OSMANLI NİYE GERİ KALDI ?

(Editörden-Erdoğan Aydın’ın bu makalesini Öteki Tarih çalışmasından alıntıladık. Aydın’ın bu makalesi, güçlü referansları, çözümlemeleri ve tarihsel analizindeki nesnel tutumu nedeniyle makale okunmayı hak ediyor.)

Osmanlı devletinin evrimini, içerideki iktidar mücadeleleri ve üretim ilişkileri boyutuyla irdelediğimizde, bize öğretilenlerden bambaşka bir bilince varıyoruz.

İstanbul’un fethi öncesinde Osmanlı’nın, Saray içi iktidar kavgasınca belirlenen kritik eşiklerinden birini yaşadığını genellikle bilmiyoruz. Oysa 12 yaşında küçük bir çocuk olan II. Mehmet’i, üstelik II. Murat henüz 41 yaşının zindeliği ve olgunluğundayken, 1444’te tahta geçiren bir bilek güreşi söz konusu. Bu güreş, Macarların Edirne-Segedin Anlaşması’nı bozarak savaş ilan etmeleri ve para ayarındaki bozulmayı takiben başlayan Yeniçeri ayaklanması üzerine Çandarlı Halil Paşa’nın, Zağanos paşalara karşı tekrar inisiyatif kazanarak II. Murat’ı geri getirmesiyle sürer.

Bu durum, ders kitaplarımızda, neden sonuç ilişkisinden koparılarak; “Padişah bensem emrediyorum, gel ! . . ” diyen bir tiyatro repliğine çevrilecektir. Oysa söz konusu gelgitler, Saray’da kıran kırana süren hizipler savaşının aşamalarıdır. İki güç birbirine karşı mevzilenmiş, iktidar kavgası vermektedir. 12 yaşında bir çocuğu tahta oturtacak kadar inisiyatif edinmiş devşirmelerle, onların önünü kesip kendilerine taht karşısında güvence oluşturacak bir değişim gerçekleştirmeye çalışan beylerin kavgasıdır bu.

Osmanlı’nın bu krizi, yaşanan feodalleşmeyle uyumlu ya da devşirmelerin çıkarına uygun bir yeniden yapılandırmayla aşılacaktır. Bu anlamda İstanbul’un fethini, 19 yaşındaki genç padişahın “olağanüstü iradesinin ürünü” ve “kafire karşı cihat” olarak değil, onu daha 12 yaşındayken babasına karşı tahta oturtacak kadar güçlü bir hizibin iktidar vizyonu olarak görmek çok daha gerçekçi olacaktır. Bundandır ki Fetih, sadece dış ilişkilerde değişim ve imparatorluk vizyonu getirmekle kalmayacak, aynı zamanda kazananların kaybedenleri hal’ledip sistemi yeniden kurumsallaştırmasını sağlayacaktır.1

Özetle İstanbul’un fethine ilişkin; “Kazanan Osmanlı kaybeden Bizans” eksenli bir tarih yazımı oldukça yüzeyseldir. Sürecin doğru kavranması, bizden sistematik olarak gizlenen içerideki iktidar kavgasının kavranmasıyla orantılıdır. Nitekim Fetih, aynı zamanda devşirmelerin kazandığı, beylerinse kaybettiği, merkezi despotizmin kazandığı, feodalleşmenin kaybettiği bir sürecin çözüm halkasıdır.

Kendi Dinamiklerini Öldürmek

Gerçekte pek çok imparatorluğun tarihinde yaşanmış olanın benzeri yaşanıyordu Osmanlı’da. Ya kapıkullarıyla birlikte padişah, mutlak anlamda egemen olacak ve merkezi despotik bir yapı şekillenecek, ya da Avrupa’da olduğu gibi, kralın “eşitler arasında birinci” olacağı feodal bir yapı kurumlaşmaya başlayacaktı.

Bu öylesi önemli bir ikilemdir ki, Osmanlı’nın sonraki dönemdeki yükselişi ve gerilemesinin de anahtarı olacaktır. Sorunun bu yanı, tarih bilinci anlamında çok önemli olmasına karşın, garip bir şekilde en az işlenen ve işleyenlerin çoğunun da nesnellikten kaçan yanıtlar ürettiği bir sorun alanıdır.

Fethin avantajıyla kendi merkezkaç eğilimlerini tasfiye edip katı bir merkezi yapı oluşturan Osmanlı, Anadolu beyliklerini de kendine katarak feodal Avrupa karşısında büyük bir askeri üstünlük elde edecekti. Ancak Osmanlı’ya devasa fetih ve talan kapıları açacak olan bu gelişme, bir paradoks olarak Osmanlı’nın, Yeniçağ’ın ruhuna uygun bir dönüşüm yaşamasını da olanaksızlaştıracaktır.

Oysa tersi olsaydı, Osmanlı sonraki yüz yılında bu denli geniş bir yayılma gösteremeyecek, buna karşılık Yeniçağ’ın kaçırılması durumuna da düşmeyebilecekti. Bütün topraklarının gelirleri sadece İstanbul’a ve onun üretici olmayan bürokrasisinin asalak ihtiyaçlarına akıp tüketilmeyecek, Avrupa’daki gibi her ekonomik bölgede şehirleşmenin, üretim ve ticaret eksenli gelişimi söz konusu olabilecekti.

Çıkar çelişkisi içinde olan farklı ekonomik ve siyasal güçlerin, tanımlanmış ve birbirini dengeleyen rekabetinden ekonomik bir dinamizm, bilimsel atılım ve sivil toplum oluşacaktı.

Kuşkusuz merkezin kazanması, Anadolu halkı açısından, Avrupa’daki koşullara oranla görece bir “adalet” ortamı oluşturmuştur; ancak elli yıl sonraki ölüm fetvaları ve kitlesel kırımlarda da göreceğimiz gibi, bu da kalıcı olamayacaktı.

Bu noktada soruna üretim ilişkilerinin bu coğrafyadaki evrimi açısından yaklaştığımızda, Fatih dönemi kurumlaşmasının, Bizans’ın Osmanlı kılığındaki yükselişi olduğunu görürüz. Yani Bizans’taki çürümenin, Osmanlı kimliği altında onarılmasıyla karşı karşıyayız. Ancak o çağın, o dünyanın koşullarında bu onarımı kalıcı kılmak olanaksızdı. Bizzat despotik kurumlaşmanın kendisi, yeni çürüme öğeleri yaratıyordu (nitekim Kanuni dönemi, Bizans çürümesini aşan örneklerle doludur. Bizans sarayında neler yaşanmışsa Osmanlı sarayında da aynısı yaşanmaktadır) . İşte bu koşullarda kendini dönüştürerek yükselen Avrupa, iç dinamizmi ezilmiş Osmanlı’yı ağına alıp kemirecekti. Sonuç olarak devasa bir siyasal güçlenme sağlayıp dünyayı titreten Osmanlı; “Uygarlık paylaşımında başarısız kalacaktır. “

Dışarıda Talan İçerde Talan

Fatih dönemini bu çok önemli noktada irdeleme dışı bırakan bir gelenek, ne yazık ki tarih yazımlarımıza egemen olmuştur. Türk-İslamcı tarih yazıcıları, konuyu fetih, güç, “Batı’ya üstünlük” , vb. üzerinden irdelemekle yetinmişlerdir. Daha ciddi olanları ise, İstanbul’un fethi üzerinden Osmanlı’nın İmparatorluk olarak yeniden düzenlenişini irdelemiş, ancak fetih ve bununla Osmanlı’nın sonraki yüzyıllardaki durgunluğu arasındaki bağı genellikle es geçmişlerdir.

Oysa bu sorunu irdelemeyen bir tarih yazımı, tarih bilincimizde ciddi bir kara delik oluşturuyor.

