Mert Yıldırım / 09.03.2025
İkinci paylaşım savaşı insanlık tarihinin en büyük savaşıdır. Aynı zamanda en büyük barışın yaşandığı bir dönemdir.
Hitler faşizminin Polonya’yı işgal ettiği ve tarihin en büyük savaşının başladığı 1 Eylül günü daha sonra “Dünya Barış Günü” ilan edilmiştir.
İkinci paylaşım savaşında yaklaşık 60 milyon insanın hayatını kaybettiği bilinir, ama hayatını kaybedenlerin yarısına yakınının SSCB’nin askeri ve vatandaşı olduğu çoğu zaman unutulur.
İkinci dünya savaşının bir paylaşım savaşı olduğu kadar esas amaçlardan birinin Sovyet Sosyalizmini hedefleyen bir savaş olduğunu sadece anti kapitalistler ve namuslu tarihçiler bilir. “Hür dünyanın öncüsü olduğu” iddia edilen ABD ve Batı ülkelerinin Sovyet sosyalizmini yıkmak için Hitler Almanyasının önünü açtığını gören SSCB zaman kazanmak için Hitler Almanyası ile barış anlaşması yapmıştı. Bu anlaşma sonucu Hitler ordusu rotasını değiştirip, Avrupa’yı işgal ederken, Sovyetler her alanda hazırlıklara girişti. Üç yıl aradan sonra Hitler ordusu Sovyetlere saldırdığında Kızıl Ordu ve Sovyet partizanları daha hazırlıklıydı.
Faşist Alman ordusu Stalingrad eteklerinde bozguna uğramaya başlayınca ABD ve Batı ülkeleri devreye girmeye başlamıştı. Sovyetlerle ittifak yaparak faşizmin yenilmesinde kendisine pay çıkarmış ve “zafere ortak” olmuştu. Daha sonraki yıllarda Hollywood filmleri aracılığıyla bu gerçek çarpıtılmış ve SSCB’nin faşizmi yenen belirleyici rolü yok sayılmıştı.
ABD ve Batı Avrupa ülkeleri, SSCB ile ittifak yaparak sadece zafere ortak olmadılar. Yalta konferansı ve Yüzdeler anlaşması sonucu devrimci durumun olduğu bir çok ülke kaderine terk edilmişti. Devrimci durumun olgun olduğu ülkelerin başında Yunanistan geliyordu. Yunanistan Komünist Partisi, Sosyalist anavatanın (SSCB’nin) önceliği nedeniyle devrim meydanlarını terk etmeye zorlanmıştı.
Yugoslavya ve Çin devrimleri Komintern’in taleplerine ve uluslararası stratejisine rağmen muzaffer olmuştu.
Yüz üstü bırakılanlardan biri de Mahabat Kürt Cumhuriyetiydi. Ayni akıbeti Azerbaycan cumhuriyeti de yaşamıştı.
Stalin, Churchill ve Roosevelt arasında yapılan barış görüşmelerinde kim kazandı? Kim kaybetti? Bu halen tartışılıyor.
O dönemde, yani ikinci paylaşım savaşından sonra dünyanın dörtte biri sosyalist sisteme dahil olmuştu. Ama bu tabloda birinci derecede pay sahibi olan SSCB çok önemli sayıda kadrosunu kaybetmişti. SSCB’nin alt ve üst yapısı büyük ölçüde harap olmuşken bu durumda “sürekli devrim” demenin koşulları yoktu. Bu nedenle bir çok ülke devrimi kaderine terk edilmişti.
Kendi kaderini tayin etmek isteyen Çin ve Yugoslavya gibi ülkeler herşeye rağmen muzaffer olurken, iç dinamikleri zayıf olan Mahabat Kürt cumhuriyeti ve Azerbaycan (İran Azerbaycan’ı) cumhuriyeti, özgücüne güvenmeyen Yunanistan devrimi yenilmişti.
Dolayısıyla daha sonraki tarihlerde bütün bunların nedenlerini o dönemde yapılmış olan barış anlaşmalarına bağlanması doğru değildir.
O dönemde yanlış olan barış görüşmeleri ve anlaşmaları değil, daha sonraki yıllarda barışın ebedi olduğunun teorize edilmesiydi. “Emperyalizm ile barış içinde bir arada yaşamanın” mümkün olduğuna inanılmasıydı.
Ama Çin ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi 1960’lardan sonra izlenen “Barış içinde bir arada yaşama” stratejisine uymayan ve ihtilal bayrağını çeken Küba ve Vietnam gibi ülkeler hem dünyada yeni isyan dalgalarına yol açtılar hem de devrimin ilerleyen günlerinde SSCB’nin destek vermesine yol açtılar.
Savaş ve Siyaset!
Alman askeri uzman Clausewitz, “Savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi” olduğunu söylerken, siyasetin en sert ve kanlı biçimini tarif etmişti.
Barış ise hem savaşın karşıtı hem de onun bir devamıdır.
Dolayısıyla savaşın olmadığı yerde barıştan söz edilmez. Eğer bir yerde barıştan söz ediliyorsa orada çatışma ve savaş var demektir.
Barış tıpkı savaş gibi siyasetin bir biçimidir. Savaş siyasetin kanlı yüzü iken barış siyasetin yumuşak ve gülen yüzüdür.
Siyasetin birden çok biçimleri bulunmaktadır. Bu anlamda hiç bir şey siyaset üstü değildir.
Üç temel barış biçimi bulunmaktadır. Birincisi, savaşa mola vermek ve zaman kazanmaktır. İkincisi, belli hakların kazanılması sonucu yaşanır. Üçüncüsü, savaşın başlangıç nedenlerinin ortadan kalkmasıyla gerçekleşir. Birincisi ve ikincisi geçicidir. Üçüncüsü ise göreceli olarak daha uzun sürelidir.
Taraflar savaşlarda olduğu gibi barış zamanlarında da kazanmak için hamleler yaparlar. Savaşlarda kaybeden taraflar olduğu gibi barış zamanlarında da kaybeden, hatta yenilen taraflar olur. Bu anlamda “Barışta kaybeden olmaz” söylemi soyut bir söylemdir. Ama buna rağmen barış görüşmeleri ve barışın kendisi önsel olarak red edilemez.
Elbette barış, savaşanlar ve güç olgusu haline gelenler arasında yaşanır. Savaşan bir taraf değilseniz ve güç dengeleri içinde yer almıyorsanız kimse sizinle barışı konuşmaz.
“