BİRLEŞİK MÜCADELE VE İKİ ÜLKE GERÇEĞİ

Mert Yıldırım 01.12.2025

Türkiye ve Kürdistan’ın sosyalist ve demokrasi hareketleri arasında ortak mücadele düşüncesi, tarih boyunca hem umut hem de çelişki kaynağı olmuştur. Bu çelişkiler yalnızca güncel taktik farklılıklardan değil; iki halkın ayrı tarihsel deneyimlerinden, siyasal önceliklerinden ve coğrafi–politik gerçekliklerinden beslenir.

Yüzyılı aşkın süredir tartışılan temel soru bugün de geçerliliğini koruyor. Ortak örgütlenme ve ortak mücadele mi yoksa ayrı örgütlenme ve ortak mücadele mi ? Bu tartışmanın kökleri 1920’lerin TKP’sine kadar uzanır.

TKP ve Kıvılcımlı İlk Tartışmalar.

TKP’nin cumhuriyetin kuruluş sürecine dair geliştirdiği yanlış tahliller, Kürt ve diğer azınlıklar meselesine de yansımış, sol içinde kalıcı bir sosyal şoven damar yaratmıştır. Bu eleştiriyi partinin merkez kadrolarından biri olan Hikmet Kıvılcımlı erken dönemde dile getirmiştir.

Kıvılcımlı, 1930’larda kaleme aldığı “İhtiyat Kuvvet: Milliyet–Şark” broşüründe TKP’nin resmi görüşlerinin tersine Kürt isyanlarını meşru görmüş, Kürdistan’ı bir “sömürge” olarak tanımlamış ve döneminin çok ötesine geçen tespitler yapmıştır. Bununla birlikte, analizinin bütünü değerlendirildiğinde sınırlılıklar da belirgindir. Ulusal sorunu esas olarak bir köylü sorunu olarak ele alması, Kürt meselesinin siyasal özünü kavramasını sınırlamıştır. Ayrıca dört parçaya bölünmüş bir ulus ve ülke gerçeğini görememiş; çözümü Misak-ı Milli sınırları içinde araması bir başka eksiklik olmuştur.

Cezaevi yıllarından sonra Kıvılcımlı bu konuya bir daha geri dönmemiş; 1970’lerin tartışmalarında da sessiz kalmıştır. Bu hem dönemin siyasal koşullarının hem de hareketin legal alana sıkışmışlığının sonucuydu. Ancak yine de tarihsel bir eksiklik olarak kaldı.

1960–70’ler: Kopuşlar ve Yeni Arayışlar

Dersim kıyımı sonrasında Kürt meselesi uzun bir sessizliğe gömüldü. 1950’lerin sonlarından itibaren hızlanan kentleşme, Batı’da okuyan Kürt gençliğinin sayısını artırdı. Kürt gençliği TİP ve DDKO çevresinde örgütlenerek yeni bir bilinçlenme süreci yarattı. 12 Mart darbesi bu yükselişi kesintiye uğratsa da Kürt devrimci kadrolar yeni arayışlarını sürdürdüler.

Aynı dönemde Türkiye solu da dönüşüm içindeydi. SSCB’nin statükocu çizgisine karşı yeni bir devrimci hat yükseliyor; Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya bu hattın önde gelen aktörleri haline geliyordu. Ancak üç ismin mücadele ve örgütlenme anlayışında olduğu gibi, Kürt ulusal sorununa yaklaşımı da farklıydı.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Kürt meselesine dair tespitleri sınırlı olsa da meseleyi görmezden gelmeyen bir yerde durdular. Deniz’in idam sehpasındaki “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” sözleri bu tavrın sembolü oldu.
Kaypakkaya ise Kemalizmi radikal biçimde eleştirerek Kürt isyanlarını meşru görmüş ve Kürtleri ayrı bir ulus olarak tanımlamıştır. Buna rağmen çözümü Misak-ı Milli içinde düşünmüş; Rusya deneyimindeki gibi farklı uluslardan proletaryanın ortak örgütlenmesini esas almıştır. Kürt coğrafyasının dört parçaya bölünmüşlüğünü “tarihsel bir haksızlık” olarak görmüş; ancak bu haksızlığın geri çevrilemeyeceğini ileri sürmüştür. Parçalar arasındaki ulusal demokratik arayışın yerine, her parçada ortak komünist örgütlenmelerden geçileceğini savunmuştur.

Mahir Çayan ise Mihri Belli ile ayrışmasında Kürt meselesini kritik bir ayrım noktası olarak öne çıkarmıştır. Mahir’in yanlış Kemalizm tahliline karşın, Belli’nin meseleyi sadece Misak-ı Milli çerçevesinde değerlendirmesini eleştirmiştir. Kürt coğrafyasının dört parçaya bölünmüş ayrı bir ülke olduğu gerçeğine işaret etmiştir. Bu tespit, dönemin Türkiye solunda istisnai bir öneme sahiptir. Çünkü ayrı ulus olduğunu görmek, kendi kaderini tayin hakkını savunmak, Kürt meselesinin özgünlüğünü açıklamaya yetmemektedir. Asıl belirleyici olan, Kürt coğrafyasının dört parçaya bölünmüş ülke gerçekliğini kavramaktan geçiyor. Mahir bunu önemli ölçüde görmüş ve vurgulamıştır. Ancak ardılları bu perspektifi derinleştirememiş; çoğu tekrar Mihri Belli çizgisine dönmüştür.

Buna karşın Çayan geleneğinden gelen bazı çevreler —Kurtuluş (Sosyalist Dergi), Devrimci Savaş, Devrimci Kurtuluş— ile Kıvılcımlı çizgisinden Yol ve Hedef dergisi çevresi, “iç sömürge” ve “ayrı ülke” tespitleriyle daha sahici değerlendirmeler geliştirmiştir.

Sonuç olarak; Kıvılcımlı, Kaypakkaya ve Çayan’ın katkıları önemli olmakla birlikte bütünlüklü bir teoriye dönüşmemiştir. Ardılları yeniden Misak-i Milli anlayışına yönelmiş ve bu da Kürt devrimcilerinin kopuş sürecini hızlandırmıştır.

Kopuş ve Ayrışma

İnkârcı yaklaşımlar karşısında Kürt devrimcileri, ayrı ülke gerçeği ve ulusal meselenin başatlığı üzerinden ayrı örgütlenmelere yöneldiler. Ancak bu yönelim hiçbir zaman ortak mücadelenin stratejik önemini reddetmedi; aksine ortak mücadelenin yeni bir zeminde yeniden kurulmasını hedefledi.

1970’lerin ortalarına gelindiğinde her iki coğrafyada devrimci hareket kitleselleşti. Ancak hem parçalı yapıları hem de iktidar alternatifi olabilecek örgütsel donanıma sahip olmamaları nedeniyle iki ülke devrimci cephesi kurulamadı. Sosyal-şovenizm, dar grupçuluk ve iktidar ufkunun sınırlılığı, 12 Eylül darbesini planlayan devlete geniş bir manevra alanı sundu.

Darbeden sonra 1982’de Kürt hareketinin ve Devrimci Yol’un da içinde olduğu “Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi” gibi girişimler olsa da kalıcı bir sonuç doğmadı; bu durum iki ülke devrimcileri arasında yeni güvensizlikler yarattı. Buna rağmen Kürt hareketi durmadı; uzun süreli direniş stratejisini örgütlemeye ve mücadeleyi Botan’dan Anadolu’ya taşımaya devam etti.

Kürt hareketi, uzun süreli direniş stratejisinin denge aşamasına kadar kolonyalist rejimin yıpranacağını öngörüyordu. Bunun sonucunda Batı’da kitle hoşnutsuzluklarının fiili bir ayaklanmaya dönüşeceği düşünülüyordu. Böylece saldırı aşamasına geçmeden birleşik bir halk ayaklanmasının mümkün olacağı hesaplanıyordu.

1990’lara gelindiğinde uzun süreli direniş stratejisinin denge aşaması büyük ölçüde gerçekleşti. Rejimin kurumsal yapıları —özellikle ordu efsanesi— ciddi şekilde yıprandı. Ancak Batı’da beklenen kitlesel halk hareketi ortaya çıkmadı. Bunun iki nedeni vardı:

1. Devletin milliyetçiliği şişirerek toplumu militarize etmesi.

2.Türkiye sosyalist hareketinin 12 Eylül yenilgisini aşamadan reel sosyalizmin çözülmesiyle moral–ideolojik çöküş yaşaması.

Kürt hareketi buna rağmen Batı’da ittifak ve cephe arayışını sürdürdü. Bir dönem kendisine bağlı kadrolarla seksiyon (DHP) örgütlenmesine girişti; fakat bu da kalıcı sonuç vermedi.

Sonuç olarak Batı, Kürt hareketi için kısmen geri cephe (kadro ve lojistik destek) oldu; ancak hiçbir zaman ileri cepheye (birleşik mücadele) dönüşmedi. Buna karşılık devlet, toplumun geniş kesimlerini milliyetçilik ve militarizmle yedekleyerek Batı’yı kendisi için “cephe gerisi” haline getirdi. Devlet için Batı geri cephe olunca, bölgede sürdürdüğü düşük yoğunluklu savaşı uzun süre devam ettirebildi.

Bunun üzerine Kürt hareketi yeni arayışlara yöneldi; sistemi reformlara zorlayan taktik adımlar atmaya başladı. 1993 ateşkesi bu arayışın bir ifadesiydi. “Kürtlere statü, Türkiye’ye demokrasi” formülü bu dönemde şekillendi. Ancak süreç iki adım ileri bir adım geri giderek ilerledi ve “pata” hali devam etti.

Tam bu tablo içinde, 1999 yılında Kenya’da yapılan uluslararası operasyon sonucunda Öcalan Türkiye’ye teslim edildi. Ardında yaşanan infialda sonuç çıkmayacağına inan Öcalan, “gerilimi düşürme” tutumunu benimsedi. Bu tutum başlangıçta şaşkınlık yaratsa da Kürt hareketi kısa süre içinde yeni sürece uyum sağlayarak gücünü korumaya devam etti.

19 Aralık Hapishane Operasyonu: Bir Başka Kırılma Anı

2000’lerin başında yaşanan çatışmasızlık hali devam ederken, rejim yeni kırılma politikalarını devreye soktu. 19 Aralık Hapishane Operasyonu, bu kırılmaların en çarpıcı olanıdır. Kürt hareketi hem söylem hem de pratikte geri çekildiği bir zamanda yirmi hapishaneye eşzamanlı baskın düzenlendi. Onlarca devrimci tutsak katledildi, yüzlercesi yaralandı.

Devlet bu operasyon sırasında Kürt siyasi tutsaklarını kapsam dışı tutarak birleşik mücadelede yeni bir ayrışma yarattı. “Bu operasyon sizi kapsamıyor” mesajı ve “sürecin nazikliği” Kürt hareketinin nötr pozisyonda kalmasına yol açtı. Böylece Türkiye solu 12 Eylül’den sonra ikinci büyük darbeyi alırken, birleşik mücadele derin bir yara aldı.

Türkiye sol-sosyalist hareketi ağır bir yenilgi alırken, F tipi hücre sistemi kısa süre içinde Kürt tutsaklarını da kapsamaya başladı. Tüm hapishaneler hücre tipi yapılara dönüştürüldü. Böylece 19 Aralık Hapishane operasyonları hem bir kırılma hem de kapsamlı bir yenilgiye yol açtı.

Türkiye sol-sosyalist hareketi bu yenilginin tüm ağırlığını yaşamaya devam ederken, Kürt hareketi yeni siyasi, askeri ve örgütsel enstrümanları devreye sokarak gücünü korumaya ve büyütmeye devam etti. Bunun sonucu olarak önce Oslo görüşmeleri, ardından 2013’te yeni müzakere süreçleri gelişti. Görece ılıman bir siyasal iklim ortaya çıktı. Kürt hareketi, benimsediği yeni dönem programı gereği birleşik mücadele kanallarını açmak için çalışmalara girişti. Bunun sonucu önce HDK, sonra HDP kuruldu. Tam bu siyasal atmosferde Gezi Direnişi yaşandı.

Gezi: Hem Direniş Hem de Kırılma

2013–2015 çözüm süreci, Türkiye tarihinin en büyük toplumsal eylemi olan Gezi Direnişi’yle kesişti. Direniş, müzakere sürecinin yarattığı nispi özgürlük atmosferinin de bir sonucuydu. Ancak Kürt hareketinin kaygılı ve temkinli tutumu–sonucu belirlemese de moral açıdan negatif bir sonuç yarattı.

Kürt hareketi aktif katılsaydı direniş daha da büyür müydü, yoksa kriminalize edilerek daha kolay bastırılır mıydı? Bu tartışma hâlâ sürüyor.

Benzer bir tablo 2024 sonrası yeniden ortaya çıktı. Müzakere süreci başlar başlamaz Esenyurt Belediyesi’ne ve muhalif basına operasyonlar yapıldı. İmamoğlu dahil birçok yerel yönetici hedef alındı. Muhalefete yönelik bu operasyonlar sürerken, Kürtler “kapsam dışı” tutuldu. Tıpkı 19 Aralık’ta olduğu gibi.

İki Ülke, İki Halk Gerçeği

Kürt halkı dört parçaya bölünmüş bir coğrafyada yaşıyor. İç sömürge statüsü, farklı güvenlik kaygıları ve ulusal–demokratik talepler siyasi önceliklerin belirleyici unsurlarıdır. Bu durum yalnızca tarihsel bir bölünmüşlüğün sonucu değil; aynı zamanda farklı egemenlik rejimlerinin Kürt toplumsallığını sürekli yeniden şekillendirmesiyle oluşan çok katmanlı bir siyasal alandır. Bu nedenle Kürt siyasal hareketi, klasik ulusal hareket profilinden farklı olarak bölgesel koşullarını dikkate alan demokratik ve çoğulcu bir siyasal niteliğe sahiptir

Türkiye sol-sosyalist hareketi açısından ise sınıfsal çelişkiler ve rejim karşıtı demokrasi mücadelesi ön plandadır

2011’den itibaren Rojava, Kürt hareketinin stratejik ve öncelikli bir alanına dönüşmüş durumda. 2013–2015 çözüm süreci de bu yeni bölgesel denge üzerinde başladı ve yine bu zemin üzerinde sonlandı. Daha sonra —kent direnişleri dahil— benimsenen birçok taktik ve örgütsel hamle de esas olarak Rojava’daki statünün varlığı veya tehdit altında olması üzerinden şekillendi. Rojava deneyimi, Kürt hareketinin siyasal tahayyülünü yalnızca ulusal-demokratik talepler açısından değil, aynı zamanda bölgesel bir model, bir siyaset anlayışı açısından da bir laboratuvar oldu.

.2011’den itibaren Rojava, Kürt hareketinin stratejik ve öncelikli bir alanına dönüşmüş durumda. 2013–2015 çözüm süreci de bu yeni bölgesel denge üzerinde başladı ve yine bu zemin üzerinde sonlandı. Daha sonra —kent direnişleri dahil— benimsenen birçok taktik ve örgütsel hamle de esas olarak Rojava’daki statünün varlığı veya tehdit altında olması üzerinden şekillendi. Rojava deneyimi, Kürt hareketinin siyasal tahayyülünü yalnızca ulusal-demokratik talepler açısından değil, aynı zamanda bölgesel bir model, bir siyaset anlayışı açısından da bir laboratuvar oldu.

2024’te başlayan yeni müzakere sürecinin temel motivasyonu da geniş anlamda bölgesel konjonktür, dar anlamda ise Rojava’nın geleceğidir. Ancak bu durum Türkiye demokratik kamuoyu tarafından yeterince kavranmış değildir. Türkiye’de demokratik kamuoyunun temel önceliği “Saray rejiminin tasfiyesi” iken, Kürt kamuoyunun öncelikleri bunun çok ötesine uzanır. Çünkü Kürt meselesi mevcut iktidarla başlamış bir kriz değil; yüz yılı aşan, hatta iki yüzyıllık bir tarihsel-siyasal sorundur.

Bu farklı tarihsel süreklilikler, ülke gerçekliklerin ve önceliklerin yaşanması, birleşik mücadelede zaman zaman yanlış okumalara, güvensizliklere ve gerilimlere yol açmaktadır. Oysa ortak mücadele için önce bu tarihsel farklılıkların ve önceliklerin açık biçimde tanınması gerekiyor.

Devrimci Paradigmadan Demokrat Paradigmaya

Kürt hareketinin son yirmi yılda benimsediği yeni paradigma, klasik devrimci-ulusal çizgiden farklı olarak, ulusal demoktatik talepleri toplumsal dönüşüm ve demokratik mekanizmalar üzerinden inşa etmeyi hedefler. “Demokratik Ulus” ve “Radikal Demokrasi” bu yaklaşımın kavramsal çerçevesini oluşturur. Bu paradigma yıkımı değil dönüşümü, ayrışmayı değil çoğul ortaklığı esas alır ve siyasal alanı çoklu bir çerçevede tanımlar. Buna göre siyaset çelişkilerin tamamen yok edilebileceği bir alan değil; farklı öznelerin birbirini meşru görerek rekabet ettiği bir mücadele zeminidir.

Bu yaklaşımın iki temel niteliği vardır:

1.Kürt meselesini daha geniş bir demokratikleşme programı içinde çözmeyi hedeflemesi. Bu yaklaşım, ulusal taleplerin ancak bütünlüklü bir demokratik dönüşümü güvence altına alınabileceği varsayımına dayanır.

2. Mücadele biçiminde determinist, örgütlenme modeli yataydır. Bu yaklaşımın önerdiği mücadele çizgisi, Gramsci’nin “mevzi savaşı” stratejisiyle uyumludur: uzun soluklu, kültürel ve siyasal alanların dönüşümüne dayanan bir hegemonya mücadelesidir. Geniş katılımcılık ve toplum kesimleri arasında karşılıklı dayanışmayı esas alır. Buda, Hardt ve Negri’nin “çokluk” kavramına benzer şekilde, siyasal dinamiği/özneyi tek bir merkezde toplanmış hiyerarşik bir güç olarak değil; farklı toplumsal kesimlerin birlikte hareket eden, çoğulcu ve esnek bir bileşimi hedefler. Böylece siyasal dönüşümün yalnızca merkez güç yapılarla değil, tabandaki farklı aktörlerin ortak eylemiyle gerçekleşebileceği fikrini güçlendirir.

Bütünlüklü bir demokratik program, bu programdan çıkarı olan tüm toplumsal kesimlerle ortak örgütlenmeyi ve birleşik mücadeleyi zorunlu kılar. Bu nedenle stratejik ittifak güçleri Batı’da sol-sosyalist ve demokratik çevreler; Kürt coğrafyasında ise ulusal-demokratik toplumsal çevrelerdir. Bu denklem, hegemonik bir merkez yaratmaktan çok, farklı dinamikler arasında karşılıklı çıkarları inşa etmeyi hedefler.

Ancak Rojava’da ortaya çıkan statü, devletin sert militarist politikaları ve Kürt hareketinin tarihsel örgütsel alışkanlıkları yatay örgütlenmenin kurumsallaşmasını güçleştirmiştir. Bir yanda demokratik paradigma; diğer yanda volantarist mücadele ve hiyerarşik örgüt yapısı, eklektik ve gerilimli bir pratik doğurmuştur. Bu gerilim, yeni demokratik siyaset anlayışıyla klasik devrimci örgüt formu arasındaki çelişkiye işaret ederBu

Bu çelişki sonucu 2015’teki kent isyanları stratejik önemde taktik bir yenilgiye dönüştü. Kentler yıkıldı, yüzlerce insan yaşamını yitirdi; isyan bölgesel bir yaygınlık kazanmadı, Batı’da güçlü bir dayanışma ortaya çıkmadı ve uluslararası tepki sınırlı kaldı. Bu durum, Kürt coğrafyasında etkileri uzun olabilecek tarihsel bir kırılmaya yol açtı. Demokratik paradigmaya geçişi hem örgütsel hem toplumsal düzeyde daha karmaşık hale getirdi.

Bu tablo iki temel soruyu gündeme getiriyor:

1. İki ayrı ülke gerçekliğine dayanarak: Ayrı örgütlenme–ortak mücadele mi? Yoksa ortak örgütlenme–ortak mücadele mi? Bu soru, aslında tek merkezli birlik mi yoksa çoğul ortaklık mı sorusudur.

2. Demokratik programın somutlaşması determinist bir çalışma tarzıyla mı, yoksa volantarist bir mücadele tarzıyla mı ilerleyecek? Bu da klasik devrimci özne anlayışı ile demokratik ve çoğulcu özne anlayışı arasındaki gerilimi yansıtır.

Bu iki soruya ne Türkiye sol-sosyalist hareketi ne de Kürt hareketi bugüne kadar tutarlı ve net bir yanıt üretebilmiş değil.

HDP: Bir Deneyimin Sınırları

HDP, ortak örgütlenmenin ve birleşik mücadelenin en ileri örneği olmakla birlikte kuruluşundan beri önemli muğlaklıklar taşımıştır. Bu muğlaklıkların önemli bir nedeni, partinin bileşen partisi mi? Seçim partisi mi? Yoksa organik bir parti mi olacağına dair belirsizlikten kaynaklanmıştır:

HDP programatik olarak organik bir partiydi; ancak pratikte çoğu zaman bir bileşen partisi gibi işledi, bazı dönemlerde ise bir seçim koalisyonuna dönüştü. Kürt hareketi parti içinde bütün ağırlığıyla yer alırken, Türkiye solu çoğunlukla temsili düzeyde yer aldı. Böylece teorik olarak stratejik birlik olması gereken şey, pratikte taktik bir işbirliğine dönüştü.

Bu durum karşılıklı aşınma yarattı: Kürt halkı stratejik birlik fikrinin içinin boşaldığını düşündü; Türkiye sosyalist hareketi ise temsil siyasetinin cazibesiyle sokağı ikinci plana itti ve giderek marjinalleşti. Bu iki yönlü aşınma, karşı hegemonyanın ve çoğulculuğun kurumsallaşması açısından önemli bir kırılma yarattı.

Oysa benimsenen paradigma birleşik mücadeleyi zorunlu kılar; çünkü bu perspektif Kürt ulusal-demokratik taleplerinin hayata geçmesini Türkiye’nin demokratik dönüşümüne, Türkiye’nin demokratik dönüşümünü ise Kürt meselesinin asgari çözümüne bağlar. Bu iki hattın arasında kopmaz bir diyalektik ilişki kurar.

Bu nedenle ortak örgütlenme güç olsa da ortak mücadele tarihsel ve siyasal bir zorunluluktur.

Sonuç

Bugün yaşanan sorun yalnızca ittifak modellerinin teknik eksiklikleri değildir. Asıl sorun, yeni paradigmanın kurumsal karşılığının üretilememesi; demokratik ulus ve radikal demokrasi perspektifinin örgütsel, siyasal ve toplumsal düzeyde kurumsallaşamamasıdır. Bu kurumsallaşamama, parçalı ve hegemonik bir birlik ile çoğulcu-syasal bir ortaklık arasındaki teorik gerilimin çözülememesinden de kaynaklanmaktadır.

Demokratik bir gelecek ancak yataylık, karşılıklılık ve çoğulculuk ilkelerinin kurumsallaşmasıyla mümkün olabilir. Bu ilkeler, çoklu bir siyasal alanın en temel yapı taşlarıdır.

Ne Kürt hareketi hegemonik bir özne olarak ilerleyebilir, ne de Türkiye sol-sosyalist hareketi Kürt özgürlük mücadelesini görmezden gelerek yol alabilir.

Birleşik mücadele yalnızca tarihsel bir zorunluluk değil; değişen toplumsal sosyolojinin de gereğidir. Bu zemin, güç ve oy hesaplarına değil; eşitlikçi, çoğulcu ve karşılıklı tanımaya dayalı bir siyasal ortaklaşma iradesine yaslanmalıdır.

 

Diğer Yazılar

KİTAP TANITIMI: FİKRİMİN İNCE GÜLÜ: KOMÜNİST AYDINLANMA

(Yazarımız Mahir Konuk’un önümüzdeki hafta El Yayınları arasından çıkacak olan yeni kitabının tanıtım yazısı) “Hem …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir