü olarak, “Komünist Parti Manifestosu”nun (Marks, Engels) girişinde de açıklıkla ifade edildiği üzere, “sınıf savaşları” ve toplumsal yeniden yapılanmaya yol açan “devrim” hareketlerini bulmaktayız. Bu dönemdeki yapılanmada “okul”, toplumsal bir kurum olarak eğitim ve öğrenim faaliyetiyle birlikte doğrudan müdahil olmakta, bireylerin toplumda işgal edeceği yer ile birlikte “kimliklendirilmesine” de doğrudan katılmakta ve hatta bireyin yaşam çizgilerini ve davranışlarını biçimlendiren bir “çekim gücü” oluşturmaktadır. Okul kurumunun bu gücü, devlet erkinin ve hakim sınıfların kontrol ve desteğini almış olmasının yanı sıra –bu güç eskiden de mevcuttu- bilgiyi hayatın yeniden üretiminde uygulama alanının genişletmesine imkan vermesinden ve böylece daha geniş bir toplumsallaşmaya uygun olmasından gelmekteydi.

5) Yaptığımız alıntıda, E. Todd’un “bilinçaltına” –daha doğrusu kapitalist sistem içine- hapsettiği öğretim ve öğrenim faaliyetinde altını çizdiği “zamanın daha hızlı akması” olayı, bizce aslına en uygun şekilde sanayileşme faaliyetine paralel olarak, daha doğrusu sermayenin temerküzünün hızına bağlı olarak gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla (toplumsallaşmasıyla) açıklanabilecektir. “Üretici güçleri devrimleştirmeden var olamayan kapitalizm” (Marks), açıktır ki, toprağa bağlı bir üretici güç ile kıyaslanınca zaman mekanda çok hızlı bir değişim ve yaygınlaşma ivmesine sahip olacaktır. Dolasıyla, en azından uzunca bir müddet sürekli kendini yenileyen bir toplumsallık biçiminde “işgücünün formasyonu” gibi çok önemli bir işlev üstlenmiş olan “okul kurumunun” bu toplumsal konumundan ötürü güçlü bir biçimlendirici ve kimlikleyici çekim gücüne sahip olabilecektir. SSCB’nin, cehaletin çok yaygın olduğu bir ülke olan Çarlık Rusya’sını çok hızlı sanayileşme hamlesiyle birlikte olağanüstü bir hızla geliştirip iyileşmesinin ardından, insan faaliyetlerinin hızla toplumsallaştırılması olayı bize bu durumun mükemmel bir illüstrasyonunu vermektedir.

5) İddialı bir Weberci ve o oranda bir “anti-komünist” de olan Todd’un “bilinçaltında” değil ama yüzeylerde seyreden bir tavırla okur-yazarlığı dönüp dolaşıp “Protestan reformuna” bağlaması gerçekte sadece “yüzeysel” değere sahip bir tespit olup, bizce daha çok burjuva devriminin sınırları arasında gerçekleşen eğitim-öğrenim reformlarının sınırları ve skolastikle olan derin bağları hakkında bir bilgi vermektedir. Max Weber tarafından ileri sürülen, Protestantizm ile kapitalizm arasındaki sebep-sonuç ilişkisi3, bu yeni dinin ortaya çıktığı dönemde üretimde ve toplumsallaşmada görülen yapısal gelişmeleri dikkate almamaktadır. Oysaki, yukarıda da belirttiğimiz gibi eğitim-öğretim faaliyetinin okul kurumu ile birlikte gelişmesinde ilk ve son sözü toplumsal yapılanmanın durumu belirleyecektir. Aslında onun yaptığımız alıntıdaki 2. Dünya savaşı sonrasından itibaren yerkürede ve özellikle de Avrupa kıtasındaki eğitim ve öğrenimdeki gelişim ve yaygınlaşma tespiti, tam da bizim iddiamıza örnek teşkil etmektedir. Neticede sermayenin “küreselleşmesi” hareketi” ile birlikte okur-yazarlık yaygınlaşırken, kapitalist sistemin toptan çöküş sürecine girmesi ile birlikte, kat edilen bu yolun sistem içinde kalıp da daha ileriye gitme gibi bir öngörüsü yani “yükseköğrenimin” yaygınlaşmasının okur-yazarlığın yerini alabilecek bir önü açıklığı olmadığını da itiraf etmektedir.