Burada Fatih’in şahsiyet analizinden hareketle kuşkusuz bir Rönesans imparatoru ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyiın. Bilime verdiği değer, ulemaya teslim olmaması, çok kimlikli bir İstanbul inşasındaki evrensel vizyonu bunu göstermeye yeter. Ancak kurumsallaştırdığı yapı, onun bu vizyonuna sahip olmayan ardıllarının elinde, Ortaçağ değerlerinin Osmanlı’da kemikleşmesini sağlayacaktır.

Osmanlı’nın önce dünyanın en hızlı yayılan imparatorluğu haline gelmesiyle ardından içsel çürümeye, giderek gerileme ve bağımlılaşmaya uğraması arasında yapısal bir ilişki bulunmaktadır.

Bu iki gelişmenin de nedeni, toplumsal ve ekonomik dinamizmi üreten tüm merkezkaç eğilimleri ezen, despotik yapılanmada belirginleşmektedir.

Kendisi üretici olmadığı gibi vergiye bağlayıp, savaşa sürdüğü halkla da organik bir bağı olmayan devşirme bürokrasinin, kendi dar çıkarlarıyla özdeşleşen egemenlik aygıtını koruma ve egemenliğini yayma refleksi, Osmanlı’yı (üstelik en güçlü olduğu zamanda) çağın dışına atacaktır.

İçeride ve dışarıdaki ötekilere karşı yayılma ve talan ekseninde gerçekleşen bu kurumlaşma, bir başka açıdan da onun handikapı olacaktı. Çünkü sürekli zaferlere bağlı bu hassas dengede, talan gelirlerinin artan giderleri karşılayamadığı her durum, ciddi bir enflasyon olarak devleti ve toplumsal düzeni aşındırı­ yordu. Bu aşınma, artan vergiler, bunu toplamak için uygulanan zulüm ve buna karşı gelişen itirazların tenkili ile günden güne artacaktı.

Özetle sorun, talan üzerine kurulu bir devşirme egemenliğin bizzat kendisidir. Nitekim, dış talanın devamı üzerine kurumlaşan “adalet çemberi” ve “nizam-ı alem” ‘ devletin bu talanı sürdüremediği noktada, yerli halkın talanına yönelmesiyle bozulacaktı. Dolayısıyla Yeniçağ’ın dinamiklerini yakalayamamak bir yana, kendi doğasının üretici dinamiklerini bile tahribe yönelen bir akrep refleksiyle karşı karşıyayız.

Yanlış Reçeteler

16. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı, üstelik saldırı kapasitesinin en üst düzeye çıktığı bir zamanda içsel bir çürüme sürecine girerken, Avrupa, feodal parçalanmışlığının olanakları üzerinden üretim tekniklerini artıran bir değişim sürecine giriyordu. Üretim tekniklerini ve bununla örtüşmek üzere savaş teknolojisini geliştiren Avrupa, buna bağlı olarak yayılma ve talan kapasitesini güçlendirmeye başlıyordu. Bu değişim hem ekonomik düzlemde Osmanlı’dan Avrupa’ya kaynak akışında hem de 17. yüzyıl sonrası savaşların kaderinde değişim olarak belirginleşecekti.

Osmanlı ise, nedenini anlayamadığı bu durumu, kendi geleneksel yapısına daha sıkı sarılarak, astarı yüzünden pahalı hale gelmeye başlayan yeni fetih akınlarıyla göğüslemeye çalışacaktı. Ancak yeterli talan geliri sağlamayan, hele ki yenilgilerle biten savaşlar, dış ticaret açığını, peşi sıra iç talanı artırarak sorunu daha da derinleştirecekti.

Esasen içine girilen çağda bir önceki çağın siyasal kurumlarıyla durumu düzeltmek olanaksızdı. Üstelik Ortaçağ’ın yöntemleriyle, geleneği koruyup onararak durumu düzeltme çabasının önceki çağda bile başarı şansı (diğer imparatorlukların tarihinde de gördüğümüz gibi) bir yere kadardı. Ki aynı yöntemlerle Yeniçağ’ın dünyasında sorun çözmek tümden olanaksızdı.

Bir dünya imparatorluğu olduğu halde dünyadaki değişimi izleyemeyen, fetihten fetihe koşarken üretim yapısını yenileyemeyen, başta üretim güçlerinin temsilcileri olmak üzere farklı dinamik ve şehirleşme potansiyellerini sürekli budayan, teknik olarak kontrol edemediği egemenlik alanını bile genişletmek için seferden sefere koşarken soluğunu tüketen, bu tıkanmayı içerdeki üretim güçlerini ağır vergilerle tahrip ederek öteleyen, asalak ve statik bir yapı ile karşı karşıyayız.

Özetle Osmanlı’nın Avrupa benzeri bir değişimi niye gösteremediği sorununun yanıtı, bütünüyle talan ve şeriatla desteklenen merkezi despotizminde, bir dönem onu Avrupa’ya karşı üstün kılan yapısının kemikleşmesinde yatmaktadır. Bu açıdan Osmanlı devleti, geç bir zamanda da olsa geleneksel yapısını kırma ve dönüştürme becerisini gösteren Rusya ve japonya’nın iradesini de ne yazık ki gösteremeyecekti.

Asıl Neden İçeride

Bu noktada kimi sol çözümlemelerde de yansıyan; “Avrupa Amerika’nın altın ve gümüşünü talan ettiği için kalkındı ve oradan edindiği birikimle bizi geri bıraktırdı” şeklindeki yaklaşımı, içerdiği kimi doğrulara karşın, durumu aydınlatıcı olmadığını özellikle belirtmeliyim.

Avrupa kalkınması ve dönüşümünü Amerika’nın soyulması ekseninde açıklamak, Avrupa’nın okyanusları aşan, matbaayı bulan, üretim tekniklerini geliştiren ön birikimini anlamamızı olanaksızlaştırır.

Dahası bu yaklaşım, önceki dönem boyunca geniş bir talan ve vergi soygunu gerçekleştiren Osmanlı’nın, bu birikimi niye üretim teknolojisinin dönüşümü ve açık denizlere açılıma aktaramadığı sorusunu da yanıtsız bırakır.

Soğukkanlı bir yaklaşımla kabul edilmelidir ki, tüm Ortaçağ rejimleri gibi Osmanlı’nın statik yapısına karşın Avrupa, kendi parçalı sosyoekonomik yapısının olanaklı kıldığı yaygın şehirleşme, ticari birikim ve bilimsel atılımlardan hareketle dinamik bir yapıya ulaşmıştır. İşte bu temel sayesindedir ki Avrupa, Rönesansını gerçekleştirerek sanayileşme ve aydınlanmaya yönelirken, o ağır denetimlerle merkezi despotik egemenliği altında Osmanlı, Ortaçağ’da donmuştur.

Durumu anlayamayan, anlasa da kendi çıkarlarına dokunduğundan değişime karşı çıkan egemen kadroları aracılığıyla Osmanlı, gelecek vizyonu üretmek yerine günü kurtarmaya yönelik çözümlerle yetinmiştir. Ebussuud efendiler üzerinden halka yönelik ölüm fetvaları ve İslamcı tahkimat örgütlenirken, tıkanmanın nedenini yönetim aygıtındaki yozlaşmada gören Koçi Beyler de, geleneksel yapıyı sıvayarak güçlendirme önerileri geliştirecektir. Sonuçta nedenin parçası olan şeriatçı ve devşirme bürokrasi güçlenirken halkın hakları ve üretim kapasitesi gerileyecek, dünya Avrupa’nın egemenliğindeki yüzyıllara geçecektir.

Özetle Osmanlı, Avrupa’nın gösterebildiği dinamizmi gösterememiş, o çağın koşullarında bunun gerektirdiği (yaygın şehirleşme, ticaret, bilim, sivil toplum, özgürlük, vb.) ilişkileri engellemiş veya üretememiştir. Dolayısıyla sömürgecilikten önce sorgulanması gereken, -Osmanlı’nın bizzat kendi üretim ve iktidar yapısıdır.

 

 

 

 

Doğru Olgulardan Yanlış Sonuçlara

Osmanlı’nın gerilemesi, dünümüz için olduğu gibi yarınımız açısından da önemli bir sorundur. Çünkü hangi yargıda olursak olalım, Osmanlı’nın gerilemesi, dünyadaki ekonomik işbölümüne çok geriden katılmasına neden olan kötü bir miras olarak Türkiye’nin sırtına kalacaktı.

Başta da belirttiğim gibi, Osmanlı’nın geri kalışı, kendilerinden pek çok şey öğrendiğimiz kimi aydınlarca genellikle dışsal nedenlerle açıklanmaya çalışılır. Okyanus aşırı ticaret yollarının bulunmasıyla Osmanlı’nın ticari girdi ve canlılık sağlayan bu araçtan yoksun kalması, dışarıdan gelen mal talebi yanında ucuz gümüş ve altın girdisinin neden olduğu ağır enflasyon, Avrupa’nın ekonomik ve askeri ilerleyişinin sonucu yenilgiler, sömürgecilik, vb. . .

Bunların olgular olarak doğru olduğu kesin. Gerçekten de önceki dönemde dünya ticaretinin geçiş yolu üzerinde olma avantajıyla önemli bir ek kaynak elde eden Osmanlı, coğrafi keşifler sonrasında bu avantajını yitiriyordu. “Doğu ticareti artık Osmanlı topraklarından geçmeksizin, okyanuslar üzerinden yapılıyordu. Bu değişim sonucunda 16. yüzyıl başlarından itibaren dış ticaret alanında özellikle aracılık yoluyla elde ettiği dışsal artık-değerden gittikçe yoksun kalmaktaydı. “2

Yine Avrupa’da tahıl ve hammadde fiyatlarındaki artışa bağlı olarak Osmanlı’dan, (tüm denetimlere rağmen) yoğun bir mal kaçışı yaşanacak, karşılığında gelen değerli madenler ise, engellenemez bir şekilde enflasyon üretecekti. Aynı bağlamda ticaret düzeni hızla bozulacak, Ahi örgütlenmesi altında ağır denetime tabi tutulan küçük üreticiler hammadde bulamaz konuma düşecekti. Böylece hem hammaddesini kaptırarak, hem de lüks mamuller ithal ederek, ürün işleme kapasitesinin düşüşü söz konusu olacaktı. Diğer yandan, hammadde karşılığı akan değerli madenler de, onları üretime yönlendirebilecek bir yapı olmadığından, hammaddenin aşırı değerlenmesi ve kaçak yollardan dışarı kaçmasını sağlarken, içeride pahalılık, yokluk ve ekonomik çöküntüye neden olacaktı. Bu faktörler bir bütün olarak Osmanlı ekonomisinin Avrupa’ya bağımlılaşmasına, dolayısıyla (kendi içine kapalı kalsa uzun vadede yakalanabilecek) sanayileşme olasılığının tümden yitirilmesine neden olacaktı.

Bununla birlikte Osmanlı gerilemesini bu temelde açıklamanın ciddi bir sorgulanmaya gereksinimi var. Çünkü o günün dünyasına egemen olan, üstelik ticaret yolu, talan, vergiler, dolayısıyla devasa bir artığa sahip olan bir Osmanlı’nın gerilemesine karşın, kendine kıyasla ciddi bir siyasi otoriteden yoksun, kendi içinde küçük devletçiklere bölünmüş bir Avrupa’nın bir başka çağa atlamasından söz ediyoruz.

Bu mantık, daha önce çok daha büyük dış girdi avantajı olan merkezi bir imparatorluğun, nasıl olur da bu avantajından hareketle meta ekonomisi yaratamamış olduğu sorusunu yanıtlayamıyor.

Aynı şekilde Osmanlı’yla kıyaslanamayacak kadar küçük parçalı yapısına rağmen Avrupa’nın, matbaa, gemicilik, tarımsal teknolojiler, yaygın şehirleşme ve sanayileşmeye giden dinamizmi nasıl başardığı sorusu da bu mantıkta yanıtsız kalıyor.

Keza devasa birikimleri, akarları ve gücüne rağmen matbaanın gelişini engelleyen, korsanlık ve komutanlıktan deniz bilimciliğine kayan biricik kaptanı Piri Reis’in, hakkındaki rapora karşı savunmasını bile almadan 1554’te boynunu vurduran, tarımsal teknolojisini geliştirmek yerine toprakları mültezimlere peşkeş çektirerek üretici güçlerini tahrip eden yönelimlerini de bu yaklaşım içinde açıklamak mümkün olmuyor.

Bu durumda, Avrupa üretim tarzının, siyasal dezavantajlarına rağmen içsel bir dinamizme sahip olduğunu, buna karşın Osmanlı düzeninin, devasa avantajlarına rağmen buna sahip olmadığını kabul etmek zorundayız. Dolayısıyla sorun öncelikle bu gerçeklikte aranmak, diğer faktörlerse ancak buna bağlı olarak kıymetlendirilmek durumundadır.

Özetle gerilemenin nedenlerini; “Osmanlı’nın denetimi dışındaki değişmeler sonucu dış ticaretin kontrol edilemez hale gelişi” nde görmek şeklindeki yaygın açıklama, gerçeklerimizden kaçma örneklerinden biridir. Dolayısıyla geri kalışın nedenlerini öncelikle içte, iç dinamiği yavaşlatan, kaçakları ve yozlaşmayı zorunlu kılan, ticari gelişim ve üretim teknolojisinin gelişimini boğan yapılanmada aramak gerek. Üstelik yoğun enflasyonun, bizzat Fatih döneminde, yani henüz Avrupa üstünlük elde edebilmenin çok uzağındayken başladığı da anımsanmalıdır.

Üretemeyen Toplumun Sonu

Üretici olmayan harcamalar yanında, sürekli savaşlar ve denetimin zorunlu kıldığı devasa bir bürokrasinin, halkın sırtından lüksle beslenmesi, bu sürecin öncelikli failleridir. Bu arada en yoğun altın ve gümüş talanını gerçekleştiren, hatta Osmanlı pazarında parası en geniş dolaşım olanağı bulan İspanya’nın da geri kalmasına karşın, bu dönemde dışsal talandan pay almayan, üstelik 17. yüzyılda 350 devletçik olarak yaşamış olan Almanya’nın kalkınması, sorunun üretim ilişkilerinin niteliğinde yattığını göstermektedir.

Yani, dinamik bir ekonomik yapıya sahip olması halinde Osmanlı da, Avrupa’nın yoksun olduğu büyük avantajlarıyla sınai sıçrama yapmaktan geri kalmayacaktı. Üstelik dünyaya hükmettiği 16. asırda Osmanlı, Yakın Doğu ve Doğu Akdeniz ticaretine hakimiyeti henüz tamamıyla yitirmemişti.

Kanuni adeta dünyayı haraca kesmişti; ama buna rağmen Osmanlı onun zamanında tarihinin en büyük iktisadi buhranlarından birini yaşamaktaydı. Osmanlı’nın elindeki ticaret yolu, sadece Saray’ı besleyen bir haraç geliri sağlarken, Avrupa’da sanayileşme gibi bir sonuç üretmesi bile başlı başına bu iki yapının farkı olarak anlaşılmalı.

Kaldı ki kendisi üreten ve yeniden üreten dinamik bir yapı kurabilmiş olsaydı, Osmanlı’nın Hindistan’a olan uzaklığı Avrupa’nınkinden çok daha az ve risksizdi. Ancak Osmanlı düzeni, 16 ve 17. yüzyıllarda bile, böylesi olanakları haraç dışında ekonomik sıçramaya akıtacak bir örgütlenme ve bilinç düzeyinden uzaktı. İşte bu nedenle ha bire astarı yüzünden pahalı bir işe soyunuyor, Viyana’yı fethetmeye çalışıyordu.

Dolayısıyla ticaret yolunun değişimi ve diğer dışsal nedenleri, temeldeki bu ters gidişi artıran işlevi dışında tayin edici olgular olarak görme yanılgısından uzak durmak gerek. Belirleyici olan, yüzyıllar içinde oluşan Osmanlı düzeninin toplumsal dinamizmini öldüren karakteridir. Kendini dünyanın koşulları içinde üretemeyen her toplum gibi kendi içinde çürüyüp sömürgeleşmesi kaçınılmazdı.

Anımsanmalıdır ki sorunların çözümü, eski askeri zafer günlerine geri dönmek, bunun için çözülen yapıyı yeniden geriye çevirmek (bu noktada Koçi Bey Risalesi önemli bir belgedir) şeklinde biçimlendi. Çünkü Osmanlı’nın üretime dair çareler düşünme yeteneği, yani ekonomik aklı oluşmamıştı.

Yükseliş ve Düşüş

Bazı görece adil özellikler göstermesiyle Avrupa’daki feodal düzenden görece üstün olan Osmanlı düzeni, üretken toplumsal bir işbölümü gerçekleştirememe anlamında Batı’dan geri bir sistemi ifade etmektedir. Bu karşılaştırmalı yaklaşımla onun bu üstünlük ve zaaflarım belirlerken, Osmanlı’nın geri kalması, giderek sömürgeleşme sürecine girmesinin niçin zorunlu olduğunu anlamak da kolaylaşıyor.

Devasa topraklarında, milyonlarca insanın beslenmesi işleviyle şekillenmiş olan Osmanlı’nın üretim ve dağıtım mekanizması, Avrupa’nın yenilenen sistemiyle ekonomik eksende yüzleştiği oranda krize giriyordu. Buna rağmen askeri düzlemdeki karşılaşmalarda üstünlüğünü sürdüren Osmanlı düzeni, ekonomik ilişkilenmede kan kaybına bağlı olarak, sonraki yüzyıllarda askeri üstünlüğünü de kaybedecekti.

Dışarıya karşı askeri zaferlere göre kurgulanmış dengesinin bir diğer stratejik zaafı ise, içinden çıktığı Kızılbaş reayanın sırtından sopa eksik etmeyen despot politikasıydı. Bu politika, dış talanın azalması ve artan ihtiyaçları karşılamamasıyla orantılı olarak daha da ağırlaşıyordu. Bu durumda halkın düzene yabancılaşması ve tahammül sınırlarının zorlanmasıyla yinelenen ayaklanmaları gündeme gelecek, Osmanlı ise çözüm üretmek yerine onları ezecekti. Dolayısıyla zaten gelişim düzeyi anlamında, Avrupa’nın gerisinde kalan Anadolu’nun üretici güçleri, kendi devleti tarafından sık sık yağmalanıp tahrip edilecekti. Böylece teknolojik gelişme dinamizminden zaten yoksun olanın istikrarlı biriktirilmesi de mümkün olamayacaktı.

Bu bağlamda 16. ve 17 . yüzyıllara damgasını vuracak olan en önemli özellik, halkın Kızılbaş ve Celali kimliklerle birbirini izleyen ayaklanmaları ve onları bastırmaya yönelik korkunç kitle kıyımlarıyla tarımın tahribi olacaktı. Pir Sultan Abdal,

Bir taş oynamasın yerli yerinden

Duysun canlar deyu bizi asarlar

deyişiyle bu süreci anlatır.

Yani bu süreçte Osmanlı, sadece farklılıklarını değil, aynı zamanda eski düzenin yeniden üretimi için yaşamsal olan kendi üretim güçlerini de tahrip edecekti. Nitekim bu sürecin sonucunda Anadolu’da büyük bir yıkım gerçekleşecek, üretim yapmanın koşulları olanaksızlaşacak, halk bir yerden diğerine can güvenliği kaygısıyla kaçacaktı. Devletse Kuyucu Murat prototipi yöneticileriyle, sorunları kendi meşrebince kesik kafataslarından kuleler inşa ederek çözecekti.

Özetle Osmanlı düzeni, onu değiştirecek dinamiklerin olu­şumunu engellemekle kalmayıp, kendi klasik askeri üstünlüğü için gerekli kendi ekonomik altyapısını da tahrip edecek, böylece otoritesini korumaya çalışırken krizini ve çöküşünü daha da derinleştirecektir.

Kılıçla Fütuhat Yapanlar

Bu noktada anımsanmalıdır ki Cumhuriyet, en azından kurucularının bir kesimiyle bu gerçekliğin bilincinde kurulmaya çalışılacaktı.

Nitekim 1 Mart 1922’de Meclis’i açış konuşmasında Mustafa Kemal; “(. .. ) Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür” (halktır) şeklindeki bilinen ifadesini gerekçelendirirken, çok çarpıcı saptamalar yapar:

“Efendiler, diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek nedeni bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi asırdan beri cihanın muhtelif yanlarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini (yabancı) topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahkir ettiğimiz ve aşağıladığımız ve bunca fedakarlığına ve iyiliğine karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek sahibin huzurunda utançla ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”

Osmanlı’nın halk karşısındaki asıl konumunun özlü bir anlatımı olan bu yaklaşım, köylülere karşı izlenen pratik bir yana, ama kuruluş dönemindeki Cumhuriyet’in Osmanlı’yı nasıl gördüğünü ortaya koymak açısından çarpıcıdır.

M. Kemal, yine bir başka sefer, Osmanlı’nın en büyükleri Fatih, Yavuz ve Kanuni’nin fetih seferlerini anlattıktan sonra; “Bu azametli padişahlar, takip ettikleri harici siyasette kendi emelleri, hırslan ve arzularına dayanmışlardır. (. . .) Osmanlı hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Hissiyatları ve emelleri üzerine bütün harekat ve işleri bina ettiler. (. . .) Bu tac-darlar (taç sahipleri, padişahlar) milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onları kendi yurtlarını düşünmeye müsaade etmemekle de yetinmiyorlardı. (. . .) Şahsi saltanatta her hususta tac-darların arzusu, iradesi ve emeli hakimdi. Mevzubahis olan yalnız odur. Milletin arzulan, emelleri, ihtiyaçları mevzubahis olmaktan çok uzaktır.” 3

Yine başka bir seferde M. Kemal, Osmanlı’nın 600 yıllık macerasını; “Efendiler, kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki etmeye (sonuç olarak yerini bırakmaya) mahkumdur” cümlesiyle özetleyecekti; bu sözlerini takiben; “Uzun seferlerde fütuhat meydanlarında” dolaştırılan “Unsur-u asli” , “Fütuhat meydanlarında kılınç sallamaktan kendi hayatlarıyla uğraşmak fırsatını elde edememişler, bu arada diğer unsurlara oranla fakirleşmiş ve tahrip olmuşlardır”4ifadesiyle, Osmanlı’nın sonraki gerilemesinin, onun önceki ilerlemesinden bağımsız anlaşılamayacağını belirtmektedir.

Yapısal Farkın Handikapı

Osmanlı’nın geri kalışını irdelerken netleşmemiz gereken önemli bir öğe de, Osmanlı’nın dünya egemeni olduğu dönemdeki “üstünlüğünün” anlamıdır. Çünkü bu üstünlük döneminde, Osmanlı’nın üretim ilişkileri düzleminde de ileri olduğu inancı yaygındır.

Oysa Osmanlı’yı egemen yapan öğe, daha ileri üretim ilişkilerine geçen dünyanın yaşadığı çözülme döneminde, eski üretim ilişkilerinin mümkün kıldığı merkezi yapıydı.

Osmanlı devleti, fetih ve talanı tamamlamak üzere sıkı denetimli bir toprak ve ticaret düzeni üzerine oturmuştu. Tıpkı eski Bizans, Sasani, Abbasi, Selçuklu vb. imparatorluklar gibi. Ne ki onlar kendi çağlarının imparatorluklarıydı. Oysa 16. yüzyıl dünyasında köprülerin altından çok sular geçmiş, bunun sonucunda Osmanlı, üretim ilişkileri anlamında çağının gerisine düşmüştü. Ne ki karşı taraf onun hakkından gelecek askeri sıçramayı yapamadığı müddetçe, Osmanlı siyaseten üstün kalacaktı.

Yani bu üstünlük, üretici güçlerin gelişim düzeyi anlamında bir üstünlük değildi. Aksine üretici güçler düzleminde o, bir önceki dönemin dünyasını temsil ediyordu. Ancak üretici güçler düzeyindeki bu geri konumu, ona merkezi-despotik bir yapı, etkin bir askeri aygıt, dolayısıyla talan ve egemenliğini yaymada avantaj sağlıyordu.

Özetle başkalarının birikimlerine el koyan (fetih) ve egemenlik alanındaki üretici güçleri, merkezin ihtiyaçlarına göre ağır bir denetim altında tutan bir düzenle karşı karşıyayız. Bu düzen, talan gelirlerinde bir kesinti olmadığı müddetçe, topluma görece bir adalet ve istikrar ortamı sunuyordu. Bununla birlikte onun “üstünlüğü” üretken bir üstünlük olmadığı için tarihin gelişiminin önünde engel olup, ömrü de askeri üstünlüğünü sürdürebilmesiyle orantılıydı.

Bu “fütuhat gelirleri ile desteklenen talim düzeni” , çevresindeki feodal düzenlere göre içerdiği siyasal avantajlara karşın, bu yapısı gereği bilim ve teknoloji üretim kapasitesinden de yoksundu. Dolayısıyla feodal parçalanmışlık içinde birikim ve sıçrama yapan yapılara karşı giderek geri kalmak ve aynı dünyadaki bu ileri üretim yapılarına bağımlılaşmak kaderini bizzat kendisi yaratacaktı. Bir dönem ona üstünlük sağlayan avantajlar dini metinlerle de kutsandığından, “bozulma” ve “ihtilal” olarak karşıladığı her türden değişimi kategorik olarak ezecekti.

Fetihlerle başkalarının birikimlerine el koyma avantajı, sanal bir üstünlük yargısı üreterek üretim teknolojisini geliştirme motivasyonu ve yeteneğini de engeller. Bu yapısı gereği üretici sınıflar yerine askeri-siyasi ve dini bürokrasiyi yüceltir; yani üretici değil asalak sınıfların süreğen olarak egemen konumda olmasını sağlar.

Ülü-ı emr’e (emir sahibine, padişaha) itaati zorunlu kılan (Kur’an, Nisa-59) ideolojik aygıt olarak şeriatın Osmanlı’daki şekillenmesi, ulema ve vüzera (dini ve siyasal sınıf) dışındaki sınıfları tebaa (kayıtsız şartsız uymakla yükümlü) gören bir şekillenmeye sahipti. Bu düzenin meşruiyeti, hazinenin, askerin, reayanın, her şeyin padişaha ait olduğu (Katip Çelebi) bir eksende şekilleniyordu.

Bu düzende zanaatkarlık da, Ahi düzeni içinde ustadan görülenin aynen taklidi ile salt niceliksel bir gelişim gösterirken, ticaretin katı kurallara bağlı denetimi nedeniyle, kendi içinde ve diğer ekonomilerle rekabetle nitelik yükseltme baskısından uzak yaşıyordu.

Bunun sonucunda üretim, bırakalım fabrika düzeyini, manifaktür düzeyine bile yükselemeyecekti. Bu bağlamda katı denetim ve değişmezlik ilkesini hayata geçiren Osmanlı düzeni, egemenlik alanlarında sivil toplumun, bilimin ve sanatın yanında başkent dışında şehirleşmenin, rekabetin ve üretim teknolojisinin gelişimini engelleyerek, Osmanlı’nın niteliksel gelişme şansını olanaksızlaştırıyordu.

Bu yapı farkından dolayı Osmanlı, ticaret yollarıyla savaşlarda elde ettiği vergi, ganimet ve haracı üretimin nitelik artışına temel yapamazken, henüz bunlardan yoksun, üstelik feodal parçalanma içinde olan Avrupa’da oluşan koşullar, sanayileşmeye altyapı oluşturacaktı.

Yine bu yapı farkı nedeniyle, coğrafi keşiflerle talan edilen altın ve gümüş, Osmanlı’dan hammadde çeker, üretimini tahrip eder ve enflasyon artışına neden olurken, Avrupa’da üretimi besleyen bir manivelaya dönüşüyordu. Özetle Osmanlı, siyasal üstünlüğüne karşın hammadde ihraç etmek yerine mamul mal üretme yeteneği gösteremeyeceği gibi, kendine akan altın ve gümüşü de, enflasyon yerine zenginleşme faktörüne çeviremeyecekti.

Teşhis Yanlış Olunca

Osmanlı için tıkanma yüzyılı olacak olan 17. yüzyılda, durumu aşmaya yönelik çabalar geleneksel mantaliteye uygun olacağından, bu tıkanma giderek kangrenleşecekti. Avrupa’ nın gelişmesi ve üstünlüğünün nedenlerini çözümleyemeyen, siyasal aklı, toprak düzeni ve güç dengeleri buna uygun olamayan Osmanlı, durumu “bozulma” olarak açıklayacaktı. Yani Osmanlı egemen aygıtı, kalkınma dinamiklerinin teşvik edilmesi gereğini anlayamayacak veya anlasa da kendi iktidarına tehdit görecek, dolayısıyla Rusya veya Japonya’nın gösterdiği feraseti gösteremeyecekti.

Onun üretebildiği tek çare, “bozulma” alanlarının tekrar eskiyle değiştirilerek onarılmasıydı. Oysa bozuk olan, tıkanan, küresel gelişmenin dışına düşerek, arkaik hal almış olan sistemin bizzat kendisiydi.

Yani düzeltilmesi gereken merkezkaç alanlar değil bizzat merkezdi. Ne ki egemen çıkarlar gereği teşhis yanlış olunca, çözüm de, bizzat gelişme dinamiklerini tahrip etmek, kontrol dışına çıkan her gelişmeyi, her itirazı bastırmak olacaktı.

Bu durum; “Hayatı duran, değişmeyen, değişmemesi gereken bir düzen saymasından kaynaklanıyordu. (Esasen) Ortaçağ düşünüşünün temeli (de) budur. Ona göre var olan düzen (nizam-ı alem) Tanrı’nın takdir ettiği bir düzendir.”5 (Ancak eskiyi geri getirmek de artık mümkün değildi, çünkü eski, yeni dünya koşullarında, Avrupa’nın kazandığı askeri ve ekonomik performans karşısında dikiş tutma yeteneğini kaybetmişti.

Batı’da yükselen yeni siyasi egemenlik ve ekonomik yayılma koşullarında, değişim ve atılım için gerekli bilinç ve iradeyi gösterememesinin sonucunda Avrupa’daki parasal ve malsal dolaşımın doğrudan etki alanına giriyor, giderek etkisizleşip bağımlılaşıyordu.

Artık Avrupa devletleriyle karşılaşmalarında, karşı tarafın teknolojik atılımlarına bağlı olarak yenilgiler alıyor, ama buna rağmen 17., hatta 18. yüzyılda bile saldırmaya devam ediyordu. Çünkü Osmanlı’nın devlet gelirlerinin üçte biri talan gelirlerince karşılanıyor ve bunu meşrulaştırmak üzere devreye “küfür dünyasını” teslim almaya yönelik İslamcı fetih emirleri giriyordu. Bu bağlamda Avrupa ile, ardı arkası kesilmez savaş eksenli ilişki sürdürüyordu. Özetle elindeki çözüm aracı “çekiç” olan ve bunun dışında çözüm düşünemeyen egemen akıl, sorunlara “çivi” muamelesi yapıyordu.

Ekonomik Zihniyet Merdud

Bu süreçte, Osmanlı’dan mal kaçışı olarak yansıyan Avrupa’nın ekonomik performansının yanında, Osmanlı’nın giderek savaş kazanamaz hale gelişi de, bütçe açıklarını artırdıkça artıracaktı. Gaza akınları parasal katkı yerine yıkım getirmesine karşın Osmanlı’nın çare arayışları hep eskiyi geri getirmeye yönelik önlem ve arayışlarca biçimlenecekti.

Ancak bu yaklaşım sorunları çözemeyecekti. Öyle ki IV. Murat’ın, Koçi Bey Risalesi çerçevesinde eski sistemi getirmek amacıyla uyguladığı; “Kanlı terör rejimi bile para etmedi. Eski sistemi geri getirmek şöyle dursun, ona zıt gelişmeler durmadan sürdü.” 6

Çünkü sorun, Doğu’nun ve İslam’ın koçbaşı Osmanlı’nın, dünyanın değişimine ayak uyduramamasında yatıyordu. Yani sorun değişmekte değil, tersine egemen güç ve ilişkilerin ve onların meşruiyet aracı olan dinsel algının değişememesindeydi.

“Ortaçağ Hıristiyan Avrupa’sında olduğu gibi İslam ve Osmanlı Ortaçağ’ında da ekonomik zihniyet ‘merdud’ (reddedilen) bir şeydi. Kafalara hakim olan güç din ve gaza düşüncesi idi. Devlet idaresinde güçlü olan din ya da gaza adamları idi; yani ekonomik sınıflar (köylü, işçi, tüccar, esnaf değildi. Ortaçağ düşünüşünde devleti yöneten kişilerin toplumsal sınıfları temsil eden kimseler olmaması ideal olan bir şeydi. Hem Hıristiyanlık hem İslamlık dünyasında devletin başında Tanrı’nın gölgesi veya vekili bulunur; sınıflarından iğdiş edilmiş sivillerle askerler ve din adamları tarafından ‘esnaf, yani o zamanki anlayışla toplumsal sınıflar (reaya, zanaat ve ticaret erbabı) yönetilirdi. Bu sınıflar birtakım mertebelenmiş tabakalardı. Her birinin yeri dünya düzeninde belli ve değişmezdi. Değişme daima bozulma alameti idi. “7

“Ortaçağ anlayışında devlet idaresi, toplum sınıflarını oldukları yerde tutacak, toplum yapısının değişmesini engelleyecek tedbirler almak demekti. Bu anlayışta toplumun değişmesi ‘bozulma’, anarşi sayılırdı. Eski Osmanlı yazarları değişmeye ‘ihtilal’ derler, bundan kaçınılması için devlet adamlarına nasihatler verirlerdi. “8

“Ey Alemi İslam’ı Ezen, İnleten Allah”

19. yüzyıla gelirken Osmanlı gerilemesinin asli nedeninin ekonomik olduğu, bunu ise mevcut siyasal sistemin sağladığı, dolayısıyla değişimin kaçınılmazlığı yavaş yavaş anlaşılmaya başlanacaktı.

Bu bağlamda 19 . yüzyılda reformlarla durumu değiştirmek ve toplumsal enerjiyi harekete geçirmek yönelimlerine girilecekti; ama artık geç kalınmıştı. Geriye getirilemez zamanın, kayıpların, çürümenin kaybettirdikleri nedeniyle değişim (Tanzimat) , kaçınılmaz bir şekilde bağımlılaşmayla birlikte gelişecekti.

“Eski günlere dönmenin artık olasılığı kalmadığı; tersine devletin hem ekonomik hem de siyaset bakımından çökme ya da dağılma haline geçtiğinin anlaşıldığı sıralarda zar zor, belli belirsiz yeni bir fikir doğmaya başladı. Avrupa dünyasında yeni bir uygarlığın doğmakta olduğu seziliyor, buna uymak gerekti­ ği, yapılacak reformların buna uyması zorunluluğu kabul ediliyordu.”9

Ne ki farkına varmakla, gerekli değişimi gerçekleştirmek aynı anlama gelmiyordu. Eski, yani geleneksel yapı ve ilişkiler ekonomik ve siyasal düzlemde kolay değiştirilemez bir güce sahipti. Onlardan beslenen, onlar sayesinde iktidar edenler, kalkınmak için zorunlu değişimin önünü bizzat tıkıyorlardı. Üstelik yüzyıllardır sürdürülen “gavur” , “kafir” , “Frenk” koşullandırmalı küçümseme ve dışlama, Batı’nın önyargısız izlenip anlaşılabilmesi için gerekli olan iç toplumsal desteği de olanaksızlaştırıyordu. Kriz ve yenilgilerde kendisinden sürekli yardım dilenen, dua edilen, koruma istenen Tann’dan da bu konuda en küçük bir destek gelmiyordu. Nitekim Ziya Paşa’nın;

Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kaşaneler gördüm

Dolaştım mülk-ü İslam-ı bütün viraneler gördüm

şeklindeki dizelerinde de görüldüğü gibi, “azamet” ve “ihtişam” dan geriye bir şey kalmamıştı. Bu ise dünyaya materyalist bir soğukkanlılıkla bakamayan, İslamcı koşullanmaları aşamayan pek çok aydında travmalar yaratıyordu. Türk-İslamcı çevrelerin kendilerine bayrak yaptığı Mehmet Akif Ersoy’un şu dizeleri, işte bu travmanın yansıması olacaktı:

Ey bunca zamandır bize te’dip eden Allah

Ey alem-i İslam’ı ezen, inleten Allah,

Bizler ki senin va’d-i İlahine inandık

Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık

Bizler ki beşer bir sürü ma’buda (tanrıya) taparken

Yıktık o yaman şirki, devirdik ebediyyen

Bizler ki birer hamlede evhamı bitirdik

Mabedlere Ma’bud-u Hakikiyi getirdik

Bizler ki senin ismini dünyaya tanıttık

Gördükse mükafatını, ya Rab, yeter artık

Çektirmediğin hangi elem, hangi ezadır

Her anı hayatın bize bir rılz-u cezadır (ceza günü)

Ecdadımızın kanlan seller gibi akmış

Maksatlar dininle beraber yaşamakmış

Evladı da kurban olacakmış bu yurda

Olsun yine, lakin bu ışık yoksulu yurda

Bir nar-u nazar yok mu: ki baksın bacasından?

Bir yıldız, İlahi! bu ne zulmet (karanlık) bu ne zindan

 

Feodallerin Merkezle Bilek Güreşi

Önceki bölümlerde belirginleştirmeye çalıştığım gibi merkezi despotik yapı, Osmanlı’nın siyasal-askeri üstünlük sağlaması yanında, üretim ilişkilerini dondurarak geri kalışında da belirleyici olmuştur.

Türk-İslamcı yazında bu yapı; “Aşiret aristokrasisi eğilimlerini bertaraf ederek dünya devleti kurabilme” nedeni olarak salt bir övünç vesilesi yapılagelmiştir.

Oysa yerel yapılar ve ekonomik potansiyelleri ezen Osmanlı’nın merkezi yapısı, halkı, beyliklerin baskılarından kurtarırken; kendi otoritesinin daha ağır baskısı altına almıştır. Yani halk, sömürünün muhatabı olmaya devam ederken içte ve dıştaki hakimiyet savaşlarının aracı olarak da telef edilmiştir.

Bu bağlamda savaşlar, tanrısal emirlerin yansıması olduğuna inanılan Osmanlı düzeninin (nizam-ı alem) dünyaya egemen kılınmasının aracı olarak daha da kurumlaşmıştır. Dünün koşullarında da olumsuz bir işlev gören bu yapı; “Cihan hakimiyeti mefkuresi” (ideali) olarak zihnimizde kutsandığı oranda, günümüzde de toplumsal kimliğimizi zehirleyen, bizi çağdaş değerlerle uyumsuzlaştıran, üretim ve hak eksenli bir bakış açısından uzaklaştıran bir işlev görmeye devam etmektedir.

Osmanlı’nın en müstesna padişahı Fatih’in derebeyleri tasfiyesiyle ezilen feodalleşme, Celali İsyanları sonrasındaki 200 yılda giderek yeniden belirginleşecektir. İç savaşlar ve dış yenilgiler yanında ekonomik performans düşüklüğüne bağlı olarak Osmanlı Sarayı, 18. yüzyıl ortalarından itibaren eski mutlak otoritesini fiilen yitirirken, mahalli otoriteler (ayan ve hanedanlar) iyice güçlenip kurumlaşacaktı.

Bu gelişimin sonucunda yerel otoriteler, nihayet 1808’de Saray’a Sened–i İttifak anlaşmasını imzalatarak, kendilerine önemli avantajlar sağlayacaktı.

Kuşkusuz yönetme tekelini elinden bırakmak istemeyen merkezi bürokrasinin, iktidar paylaşımına razı olması kolay değildi. Nitekim bu özgülde anlaşma, diğer tüm nedenler yanında Rusya ile yapılan savaşın hanedan askerlerine yaşamsal bir gereksinim yaratması ve Alemdar Mustafa Paşa’nın özel etkisiyle, yani zoraki kabul edilecektir. Dışarıda savaşlar sürerken, bir türlü tepelenemeyen ve denetlenemeyen hanedanlarla yaşanan gerilimler yüzünden, Osmanlı parçalanmanın eşiğine gelmişti. İşte buradan hareketle; “İmparatorluk içinde birliği sağlamak, merkezin otoritesini iade etmek ve yeni bir ordu yaratmak zar yaratmak zaruretinin” karşılanması amacıyla, ayanla anlaşma yoluna gidilecekti. 10

Güvensizlik nedeniyle İstanbul’a büyük ordularla gelen ayan’ın, padişahın mutlak otoritesini hukuken sınırlayan Sened-i İttifak’ı imzalatması, Osmanlı tarihinde önemli bir kilometre taşıdır.

Çoğu devşirme kökenli de olsa, Celali İsyanları sonrasında artık kapıkulu olmayan feodallerin, Sened-i İttifak ile merkeze dayattıkları koşullar, adeta Çandarlı’nın hal’liyle gömülen Osmanlı aristokrasisinin tekrar dirilmesiydi.

Bu anlaşmayla Padişah, hukuken eşitler arası birinci konumuna indirgeniyor, düzenin yapısı ve iç dengeleri Avrupa’daki feodal yapılara benziyordu. Ayanın temsilcisi durumundaki Alemdar Mustafa Paşa döneminde imzalanan ve gerçekte Osmanlı devletinde “ilk kamu hukuku kaidesi” (Sıddık Sami Onar) sayılabilecek olan Sened-i İttifak; “Büyük ayanın devlet iktidarını kontrol altına alma” anlaşmasıdır.11

Anlaşmanın İçeriği ve Sonu

İnalcık’ın özlü çözümlemesinden öğrendiğimiz gibi, yapılan bu anlaşma, düzenin yapısına dair bir dizi değişim getiriyordu: Öncelikle; Sadrazamlık mevkiini bağlayan ve onu ayanın talepleriyle de sınırlayan niteliğiyle, sadrazamı “padişahın mutlak vekili olmaktan çıkarıyor” , dolayısıyla padişahın da mutlak otoritesini sınırlıyordu.

İkincisi; vergi oranlarının ayanla müzakere içinde saptanacağı, vergi ve asker toplamada hanedanların hak ve durumlarının Saray’ın keyfiyetine karşı güvenceye alınacağı belirtiliyordu. Merkezin ve onu temsilen valilerin keyfiliğine karşı, “halkın temsili ve korunması” hakkını ayana veriyordu. Hanedanların egemenlik alanları merkeze karşı güvenceye alınırken, kendilerine bağlı küçük ayanlar üzerindeki egemenlikleri ve tüm bunların babadan oğula geçiş garantisi tasdik ediliyordu.

Gerçi İnalcık; ” . . .hanedanların fiilen kurulmuş feodal durumlarına daimi hukuki bir mahiyet kazandıran” bu son şartların, “modern devlet anlayışına aykırı bir cereyanı temsil ettiğini”12 düşünmektedir. Ancak bu noktada, eğer modern devleti merkeziyetçiliğe indirgemeyeceksek, o dönem Osmanlı’nın, zaten modern devlet formuna uygun düşmediği gerçeğini de anımsamalıyız. Dahası Avrupa’da hukuk ve modernleşmenin, tam da kral ile senyörler arasındaki dengelenmeden ürediğini de. . .

Ancak Sened-i İttifak, iktidar çatışmasını bitirmeyecek, dahası kurumsal bir nitelik kazanamayacaktı. Merkez eski ayrıcalıklarından vazgeçmek istemiyor ve zayıf anında imzalamak zorunda kaldığı bu anlaşmayı da hazmedemiyordu.

Osmanlı’nın kanun, misak, yemin tanımaz siyaset geleneğinin güçsüzken ve savaş koşullarında kabul ettiği bu ilk “amme hukuku kaidesi” , II. Mahmut’un kendini güçlü hissedeceği ilk fırsatta, 1815’te lağvedilecekti. Rusya ile savaşın bitmesini takiben Saray, modern silahlarla donatılmış ordusunu ayanın üzerine salacak; “Azil, mukataa çiftliklerinin müsaderesi, İstanbul’da ikamet zorunluluğu, mukavemet gösterdiklerinde te’dip ve idam etme suretiyle” onları tepeleyecekti.

Ancak devşirme bürokrasinin bu yönelimi, merkezi güçlendirmek şeklindeki kendi kast çıkarlarının kısa vadeli çözümü dışında, İmparatorluğun hiçbir sorununu çözemeyecekti. Tam tersine iç savaşları ve çözülmeyi, dünyayla olan eşitsizliği ve bağımlılaşmayı artıracaktı. Nitekim II . Mahmut’un, en kudretli ayan Tepedelenli Ali Paşa’ya karşı başlattığı saldırı başarıya ulaşacak, ama bu, Yunan isyanına, o da Mehmet Ali Paşa isyanına zemin hazırlayacaktır. Bunların neden olduğu çöküntülerse 1838 Osmanlı-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması’nın imzalanmasına neden olacaktı.

Özetle Saray’ın uzlaşmaz otoritesini tahkim etme yönünde atılan her adım çözülmeyi daha da derinleştirecekti (Tıpkı İttihat ve Terakki iktidarının Alman emperyalizmiyle ittifaktan faydalanarak eski egemenlik alanlarını tekrar ele geçirmek amacıyla başlattığı maceradan Sew ile, yani tam bir yenilgi ile çıkmak zorunda kalınması gibi) .

Süreci Yeniden Sorgulamak

“Z. Gökalp Türkiye’de derebeylik devrinin, milletin hiç olmazsa bir kısmında Padişah’a karşı reaya ve kulluk hisleri yerine hürriyet ve asalet duygularını uyandırdığını ve bu zadeler devrinin halk hakimiyeti devrini hazırladığını iddia eder” diye yazan İnalcık, şöyle devam eder:

“Mübalağalı görünmekle beraber, bu fikrin hakikat payı sakladığına şüphe yoktur. Gerçekten, II. Mahmut devrinde belli başlı ayanlar ortadan kaldırıldığı zaman, II. Mahmut’un mutlak ve merkezi otoritesine karşı koyabilecek hiçbir kuvvet kalmamış ve tam bir istibdat devri gelmiştir.”13

Bu bağlamda sürecin, halkın hak ve özgürlükleri konusunda aynı nitelikte olan her iki tarafın sömürücü ve gerici niyetlerinden bağımsız bir soğukkanlılıkla çözümlenmesi gerek. Özetle Sened-i İttifak’ın, tarafgirlik baskısından kurtularak, sonraki süreçte “İmparatorluğun içtimai-siyasi yapısını değiştirecek bir hareketin temeli olabileceği” olasılığı boyutuyla irdelenmeye ihtiyacı var.

İnalcık; ” 19. asırda nasıl ki Balkanlar’da Padişah’a tabi Hıristiyan prenslikler meydana gelmişse, Anadolu’da da 14. asırda olduğu gibi birtakım yerli beylikler kurulabilirdi. Fakat bu durum, Anadolu’da Türk birliğinin zararına bir gelişim olaca ğından, merkeziyetçi ve mutlakiyetçi saltanatın bunu önleyen çabalarını bugün de olumlu bir hareket olarak görmekteyiz” demektedir.

Burada “Türk Birliği” denilen şeyin, devletin egemenlik alanının genişliğinden başka hiçbir anlam taşımadığı, Türkmen halkın özgürlükleri, refahı, aydınlanması ve egemenliği gibi öğeleri en küçük anlamda içermediği özellikle anımsanmalı. Bu durumda, tarih boyunca ne çok cana ve despotizme neden olduğu bilinen otorite eksenli “birlikçilik” sorgulanmalı. Üstelik bu yaklaşım, Sened-i İttifak’ın, kurumlaşabilmesi halinde, çağdaş bir cumhuriyet yöneliminde bize nasıl olanaklar sunacağını da görmezden gelmek gibi bir zaafa sahiptir. Oysa böylesi bir kurumsallaşma, hak ve özgürlükler açısından görece ileri, Osmanlı coğrafyasında yaşanan milli boğazlaşma mirasından görece uzak, üstelik çok daha geniş sınırlara sahip çok kültürlü bir cumhuriyete de pekala ortam oluşturabilirdi. Kaldı ki Alman birliğinin ancak sınai temel üzerinde ve 1871’de sağlandığı ve bu çok geç birlikten dünyanın en gelişkin ülkelerinden birinin çıktığı anımsanırsa, “Türk Birliği” adına Osmanlı merkeziyetçi ve mutlakiyetçiliğine diyet borçlu olmadığımız da açıktır.

Sonuç

İrdelememi, Osmanlı’nın çağıyla yaşadığı trajik uyumsuzluğa ilişkin birkaç durum saptamasıyla bitiriyorum:

Osmanlı fetih eksenli merkezi yükseliş yaşarken Avrupa feodal yapının dönüşümü içinde Yeniçağ’a geçmektedir. Sonraki dönemde Osmanlı feodal çözülme yaşarken, Avrupa kendi feodalitesini aşarak sınai bir merkezileşme yaşamaktadır. İmparatorluk çağının son zamandaş örnekleri olan Roma, Bizans, Sasan i, Abbasi ve Selçuklu’dan ayrımla Osmanlı, o imparatorlukların belki de en gelişmişi, ama tarihin üretici güçler özgülünde katettiği mesafe açısından geç kalmış bir örneğiydi.

Kıyaslamalı bir yaklaşımla, klasik Osmanlı düzeni, feodal süreçlere oranla “adil” bir yapı olmasına rağmen, dünya bağlamı içinde, yaşanan gelişme hızını kaçıran ve ulaşılan aşamalarda hep geç kalan bir “talihsizliği” yaşamaktadır. Bundan dolayı imparatorluğu, dünya ölçeğinde ne denli heybetli olmuşsa, geç feodalizmi de o kadar zavallı olacaktır. İmparatorluğu heybetli olmuştur, çünkü diğer toplumlar üretimi artıran ve derinleştiren, bilimi, sanatı, fikri farklılaşmayı mümkün kılan bir toplumsal ilişkiyi feodal parçalanmışlık içinde var ederken, Osmanlı devasa bir savaş makinesi olarak onları ezip topraklarına el koyabiliyordu. Buna karşılık onlar niteliksel bir gelişme sağlar ve giderek bu deve karşı esneklik ve egemenlik elde ederlerken, Osmanlı, dışarıda hareket kabiliyetini yitiren, içerde güvenli bir ekonomi ve siyasal kurumlaşma yaratamayan, üstelik toprağın altından kaymakta olduğunun bilincine varamayan, hantal ve kof bir güce dönüşüyordu.

Peki, ama merkezi despotizm ile feodal beyliklerin sömürüsü arasında halk için üçüncü bir yol olamaz mıydı? Bu doğrultuda kolektivist veya halkçı çok fazla girişimin olduğunu biliyoruz. Abbasiler döneminde Karmati, Babek deneyimleri, Selçuklu’da Baba ishak, Osmanlı’da Şeyh Bedrettin, Şahkulu, Kalender Çelebi, (Anadolulu) Şah İsmail vb. ayaklanmalarla devam eden bu halk muhalefetinin alternatif bir düzen arayışı olduğunu biliyoruz. Ancak o günün nesnel koşullarında böyle bir düzen üretme şansı ne yazık ki yoktu.

Buna karşılık işaret ettiğimiz gibi bir başka gelişim olanağı mümkündü.

Eğer Osmanlı ve öncelleri, dış talan avantajı ve bunu kutsayan cihat motivasyonuyla merkezi despotik yapılar olarak kurumlaşamasaydı, tıpkı Avrupa gibi bu coğrafya da giderek üretim eksenli bir dönüşüm yaşayacaktı. Yani farklı bir yapılanma durumunda farklı bir gelişim çizgisi oluşacaktı. Aynı veya ayrı kimliklerden toplulukların birbirleriyle savaşları devam edecekti kuşkusuz. Ama bu savaşlar, Avrupa’daki gibi gelişim çizgisini etkilemeyecekti.

Özetle; Doğu toplumlarında kalkınamama, nesnel bir kader olmadığı gibi dış etken ekseninde de aydınlatılamaz. Üstelik bu sorun, niye kalkınamadığımız sorusu kadar, demokratik dinamiklerimizin niye zayıf kaldığı sorusunun da yanıtını içinde taşımaktadır.

Cumhuriyet Hafta Sonu 23-30 Haziran, 7-14 Temmuz

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, 17. Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi, Osmanlı Devletinde Gerileme

Dipnotlar

1Ayrıntılı bilgi için Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih

2A. Gevgilili, Yülıseliş ve Düşüş, s. 6

3Söylev ve Demeçler, C. 2, akt. Z. Sanhan, Bilim ve Ütopya, Sayı 59, s. 27

4Akt. Cengiz Aktar, Türkiye’nin Baıılılaştınlması, s. 134.

5 Niyazi Berkes, İkiyüzyıldır Yıldır Neden Bocalıyoruz, s. 8.

6a.g.e s.8

7 N. Berkes, age s.9

8 N. Berkes, age, s. 13.

9N. Berkes, age, s. 10

10Halil İnalcık, Osmanlı lmparatorluğıı, s. 344.

11Halil İnalcık, Age s.343.

12Halil İnalcık, Age s.347.

13Halil İnalcık, Age s.348.

Diğer Yazılar

AY CARMELA: İSPANYA İÇ SAVAŞI’NA AĞIT

Ümit ÖZDEMİR / 10.02.2025 Fakat bombalar hiç bir işe yaramaz / kalplerin attığı yerde.. Sahnede …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir