Mahir Konuk / 18.09.2024
Önce hatırlayalım: Konumuz insan ve insanlaşma. Tam olarak ifade etmemiz gerekirse, bireyleşerek özne ve toplumsallaşarak insan olarak var olan, evrenin en uçuna konuşlanmış, göreceli bir otonomiye sahip bir varlık türü olarak insan ve devam etmekte olan insanlaşma süreci… Eleştirisini yaptığımız E. Todd’un öğretisinde hak etiği gibi önemli bir konu başlığı olarak da yer tutan ve bize göre ayrı bir toplumsal varlık alanı –veya bir “toplumsal kurum”-Durkheim- olarak “okul”un, milyon yıl süren insanlaşma süreci içinde değerlendirildiği takdirde anlam kazanacağını ve sürecin zaman-mekan bütünlüğü içinde yerli yerine oturtulabileceğini düşünmekteyiz. Nitekim okul ve onu bireysel olarak mümkün ve toplumsal olarak gerekli kılarak aynı zamanda karakterize de eden aktiviteler olarak soyutlama- deneyi kayda geçirilecek hale getirerek stoklama ve böylece toplumsallaştırarak insan varlığına katma (kurumsallaşarak okullaşma), insanlaşma sürecinde nesnel olarak ortaya çıkmakta ve diğer aktivitelerle birlikte oradaki yerini almaktadır.
Diğer bir deyişle, “insansı” olarak nitelenen bir varlık türünden günümüze kadar uzanan milyon yılla ölçülen insanlaşma sürecinde, “okul” kurumu veya varlık alanı olarak insan toplumuna entegre özgün bir “toplumsal yapı” olarak “okul”un insanlaşma sürecine katılması, homo sapiens’in ortaya çıkmasıyla başlayan soyutlama faaliyetine girişmeyi mümkün hale getiren zihinsel ve beyinsel “sıçrama” ile en geniş anlamda gündeme geldiğini söylersek pek de yanılmamış olmaktayız. Son 5 bin yıl kadar öncesinden itibaren yazının icadı ile birlikte paylaşılabilir hale gelen görgü ve bilgi birikiminin soyutlanarak stoklanabilmesinin kurumsal bir faaliyete dönüştüğü olgusu kayda geçmiş bir gerçeklik olarak aşikar durumdadır. Uzunca bir müddet köleci ve feodal dönemde bir tür kış uykusuna yatan “soyutlama ve okullaşma” faaliyetinin, sanayi devrimiyle birlikte çok geniş çapta ve günümüze gelinceye kadar sürekli artan bir şekilde toplumsallaşarak yaygınlaşması süreci, “genel olarak “insanlaşma sürecini” karakterize eden bir nitelik kazanmış bulunmaktadır…
Ancak yaptığımız bu somut tespit yine de, günümüzde, bilerek veya sınıfsal bir art düşünceye dayandırılarak yaratılan anlam ve kavram kargaşasını önlemek üzere iyice anlaşılmaya dolayısıyla açıklamaya muhtaçtır. Homo sapiens ile birlikte soyutlama faaliyetinin insan varlığına yeni yetilerin katılarak geliştirilmesi olayı bir “Tanrı vergisi” bir şey olmayıp, insanın kendi kendisini yaratma faaliyetinde seferber edilen hayat enerjisinin yoğunlaşarak yapısal hale gelmesinde aldığı yeni bir biçimdir; daha doğrusu “biçimlerden birisidir” demek daha doğru olacaktır. Dolayısıyla, soyutlama yetisinin kazanılmasıyla başlayan süreç, insanlaşmanın evriminin aldığı yeni bir biçim olmasına rağmen bu sürecin kendisi değildir. Yani hiçbir şekilde insanlaşma süreci, soyutlama yetisinin kazanılmasıyla başlayan sürece indirgenemez; bizce bu sürecin önünün geleceğe doğru yeni biçimlerin ortaya çıkmasının açılmasından başka çok önemli sayılabilecek bir konuma sahip olmuş olsa bile.
Sorunun bu yanıyla özellikle ilgilenmemizin nedeni, insanlaşma sürecinin bütününü homo sapiens ile başlayan ve genel olarak “soyutlama” yetisinin kazanılması olgusu ile açıklanan sürece indirgemede ortaya çıkan ideoloji ve siyaset yüklü çarpıtmalara karşı çıkmamızdır. Bu çarpıtmalardan en kabası ve hatta sonucu itibariyle insan varlığının kendi gerçekliğiyle ilgisinin silinmesi anlamında en tehlikelisi, Harari’nin öğretisi türünden “insanın kendi varlığına neoliberal yabancılaşması” şeklinde özetleyebileceğimiz ideolojik “perversiyon” (sapkınlık) türüdür; “Yol Ayrımı” adlı çalışmamızda bu konuya etraflıca değindiğimiz için söylediklerimizi burada da detaylandırmayacağız. Buna karşın, Harari ile Sapien türünü başlangıç noktası olarak almış olsa da, Todd’un öğretisinde konu daha çok siyasi bir nitelik kazanmaktadır. Şöyle ki, bu tür bir çarpıtma -Todd çabasında yalnız değildir-, insanlığın evriminin sınırları ile tarihsel sonuna ermiş kapitalist sistemin evriminin sınırları birbirlerine karıştırılarak, sırf sınıf savaşına bağlı siyasi nedenlerden dolayı, içten ve dıştan tükenmekte olan kapitalizme “uzun ömürler” için alan ve zaman aralığı açma çabasının ürünü olmaktadır.
Bizim; sonuç itibariyle insanlaşma sürecinin silinmesi veya en azından kısırlaştırılması ile ilgili bu çarpıtmalarla mücadeleye zaman ayırmamız, aynı zamanda, insanın hayat enerjisini seferber edilmesiyle ortaya çıkan olguların, onun belli bir zaman-mekan aralığına hapsolmuş soyutlama faaliyeti sonucunda ortaya çıkan temsil ürünü kavramlarından çok şey içerdiği ve bu içeriğin her türlü soyutlama biçiminden çok daha fazla hayatın maddi gerçekliğine yakın olduğu olgusunun yeniden bilince çıkarılmasıyla ilgilidir. Her şeye rağmen, okuma-yazma-uygulama-araştırma-keşfetme-kavramlaştırma-kurallaştırma-teorileştirme gibi çeşitli biçimleri altında yürütüldüğüne şahit olduğumuz ve genel olarak “soyutlama” faaliyeti olarak adlandırdığımız insan faaliyeti, hem bireysel içselliklerde ve hem de toplumsal yapılanmalarında devrim niteliğinde büyük ve süreklilik kazanmış kümülatif değişikliklere yol açtığı da somut bir olgudur. Biz bu değişikliklerin karşılıklı olarak yani somuttan soyuta ve soyuttan somuta doğru gerçekleştiğini düşünmekteyiz. İnsani yapılanmalarda ve davranış biçimlerinde devrim niteliği taşıyan değişikliklere yol açan ve entelektüel bir harekete geçişi öngören soyutlama faaliyeti, bireysel içselliklerde ve toplumsal yapılanmalarda değişikliklere yol açtığı oranda kendisini bu değişikliklere karşı gelecek biçimde güncelleşip değişmektedir.
Bir “burjuva bilim insanı” olarak adlandırdığımız E. Todd’un öğretisinin eleştirisi üzerine inşa ettiğimiz çalışmamızın bu bölümünde, onun soyutlama faaliyetinde çıkış noktası olarak aldığı “okul” ve “okullaşmayı”, hem birey ve hem de toplumsal yapılanmalarla ilişkisi içinde ele alacağız.
Bireysel içsellikler ve soyutlama faaliyetleri
Evrendeki insan varlığı ve onun soyutlama yetisiyle ilişkisi söz konusu edildiğinde, öncelikle şu noktanın öncelikle akılda tutulması gerekmektedir: Entelektüel yetisini seferber ederek soyutlama faaliyeti yürüten insanın, bu eylemin öznesi olarak bizzat kendisi de soyutlanmaktadır. Şöyle ki, bu soyutlayanın soyutlanması olayına biz antropolojik varlığı oluşturan iki bileşenden birisi olan bireyleşme diyoruz. İşte bu yüzdendir ki, biz, “homo sapiens” türünün ortaya çıkışını ve insanlaşma sürecinin günümüze kadar uzanan bölümünü, kendi kendini var ederken aynı zamanda kendi varlığının da kolektif bir çaba içinde öznesi olan insanın bireyleşme sürecinde de bir sıçrama kaydettiğini düşünmekteyiz. Aynı şekilde entelektüel faaliyet için olduğu kadar insanlaşmanın bütünü için de gerekli bir organ olan beyin, kendi kendini ve dolayısıyla kendi dünyasını üreten insanın doğa ile ilişkilerinde edinilen deneylerin dayattığı bir gelişimin olmaktadır.
Kendi geçmişi ile böylece kendi varlığını oluşturan zaman mekan salınımında bir kopuş yaşayan insan artık soyutlama faaliyetine girmeden bu “kendi varlığını kendisi yaratma” işlemini gerçekleştirememektedir. Ancak, daha önce belirttiğimiz üzere soyutlama eylemi ve onun koroleri olan bireyleşme süreci, insanın kendi varlığını yaratma çabasında gerekli olmuş olsa da yeterli değildir. Bunun için bir yandan, soyutlayarak kaybettiği niteliklerin yerine “insan türüne” özgü yenilerini getirirken, diğer yandan da bu yeni niteliklerin var olup gelişmesine müsait bir toplum ve aynı nitelikleri farklı bireylere ve dahası gelecek kuşaklara kazandıracak paylaşımı mümkün kılan “bilginin toplumsallaşması” faaliyeti de gerekecektir. Böylece yeniden tanımlanan bireyleşme-toplumsallaşma yani insanlaşma sürecini baştan beri takip eden değişim süreci de yeni bir dinamik kazanmış olacak, ortaya çıkan durumda mekânsal (nitelik) değişimle birlikte zamansal (nicelik) olarak ta hızlanacaktır.
Peki, tartışma konumuz olan öğretinin sahibi, bizim genel bir biçimde soyutlama (okuma-yazma, okullaşma, eğitim…) faaliyeti olarak tanımladığımız süreç ve onun büyük bir doğallıkla doğurduğu değişim süreçleri konusunda ne düşünmektedir? Sözü önce ona devrederek günümüze dönük olarak bireysel içsellik ve toplumsal dışsallık alanlarındaki değişim ve dönüşüm olaylarıyla ilgi görüşlerimizi açıklamaya çalışarak devam edelim:
“Okumak yeni bir insanı yaratır. Dünyayla ilişkileri değiştirir. Daha karmaşık bir iç yaşamı mümkün kılar ve iyi veya kötü anlamda kişiliği değiştirir.” (159)
Bir “burjuva bilim insanı” olarak E. Todd, aktardığımız alıntıda bizi kendisine biraz olsun yaklaştıran bir özelliğine uygun olarak “olgulardan” hareket ettiğini dosta ve düşmana ilan etmiş olmaktadır; öyle ya, tek tek de ele alsanız ve üçünü birden söz konusu etseniz, bir olgular silsilesini ortaya koyan bu üç tümceye sadece “olgu tespiti” ile sınırlı kaldığınızda ama onların arasında kurulan ilişkinin doğru veya yanlışlığı dikkate alınmadığında itiraz etmeniz mümkün mü? Tabidir ki hayır! Ve bunun nedenini yaptığımız ön açıklamalarla biz zaten ispat etmiş olmadık mı? Bizim E. Todd gibilerle sorunumuz esas büyük bir yanlışı gizlemek için var olan “her duruma uyar” doğruları sıralamaları ve onların vesayetinde ideolojik ve siyasi sonuçları itibariyle vahim yanlışlara yol açan görüşleri sıralamalarıdır. Onların yanlışlarını görünür kılmanın biricik yolu, ileri sürdükleri olguları, yaşanarak paylaşılan gerçekliğin bütünü içine yerleştirmek ve orada görüneni, öğretinin bütünü içinde söz konusu olgulara yüklenen anlam ve tanımlarla karşılaştırmak olacaktır. Biz de öyle yapmaya çalışacağız.
Yaptığımız alıntıda antropoloğumuz, okuma faaliyetinin bireysel içselliği ve onun toplumsal ilişkiler ağı içinde yapılanmış hali olan “kişiliği” ve bireylerin kendi arasındaki ilişkilerle birlikte toplumsal yapılanmayı da değiştirdiğini ileri sürmektedir. Doğru! Ancak bu “değişim” gerçeği ile birlikte bir de, örneğin “öğrenme” faaliyetine önceki bölümlerde gündeme getirdiğimiz “değişmeyen” ve hatta köklü bir antropolojik ve toplumsal değişime yine gerçekte kökten karşı olan öğreti de bulunmaktadır: Freud’culuk ve psikanaliz.
Sahi, insanın bireysel içselliği ile öğrenim ve öğretim faaliyetinin cereyan ettiği toplumsal dışsallığı “Freud’çu psikanaliz” teori ve kavramlarını bir bulamaç haline getirerek insanın geçmişini temsil eden ”bilinçaltına” hapseden Todd’un bahsini ettiği zaman ve mekandaki “değişim” olayı, neyin değişimi olabilecektir ki? Geçişte kalan “ölü zamanların” değişimi mi? Ama bu, tarih toplumsal ve siyasal şartların her değişiminde yeniden yazılmış olsa da somut olguların niteliğini değiştirmeye yetmediğinden pek de mümkün bir şey görünmemektedir. Yoksa bu toplumsal dışsallıktaki şimdinin maddi gerçekliğinde ileriye dönük olarak kendini belli eden geleceğin normlarının sahiplenilmesine bağlı bir değişim olayı mı olmaktadır –ki bu da imkansız olmaktadır. Çünkü Todd’un öğretisine göre, şimdinin toplumsal dışsallığının gerçekliği geçmişi temsil eden “kapitalist sisteme” havale edilmiştir ve bireyin davranışlarını ise “bilinçdışını” temsil eden “aile yapılanması” belirlemektedir.
Antropoloğumuzun eğitim ve öğrenime bağlı antropolojik değişim olayından her bahsettiğinde gerçekte “değişmemeyi” anladığını söylersek sanırız eleştirinin dozunu fazla kaçırmamış olacağız. Onun adeta hutbeye çıkarak vaaz verir gibi ilan ettiği “değişim” olayının gerçekte aldığı somut biçimi, bir an için onun sadece değişmezlik üreten öğretisinin gerçekliğini terk ederek artık küresel bir gerçeklik olarak yaşadığımız somut hayata uygulayarak ifade etmeye çalışalım. Bu durunda karşımıza derhal, Todd’un olumlu anlamda değişme kapasitesine sahip olduğunu iddia ettiği ama insan hayatına dönük olmaktan çok ölüm depolayan bir morga dönüşmüş olan “kapitalist sistem” ve artık üretime katılıp toplumsallaşarak insan bireylerinin toplumsal entegrasyonuna vesile olma kabiliyetini çok büyük ölçüde yitirdiğinden, artık sadece yoksulluk, açlık ve her türlü kriz halinin yanında büyük ölçekli ahlaki çöküntü de üreten sermayedarlar sınıfına “insanlık” olarak adlandırdığımız varlık alanının bir fazlalık olarak gördüğü gerçeği çıkmaktadır. Ve bizim, köklü yeni toplumsal biçim ve oluşumları reddeden veya en iyimser tabirle görmezden gelen antropoloğumuzun öğretisi tutmuş bize hala böylesi ölümcül ve bitkisel hayata dalmış yapılanmayı, geçmişine dönük olarak değiştirilerek “ilerletilebilir” bir organizma olarak yutturmaya çalışmaktadır.
Son olarak ve altını çizerek belirtmemiz gerekmektedir ki, ne kapitalist sistemin ne de onu sırtında taşıyarak bütün insan toplumuna mal eden burjuvazinin, sadece kendi için (pour soi) olandan başka aynı zamanda insanlık için de bir değişim öngörmediğinin ve hatta görme kabiliyetini bütünüyle kaybettiğinin bir olgu olarak altını çizmemiz gerekmektedir. Aynı kural, Todd gibi her şeyden vazgeçecek ama burjuvalıktan asla vazgeçemeyecek olanlar için de geçerli olmaktadır.
Toplumsal devrimlerin harmanlandığı “yaşam alanı” olarak okul…
”Yaşam alanı” derken kastettiğimiz şey, insan hayatını mümkün kılan ve onun kendi varlığını kendisi üretirken var ettiği toplumsal bütünün -global toplum da diyebiliriz- herkesin şu veya bu şekilde paylaştığı yapı taşlarından birisini kastetmekteyiz. Eğer Durkheim’ci bir sosyolog olsaydık ve bireyi toplum ve tarih karşısında bütünüyle edilgen bir oluşum olarak kabul etseydik toplumsal yapılanmanın tıpkı “aile” gibi veya ait olunan diğer toplumsal birimlerden biri gibi “okul” yapılanmasını da “toplumsal kurum” olarak adlandırabilecektik. Bunun yanında şu konunun da sürekli akılda tutulması gerekmektedir: Nasıl ki bir diğer yaşam alanı veya “toplumsal kurum” olan aile yapılanması hayat enerjisinin insan türünün devamının sağlanması aktivitesi üzerinde yoğunlaşması ile çeşitli biçimler almaktaysa, “okul kurumu” da daha çok bu enerjinin entelektüel faaliyet üzerinde yoğunlaşmasının bir ürünüdür. Bu demektir ki, nasıl ki bir bütün olarak insan kendi varlığını kendi hayat enerjisini sarf ederek üretiyorsa, toplumdaki farklı “yaşam alanlarının” üretilmesi de, bu alanların bizzat kendi özgün fonksiyonel işleyişleri ile gerçekleşmektedir. Bu durumun altının özellikle çizilmesinin nedeni, insan varlığını özellikle belli bir aktiviteye indirerek onun içinde tanınamaz hale getirilmesi veya bir macun gibi sınıfsal temeli olan belli bir ideoloji ve siyasetin biçiminin verilmesi tehlikesinin bilimsel düşünce faaliyetinde hesaba katılması gerektiğini düşündüğümüzden dolayıdır.1
Bu ön açıklamaları yaptıktan sonra sürekli sorduğumuz soruyu yeniden sorabiliriz: “Peki, bu konuda E. Todd’un öğretisinde nasıl bir ilişki kurulmaktadır? Aşağıda aktardığımız sözleri konuya girişimizi sağlayacaktır:
“Verilerimiz, okur-yazarlığın net bir şekilde endüstrileşmeden önce geldiğini ilave etmemize izin vermektedir; okur-yazarlık eşiğinin aşılması ile endüstriyel take-off (“uçuşa geçme”-B.n.) arasındaki ortalama süre 44 yıldır. Okur-yazarlık ekonomik uçuşa geçmede bir faktör olarak, aradaki korelasyonun seviyesinin yüksekliği hesaba katıldığında açık bir şekilde daha önemlidir.” (S. 185)
Yukarıda aktardığımız ilk alıntının türünden, yani “katılmamak elde değil” türünden, genel doğrularla yüklü birbirini bütünleyen önermeler ve üstelik tarihi somut olgularla paylaşılmış toplumsal bir gerçeklikle de temellendirilmeye çalışılmış… Peki, ama ileri sürülen olgulara ve bazı tespitlere katılmamak elde değil olsa da bizce yine de yüzeysel ve söylenen her şeye eleştirel bir gözle bakıp ve de üstüne üstlük gerçekçi bir çözüm yolu arayan herhangi bir okuyucuyu tatmin etmekten yine de bir hayli uzakta… Todd; entelektüel seviyesi yüksek (okur-yazarlık) çalışan bireyler üreten okul ile insan hayatının endüstriyel üretime dayalı olarak sürekli yenilenmesi arasında bir nedensellik ilişkisi kurmakta ve entelektüel faaliyetin endüstriye dayalı üretim faaliyetinin nedeni olduğunu iddia etmekte. Neticede bu iddia, sadece bir olgu tespiti olarak kabul edilebilir görünse de, çeşitli olguların arasındaki gerçekte var olan ilişkiler söz konusu edildiğinde sorunlu, hem de birden fazla çok sorun taşıyan bir iddia olmaktan ileri gitmemektedir. Açıklayalım:
1) Her türlü entelektüel faaliyeti yapılandıran okul ile, toplumsal üretim faaliyetini yapılandıran endüstriyel faaliyet arasındaki ilişki, bize göre, her türlü metafizik değer ölçülerinden uzakta, insan varlığının sürekli olarak yeniden üretilmesine bağlanan ve birbirlerinden farklı “yaşam alanlarından” gelmiş olsalar da birbirleri “fonksiyonel” yani karşılıklı olarak birbirlerini tamamlayarak bütünlemeyi amaçlayan bir işleyiş içinde ve geri dönüşümlü bir nedensellik zincirinde üzerlerine düşen farklı görevleri yerine getirmektedirler. Bu açıdan bakıldığında “take-off” kelimesinin eyleme yüklediği anlam içinde “okul endüstriyel üretimin nedenidir” gibi bir önerme ileri sürmek pek bir sorun yaratmayacaktır. Ancak, E. Todd’un “tersine dünyası” onun akıl yürütmelerini yapılandırmış olduğundan, burada kurulan nedensellik bir “feed-back” türü karşılıklı nedensellik olmakta ve böylece bizim toplumu gözlerken takındığımız tavrı bir anda tersyüz etmektedir.
2) Hayır, böylesi bir iddiada bulunurken bir öğreti karşısında ideolojik bir “önyargı” bildirimi yapmamaktayız. Neyi kastettiğimizin doğru anlaşılması için, antropoloğumuzun, legal olarak “okul kurumuna” hapsedilmiş olması bile zaten kendi başına sorun yaratan entelektüel faaliyeti (öğrenim) bireyin “bilinçaltına” hapsederek onu adeta işine geldiği gibi “üretimin nedeni” olarak kullanma alışkanlığına sahip olduğunu ve bunu daha baştan açıkça ilan ettiğini akılda tutalım. Bu demektir ki, Freud’çu işleyiş kurallarına göre bilinçaltında “metafizik” bir güç kazanan okul ve entelektüel faaliyet, her durumda toplumsal üretim faaliyetinin nedeni konumuna sahi olmaktadır. Alıntıda bu iddia “okur-yazarlığın gelişimi” olgusu ile “endüstriyel uçuşa geçiş” arasında geçen 44 yıllık süre, somut tarihsel veri olarak ileri sürülerek gerekçelendirilmektedir. Bizce bu somut veri de büyük bir olasılıkla olanı biteni bütün gerçekliğiyle açıklamaktan çok uzaktır. Zira sadece bütünsel tabiatlı olayı bir yönüyle ele almış olsak bile endüstrinin gelişmesi için sadece toplumsal üretimde yoğunlaşarak yapılanmaya hazır bir seri şartların daha yerine getirilmiş olması lazım gelmektedir. Bunların en önemlileri, söz konusu olan toplumsal yapılanma genel olarak sınıflı bir yapılanma ve özel olarak da kapitalist yapılanma olduğuna göre, işgücü satın almaya hazır bir sermaye birikimi (Başlangıçta bu ticari veya merkantilist kaynaklı olmuş olsa bile) gerekmektedir. Bununla birlikte, bu sermayenin satın alarak endüstriyel üretimde seferber edeceği toprağından veya ona bağlı olmaktan azat edilmiş potansiyel işgücü taşıyıcısı emekçi bireyler gerekmektedir. “Okur-yazarlık” meselesi, bu bütünsel olarak yeni bir toplumsal sınıfın, burjuvazinin, doğuşunu ve hakim duruma gelişini müjdeleyen bir yeniden yapılanma dinamiği içinde yer alan entelektüel faaliyet, tabidir ki Todd’un “endüstriyel devrim” dediği bu süreçte icra ettiği fonksiyon çerçevesinde hak ettiği yeri almış olacaktır. Bu işin “44 yıl” gibi (500 yılı aşkın kapitalist gelişim sürecinde) bir fasılayla yerine getirilmiş olması bize sadece olayın geçtiği ülkenin özel durumlarıyla açıklanacak bir konu olmaktadır.2
3) E. Todd’un öğretisinin de içinde yer aldığı ve insan varlığını her ne pahasına olursa olsun mevcut kapitalist sistemin devamına uygun hale getirmeyi amaçlayan anlayış, bir burjuva bilim insanı için anlaşılır bir yaklaşım olmaktadır. Felsefi temellerini aklın ve düşünce ürünlerinin maddi hayatı ve onun oluşumlarını belirlediğini tezinde bulan bu anlayış, soyutlama faaliyetini çeşitli biçimleri ve kurumlarıyla insanın toplumsallığının ve toplumsallık üretirken insanlığı da üretme faaliyetinin nedeni olarak görüp göstermesi de aynı çerçevede değerlendirilmesi gereken bir konudur. Soyutlama faaliyetinin maddi hayatın üretim faaliyetini belirleyicisi olarak görülmesi her hâlükârda Todd gibileri de dahil olmak üzere her türden “kapitalist sistem” savunucularının zorunlu olarak başvurdukları bir yöntem olmaktadır. Bu yöntemi kullananların vardıkları son nokta, ister “siyasal İslamcılar” gibi açık bir şekilde, ister Harari gibi pervers (sapık) bir şekilde ve isterse de antropoloğumuz gibi aksini beyan eder görünse de utangaç bir şekilde, yaratıcı bir Tanrının insanın ve insanlığın nedeni olduğu anlayışıdır. Biz, bu “idealist” düşünce ekolünün üzerinde inşa edildiği bu anlayışın, tarihsel ve toplumsal olgulara bir burjuva bilim insanı olarak verdiği düzen üzerinden, Todd’da gözlemlemekteyiz. Bu iddiamızın en açık örneği, Weberci anlayışa uygun olarak onun, Almanya gibi bir ülkede okuryazarlığın Protestan Reformuyla hızlı bir şekilde artması olgusunun, bu gibi bir Hristiyan dini yorumunun, “okuryazarlık” eyleminin nedeni (tıpkı kapitalizmin gelişiminin nedeni olduğu gibi) olduğu tezidir.
Bize göre bu iddia iki tarihi olgu arasında kasıtlı –sınıf çıkarına hizmet ettiği oranda- bir iddiadır. Evet, Protestanlık mezhebinin ortaya çıkmasıyla ilk aşamada okuryazarlıkta somut bir hal almaya başlayan soyutlama eylemliliğinin gelişimi arasında tarihsel bir bağ vardır; ama bu bağ, Protestanlığın ortaya çıkışıyla yeni bir tarihsel özneyi ortaya çıkaran bireyleşme süreci arasındaki nedensellik bağı olmadan doğru bir şekilde anlaşılamayacak bir meseledir. Protestanlığın ortaya çıkışı ve etkileri meselesi söz konusu olduğunda, bir din anlayışı ile entelektüel faaliyetin başlangıcı arasında bir nedensellik ilişkisi kurmak, Protestanlığın sadece bir yüzünü teşkil eden Lüterci versiyonunun kurduğu ve M. Weber ve E. Todd’un sınıf kardeşliğine dayanarak daim kılmaya çalıştığı bir temel düşünce olmaktadır. Kaldı ki, “dini” ve dini düşünceyi bireyin “bilinçdışına” kilitleyip oradan onun bütün davranışlarını belirlediğini iddia eden antropoloğumuzun öğretisinin düşünce kalıplarıyla da uyum içindedir. Oysa ki öncelikle “Reform hareketi” olarak da ifade edilen ve her türlü burjuva bilim insanlarınca da –Todd örneğinde olduğu gibi- gizlenen hareket içinde bir de her türlü bireysel ve toplumsal hareketliliği hayatın yeniden üretimine bağlayan ve soyut olanı değil ama somut olanı öne çıkaran bir de “Münzerci” versiyon bulunmaktadır. Hristiyan komünizminin bir versiyonunu yansıtan ve geniş çapta yoksul köylü kitleleri tarafından desteklendiği için Lüterci hakim sınıf güçleri tarafından vahşice ezilen bu hareketin anlayışına yerleştiğinde ise, Reform dönemi Almanya’sında okur yazarlığın şaha kalkması ve yaygınlaşması olgusu3, sınıflı toplum yapılanmasından özgürleştirilmiş bir toplumun kendisine karşı gelen tarihsel öznenin özgürleşme talebi olarak okunmaktadır.
(İlahiyatın özgür felsefeye ve dinde reform talepleriyle köylülerin ayaklanmasına dönüştüğü 16. Yüzyıl Almanyasından bir tasvir: Thomas Münzer köylülerin peygamberi)
Toplumsal Devrim-Bilimsel Devrim ilişkisi
Bilimsel anlamda “olgu” ile, aynı olguyu sınıfsal temelli olmak üzere ideolojik ve siyasi olarak belirleyen anlayışın tanımladığı olgu arasında ters yönde bir “nedensellik” ilişkisi kuran insanbilimin burjuva versiyonu bize, Todd’un öğretisinde olduğu üzere nesnel gerçeğin tersyüz edilmiş bir versiyonunu vermektedir. Her ne pahasına olursa olsun bitkisel hayata girmiş, sınıf hakimiyetine dayanan bir toplumsal sistemi “kadir-i mutlak” bir varlık olarak yutturma çabasının ürünü bir anlayış biçiminin “dinsel yapılanma” ile “okur-yazarlık düzeyi” arasında bir nedensellik ilişkisi kurma çabasının gerisinde, entelektüel faaliyeti genel olarak diğer toplumsal faaliyetlerden kopararak “dünya içinde dünya yaratma” ve sonra var olan gerçek dünyayı kurgu ürünü olan “yaratılmış” dünyanın tahakkümü altına alma çabası yatmaktadır. Üstelik, Todd ve onun gibilerin bu çabasının kapitalizmin içinde yaşadığımız şartlarında artık maddi bir karşılığı da bulunmaktadır. Biz bu durumu, yani yaşanarak paylaşılan olgusal gerçekliği “kurgu” ürünü ve hiç de masum olmayan nedenlerden dolayı üretilmiş gerçekliğe tabi kılınmasını, saha araştırmalarımız boyunca yaptığımız gözlemlerde tespit etmiş ve olayı gerçekte sahip olduğu maddi nedensellik zincirine uygun olarak anlama ve ifadelendirmeye çalışmıştık. Okuyucumuzu etraflı bilgi için “Denge ve Devrim” ve “Çıkış Hattı” adlı kitaplarımıza başvurmalarını salık veririz.
Bunun yanında, birbirinden burjuvazi ve emekçi halk kitleleri gibi sınıfsal çıkar çelişkisi ile ayrılan zıtlıkların, en azından insanlaşma sürecinin öngördüğü müddetçe birlikte mücadele halinde de olsa var olmasının doğurduğu zorunluluktan dolayı ortaya tedavülde olan iki tür gerçeklik algısı çıkarmaktadır. Bunlardan birincisi, hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda kurgulanmış olan gerçekliktir –ki, bunun içine düşünsel anlamda genel olarak evrenin varlığına ilişkin gerçeklik de dahildir- ve kendisini şeylere ve olgulara verdiği düzen üzerinden “tek kabul edilebilir gerçeklik” olarak herkese kabul ettirmeye çalışır. İkincisi ise şeylerin ve olguların arasında gerçekte var olan ve bu yüzden “kurgulanmış” değil ama algılanmış olan gerçekliktir –ki, bu halde genel anlamda evrenin gerçekliğine uygunluğunu öngörür. Bu iki gerçeklik arasındaki ilişki, kuruluş biçimlerine göre şöyle de ifade edilebilecektir: Birincisi “düşünülmüş” (kurgusal) gerçeklik, ikincisi duyulur (algısal) gerçeklik. Todd gibilerinin din ile okuryazarlık olgusu arasında kurduğu nedensellik ilişkisi, ve/veya aynı şekilde okul ile toplum arasında kurduğu aynı tabiatlı ilişki de birinci türden ve gerçekle ilgisi olgular üzerinden kurulmuş olsa bile, “kurgusal” tabiatlı bir ilişki olmaktadır. Diğer bir deyişle, hakim anlayışa uygun olarak, ideolojik ve siyasi nedenlerden dolayı ve özellikle de toplumsal tabiatlı “çıkar” gözetilerek kurulmuş bir ilişki türüdür.
Nitekim antropoloğumuzun öğretisinde bu durumun birçok örneklerine hem de sıklıkla rastlamak mümkün olabilmektedir:
“Okur-yazarlık entelektüel, toplumsal, siyasi ve ekonomik hareketlerin tamamını besler. İngiltere’de Newton’nun kalbinde yer aldığı XVII. Yüzyılın bilimsel devrimi, toplumsallık ve okur-yazarlığın kültürel banyosu olmadan ve sonuçta ise araştırmacıların ihtiyacı olan gözlem ve ölçüm aletlerini yapan zanaatkarlar var olmadan düşünülemez olurdu. Bu yüzdendir ki okur-yazarlık iyi bir gösterge olmaktadır; o olmadan geleceği öngörmek üzere geçmişi ve şimdiki zamanı anlamak mümkün olmayacaktır.” (S. 186)
Galileo gibi Newton gibi modern fiziğin kurucularının başarılarının, aynı zamanda kap-kacağın yanında dürbün ve teleskop da üretecek yetiye sahip emekçi zanaatkarların becerilerine muhtaç olduğunu hatırlamış olmasının doğrusu bizi oldukça güldürdüğünü itiraf etmeliyiz. Ancak, her zaman yaptığımız üzere, özene bezene ileri sürülen olgulara verilen düzenle, olguların gerçekte sahip oldukları ilişki düzenini karşılaştırdığımızda karşımıza, anlaşılır olgulardan anlaşılmaz -öğretinin bütünü açısından- sonuçlara açılan bir laf kalabalığının çıktığına şahit olmaktayız. Ne demek istediğimizi yukarıda örnekleyerek etraflıca anlatma imkanı bulduğumuz için, kendimizi tekrardan kaçınacağız; ancak din ve ideoloji ile bilim ve bilim insanı arasında tarihsel olarak var olagelen ilişki üzerinde iyice anlaşılır olabilmek üzere biraz daha durmamız gerekmektedir. Tabidir ki eleştiri altına aldığımız öğretiden yola çıkarak:
“Avrupa’da, dini bir devrim, ekonomik uçuşa geçişi tetikleyen okur-yazarlığın nedeni olmaktadır. … / … Kısa vadede, eğitimle din arasında bir çelişki görülmemektedir… / … Modern fizik üzerinde yükseldiği temeli, erkek nüfusun yarısının okur-yazar olduğu Kuzey-Batı Avrupa’da buldu. Fiziğin gelişimi, yaratıcı ve her şeyi düzenleyici Tanrıyı sorgulamayı mümkün hale getirdi. … / …
Descartes, 1644’de cogito ergo sum ile birlikte, yalpaladıktan sonra üstün bir oluşun varlığını kabul etmek zorunda kalmıştır… Fiziğin gerçek kurucusu Newton şeyleri birbirine karıştırmadı. Onun 1687’de yayınlanan Philosaphica Naturalis Principa Mathematica’sı modern bilimin temellerini kurdu, ama insan kalan Newton Ortodoks olmayan bir Hristiyan olarak kaldı, ama o kutsal yazılara duyduğu yakınlık ve saygı yüzünden bir muhafazakârdı. … / …
Fransız elitleri, XVII. Yüzyıldan itibaren esasen ateist filozoflar olan “Libertain”’ler tarafından şüphe etmeye karşı mükemmel bir yatkınlık gösterdiler. Halk onları taklit edecektir…” (S. 193)
Alıntıladığımız bu uzunca önermeler dizisinde konumuz olan “bilimsel-toplumsal devrim ilişkisi” çerçevesinde tek tek ele alınıp irdelenmesi gereken birden fazla nokta bulunmaktadır.
1) Her şeyden önce 1. Paragrafın birinci önermesinde antropoloğumuzun sadece entelektüel faaliyet ile toplumsallığın yaratılması faaliyeti arasında tarihsel şartlara bağlı değil ama ilkesel bir biçimde nedensellik ilişkisi kurmadığı, ama aynı nedenselliği dini-ideolojik faaliyet ile entelektüel faaliyet arasında kurduğunu itiraf ettiği olgusunun altını çizmemiz gerekmektedir. Todd’un bu nedensellik ilişkisini “dini devrim” olarak gerekçelendirerek ifade etmesi, dinin bilim üzerindeki belirleyici etkisinin ortadan kalkmadığı, ama sadece biçim değiştirdiği anlamına gelmektedir. Gerçi onun, din gibi ideolojik saplantıların insan düşüncesini belirlediği iddiası, burjuva bilim insanlarının dünyaya ve bilime bakışı ile örtüştüğü doğrudur; hatta bu iddia kendisinin de açıkça belirttiği gibi, modern fiziğin kurucusu Newton ve akılcı düşüncenin filozoflarından ve aynı zamanda bir matematikçi de olan R. Descartes için de geçerlidir. Ancak bu iddia, “burjuva devrimleri” ile bilimsel devrimlerin başlangıç döneminin bilim insanları için bir olgu olarak kabul edilebilir bir şey olsa da, genel olarak bilim ile toplum ve entelektüel faaliyet ile toplumsal üretim faaliyeti için geçerli sayılmayabilecektir.
2) Birinci paragrafın geri kalan kısmında yazarın bireyin “bilinçdışı” hareketlerini yönlendirdiğini iddia ettiği “din kurumu” ile bilinçaltını yönlendirdiğini ileri sürdüğü “okul kurumu” arasındaki ilişki konusu ele alınıyor. Devamla sanayinin inşasının “uçuşa geçtiği” dönemde kapitalist toplumu yapılandıran her iki temel kurum, yani din (Protestanlık) ve okul arasında önemli bir çelişki görülmediği belirtiliyor. Doğrudur; üretici güçlerin gelişimine bağlı olarak aldığı biçim ne olursa olsun –köleci, feodal, kapitalist- sınıflı toplumsal yapıları yönlendiren hâkim sınıfın “din kurumu” ile bir çelişkisi olmadığı gibi, iktidara gelirken ve geldikten sonra, her nöbet değişiminde iktidara gelen yeni tipteki hakim sınıf ya dini kendi çıkarları doğrultusunda yorumlar, ya da kendine mahsusu yeni bir din veya mezhep peydahlar. Bunun en elle tutulur ve bugüne taşınan örneği bilindiği gibi bir bütün olarak Reform Hareketi ve Hristiyan Protestanlığıdır da… Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu hareketler, henüz yapısallığını tam olarak kazanamamış olsa bile Hristiyanlığın içindeki dini reform hareketleri ve Protestanlık gibi duruma uygun yeni mezheplerin ortaya çıkması, kıta Avrupa’sında kapitalizmin dört bir yandan toplumsal ilişkileri şekillendirmeye başlaması ile ilgili bir konudur. Diğer bir deyişle Weber’in ve onun öğretilisi Todd’un iddia ettikleri gibi evrensel bir üretim ve toplumsallık biçimi olarak kapitalizmin ortaya çıkmak ve gelişmek için Protestan mezhebinin ortaya çıkması ve Anglosakson dünyada yayılmasını beklediği gibi bir iddia, dünyayı ve olayları “tersine” okumanın bir ürünü olmaktadır. Gözümüzü, Weber’ci hipotezlerin bilim karşısında hiç de masum olmayan ve son yarım asra yakın bir süreden beri neoliberal düşünce ve liberal faşist iktidarlardan akademik çevreler başta olmak üzere terfik tedbirleri alması son derece anlamlıdır.4
3) Bunun yanında, hiç şüphesiz başta da altını çizdiğimiz üzere kapitalizmin gelişimi ile Protestanlığın ortaya çıkması arasında birinin diğerinin işini kolaylaştıran bir alışveriş olmadığını ima etmek istemiyoruz. Böyle bir ilişki tabi bulunmaktadır; bizim itirazımız, var olan bu ilişkinin nedensellik ilişkisi olmadığı, dahası eğer bir “sebep-sonuç ilişkisi illaki kurulacaksa bunun yerel ve tersine bir ilişki olduğudur. Yani Todd’un iddia ettiği gibi genel olarak bilinç dışının karanlıklar dünyasının, şafağın sökmeye başladığı bilinçaltının aydınlıklar dünyasını belirlemediği yönündedir. Hele de tartıştığımız konu dini bir doktrin ile bilimsel faaliyet arasındaki ilişki olduğunda, ilişkinin orijinal yapılanması Latin ve Katolik olan dünyada, Giordano Bruno’nun birkaç asır sonra Fransız Aydınlanmacılığı ile taçlanacak olan düşünsel mücadelesine kadar geri götürebilir. Weber’in ve Todd’un varsayımlarında ciddiye alınacak tarihe, topluma ve insanlaşma sürecine dair gerçeklik kırıntısı bizce şu şekilde özetlenebilecektir: Protestanlık ve onun çeşitli versiyonları günümüzde bitkisel hayattaki kapitalist sistemin reform edilebilir bir yapılanma olduğu safsatasını ideolojik ve siyasi olarak desteklemede “post-modern” bir argüman görevi görebilecektir. Günümüzde Weberci düşüncenin “politiquement correcte” ilan edilerek teşvik tedbirlerinden faydalanmasının da zaten başlıca nedeni bu olmaktadır. Bu ”Weber’ci tahakküm dönemi” aynı zamanda Marksist düşünceni şeytanlaştırılarak sansürlendiği olgusunu ve bizce çok tartışmalı olmuş olsa da Durkheim’ci düşüncenin burjuvazi tarafından çok uzun yıllar tepe tepe kullanıldıktan sonra artık sadece burjuva entelijansiyasının ayaklarını sildikleri bir “paspasa” dönüştürüldüğünü de açıklamaktadır.
4) Birinci paragrafı sonlandıran fizik biliminin gelişmesinin “yaratıcı bir Tanrıyı sorgulamayı mümkün hale getirdi” önermesi de, kapitalist sistem altında din kurumu ile okul, skolastik din düşüncesi ile bilimsel entelektüel faaliyet arasındaki ilişkinin sınırlarının nasıl siyasi ve ideolojik olarak çizildiğinin belirlenmesi açısından özel bir önem arz etmektedir. Evet, gerçekten din kurumunun varlığının ve aldığı çeşitli biçimlerle skolastik düşünce biçiminin sorgulanması, kapitalizmin ekonomik, toplumsal ve siyasi olarak insanlığı yönlendirici olmaya başladığı dönemden itibaren mümkün hale gelmiş bulunmaktaydı ve yaklaşık 5 asır sonra da resmi olarak hala da sadece “mümkün” halde. Dahası, kapitalist sistem ve gerçekte ideolojik ve siyasi savaşçılar olan “bilim insanları” ordusuyla burjuva hakimiyeti sürdüğü oranda da hep sadece “mümkün hale gelmeye devam edecektir. Çünkü, insanlığın son 5 bin yıllık tarihini bize öğrettiği gibi yaratıcı bir Tanrı ve onun insan düşüncesine koyduğu sınır olmadan ne sınıflı toplum yapılanması ve onun sürdürülebilirliği mümkün hale getirilebilirdi ne de artık ceset kokacak kadar insanlaşma sürecinden kopuk hale gelmiş olan sınıflı toplumların sonuncusu olan kapitalist toplum bütün yok ediciliğine rağmen hala ayakta kalabilirdi. Bütün dini inanç dışı görünmesine rağmen Todd’un öğretisinde özellikle emekçi halk kitleleri arasında bir taraftan dinden uzaklaşma olurken, diğer taraftan siyasi ve askeri operasyonlarla dinin ve din düşüncesinin çok büyük destek görmesi bize, ne kapitalizmin her şeye rağmen “ilericiliğini” ne de onun “reforme edilecek yanının kaldığını göstermektedir, eğer “suyunun ısındığının” müjdecisi değillerse…
5) “Yaratıcı Tanrının varlığının sorgulanması” eylemiyle ilgili olarak, bu eylemin öznesi olan bireylerden biri olan Newton gibi bilim insanın tavrının değerlendirilmesinde şu noktanın öncellikle bilince çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz: Tanrı yıkıcı veya Tanrı yapıcı olarak birey, bu tür deneyin ve düşüncenin ufkunu geliştirecek veya tam tersine olarak daraltacak bir eylemin öznesi olmadan önce, içinde var olabildiği toplumun sürekli olarak yeniden yaratılma eyleminin de öznesi olmakta ve/veya bütün eylemlerini bu kurucu faaliyetle ilişkili olarak yönlendirmekte ve anlamlandırmaktadır. Bu yüzdendir ki, bir bilim insanının eylemiyle elde edilen başarısı ve onun bilim dünyasındaki konumu, toplumsal yapılanmada sahip olduğu konumla birlikte ele alınıp değerlendirildiğinde tam olarak anlaşılır ve anlamlı olabilmektedir. Bir bilim insanının eserinin evrenselliği, onun şahsiyeti ve hangi toplumun üyesi olmasıyla birlikte, bu eserinin içeriğiyle –örneğin yer çekimi kanunu ve bu kanunun bütün toplumsal zaman ve mekanlarda geçerli oluşu- ilgili bir konudur. Bilim insanının toplumsal gerçekliği –mesela hangi ülkede, hangi tarihte ve hangi toplumsal sınıfa ait olduğu gibi…- aynı zamanda bilim insanın görüş ufkunu ve düşünme biçimini etkilediğinden, onun bilimsel gözlemini ve düşünsel sınırlarını da belirleyecektir. Bir bilim insanının aynı zamanda bir “burjuva bilim insanı” olup olmadığı ve/veya “yaratıcı bir Tanrının varlığının” sadece “sorgulanması” ile yetinilmesi, bilimsel eyleme dayatılan toplumsal nitelikli sınırlar işte bu gerçekliğin mahsulü olmaktadır.
6) Aktardığımız alıntının 2. Paragrafında söz konusu edilen Descartes ve Newton’un yaşadıkları deneylerden, onların bilimsel ufuklarına ve eylemlerine “Yaratıcı Tanrının sorgulanması” ile ilgili olarak dıştan (Descartes) ve içten (Newton) dayatılan sınırlar konu edinilmektedir. Newton İngiliz devriminin çocuğudur ve bir olgu olarak onun zaman mekanda açtığı alanda bilimsel keşiflerini gerçekleştirmiştir. Ama o yine de İngiltere’deki hakim sınıfların bir elemanı gibi düşünerek “sınıflı toplumların” bilimsel eylemliliğe koyduğu sınırları bireysel içselliğinde koymuş ve taşımış olması kendi ülkesinin tarihini ve toplumsal yapılanmasını yansıtması anlamında son derece anlamlıdır. Descartes’ta konulan sınırlar ise dıştan, sınıflı toplumsal yapılanmanın siyasi ve ideolojik gücü sayesinde konulmaktadır; ve bu yüzden uzunca yıllar sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştır. Neticede o da baskının dıştan dayattığı sınırlarını kabul etmiş, eyleminin sınırlarını içten sadece “akıl yetisi” ve “düşünce eylemiyle” belirlemiştir. Neticede, Descartes’in düşünce biçimi olarak rasyonalizm, onun içinde var olduğu toplumsal şartlarda dayatılan “sapla samanı ayırmak” zorunluluğu yüzünden bir tek varlığı yani algılanabilir maddi evreni ikiye bölerek bir kısmını yaratıcı bir Tanrının tasavvuruna ve diğer kısmını ise en azından “şüphe etmeyi” öngören insani düşünceye atfetmesi, sadece “yaratıcı tanrıyı tartışılabilir” kılmış ama onu devreden çıkararak insanı evrende sahip olduğu gerçek konuma etmemiş olmaktadır. İşte bu yüzdendir ki, Descartes’in bilim ve düşünce dünyasındaki yeri sadece bir “burjuva bilim insanı” olan E. Todd’un “atası” yapabilmektedir. Tıpkı bizce Descartes ile aynı “rasyonalist geleneğe” bağlanması gereken Cermen dünyasının parlayan yıldızları olan Kant ve Hegel gibi…
7) E. Todd’un, “bilimsel devrim” hareketini başlatan düşünce akımlarını sayarken “Yaratıcı bir Tanrının varlığını sorgulamak” ile dinci karşı devrimi karşılarına alan hareketlerin başına yerleştirdiği “rasyonalistler”, felsefi idealizmin temsilcileri olarak bu tarihsel görevi sınırlı bir şekilde yürütmüşlerdir. Ama bu kampın yanında özellikle de Fransa’da faaliyet gösteren. “Libertain” düşünürler de o dönemde felsefi materyalizmin temsilcileri olarak kendi düşünce sistemleri ve eyleme yöntemleriyle bu mücadelenin en etkin ve radikal tarafını temsil etmektedirler. Aynı zamanda çoğu “ateist” de olan “felsefi materyalist kampın düşünürleri, idealist-rasyonalistlerle kıyaslandığında, skolastik “yaratıcı Tanrı” düşüncesine karşı mücadele içinde diğerlerinin aksine hem bireysel içsellikte (Newton) ve hem de toplumsal dışsallıkta (Descartes) kabullenilen sınırları ortadan kaldırmakla kalmayıp, bir bütün olarak toplumsal yaratıcılığın öznesi olan halk kitlelerini de “karanlığa karşı” verdikleri mücadeleye katmasını bilmişlerdir. Bilimsel devrim hareketiyle toplumsal devrim hareketinin doruğu ve aynı zamanda hem teorisyeni ve hem de pratisyeni (1. Enternasyonal ve Komünist Manifesto) olan Marx ve Engels’in düşüncesi, sınırsız bilimsel gelişim ve yine ona bağlı olarak sınırsız ilerlemenin önündeki bütün engellerin bertaraf edilmesini amaçlayan toplumsal devrim hareketini günümüz şartlarına taşıyarak insanlaşma sürecinin önünü temelli bir şekilde açmıştır.
Söylediklerimizi kısaca özetlersek materyalist düşünce ve Marksizm, toplumsal alanda olduğu gibi özgün bir faaliyet alanı olan entelektüel ve bilimsel alanda da simültane bir şekilde kesintisiz bir devrim öngörmektedir. Bu toplumsal ve bilimsel anlayış, materyalist dünya görüşüne uygun olarak, çeşitli yaşam alanlarına serpilmiş insan faaliyetlerinin genel olarak insanlaşma sürecinde birbirlerine uygun hale getirilmesinden yanadır; bu ise sürekli bir şekilde dünya içinde yeni dünyalar yaratarak bu sürece engel teşkil edecek tavırlardan kendisini sürekli olarak ayıracaktır.
1 Bu konudaki görüşlerimiz derli toplu bir şekilde ortaya Y. Harari’nin eleştirisini yapan “Yol Ayrımı” adlı kitapta ortaya koymuş bulunmaktayız (El Yayınları-2023)
2 Mesela “sanayi üretimi”, daha doğrusu “kapitalist üretim” için gerekli ön sermaye birikiminin yeterli miktarda gerçekleşmemiş olması gibi…
3 Bu olgunun temelinde İncil’in herkes tarafından okunup özümlenmesi düşüncesi yatar…
4 Biz Weber’in düşüncesinin, Marksist ve hatta Dürkheimcı düşünce aleyhine olarak üniversite ve araştırma laboratuvarlarının işleyişi üzerinden nasıl özel bir destek aldığını bizzat gözlemleme imkanı edindin. Ancak bu konu ayrıca bir araştırma nesnesi haline getirilerek bilimsel bir çalışmayı gerektiren bir görev olarak kendi araştırmacılarını beklemektedir…