—- /—-

E. Todd’un olaylara bakış ve onları kavramada ileri sürdüğü görüşlerin sorgulamasını böylece tamamlamış olmaktayız. Sonuçta, bize her ne kadar “küreselleşme” ve “neoliberal” ideolojinin ablukaya aldığı toplumsal hayatımızın sorunlarına çözüm yolu aramaya çalışmak üzere yola çıktığını iddia etmiş olsa da, önerdiği olaylara bakış yöntemi ve onları yorumlamak üzere tanımlayıp seferber ettiği kavramlar, artık bir kadavraya dönüşmüş olan kapitalist sisteme insani zaman-mekanda her şeye rağmen nefes alabileceği alanlar yaratmaktan başka hiçbir anlam taşımamaktadır. Todd, zaman içinde akışını tersine çevirerek –yani “tersine bir dünya” kurgulayarak- en az sistem kadar kokuşmuş “din”, “aile” ve “eğitim” gibi kurumlara geçmişe yönelik olarak zaman içinde devasa boyutta salınım alanı yaratmaya çabalamaktadır. Mekânsal yapılanması bütünüyle dağılmış bu kurumlardan bir “hayaletin” sahip olduğu ilahi güç sahibi olmasını beklemesi de aynı çabanın ürünüdür. Bunu gerçekleştirirken dini bütün bir “burjuva” ve buna bağlı olarak bir “hain kurt”a benzeyen anti-komünist olarak onun bir tek beklentisi bulunmaktadır: Gelecek zamanlara dair ve toplumsal mekanda yeni bir biçim alışı gündeme getirecek her türlü köklü değişimin gerekliliğini ve aciliyetini devre dışı bırakmak

Ama bir burjuva bilim insanı olarak E. Todd’un öğretisinin esas gücü yine de bu bildik manüpilatif manevralardan gelmemektedir. Unutmayalım ki o bir antropolog-tarihçi olmasının yanında, insani gücü ölçmede ustalaşmış ve bunu ileriye ve geriye dönük bir şekilde amacına uygun olmak üzere başarılı sayılabilecek bir şekilde yapabilen bir demograf ve ekonomi-politik bilgi alanıyla da haşır neşir birisidir. Dolayısıyla, “hayaletleri diriltmek” için seferber edilmesi gereken insani hayat enerjisinin çeşitli faaliyet alanlarına yaygınlaşmış olarak miktarını da hesaplayıp, öğretisinin ağırlık noktası haline getirmektedir. O halde biz de onun bu alanda ileri sürdüğü veriler üzerinden izini sürerek öğretisinin eleştirisini yapmaya devam edelim.

1 Aslında biz “erectus”u başlangıç olarak almakta ve aşağı yukarı kendisiyle çağdaş olan habilis’i sürece dahil etmekteydik. Şimdi, gereksiz gördüğümüz bir öncelik-sonralık tartışması yerine işlevsel katkıları ön plana çıkararak bilim insanlarının şimdilik tespit edebildikleri ilgilerin ışığında, bu iki insan türünü birlikte ele alarak bir anlamda “nikahını” kıymış olduk.

2 Bu dönemde işgücü piyasalarının daralması ve bireylerin toplumsal entegrasyonuna cevap veremez halde olması, “global toplum” veya “cemiyet” alanının çekim gücünü aile, okul ve cemaat oluşumu lehine azalmasını doğurmuştu. Evvelce Durkheimci anlamda birer “toplumsal kurum” olarak cemiyete entegre olmaya hizmet eden bu yapılanmalar, artık onun en temel fonksiyonunu da üstlenir bir konuma gelmişti.

3 Weber’in bu alandaki en tanınmış eseri “Protestan ahlakı ve Kapitalizmin ruhu” adlı eseridir.

Diğer Yazılar

KARANLIK GECEDEN YANSIYANLAR: SOSYAL ÇÜRÜMENİN TÜRKİYE TASVİRİ

“Bir grubu bir arada tutmak istersen, mutlaka ortak bir suç işlet”- Dostoyevski / Ecinniler. Yönetmen: …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir