OKUL, DİNİN VE AİLENİN UZANTISI MIDIR?

Mahir Konuk / 08.11.2024

Sorduğumuz bu soru bizi büyük bir doğallık ile belli bir türdeki insan faaliyetini düzenleyen bir toplumsal kurumla (düşünsel faaliyeti düzenleyen “okul” kurumu), yine bir başka insan faaliyeti olan “üremeyi” düzenleyen “aile” kurumu arasındaki ilişkiyi ele alacağımızı bildirmektedir. Çalışmamızı başlangıçtan itibaren takip eden okuyucularımızın da kolaylıkla teslim edebileceği gibi, bu sorunun cevabı her iki toplumsal kurumun arasında kurulabilecek ilişkinin, “sebep-sonuç” türünden nedensellik bağıyla birbirlerine bağlanmasından ziyade, her iki toplumsal kurumu da yönlendiren genel toplumsal yapılanmanın belirleyici ve zaman mekan içinde yönlendirici etkisiyle oluşturulan bir ilişki türü olmaktadır. Diğer bir deyişle, “okul kurumu” ile tanımlanan faaliyet türü ve toplumsal yapılanma, “aile kurumu” ile belirlenen faaliyet ve toplumsal yapılanmayı belirlediği bir ilişki türü ancak genel toplumsal yapılanmanın belirleyiciliğinin aynı yönde olduğu durumda düşünülebilecek ve dahası gerçekleştirilebilecek bir şey olabilecektir. Aynı durum, evrendeki insan varlığı ile doğal çevresi arasında kurula gelen ve daha çok metafizik türdeki ilişkileri düzenleyen “din kurumu” için de geçerli olacaktır.

Altını çizdiğimiz üzere “okul kurumu”, insanlaşma ve dolayısıyla toplumsallaşma süreci zaman mekânda bir “ayaklanma” (homo erectus) ile 2 milyon yıl öncesinden “görüş” (algı) ve dolayısıyla “deney” ufkunun genişlemesiyle bir başlangıç yapmış, “homo sapiens” ile de bugünlere kadar uzanan 200 küsur bin yıllık süreç içinde insanın soyutlama dolayısıyla “düşünme” faaliyetinin yeni bir ivme kazanmasıyla devam etmiştir. Bizce; Göbekli Tepe ile gündeme gelen zaman mekanda “yeni” olan bir sürecin, yine özgün başka bir süreç olan “kurumsallaşma” süreci söz konusu olduğunda en belirgin özelliği, entelektüel (düşünsel) insan faaliyetin bireysellikle sınırlı bir faaliyet türü olarak “düşünme organı” çok gelişmiş olan bireylerin tekelinde olmasından, toplumsallaşarak yaygınlaşmış bir faaliyet türü olmasına doğru bir “ilk adım” teşkil etmesidir. Bu durumu hazırlayan neden, toplumsal zaman mekan yapılanmasının değişmeye başlamasıdır: İnsan hayatının ağırlıklı olarak “avcı-toplayıcılığın” yanında tarımsal faaliyete uygun olarak yeniden üretimi. Ortaya çıkan “artık ürüne” bağlı olarak, artık zaman ve yerleşik hayatın düzenlilik kazanmış hale getirdiği düzenlenmiş mekanın insanlık gündemine aldığı, genelleştirilmiş -toplumsallaştırılmış- bir düşünsel faaliyetin gerçekleştirilebilir olması kurumsallaşma olayını (okullaşma) da beraberinde getirmiştir.

Sümer ve yazının icadı ile ilgili olan ve bizimle otantik bir burjuva antropoloğu olan E. Todd arasındaki çok önemli anlayış farklılıklarına neden olan konu, düşünsel faaliyetin antropolojik boyutta nasıl yürütüldüğü meselesine bağlanmaktadır. Her ne kadar “karmaşık” görünse de, bu meselenin çözümü insani ve toplumsal olaylar konusunda bilimsel nesnellik sonuna kadar korunduğunda gayet kolay anlaşılabilir olacaktır. Neticede meselenin özü, bireysel bir nitelik taşıyan düşünsel faaliyetin “yazı” ile birlikte semboller üzerinden toplumsallaşıp yeniden düzenlenerek nasıl yürütüleceğidir. Diğer bir ifadeyle, bu dönemde insanın düşünsel faaliyetinin gerçekleştiği toplumsal şartlar değişmiş, tarımsal faaliyetin gelişmesiyle birlikte bir yandan bireysel yaratıcılık (bireyleşme) için gerekli zaman miktarı artarken, diğer yandan ise yerleşik hayatın gereği olarak kendisini dayatan ona uygun mekan yapılanması yazının icadını gerekli kılmıştır. Kurumsallaşma olayı ise, yeni düşünce ve toplumsal yapılanma şartlarına uygun olarak, genel antropolojik bir süreç olan düşünce faaliyetinin toplumsallaştırılmasının sonucunda ortaya çıkmış bulunmaktadır. “Okul”; böylece yeni toplumsallaşma biçimiyle gündeme gelen ve kurumsallaşma diye adlandırdığımız şeyin adı olmaktadır. Ama bir toplumsallaşma türü olan “kurumsallaşma” olayı Sümer’den başlayarak sadece insanın düşünsel faaliyeti ile sınırlı da kalmamıştır; örneğin, insan varlığına en uygun ve evrensel nitelikli (E. Todd) bir yapılanma biçimi olan “nükleer aile”, türün kendi kendisini yeniden üretme faaliyetinin şartlara uygun olarak kurumsallaşarak yerini “kök aile” ve “komünoter aile” biçimine bırakmıştır1.

Başta E. Todd olmak üzere bütün burjuva düşünürlerinin itinayla görmezden gelerek gizlemeye çalıştığı şey, düşünsel faaliyetin yapısallaşarak kurumsallaşması, bu dönemdeki genel toplumsal yapılanmaya da uygun olarak 5 bin yıldan beri süregelen bir biçimde “toplumsal sınıf” yapılanmasına uygun hale getirmiş olması gerçeğidir. Böylece, “Skrivler” (yazmanlar) zümresi, askerler ve rahiplerle birlikte sınıflı toplumsal yapılanmayla ortaya çıkan “devlet aygıtının” fonksiyonel bir parçası olarak yapısallaştırılırken, “üreme” faaliyeti ile şekillenen aile yapılanması da “avcı-toplayıcı” döneminin özgür ve özgürlükçü “nükleer aile” tipini terk ederek, aile yapılanmasını adeta “büyük erkek kardeşin özel mülkü” haline getiren “kök aile yapılanmasını da gündeme getirmektedir. Neticede, sözümüze başlarken belirttiğimiz gibi, sınıflı genel toplumsal yapılanma, tek tek kurumsal yapılanmanın oluşumunu doğrudan bir şekilde belirlerken, bu yapıların kendi aralarındaki ilişkiyi de belirlemiş olmaktadır. O halde, bizimle Todd arasındaki temel ayrılık tam olarak ortaya çıkmış olmaktadır: Sınıflı toplumsal yapılanmada ortaya çıkan toplumsal kurumların -veya özel yapılanmaların- arasında ilişkiler bu genel yapılanmanın sebep-sonuç ilişkisine uygundur; ama böylece ortaya çıkan kurumların kendi aralarındaki ilişkiler birbirlerini tamamlayıcı veya bütünleyici şekilde oluşmuş olsa da, sebep-sonuç ilişkisi şeklinde düşünülemez.

E. Todd’dan aktarıldığına göre, Sümer’de başlayan sınıflı toplumsal yapılanma süreci, hız kesmeden kapitalist sistemin ortaya çıkıp gelişmesi ve burjuva tipi toplumsal yapılanmayla birlikte süregelmiş bulunmaktadır. O halde, onun bu konuda ileri sürdüğü başlıca görüşleri ele alarak okul-aile arasındaki ilişkileri yeniden gözden geçirelim.

Protestanlık ve kök aile “düşünsel faaliyetin dostu” değildir…

Önermelerimiz şunlar: 1) Hristiyanlıkta bir inanç ve ritüel sistemine sahip bir mezhep olan Protestanlık, insanın “düşünsel faaliyetinin dostu” değildir; “okul” yapılanmasındaki konumu ise dini dogmalar üzerine yükselen bir “ruhban okulu” ile evrensel bir içeriği vazeden ve “bilim yuvası” olma iddiasındaki “laik okul” arasındaki ilişki neyse o dur. Dahası, M. Weber ve E. Todd’un el ele vererek ilan ve iddia ettikleri gibi, Protestanlık ile kapitalist sistem arasında bir “sebep-sonuç” ilişkisi de yoktur. 2) “Kök aile”, nükleer ailenin sınıflara ayrılarak yapısallaşan insan toplumu tarafından ortadan kaldırılarak yeni duruma uygun hale gelmesiyle biçimlendirilmiş bir aile yapılanmasıdır ve aynı dönemde hız kazanan düşünsel faaliyet ve “okullaşma” olgusunun sebebi değildir… O halde şimdi de kendisinin görüşlerine başvurmak üzere E. Todd’un önermelerine bir göz atabiliriz:

Avrupa’nın okur-yazarlık haritası Almanya üzerinde merkezileşmesi ve Asya’da otonom bir Japon kutbunun varoluşu, bize okur-yazarlığın yayılmasının başlangıcı ile antropolojik bir tabanın göstergesi olarak kök ailenin arasında bir ilinti olduğunu hissettirmektedir. Gerçekte, medeniyetin eski tarihi evvelce, kök ailenin ortaya çıkışı ile yazının icadı arasında var olan bir ilişkiyi ortaya çıkarmaktaydı” (S. 146)

Kök aile iletmek içindir. Hâkim olduğu yerlerde, elde edilen nadiren kaybolacak, ama etkin bir şekilde gelecek kuşaklara iletilecektir.

Aile, din ve eğitim, değişkenler arasındaki nedensellik mekanizmasının aynı anda veya artarda, her iki yönde işleyebileceğini kabul eder.” (S. 147)

Reform tarafından okur-yazar hale gelen bütün ülkeler, İngiltere’de olduğu gibi kendiliğinden ve otomatik bir şekilde uçuşa geçmedi. Almanya söz konusu olduğunda … / … belli bir süre endüstriyel altüst oluşa direndiğini de ileri sürmek mümkündür.” (S. 187)

Yaptığımız alıntılarda 2. Paragrafta söylenenler, hem bizim ve hem de Todd’un düşüncesini anlamada ve yerli yerine koymada çok önem arz etmektedir. Büyük bir açıklıkla ifade edildiği ve rahatlıkla anlaşılacağı üzere, antropoloğumuz din, aile ve eğitim faaliyetleri arasında nedensellik ilişkisinin “değişkenler arasındaki nedensellik mekanizmasının” gereğine uygun olarak kurulabileceğini ileri sürmektedir. Niçin olmasın? Biraz kendimizi zorlarsak, şahsını “Roi soleil” (Güneş Kral) olarak ilan eden ve kellesini devrimcilerin giyotininde kaybeden son Fransız kralının dedesi XIV. Louis ile, koskoca antropoloji bilimini altüst Emmanuel Todd arasında da hem de “her iki yönde” işleyen bir “ilişki” kurabiliriz. Evet biz ilişkiden ve hem de ideolojik ve siyasi meşrebimize uygun olarak “retro-aktif” (karşılıklı belirlenme) ilişkiden yanayız. Kaldı ki, bizim iddiamız din, aile ve eğitim konularının birbirleriyle ilişkisi olmadığı gibi bir zırvalıkla iştigal ettiğimiz filan da yok. En baştan beri belirttiğimiz üzere, “bilim insanı” olma iddiasındaki antropoloğumuzun ilişki kurma biçimi ile bizim olgular arasındaki karmaşık bir biçimde de olsa nesnel olarak gerçek ilişkiyi ortaya çıkarma biçimimiz arasında tam bir uçurum bulunmaktadır. O; kafasında bir burjuva aydını olmakla ilişkili olarak oluşan ideolojik ve siyasi kurguya göre ve tartıştığımız olgularla ilgili olarak düşünsel düzlemde kurulan bir uygunluk ilkesine göre bir ilişki tasarlamakta. Oysa ki biz; hepimizin, dil-din-ırk-cinsiyet-milliyet ve en önemlisi de “sınıf farkı” gözetmeden, bilimsel gözlemin ve metodun algılarımıza sunduğu olguların, onlar üzerine daha önce edindiğimiz fikir ve düşünceleri de sorgulayarak tespit edebildiğimiz yaşanmış ve yaşanmakta olan ilişkileri tespit edip ileri sürmekteyiz. Diğer bir deyişle Todd, “kapitalist sistemi” devreden çıkararak veya itinayla hesaba katmayarak din, aile, eğitim kurumların arasındaki ilişkilerde kendi düşüncesine uygunluk kurmakla meşgul olurken; biz ise, değişkenlik arz eden bu kurumların arasındaki ilişkiyi, ortak bir payda olan sınıflı toplumsal yapılanma biçimi ve toplumsallaşma sürecini sevk ve idare edem toplumsal bir sistem olan “kapitalist sistemi” hesaba dahil ederek, zaten var olan ve tarihsel deneylerle sabitlenmiş olan somut ilişkiyi tanımlamaktayız…

de

Aramızda, ilişki olayına yaklaşmanın daha başlangıcında yöntem konusundan başlamak üzere bir uçurumun var olduğunu iddia ederken pek de mübalağa etmediğimiz anlaşılmıştır umarız. Zira, yaptığımız alıntıda ileri sürülen görüş ve fikirler de bu uçurumun varlığını kanıtlar nitelikte olmaktadır. Aktardığımız alıntıda “kök aile” yapılanması ile okul ve düşünsel faaliyetin bir biçimi olan “eğitim faaliyeti” ile ilgili olarak ilk iki paragrafta söylediklerini ele alalım. Antropoloğumuzun burada iddia ettiğine göre: 1) Kök aileler, düşün ve eğitim faaliyetinin kaleleridir; 2) Çünkü bu tür aile yapılanmasında her şey olduğu gibi bilgi ve düşünce de korunup iletilmektedir. Burada, görünüşte ikinci iddia birinci iddiayı açıklayıp onaylar bir konumdadır; ancak, yüzeysel bakıldığında bile “kök aile” yapılanmasının düşünsel ve eğitim faaliyetini “uçuşa” geçirdiğini iddia edecek bir fikir çıkarmak bizce pek mümkün görünmemektedir. Belirtildiği gibi kök aile yapılanmasının, bir kale gibi gerçek veya hayali bir dış düşmandan koruduğu oranda, tutucu ve her türlü değişime karşı temkinli bir karakteri de bulunmaktadır. Dolayısıyla, örneğin “kök aile” gibi her şeyden önce tutuculuk ve bağnazlığın kalesi olan bir yapılanmadan düşünsel ve eğitim alanında ileriye dönük olarak şefaat beklemek, F. Gülen gibi zır cahil ve komplocu hokkabazın, çoğu emperyalist güçlere casusluk amaçlı olarak bütün dünyada kurduğu okulların “Türkiye’yi ve onun eğitim sistemini uçuşa geçirdiğini” iddia etmek gibi her türlü gerçekliği altüst eden bir iddia olurdu.

Dolayısıyla, antropoloğun iddiasının telaffuz edildiği bağlamdaki tutarsızlığına rağmen, genel olarak bütün zenginliklerin -ve onları üretenler de dahil olmak üzere-, aile yapılanmaların en genişlerinden birisi olan “kök aile” yapılanmasının (baba veya büyük erkek kardeş) “malı” olarak kabul edildiği bir yapılanma, bir tür “kale” görevi gören yapılanma türü olmaktadır: Özel Mülkiyet Kalesi… Almanya gibi “komünoter” bir gelenekten gelen toplumsal yapılanmanın çözülmesi ve kapitalist nitelikli bir yapılanmaya geçiş aşamasına karşı gelen bir tarihsel ön evrede “yenilik” olarak ortaya çıkan “kök aile”, bu durumda ancak bağrında komünoter tutuculuğu da taşıyan bir “özel mülkiyet kalesi” olabilirdi zaten… Bizce bu haliyle, kök aile yapılanması, insanlaşma sürecinin iki diyalektik bileşeninden birisinin, yani “bireyleşmenin” galebe çaldığına işaret etmektedir. Ama yine de bu tespit, bir “kale” yapılanmasına sahip kök ailenin, düşünsel faaliyetin her türü için önemli koşullardan birisi olan bireyselleşmenin nedeni olduğunu dahi göstermeyecektir2. Bu tür son derece tutucu olan yapılanma türü olsa olsa, evrensel bir boyutta seyreden insanlaşmaya hem de 5 bin yıldır konulmaya çalışılan sınır olarak bir öneme sahip olabilecektir: İnsanın düşünsel faaliyetinin sebep ve sonuçlarını sınıflı bir toplumsal yapının içine hapsetmek!

E. Todd’un bireysellik, düşünsel faaliyet ve kapitalist sınıfsal yapılanma ilişkisinde içine düştüğü ve geçmişin “radikal devrimci” tandanslı solun kırıntılarının da neo-liberalleşerek paylaştığı hayati önemdeki yanlış, “üretim araçlarını devrimleştirmeden var olamayacak olan” kapitalist üretimin düşünsel faaliyete dayandığı ve bunun aynı zamanda bireyselleşmeyi öngördüğü olgularından çıkarak, kapitalist sistemi onun gerçekte olduğu gibi insanlaşmaya konulan sınır olarak (tıpkı kök aile gibi) değil de insan türünün ulaşabileceği zirve olarak görmeleridir. Oysa ki, kapitalist sistem altında gelişmiş olarak adlandırılan ülkeler başta olmak üzere üretimin durdurulduğu -yani sistemin toplumsallaştırma kabiliyetini kaybettiği-, eğitimin dünyanın bütün ülkelerinde az veya çok yerlerde süründüğü ve, tek yanlı olarak ve aşırı bireyleşen ama toplumsallığın öznesi olmak gibi hayati bir niteliğini kaybeden bireylerin bir tür “sürü” görünümü verdiği, en önemlisi de yerleşik siyasi iktidarlarca öyle görülüp giderilmesi gereken fazlalık gibi muameleye uğradığı şartlarda bize, bu tür imana dayalı ideolojik temelli iddianın olgusal planda tam tersinin gerçekleştiğini, yani kapitalizmin insanın düşünsel faaliyetine getirilen bir sınır olduğu olgusunu göstermektedir. Kapitalist sistemin, insanlığa ve insanlaşma sürecine koyduğu yok edici sınırla, aynı zamanda sınırsız bir bireyleşme öngören bu yapılanmanın, toplumun bütün bireylerini düşünsel faaliyetin o denli öznesi haline getirebilecek veya buna izin verebilecek bir toplumsal yapılanmanın gereğini de gündeme getirmektedir. Bu tür bir toplumsal yapılanma açıktır ki, aynı zamanda üretimin yani insanın kendi yaşamının sürekli ve ileriye dönük olarak gelişimine izin verebilecek bir toplumsallaşmasını öngören komünist bir yapılanma gerektirmektedir.

Alıntının 3. Paragrafında düşünsel faaliyet ve bir başka “eğitim değişkeni” olduğu iddia edilen “Protestanlık” arasındaki ilişki ele alınmakta, bu dini toplumsal yapılanmanın “öğrenim ve öğretimin” üzerindeki nedenselliği ile ilgili açıklayıcı bilgiler verilmektedir. Bilindiği üzere “Protestan Reformunun” ana vatanı Almanya olup, İngiltere bu inanç yapılanmasının uygun hale getirilmiş (Anglikanizm) ikinci vatanıdır. Çok özet olarak reformun amacı, Hristiyanlık dinini Katolik ruhban sınıfının tekelinden alıp, onun hülasasını halk kitlelerine mal etmek olmaktadır. Bu perspektifte hareket eden Reformcular, Kitabı Mukaddesi Latinceden halkın anlayacağı dil olan Almancaya çevirmiş, onu halka ezberletmek için de halkın okuryazar hale gelmesini sağlamaya çalışmışlardır. Dikkat edilsin: Lütherci reformcuların amacı, Todd ve Weber gibilerinin sinsice inandırmaya çalıştıkları gibi halkın okuyup yazarak nesnel nitelikli “bilimsel gerçeklere” açılması değil ama topyekûn ve iliklerine kadar dört başı mamur Hristiyanlar olabilmesinin önünün açılması hareketidir. Reform hareketi, kendi içinde sınıflı bir toplumsal hareketin bütün karakteristiklerini taşımakta ve bu karakteristikler tarafından belirlenmektedir. Nitekim, aynı hareket içinde dönemin ezilen sınıfı olan köylüler de temsil edilmekte, Luther’in hâkim konumdaki sınıf ve tabakalara uşaklık etmesine karşın, Münzer’ci halk hareketi3, sadece Katolik ruhbanları hedef alan değil ama onların kılıcını kuşanmış olan feodaliteyi ve bütün ezen ve sömürenlere karşı mücadeleyi savunmaktadır. Dolayısıyla, Münzer’in başını çektiği kesim, yoksul köylülerin, okuryazarlık ile başlatılan hareketin ve onun dayanağı olan bireyleşmenin biricik öznesi olarak var olmasını amaçlayan bir hareket olmuştur.

Thomas Munzer, 1489-1525 (gravür)

Weberciler ile birlikte Todd ’un da iddia ettiği gibi, Reformun Lütherci hakim sınıf versiyonu üzerinden Almanya’nın ne eğitim ve öğrenimde ne de kapitalizmin gelişiminde temelli bir ilişki anlamına gelecek olan “sebep-sonuç” ya da nedensellik ilişkisi bulunmamaktadır. Yukarıda da altını defalarca çizdiğimiz gibi iki “değişken” ve onların doğurduğu etki, Münzerci versiyonun tabiatına uygun olarak temelli bir “her türlü kölelik biçimine karşı özgürleştirici bir ortak paydası olan toplumsal yapılanmanın” doğurabileceği gibi değil, ama tersine bir “istenmeyen yan etki” oluşturmaktadır. Eğer, antropoloğumuzun rakamlarla da ifade edip desteklediği ve böylece “nesnellik süsü” verilmiş olan her iddiasına inanacak olsaydık, örneğin Almanya’nın hem Protestan Reformunun ve hem de kök ailenin kalesi olarak bırakalım “uçuşa geçmeyi”, günümüze gelinceye kadar güneş sistemini de aşıp Samanyolu Galaksisinin derinliklerinde yol alıyor olması gerekecekti. Alıntının son paragrafında da ifade edildiği üzere, Almanya gibi dinin ve kök ailenin kalesi, Protestanlığı bile ithal etmiş olan İngiltere’nin o günleri ile kıyaslanınca ancak “bir arpa boyu” kadar yol alamamış olmaktadır.

İngiltere’nin maharetine gelince, bunun antropoloğun başka bağlamda gündeme getirdiği verilerle bir tek nedeni bulunmaktadır: Almanya’daki gibi insanın bireyselliğini kök ailede olduğu gibi kabaca hapsedildiği bir kalenin bulunmamış olması4. Ancak, İngiliz geleneğinin aşırı bireyciliğinin “uçuşa geçmeyi” kolaylaştırması olayı da kapitalist üretim tarzını ve burjuva tipi toplumsal ilişkileri kolaylaştırıcı bir “yan etki” olarak ele alınmalı ve amacın doğrudan bireyi ve düşüncesinin özgürleştirilmesinin amaçlandığı durumda gündeme gelebilecek olan “sebep-sonuç” ilişkisi ile birbirine karıştırılmamalıdır.

Aşırı bireycilik geleneğinin ve onun günümüze kadar uzanan süreçte burjuva sağını ve solunu birleştiren bir din haline gelmiş olan “neo-liberal” yapılanmaların siyasi iktidarları ele geçirdiği günümüzdeki okul-aile- din ilişkisi söz konusu olduğunda, durumu açıklayan en güzel örnek yine de kararlı ve “dış destekli” anti-komünist bir yapılanma olan Gülen Hareketi ve onun açtığı okul ve öğrenim kurumlarının başlangıçtan beri izlediği siyaset olmaktadır. Bilindiği üzere, 80 öncesinde “komünizmle mücadele” kapsamında gündeme getirilen ve askeri darbe sonrasında Devlet eliyle büyütülen bu tür yerleşik düzen erbabı yapılanma, sağ ve aşırı dinci-milliyetçi kesimin yanında, “Ulusalcı” olarak bilinen ve “sosyal demokrat-solcu” olarak adlandırılan neoliberal yeni yetmeleri de bir fotoğraf kalesinde ve buna bağlı olarak siyasi bir platformda birleştirmeyi başarmıştır. Bunun mümkün olmasının bizce “Denge ve Devrim” adlı çalışmamızda etraflıca ele aldığımız bir tek nedensel bütünlüğe sahip iki nedeni bulunmaktadır: 1)“Liberal faşist” toplumsal bir yapılanmayla, bireyin özel hayatını ona göre yapılandıran biçimi (nükleer, kök, komünoter) ne olursa olsun bir varlık alanı gibi işleyen “aile kurumu” arasındaki işbirliği ve sürekliliği olan bütünleşme; 2) “Solcu ve hatta radikal solcu olanlar özellikle başta olmak üzere, bir burjuva ideolojisine kaşı gelen “aşırı bireyleşme” ile, insanlaşma sürecine katılmanın bir gereği olan bireyleşme olayının birbirlerine karıştırılmış olması…

Netice itibarıyla ve Todd’un anlayış ve öğretisini adeta özetler bir biçimde, sağcı ve hin oğlu hin olan “kurt” ile, solcu ve kaderini bilime bağlamış olduğunu öne sürse de ahmak mı ahmak tabakalardan oluşan burjuva kesimin, var ve hakim olan yerleşik sınıflı toplumsal yapılanmanın parçaları olarak, sürekliliği sağlanmış olarak ve kapitalist sistemin bekası için yan yana getirilmiş oldular. Bunun yanında ceset kokan sistemde burjuva yapı ile birlikte çürütülmekte olan “okul kurumunun” ve düşünsel faaliyetin sorunları gün be gün artmaya devam etmektedir.

Kapitalist sistem, günümüzde “okul kurumu”nun ve insan düşüncesinin mezarlığına dönüşmüştür…

Bir burjuvanın olaylara bakışı her daim “gerçekçi”dir, bunu teslim etmemiz lazım gelir; zira o da neticede herkes gibi “olgulardan” itibaren akıl yürüttüğünü sanır veya bunu yeterli görür. Doğrudur, sözlerimize başlarken de altını çizegeldiğimiz gibi, mesela bir “burjuva bilim insanı” bilim yapmaya benzeri olan herkes gibi olguları ve onlarla ilgili nicel ve nitel özellikleri ileri sürerek mesleğini icra etmeye başlar; E. Todd, öğretisiyle ve eleştiri altına yatırdığımız eseriyle bunun en mükemmel örneklerini sunmaktadır. Ama bir burjuvanın, özellikle de toplumsal olaylara bakışta sahip olduğu “gerçekçilik”, hem bir ideoloji ve hem de ona uygun bir gözlem ve eylem metodu olarak tanımlandığında, bilimselliğin nesnel gerçeklik prensibi ile en azından tam olarak örtüşmez. Bu örtüşmemezlik nedeniyledir ki, bilimle özellikle de toplumsal ve insani nesnelerle uğraşan herkes, kendilerini olası hata ve yanlışlardan korunmak için sonuçta bir burjuva ideolojisi olan “gerçekçilik” (realizm) ile örtüldüğünde, insan olmada eller ile birlikte en önemli organlar olan ayakların sürekli dışarda kalacağını aklında tutması lazım gelir.

Burjuvanın “gerçekçilik” anlayışı, toplumsal olayların arasındaki ilişkileri yerleşik sınıfsal toplum düzenin gerektirdiği bir hiyerarşik anlayışa uygun olarak düzenlemek gerekliliği üzerine kuruludur. O, bu sınıfsal düzeni göstererek “olgu budur!” diye kesip atar ve aynı olguların birbirleri arasındaki bu “verilmiş” ve neticede “yaratılmış” düzenin yanında, aynı olguların yine aynı sınıfsal gerçekçilikten itibaren başka düzenler de içerebileceğini bütünüyle algı ve düşüncenin dışına süpürür. Ona ısrarla “alternatif düzene” dair nesnel gerçekliği (olguları) içeren deliller sunduğunuzda ise şu bildik klişe cevapla karşılaşırsınız: “Biz gerçeklerle uğraşıyoruz, hayallerle değil!” Birçok deneylerimizle sabittir: Bir burjuvaya, dahası geçmişte devrimci mücadeleye katılmayı sadece bir “inanç” vesilesi yapmış bir solcuya, hele de birçok yenilgiyle sonlanan komünizm deneyleri yaşandıktan ve yıkılan “Berlin Duvarının” tozları daha henüz tamamıyla bertaraf edilmeden, günümüzde kapitalist sistemin bitkisel hayat yaşadığını ve komünist topluma doğru ilerleyişin eskisinden de fazla mümkün ve gerekli olduğunu söylerseniz, “negatif enerji yayıyorsun!” diyerek sizden fellik fellik kaçacak, ağızlarına bir çocuk emziği gibi tutuşturulan “yaşasın demokrasi” söylemleriyle, günümüzde siyasi ve ekonomik hayatta artık hiçbir karşılığı olmayan, “yaşasın demokrasi” sloganı atan bir yerleşik düzen partisine oyunu vermekle yetinecektir.

Umarız anlaşılmıştır: Bizim burjuva bilim insanıyla aramızdaki mesele, onun sınıf “gerçeğinden” hareket etmesi ve bizim buna karşı çıkmak istememiz değildir. Aksine, biz onun sınıflı toplum gerçekliğini bütün yönleriyle özellikle de kendisine zaman ve mekanda süreklilik sağlayan kendi iç dinamikleriyle -ahmakça veya haince, fark etmez- ele almadığını, ve bu yüzden onun hakkında zaten gözlemlerimiz ve deneylerimizle edindiğimiz bilgilerden başka toplum ve insan bilime yeni şeyler katmadığını, buna karşılık her zaman ve en iyi yaptığı şeyi yaparak egemen sınıf çıkarlarını güderek belirlenmiş yerleşik düzene hizmetten başka bir şey yapmadığını ileri sürmekteyiz.

Burjuvanın bu işi nasıl başardığı ise gayet açık bir konu olmaktadır. O, “toplum” denilen oluşumdan bahsettiği zaman, bu oluşumun birbirleriyle nesnel olarak iki ayrı gerçeklik oluşturan sınıfları karşı karşıya getirdiğini ve bu durumun öngördüğü sınıfsal çelişkilerin sınıf savaşı şeklinde olgusal bir gerçeklik ortaya koyduğunu, dahası toplumu oluşturan bireyselliklerin kendi aralarındaki ilişkileri belirleyen şeyin de bu tür “sınıfsal tabiatlı” olgusal gerçeklik olduğu meselesini, toplumsal olguların dışında tutmaya şu veya bu şekilde özen gösterecektir. Burjuvaya göre şeylerin ve olguların düzeni, toplum sınıflı toplum olduğuna göre zaten verilidir: Toplumu mekân içinde yapılandıran ve zaman içinde yönlendiren hangi sınıfsa, onun yerleşik düzeninin dışına taşan her şey böylece gerçeğin de dışına taştığından “gerçek dışı” olarak muamele görecektir veya görmelidir. Onun bu tavrının, bizi bilimsel ve düşünsel aktivitede epistemolojik ayrılıklar içeren özet olarak bir tek anlamı bulunmaktadır: “OLGU’ya evet, ama OLUŞ’a hayır”5. Öyle ya, günümüzde olduğu gibi geçmişte benzerine pek rastlamadığımız bir ideolojik ve siyasi diktatörlüğe dönüşen toplumsal bir sistemin OLUŞ’a ihtiyacı yoktur veya “oluş” bu düzen için “ölüm” anlamına gelmektedir.

O halde, E. Todd’un “toplumsal yapılanma” ile düşünsel faaliyetin yapılandığı okul kurumu arasında kurduğu nedensellik ilişkilerini ele almadan önce gerekli gördüğümüz bu açıklamayı yaptıktan sonra, antropoloğumuzun konuyla ilgili görüşlerinin eleştirisine geçebiliriz. Bunun için, arkasında derlenmesi için uzun bir çalışma mesaisi olabileceği öngörülen verilerle bezenmiş alıntılar sunduktan sonra, bu verilere karşı gelen olgulara verilen düzen üzerinden tartışmamıza devam edeceğiz.

Kapitalist sistem altında bireylerin eğitimi sermayenin toplumsallaşmasının bir “yan ürünü” dür.

Bize, M. Weber okulunun öğrencisi olduğunu söyleyen E. Todd, akıl hocasının izini sürerek istediği kadar okulun ve eğitim-öğrenim faaliyetinin, birer toplumsal kurum olan aile ve din faktörünün belirlediği bir “sonuç” olduğunu iddia etmiş olsa da, gerçekte düşünsel faaliyet ve onun toplumsallaşmasıyla oluşan “okul” kurumunun, aile ve din ile birlikte genel toplumsal yapılaşmanın sonucunda ve onun bir uzantısı olarak ortaya çıktığını belirtmiştik. Aşağıda aktaracağımız alıntılar bu durumu örneklemektedir:

Avrupa’da eğitimin uçuşa geçmesi, sonuç itibariyle, birçok alanda ölçülebilir olan genel akli değişim ile beraber gerçekleşir: cinselliğin baskı altına alınması, özel şiddetin dizginlenmesi, sofra adabının gelişimi ve büyücülük takıntısının ortaya çıkması bize, 1550-1650 senelerinde batı ve orta Avrupa’da yeni insanın ortaya çıkışını tarihlememiz imkân verir.” (S. 160)

1950 ile 2000-2004 arasında gezegenin okur-yazarlık oranı 15 yaşından büyük bireyler için %55,7’den %81,9’a geçti. Gençler için ulaşılan seviye daha da yüksekte bulunmakta, ve 1970 ile 2000 arasındaki ilerlemenin ritmi bize şimdiden dünyanın okur-yazar hale gelmesinin 2030 doğru tamamlanacağını göstermektedir.” (S. 145)

Birinci alıntıda bize, sermayenin toplumsallaşmasıyla birlikte 15-16. Yüzyıldan itibaren kıta Avrupa’sında gelişerek yaygınlaşmaya başlayan kapitalist üretim biçiminin, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı iki antropolojik değişim ile refakat edildiği anlatılmakta. Birinci değişim, yukarıda belirttiğimiz üzere kapitalist üretim biçiminin olmazsa olmazı olan bireyleşmenin, başka bir tarzda ve yeniden hızlanarak gelişimi olmaktadır. Bu gelişimde, kapitalist sistemin sosyolojik varlığını ifade eden “burjuvazi”, “özel mülkiyet” ve buna bağlı olarak yeni şekil alan “özel hayatların” nicel olarak olduğu gibi nitel olarak yaygınlaşmasıyla, bireylerin toplumsallaşmasını belirler hale gelmiş bulunmaktadır. Bu alanda araştırmaları ile tanınan Norbert Elias, ünlü “Les Dynamiques de l’Occident” (Batının Dinamikleri) adlı eserinde bu yeni ve birey merkezli antropolojik varoluş biçiminin “Saray” yani aristokrasinin ürünü olarak geliştiğini belirtse ve Moliere ünlü “Kibarlık Budalası” adlı tiyatro oyununda aristokrasiye öykünen “görgüsüz burjuva” ile alay etmiş olsa da bu, kapitalist çağdaki çok yaygın ve yoğun bir biçimde seyreden “yeniden bireyleşme” olayının nedeninin yeni ortaya çıkmakta olan sınıfın olmadığını göstermeyecektir. Aksine nicel olarak tarih sahnesinde hakimiyeti ele alan burjuvazi, artık birer “topal ördek” haline gelmeye başlayan işsiz güçsüz bireyler topluluğu oluşturan aristokrasiye böylece “taşeronluk” görevi vererek onu kendi gelişim sürecinin bir unsuru haline getirmiş de olmaktadır.

                                                                                             (Norbert Elias)

Aristokrasinin bağrındaki aşırı bireyleşme anlamına da gelen bireysel davranış biçimlerinin değişimi ve yeni normların ortaya çıkması ile kapitalizmin gelişmeye başlamasının aşağı yukarı aynı tarihsel kesitte görülmeye başlaması tesadüfi bir olay olmamaktadır. Bireylerin davranış biçimlerinin değişimi olayını anlayabilmemiz için öncelikle toplumsal yapılanmalarda görülen değişimi hesaba katmamız ve sonra da onunla değişimin biçimi ve tabiatı arasında mümkün olabilecek ilişkiyi ortaya çıkarmamız gerekmektedir. Hal böyle olunca, kapitalist sermaye birikiminin hız kazanmasıyla birlikte gelişen “özel mülkiyet” ve “özel hayat” tutkusu, başlangıçta aristokrasinin inisiyatifinde de olsa bireylerin davranış biçimlerinin değişiminin gerekliliğini gündeme getirecek, bu anlamda bireyleşmeyle birlikte yeni davranış biçiminin de nedeni olacaktır. Bunun yanında, “sarayların mutfağında” (“La cour”) pişirilerek burjuvaziye servis edilen bireyci davranış biçimi, aynı zamanda geçmişin hakimi aristokrasinin, gelişerek korku salmaya başlayan burjuvazi ile kendisini ayırma refleksinin sonucunda oluşan bir tepkiden ortaya çıktığı söylenebilecektir; ve hatta bu bir yanıyla doğru da olabilecektir. Ama yine de böylesi bir hipotezin geçerliliği, olayın burjuvazinin başının altından çıkan yapısal bir gerçek sonucunda ortaya çıktığını değillemediği gibi, onun güçlendirecektir de…

Alıntıda bahsi geçen ikinci antropolojik değişim, “ölçülebilir olan genel akli değişim” olarak tanımlanmakta ve daha çok bireyin psişizmindeki ve kimliğindeki değişiklikler olarak algılanmaktadır. Ama bizce Todd’un bu bağlamda kullandığı ”akli” sözcüğü, bireyleşmenin ve buna bağlı olarak Avrupa’nın “uçuşa geçmesinin” öznesi konumundaki bireyin “akılcı” bir yapılanmayla ve yerleşik varoluş biçimleri karşısında “otonom” bir konumda olduğunu göstermektedir. Açıktır ki bu özelliklere sahip birey profili, tarihte sahne almaya başlayan burjuvadan veya burjuvaziden başka bir kimse -özellikle de bahsi geçen periyotta- olamaz. Antropoloğumuzun aynı zamanda -önce de değindiğimiz gibi- “akılcı” olduğu kadar dini dogmaları sorgulayıcı bir tarihsel özne olmakta, bu yanıyla da artık kendine “taşeron” olarak tuttuğu aristokrasinin altını oymaya devam etmektedir.

Günümüz neo-liberallerinin ortalığa veba mikrobu gibi saçtığı “burjuva demokrasisi sınırsız özgürlük ve akli ilerleme demektir” şeklindeki uyduruk önyargılarının aksine, burjuva ahlakı ve yasası sınırsız bir bireysel özgürlükten ve önündeki bütün dogmalardan arındırılmış bir düşünsel faaliyetten yana değildir. Belirttiğimiz gibi, bir diğer sınıfın baskı ve sömürüsü üzerinde yapılanmış ve içinde var olduğu toplumu yapılandıran bir sınıf için ne birey ve ne de bireysel hak ve özgürlükler sınırsız olamaz; bir burjuvanın özgürlüğünü belirleyen şey onun varlık nedeni yani sınırsız bir sermaye birikiminin hizmetine girmek ve bu alanda üzerine düşeni yapmaktır. Aynı şekilde, bir burjuvanın sınırsız bir düşünme faaliyeti yürütebilmesi ancak para saymaya başladığı ve hizmetine girdiği sermayenin birikimini en iyi ve en kolay yollardan sağladığında gündeme gelecektir. Diğer türlü hem siyasi faaliyet ve hem de bilimsel alanlar da dahil olmak üzere yürütülen düşünsel ve sanatsal faaliyet ile bir toplumsal yapılanma ve yaşam biçimi olarak burjuvazi arasındaki ilişki, benzeri iki devlet arasındaki ilişkide gözlemlediğimiz gibi bir sınır koyma ve sınırsız bir sermayenin temerküzünün şu veya bu şekilde karşısında olan her özgürlük ve düşünce biçimine sınır çekme ve sınıfsal çıkarları da belirleyen sınırları savunma ile belirlenmektedir.

İkinci alıntı bize, çekilen bu sınırların sınıfsal niteliği hakkında etraflıca bilgiler vermektedir. İkinci paragrafta, 2. Dünya savaşı sonrası dünya nüfusunun okuryazar olmakta hız kazandığı ve çok yakında gezegenimizde, kendisini aynı zamanda yazıyı kullanarak da ifade edemeyecek insan kalmayacağı müjdelercesine anons edilmektedir; sanki “daha ne yapsın?” diyerek kapitalist sisteme en derin şükranlarımızı bildirmemiz gerektiğini hatırlamamızı bekliyormuş gibi… Eğer biz, sosyalist bir iktidarın toplumsal üretimle birlikte okulları da toplumsallaştırarak, hâkim sınıflardan devraldığı ve en az % 80’in okuma yazma bilmediği (Çarlık Rusya’sı gibi) bir ülkede bu alanda çok kısa zamanda mucizeler yarattığını bilmesek, kapitalist sistemde 5 asırda kat edilen bu yolun bir “yan etki” değil de burjuva aydınlanmasının zaferi olarak kutlamamamız işten bile olmayacaktı. Bir sonraki bölümde, sermayenin iktidarı altındaki ABD gibi bir toplumda “yüksek öğrenim” görmenin bile eğer sisteme doğrudan doğruya hizmeti öngörmüyor ve sadece evrensel anlamda bilimin gelişmesi için çalışmayı amaçlıyorsa bir “değer” ifade etmediğini yine antropoloğumuzun tespitlerinden çıkarak ele alacağız. Burada sadece bu verilerin hangi toplumsal yapılanmanın ürünü olduğunu yeniden belirtmekle yetinelim. Alıntıdaki durumu analiz edip toplumsal tarihin gelişiminde yerli yerine koyabilmek için, Marks’ın kapitalist sistemin işleyişine dair iki zihin açıcı ve yol gösterici önermesinden hareket edeceğiz.

Birinci önerme “kapitalizm üretici güçleri sürekli devrimleştirmeden var olamaz” şeklinde hülasa edilmektedir. Burada “devrimleşme” veya “devrimcileştirme” kavramı sistemin yapılanma biçimine uygun olarak ele alınmalı ve böylece konumuz olan düşünsel faaliyetin gelişimi açısından değerlendirilmelidir. O halde öncelikle şu olgunun altını çizmemiz gerekmektedir: Üretim faaliyetinde olduğu gibi, evren ve insan toplumunu bir “nesne” imiş gibi karşısına alan sermayedar, onlarla ilişkisinde burjuva aydın, sanatçı ve bilim insanlarının mamulü “kenar süslemelerini” bir tarafa bırakırsak, sadece bir şey düşünür ve faaliyetini ona uygun olarak düzenler: Azami rant ve sınırsız sermaye temerküzü. Dolayısıyla onun “üretici güçlerinin devrimcileştirme faaliyeti” kendisi için varlık-yokluk nedeni olan bu hedeflere ulaşmak anlamında bir anlam taşıyacak, eğer bir işe yaramazlarsa amansızca imha edilecek veya değersiz sayılacaklardır. Bu durumun en açık örneği ise, “serbest rekabet” sonucunda gündeme gelen “üretici güçlerin gelişiminin” neden olduğu “aşırı üretim” sonucunda ortaya çıkan ve yoksul emekçilerin ihtiyacını karşılayacak olan “kullanım değeri” taşıyan metaların ihtiyaç sahiplerine dağıtılması yerine haince imha edilmesi olacaktır. Aynı anlayış, diğer yandan bilimin kendi dinamiklerinden itibaren gelişmesine ve toplumsal değerlerin kendi iç dinamiklerine uygun olarak yani “toplumsallaşarak” gelişmesinde ortaya çıkan teknolojik ihtiyaca cevap verecek şekilde ilerlemesine sınır koyarken de karşımıza çıkmaktadır.

Dolayısıyla, kapitalist sistemin belli bir tarihsel kesitte, bilimin bütün kollarının üretici güçlerin devrimcileştirmesi ile ilgili olarak kat ettiği, daha doğrusu vesile olduğu ilerlemeyi ölçmek ve nesnel bir düşünceye sahip olmak için, neleri yaptığından çok bu arada insan toplumunun bir bütün olarak gelişmesi ile ilgili olarak neleri yapmadığını göz önünde tutmak gerekmektedir. Mesela, sistemin tarihi açıdan gelişmesi için de “model” teşkil eden ülkesi olan İngiltere’de ısınmak için kömür üretiminden doğrudan fabrikalarda çeşitli metaların üretiminde kullanılmak üzere sürekli mükemmelleştirilerek aktarılan “buharlı motor”, üretim faaliyetinde çağ açtığı, emekçinin işgücünü daha da verimli kılmakta araç olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Ancak, sermayedarlar arası rekabetin sonucunda yoğunlaşarak her gün daha fazla kömür tüketen kapitalist işletmeler, Londra gibi büyük sanayi şehirlerinde başta işçi sınıfınki olmak üzere insan hayatını çevreye yaydığı karbon gazı salınımı ile olağan üstü derecede yaşanmaz hale getirmişlerdir. 18. Yüzyılda başlayan ve asırlardır çeşitli biçimlere bürünerek süregelen ve biricik sorumlusu ekonomik sistemi düzenlerken toplumu da yapılandıran kapitalist sistem bu durumun tek sorumlusu konumunda bulunmaktadır. Bunun hemen kendisini ele veren nedeni, kendi azami rantını her ne pahasına olursa olsun sağlamaktan başka bir sorunu olmayan sermayenin, üretim aleti icat ve inşa faaliyeti sırasında hem bilimsel ve hem de teknolojik alanda, halk muhalefeti oluşana kadar hiçbir yatırım yapmamış olmasıdır. Aynı durum günümüzde sözde “çevre hareketi” ve siyasi ekolojinin gelişmesine rağmen sürmektedir.

Günümüzde, sermayenin tekelinde biçimlenmeye devam eden toplumsal üretimin insan varlığını yok sayan yanını ve her şeye rağmen gerçekte onun bilimsel faaliyetin gelişiminde en büyük engel olduğunu tespit edebilmek için bilimle uğraşanlar başta olmak üzere şu soruyu sormanın ve onun doğuracağı yöntem ile ilgili olarak ve içeriğe dair sorunları çözmeye başlamanın yerinde olacağını düşünmekteyiz: Özellikle de “proleter ve halk devrimleri” çağını kapsayan son bir yıllık dönemde üretici güçlerin ve bilimsel buluşların gelişmesi, kapitalist sistemin (Devlet kapitalizmi dahil) var olmadığı şartlarda nasıl bir yol izlerdi ve her iki alandaki gelişim ne düzeyde seyrederdi? Bu soruya cevap arama çabası içinde, aynı dönemde gerçekleşen sosyalist devrimlerin başarısızlığını anlama konusunda da önemli adımlar atmamız gündeme gelecektir…

Günümüzün toplumsal ve siyasal olaylarını kavrama ve “çıkış hattı”nı oluşturma çabamızda olduğu gibi hemen yukarda sorduğumuz soruya cevap vermede de ışık tutabilecek olan 2. önermeyi tartıştığımız konu açısından özetle şu şekilde formüle edebiliriz: Kapitalist sistemin en belirgin ve toplumsal yapılanma biçimi söz konusu olduğunda, üretici güçlerin gelişim seviyesi ile ona karşı gelen üretim ilişkileri -üretim araçlarının “özel mülkiyete” bağlandığı biçimiyle- arasında sürekli bir biçimde var olan temel bir çelişkinin varlığı; aynı zamanda burjuva toplumunu yapılandıran bu temel çelişkinin ancak işçi sınıfının önderliğindeki üretici güçlerin toplumsallaştırılmasıyla başlayıp devam eden kesintisiz bir devrim hareketi ile çözümlenebileceği gerçeği… Marks’ın biraz da yorumlayarak aktardığımız bu önermesinden kısaca kapitalist yapılanma ve bilimsel ve teknolojik gelişme ilişkisi açısından sonuçları çıkarmaktayız: 1) Kapitalist sistemi karakterize eden üretim gücü seviyesi ve üretim ilişkisinin bu seviye ile içine düştüğü temel uyumsuzluk, sadece “devrim yolunu” göstermekle kalmaz, ama burjuva toplumundaki bilimsel gelişim ile onların üretim ilişkilerinin üzerinden tanımlanan “özel mülkiyetçi” niteliği arasındaki çelişki içeren ilişkiyi de tanımlar. Bilimsel gelişim ve onun sahiplenme biçimi arasındaki günümüzde en uç noktasına erişmiş olan çelişki, bizim “burjuvazi için bilim başlangıçta ve sonuçta bir “yan etki” olmaktan öte gitmez” şeklindeki tezimizle de uyum içinde olmaktadır. 2) O halde, bilim ve teknolojinin üretim ve gelişimi süreci boyunca kapitalist sistemde olaya dahil edilen burjuvazinin ideolojik ve siyasi hakimiyeti ortadan kaldırıldığında, insanın düşünsel faaliyeti ile belirlenen bu alanlar toplumsallaşarak özgürleşebilecek, tam olarak ifade etmek gerekirse kendi doğal dinamikleri üzerinde yükselen kesintisiz ve daha çok geometrik bir gelişim hızına erişebilecektir. Böylece ortaya çıkan yeni durumda, bilimin ve teknolojinin yüzü, insanın ve insan toplumunun yüzüne benzediği oranda, araya hakim olan sermaye sınıfının eliyle yerleştirilen ideolojik ve siyasi bir kumaştan yapılan “sır” ortadan kalkacak, her iki taraf ta birbirlerine karşılıklı olarak bakabildiklerinden, her yenilgiyle beraber ağlayıp her yeni kazanımla beraber gülebileceklerdir…

Günümüzde yok olan “bilim” ve bütün “insanlıktır”; yok edense sermaye ve burjuvazidir…

Bize bir dünya tarihi sunan ve bir “burjuva bilim insanı” olarak nitelediğimiz E. Todd’un birçok alanda önemli oranda bilgi sahibi olmasının yanında, kendisinden emekli olmadan önce bütün profesyonel hayatını geçirdiği kurum, Fransa’da insan bilimin çeşitli dalları ile uğraşanların çok yakından tanıması gereken resmi kuruluşu olan İNED (Milli Demografya Araştırmaları Enstitüsü)adlı kuruluştur. Bu kuruluş, yolu düşenlerin yakından bildiği gibi, Paris’in merkezi yerindeki büyük bir binada hizmet vermekte ve görevi Fransa toplumunun bütünü ve/veya bileşenleri üzerine özellikle de istatistiki veriler ışığında bilgi üretmek olan birçok ekipten oluşan bilim insanı çalıştırmaktadır. Dolayısıyla, bu çalışanlardan birisi olan antropoloğumuz, kendisinin de açıklıkla ifade ettiği gibi, bu devasa kurumun bir üyesi olduğu oranda, onun ürettiği paha biçilmez bilimsel nitelikteki verilerden doğrudan doğruya faydalanmakta ve kolaylıkla varsayacağımız gibi belli bir çapta enstitünün çalışmalarını da yönlendirmektedir.

Anlaşılabileceği üzere bu ön bilgiyi, sıklıkla belirttiğimiz gibi Todd’un eserinde kesinlikle eleştirdiğimiz ana düşüncesini güçlendirmek üzere nicel verilere ve nesnel olgulara başvurmasının nedenin okuyucu tarafından iyice anlaşılması için vermekteyiz. Ama şunu da yeniden itiraf etmemiz gerekmektedir ki, onun vardığı ve eleştiri konusu yaptığımız yanlış teorik genelleme ve yorumlara da vesile olmuş olsa bile, onun ileri sürdüğü olgular nesnel karşılığı olduğu sürece bizim için de dikkatle ele alınması gereken sonuçlara işaret etmektedir. Nitekim bu bölümde, kapitalist sistem ile insanın varoluşunun doğrudan bir parçası olan onun kendisini çeşitli biçimlerde ortaya koyan “düşünsel faaliyeti” arasındaki ilişki ile ilgili olan ve ilgimizi çeken olgu ve düşünceleri üzerine kaydettiğimiz birbiriyle yakından ilintili olarak ileri sürdüğü “çeşitlemelerine” yer vereceğiz:

1)Kapitalist sistem, oluşturduğu “karadelik” gibi kendi üzerine çökmektedir.

Kapitalist sistemi, ön plana almaya çalıştığımız son bir asır içinde, gelişiminde izlediği yol dikkate alındığında en iyi temsil eden, İngiliz kapitalizminin bir uzantısı olarak da görebileceğimiz ABD olacaktır. Aşağıda aktaracağımız alıntı, özet olarak, günümüzde bizce çökmekte olan emperyalist-kapitalist ABD’nin sadece eski ekonomik gücünü kaybetmekle kalmadığını ama buna doğrudan bağlı olarak ülkede en azından “eğitim” alanında düşünsel faaliyetin de gerilediğini vurgulamaktadır:

1900’den beri, ABD eğitim alanında önde gidiyordu. Bu istatistiki analizi Hegel’ci anlamda ele alırsak, ABD’nin aklın gelişimi konusunda insanlığın ilerlemiş zirvesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu manada, ABD’nin durgunlaşması, insan olarak hepimizin durgunlaşması olmaktadır, çünkü hiçbir ülke onun seviyesini geçmiş bulunmamaktadır. Bu durumda sorulan soru şu olmaktadır: Bu, insanlığın eğitim alanında ulaşabileceği seviye midir?” (S. 290)

Amerika’nın eğitimde yerinde saymaya başlaması, sonuç itibariyle 1960 yıllarının özgürlükçü devrimlerinden ileri gelmemektedir. Durgunluktan ve hatta kısmi gerilemeden etkilenen kuşaklar, 1940-1960 yılları arasının aşırı tutucu nükleer ailesi tarafından üretilmiş ve geliştirilmiştir.” (S. 291)

 

Doğrusu, alt alta aktardığımız bu iki paragraf kadar hiçbir söz, antropoloğumuzun öğretisinin bütününe yerleştirildiğinde onun kendi iç çelişkilerini ve buna bağlı olarak göz kamaştıran bir olgular yığını olmaktan öteye pek gidemediğini özetleyemezdi. Şöyle ki; 1) Her iki paragrafta, ona göre kısaca “kapitalist sistemin zirvesi” olduğu kadar, son bir asırda bu sistemin bizzat kendisi de olan ABD, “hem düşünsel faaliyet ve hem de ekonomik aktivite alanında özellikle de gelişiminin en uç noktasına ulaştığı 1960’lardan irtifa kaybetmektedir” şeklinde bizce de onaylanan ve bu anlamda geniş bir muhalif kitlede de heyecan yaratan bir tespit yapmaktadır. 2) Bu çöküş hareketi her şeyden önce bir toplumsal sistemin kendi iç çelişkilerinden itibaren tıpkı bir “karadelik” gibi, tarihsel olarak devinimini tamamladıktan sonra kendi üzerine çöküşünden başka bir şey olmamaktadır. 3) Bu çöküşün nedeni, sistemi “uçuşa geçirerek” onu zirveye taşıdığı iddia edilen tek tek aile yapılanmasının ve düşünsel faaliyeti yapılandıran eğitim sisteminin her ikisinin birden genel olarak sistemin lehine olan şartları yaratmış olmasına rağmen gerçekleşmektedir. 4) Bu tespit aynı zamanda Todd’un ekonomik ilerleme ile aile yapılanması ve düşünsel faaliyet arasında sondan başa doğru belirleyici bir etkisinin olmadığını, bizim de yukarıda belirttiğimiz gibi aksine bu etkinin baştan yani genel toplumsal yapılanmadan, sona yani aile ve düşünsel yapılanmaya doğru gerçekleştiğini göstermektedir. 5) Antropoloğumuzun içine düştüğü bütün bu zincirleme yanlışlar serisi, onun, bütün nesnel varlıklar gibi oluş halinde olmadan var olamayacak olan kapitalist sisteme zaman mekanda ayrılmış sınırı insan varlığının evrende sahip olabileceği sınır olarak görmesinden, veya bütün neo-liberal ideolog ve siyasetçilerin yaptığı gibi insanlığı içinde sadece yok oluş olan bir toplumsal sistemin sınırları içine hapsetme çabasına girişmiş olmasından kaynaklanmaktadır. 6) O Halde, onun 1. Paragrafın sonunda sorduğu soruyu cevaplayabileceğiz: Hayır, ABD’nin veya topyekun “kapitalist sistemin” kendi üzerine çökerek yok olması, bizim ne kaderimizi ne de varlık nedenimizin sonu olacaktır! Aksine, bu yok oluşla birlikte insanlık sınıfsal yapılanmanın kendisini hapsettiği zaman-mekân aralığının dışına çıkacak ve kendi dinamikleriyle birlikte sevişerek (aile) ve öğrenerek (okul) evrenin ucunda bulunduğunu farz ettiğimiz yoluna devam edecektir.

Sonuç itibariyle, gelinen yerde kapitalist sistem kendisiyle ilişkiye geçen her şeye ölüm saçan sihirli bir değneğe dönüşmüş hale gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla aynı kaderi başlangıçtan beri paylaşan burjuvazi ve onun eliti olarak kabul edilen ve alışılmış olduğu üzere “aydın tabaka” olarak adlandırılan kesim başta olmak üzere, bu sihirli değneği tutan el, yani yok edişin öznesi olmaktadır. E. Todd, bize bu konuda da çıkardığı sonuçları kendine mahsus olan birçok verilerle birlikte ortaya koymaktadır. Biz de bu uzunca tuttuğumuz alıntıların bize düşündürdüklerini teker teker ortaya koymaya çalışalım.

2)Kapitalist sistem, yarattığı “karadeliğe” aile ile birlikte düşünsel faaliyeti ve “okulu” da çekmektedir.

Peki kapitalist sistem ve sermaye günümüzdeki başlıca işlevi olan bu yok etme işlemini nasıl gerçekleştirmektedir? Bu soruya E. Todd’un öğretisinde birçok cevap bulmak mümkün:

Ekonomik tabakalaşma, tamı tamına yeni eğitim tabakalaşmasının bir yansıması olarak evrimleşmektedir. Çok sayıdaki diplomalar, yeni becerilerinin daha yüksek gelir seviyesiyle ödüllendirildiğine şahitlik etmektedirler. Klasik ekonomik yorum çerçevesinde kalmaktayız. 1980’den itibaren, en zenginlerin gelirlerinin artışının önündeki engellerin kalması, teknik ve ekonomik aklın çekim gücünü aşmış bulunmakta.” (S. 302)

Yeni kültürel tabakaşlamanın farkına varılması, tolumun bütününün yüksek eğitimli ekâbir kategorisine giremeyeceği tespit edilince gerçekleşti. İlk, sonra da orta eğitime evrensel katılım eşitlikçi ve demokratik bir bilinçaltını beslemişti; yüksek eğitime sınır getirilmesi, ABD’de olduğu gibi başka yerlerde de, eşitlikçi olmayan toplumsal bir bilinçaltı yaratmıştır. … / …

Amerikan toplumu artık objektif olarak tabakalaşmıştır. … Bu tabakalaşma, bu sefer liseden ileri gitmeyi yüksek eğitim evrenine girmenin sembolü olarak görmekte ve üstün -başarı olarak- görmektedir, onun altı tamamlanmamış eğitim anlamına gelmektedir.” (S. 292)

Birinci alıntı, yüksek öğrenim görmüş ve bilimin bütün dallarının bilgi becerilerini taşıyan ve çok önemli bir kısmı sermaye sahibi olmayan “aydın nüfusunun”, sermayenin hizmetine katılmasıyla gerçekleştiğini bildiğimiz (özellikle de 1980’den itibaren “neoliberal ideoloji” ve “liberal faşist” siyasi uygulamalarla dahil edilerek) “yüksek eğitimli tabakanın” nesnel gücünün de çok üstünde olduğunu büyük bir açıklıkla ifade etmektedir. Bizim “karadelik” olarak adlandırdığımız şey de, toplumsallaşarak yeni niteliklere (kullanım değeri) vesile olma yerine yoğunlaşarak sınırsız ve soyut (değişim değeri) bir birikim yaratan sermayenin bir varoluş biçiminden başka bir şey de olmamaktadır.

Yüksek öğrenim görmüş aydınların, bilimin insan yüzlü evrensel nesnel gerçekliğinden kesinkes uzaklaşıp, sermayenin ölü ve artık sadece ölüm saçan gerçekliğine alet edilme sürecinde özne konumuna dönüştürülme işlemi, emekçi halk kitlelerinden gelip bireysel çabalarıyla yükseköğrenime katılmaya aday olmuş kitlenin içinde yapılan -Türkiye’de senelerden beri en mükemmel örneklerini yaşadığımız- bir ayıklama sonucunda gerçekleşmektedir (2. Alıntı). Bu şekilde ABD ve İngiltere’den başlayarak kurgulanan yeni yapılanma, neticede yeni tipte bir burjuva yapılanması olmaktadır ve bilimsel faaliyete bir tür sınıfsal sınır getirilerek gerçekleşmektedir. Burjuvazinin bilimsel gelişimin perspektifine koyduğu bu yeni türdeki sınıfsal sınırlamanın daha çok bir karadeliğe benzeyen karanlık yüzü, antropoloğumuzun insanın düşünsel faaliyetin gelişimiyle ilgili olarak bize adeta gözümüze sokarcasına gösterdiği ve “2030’da bütün insanlığın okuryazar olacağı” şeklindeki aydınlık yüzünü bir anda tuzla buz edip görünmez kılmaktadır. Sermayenin dayattığı yeni ekonomik gerçekliğe uygun olarak, burjuvazinin tabakalaştırarak toplumsallaştırdığı düşünsel faaliyetin aynı anda gelişerek yaygınlaşması, Todd’un öğretisinden yansıdığı biçimiyle dahi çok “problemli” bir olgu gibi görünmektedir. Zira, artık iyice anlaşılacağı üzere kapitalist sistem içinde her türlü insan faaliyeti, düşünsel faaliyet de dahil olmak üzere sermayenin çizdiği sınırlar içinde gelişebilmekte, sermayenin gelişimini mümkün kılan toplumsallaşmanın “neoliberal dönemde” olduğu gibi durması ve/veya gerilemeye başlamasıyla birlikte ise, eğer devrimci-komünist bir müdahale olmazsa helak olup gitmektedir.

3)Aşırı bireyleşme: Karadeliğe veya kapitalist sisteme girebilmek için “küçülmek” ve “incelmek” gerekmektedir.

Aşağıdaki alıntılar, bize bu durumun nasıl gerçekleştirildiği konusunda çeşitli örneklemeler sunmaktadır:

İngiltere, … eşitlikçilik karşıtı ideolojinin ihracatçısı konumunda bulunmaktadır. … / … IQ, içsel zeka, okulda başarı ve toplumsal başarı doğal bir biçimde insanın tabiatı üzerine kesin bir yargıyı da beraberinde getirmektedir. (S. 295) … / … bu sorunsal bizi IQ ölçümünden toplumsal tabakalaşma anlayışına taşımaktadır.” (S. 296)

Tabakalaşma artık hak etmeye bağlanmış bulunmaktadır ve bu toplumun her seviyesinde kabul görmektedir” (S. 293)

Yeni eğitimsel tabakalaşma inatla insanların kesinlikle eşit olmadığı duygusunu yaymaktadır. Amerika ve İngiltere’de, tespit ettiğimiz gibi, “hak etmiş olma” (beceri-bn) ideologları, insanların az veya çok akıllı ve becerikli gruplara ayrıldığı ilkesini formüle etmektedirler. Fransa’da bu olay resmi eşitlikçi ideoloji eleştiri altına alınmadan cereyan etti; orada entelektüel katsayı tam olarak söylemek gerekirse şaibeli bir kavramdır. Bu şartlar altında, Fransa’da eşitsizciliğin gelişmesi, siyasi kriz dönemlerinin dışında bilinçaltında seyredecektir.” (S. 299)

Aktardığımız alıntılardan ilk ikisi, insanlar arasındaki eşitsizliğin ve bireyciliğin -tıpkı günümüzdeki aşırı bireyleşmenin katil yüzü olan neoliberalizmin olduğu gibi- bir anavatanı olduğuna işaret ettikten sonra, bu ülkenin tarihsel ve sosyolojik olarak sonuna kadar hak edilmiş bir biçimde İngiltere olduğu vurgulanmaktadır. Diğer yandan, İngiltere’nin tarihsel ve sosyolojik olarak karşıtı konumundaki Fransa dahil olmak üzere bütün ülkelerin, bu “merkez dağıtım istasyonu” gibi bir işlevi olduğunu gözlemlediğimiz ülkeden yayılan siyaset ve ideolojinin etkisi altına alındığı vurgulanmaktadır. Birinci ve ikinci paragraflarda, ağırlıklı olarak, insanın düşünsel faaliyetinin bizzat kendisi bir tür “alet” haline getirilerek toplumsal eşitsizliği ve onun sonucunda ortaya çıkan “sınıfsal kırılma”yı gerçekleştirmekte fonksiyonel bir görev yüklenmiş halde bulunmaktadır.

Bu “sınıfsal kırılma”; aslında insan bireyinin toplumsallaşarak evrendeki genel bir insan varlığına katıp kolektif kullanıma açarak “bilimsel” ve “teknolojik” zenginliğe dönüştürdüğü başlangıçta “bireysel” olan düşünme (IQ) ve eyleme (beceri) yetilerindeki farklılıktan çıkarılmaktadır. Bu şekilde, başlangıçta sadece geleneksel olarak “bireyci” (liberal) bir anlayışa sahip olan İngiliz burjuvazisi, düşünsel faaliyetlerin seferber edilmesi esnasında ortaya çıkan bireysel eşitsizlikleri derinleştirerek ve onları diğer toplumsal eşitsizliklere katarak ölümcül ideolojik bir silaha, neoliberalizme dönüştürmüştür. Bu şekilde toplumsal farklılıkları bireysel farklılıklara katarak evrendeki topyekun insan varlığını da “winers” (kazananlar) ve “losers” (kaybedenler) şeklinde ikiye bölen neoliberal ideoloji, insanlaşma sürecinin selameti açısından daha da vahim sonuçlar doğurabilecek olacak bir anlayışa da yol vermiş olmaktadır: Bireycilik sebep, insan toplumu sonuçtur. Artık, bireysel farklılıkların mutlaklaştırılması yani kolektif bir harekette (bireylerin toplumsallaşması) birbirlerini bütünlemesi bir ideolojik tahakküm ile engellendiğinde ortada ne insan toplumu ne de evrende milyonlarca yıldır var olan insan varlığı diye bir şey kalmış olabilecekse…

(İngiltere’de neoliberalizmi silah zoruyla emekçi haklarını yok ederek yerleştiren Thatcher’in ölümü ondan nefret edenlerin büyük sevinç gösterileriyle karşılandı-editör)

Sonuç yerine: Edison mu, Tesla mı?

Gerçekte var olan sınıfsal çelişkileri doğuran nedenleri korumak ve kollamak gibi bir misyona sahip olan neoliberal ideoloji tarafından harekete geçirilen bireysel farklılıkların dayandırıldığı zihinsel (IQ) ve teknik beceriye dayanan ölçümlerin, birçok aklı evveli peşinden sürüklediği kadar evrensel anlamda “bilimsel” bir temele sahip olduklarını da düşünmemekteyiz. Zira, bu tür ayrılıkların ortaya çıkarılması, klişeleşmiş ve ortaya sadece nicel veri koyan ama bu yüzden “nesnel dayanağı” son derece sınırlı ölçümlere (IQ) ve hedefi tartışılabilir (veya tartışılması gerekli) teknik başarılara imza atan “becerilerin” sonuçlarının insanlığa yakınlık ve uzaklığının irdelenmemesine dayanmaktadır.

Nitekim, E. Todd’un bizzat kendisi, Fransa’daki hemen hemen hepsi ülkenin en prestijli okullarından mezun ve uyguladıkları neoliberal siyasetler bir avuç sermaye kliği tarafından çok taktir gören “hükümet sözcülerini” ve “yüksek bürokratları” haklı ve yerinde bir şekilde -Macron başta olmak üzere- son derece ahmak ve beceriksizlerin teki olarak tanımlamaktadır, verdiği mülakat ve konferanslarda… Bu durumda ortaya şu gerçek çıkmaktadır: Fransa gibi liberal faşist bir siyasi diktatörlük altında IQ’nün ve beceri veya “liyakatin” tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ölçülebilir bir tek nesnesi, dolayısıyla siyasi iktidara uygunlukla ölçülen bir tek anlamı bulunmaktadır: Todd’un da altını çizdiği gibi insanlık tarihinde şahit olunmadık ölçüde ve insanın evrendeki varlığını tehdit edercesine sermaye birikimine vesile olmak… Fransa’dan verdiğimiz bu örneği, tarihsel olarak da onaylayan ve bilimsel düşünce ile sermaye köleliği yapan düşünce arasındaki farkı en iyi temsil edeceğini düşündüğümüz bir başka örnekle de destekleyebiliriz: Tesla-Edison ilişkisi.

Bilimsel ve ilişkisel yakınlıktan doğan bu ilişkinin kahramanlarından olan Edison, ampulün mucidi olarak bilinir ve “büyük dahi” ama insanlığı aydınlatan “büyük insan” olarak dünyanın bütününde neredeyse “aziz” mertebesine yükseltilerek kutsanır. Burada, Nicolas Tesla ile ilişkisi dikkate alındığında Amerikalı Edison’un, son derece popüler olan ününe rağmen bir dönem yanında çalıştırdığı diğerininki ile boy ölçüşecek bir “bilimsel formasyona” sahip olmadığının üzerinde durmak istemiyoruz; zira onun bu eksikliğine rağmen insanlığa faydalı bir buluşa imza atmış olması veya tam olarak ifade etmek gerekirse buna vesile olmasına karşı olmak gibi özel bir amaç gütmemekteyiz. Bunun yanında, Tesla ve imza attığı birçok deney ve buluşuyla yan yana getirildiğinde, Edison’un işlerine fizik bilimini alet eden her şeyden bir “patron” olarak göründüğü nesnel gerçekliğinin altını çizmekle yetineceğiz.

Bir Hırvat göçmeni olarak Amerika’ya gelmiş olan Tesla’ya gelince; onun, daha yakın bir döneme kadar hak ettiği ölçüde adı ve sanı bile geniş çevrelerce duyulmamıştı. Oysa ki o, “elektrik enerjisi” ile ilgili olarak günümüzde dahi yankılanan birçok bilimsel deney ve buluşa imza atmış, bilimsel bilginin ölçülerine vurulduğunda, alanında üstün bir dehaya sahip olduğu tartışma bile götürmeyen, benzerlerine ancak “Aydınlanma” döneminde rastladığımız bir “bilim insanı” kişiliğine sahipti. Kendisini bir patron olarak “işçisi” gibi çalıştırdıktan ve buluşlarını sahiplendikten sonra dolandıran Edison, ne kadar şişirilip pişirilerek göklere çıkarıldıysa da, fizik biliminin gelişimine hala ışık tuttuğu söylenen buluşlarına rağmen gerçek bir bilim insanı olan Tesla, çok uzun süreler unutturulmaya çalışılmıştır. Edison, en akıllı olduğu “pazarlama” dalındaki beceri ve başarılarından dolayı zenginliklere boğulduğu kadar, otantik bir bilim insanı olan Tesla hep yoksulluk içinde yaşamış ve derin bir yoksulluk içinde de ölmüştür.

 Çok kısa bir şekilde -ve okuyucuyu bu ilişki konusunda daha derin araştırmaya sevk ederek- baştan beri söylediklerimizi özetleyerek, verdiğimiz son örnekten de hareketle şunu söyleyebiliriz: Edison ile Tesla’nın ilişkisi, diğer bir şekilde ifade edildiğinde, sermaye ve sermaye birikimi ile, insanın düşünsel faaliyeti ve bilimsel bilgi üretimi arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. İlişkinin hikayesi dikkate alındığında, baştan beri tekrarlayarak belirttiğimiz gibi, bu ilişkinin belirleyeni, toplumsal yapılanmayı biçimlendirip yönlendiren hakim unsur olarak “kapitalist sistemdir”. O halde, bu bölümde geliştirdiğimiz düşünce de bu ilişkinin hikayesinde doğrulanarak onaylanmaktadır: Bir burjuva toplumunda düşünsel faaliyet ve bilimsel bilgi ve beceriler ancak bir “yan ürün” olmaktadır, tıpkı insan toplumunda belirleyici yaratma faaliyetinin sonucunda ortaya çıkan “kullanım değerinin” kapitalist üretimin bir “yan ürünü” olduğu gibi… Bu durumda, günümüzün kapitalist sistemini tanımlayan neoliberal ideoloji ve liberal faşist siyaset belirleyici faaliyet olmaktadır, ve sadece ve sadece sermaye birikiminin insan varlığının ortadan kaldırılması da dahil olmak üzere her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmesini amaçlamaktadır.

1 Aynı dönemde, evrensel bir biçim olan “nükleer aile” ortadan kalkmamıştır, ama “evrensel” olma özelliğini yitirerek ve yeni şartlara uygun olarak toplumsallaşarak diğer biçimlerin yanında “toplumsal bir kurum” haline getirilmiştir.

2 Ancak bunun tersine olarak, bireyleşme sürecinin insanlaşmada galebe çalması, toplumsal yapılanmadaki değişiklikler sonucu ortaya çıkan bireyleşmenin, sınıflı bir toplumda aşırı bireyleşmeye taşınarak “kök aile” tipi yapılanmanın nedeni olduğunu gösterecektir.

3 Anlaşılacağı üzere bu hareket adını onun önderliğini yapmış olan Thomas Münzer’den almaktadır ve bir tür “Hristiyan komünizmi” tasarlamaktadır. Bkz. “Almanya’da köylü ayaklanması”, F. Engels…

4 İngiltere’de o dönemlerde belirleyici aile yapılanmasının, nükleer tipteki ailenin aşırı “bireyci” versiyonu olmaktadır.

5 Bu konudaki görüşlerimizi etraflı bir şekilde “OLUŞ SORUNU” adlı yapıtımızda ele almış bulunmaktayız (El yayınları)

Diğer Yazılar

HAMAS’IN İSRAİL’E FÜZE ATMASIYLA MI BAŞLADI HER ŞEY?

Taner Renda / 03.12.2024 2001 yılının 11 Eylül’üne gelindiğinde; dünya o gün yeni bir aşamaya …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir