Mahir Konuk / 08.04.2024
Olaya yaklaşım sorunları…
Ezbere ve boşuna konuşmuyoruz; iman edenlere boşluğa konuşmadığımız gibi. Düşündüklerimiz ve söylediklerimiz birer olgu olarak ortada ve kayıt altında. Bundan sonra söyleyeceklerimiz de öyle olacak ve biz yeni şeyler ileri sürmeden, önceden söylediklerimiz ile, oluş sürecinde ortaya çıkan yeni olgular önünde imtihan olacağız. Her daim, hem de! Bilinmelidir ki, kendi köşesinde hayallere dalan bir “mistik” olmadığımız gibi, oluşun olgularını kurgulanmış metafizik düşüncelere hapsetmekle ömür geçiren “insan-ı kamil” birisi de değiliz. Bir yazar olmaktan çok öte, bir gözlemciyiz, biz; “düşünsel aklın” etrafa saçıp iman beklediği bir yolda değil ama doğrudan olguların içine girerek onların akıllarını takibe çalışırız: “İçine girerek” yani onları oluşturan dinamiği arayarak; yoksa ahmaklar gibi kurgu mahsulü tezgahlanmış olgular serisini takip ederek, onu “gerçek” olarak görüp göstererek değil… O kadar ki, biri çıkıp ta “Hayır, siz başka bir şey değil, bir gözlemcisiniz” derse, bundan, insanlığın yolunu takipte olduğumuzu çıkararak onur duyarız…
Bu yazıda, uzunca sayılacak bir zamandan beri gözlem alanımıza giren siyasi “seçimler” konusuna geri döneceğiz. Çevremizdeki birkaç kişinin ısrarlarına uyarak başladık, bu önemli alandaki görüşlerimizi yazıya dökmeye. 2018’den beri gözlem sahamızı oluşturan Türkiye ve Fransa’daki önemli görülen seçimlerin dinamiklerini belirlemeye çalışıp yazıya dökerek “Yazı Portal” da yayınladık. Bu görünümlerin bize düşündüklerini öğrenmek isteyenler “Yazı Portal”ın arşivine bir göz atabilirse gerekli malzemeye ulaşabileceklerdir. Elinizdeki yazı, evvelce yayınlanan düşüncelere onlarla hesaplaşmak üzere geri dönse de, 31 Mart 2024 yerel seçimleriyle ilgili aldığımız, birkaç noktada yoğunlaşan notlarla sınırlı kalacaktır.
Söz konusu olan kimin “başarısı”dır?
Bir önceki yerel seçimlerden sonra, “büyük başarı” –eğer bu bir başarı ise- olarak nitelenen İstanbul sonuçlarını sorgulamak üzere kaleme aldığımız “Her şek çok güzel olacak, neyin adıdır?”1 başlıklı yazımızda vardığımız sonuçların bugüne dönük bir hülasasını yaparak işe başlayalım:
1) Uzunca bir süredir sermayenin güdümünde ve Devletin bütün imkanları seferber ederek ayakta durmayı başaran dinci ama “liberal faşist” nitelikli iktidara karşı kazanılan bu göreceli seçim başarısı, ülkede iki başlı bir muhalefetin var olduğuna da işaret etmektedir: Geniş emekçi halk kitlelerinin seferber olarak bağımsız bir güç gibi sivrildiği “toplumsal muhalefet”, diğer taraftan sermayenin belirlediği yerleşik düzen içinde ve onun bekası için hareket eden “sahte muhalefet” veya “kurumsal muhalefet”.
2) Bu seçim başarısı “emekçi halk muhalefeti”nin harekete geçmesiyle elde edilen bir başarı oldu. Bu harekete geçişi sembolleştiren önerme, kurumsal muhalefetin adayının seçim otobüsüne “HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK!” diye haykırarak güç ve her şeyden önce yok edilmeye başlanan “gelecek” aktaran genç çocuğun sözleri oldu. Onun bu şiarına “mal bulmuş mağribi” gibi sarılarak kendi kariyeri için sermaye yapan aday ise, siyasi iktidarın bütün engelleme çalışmalarına rağmen seçilebildi. Başarıya imza atan yeni tipteki “toplumsal muhalefet”-“kurumsal muhalefet” ilişkisi, aslında çaresiz kalan “kurumsal” olanın, her zaman var olma mücadelesi verdiği için güçlü kalmayı başaran “toplumsal” olana eğile büküle yaklaşmasını da gösteriyordu. Bu yakınlaşmayı “devrimci gelenek” ile bağlarını bütünüyle koparmamış olduğundan diğerlerinin girmeye bile korktuğu emekçi varoşlarında kapı kapı dolaşan bir kadın oldu: C. Kaftancıoğlu ve ekibi. Bu kadının son başarıdan sonra çekilen “aile fotoğraflarında” gösterilmeyip adeta unutturulmaya çalışılması da bugüne dönük temelli bir soru işareti olarak kalmaktadır. Siyaset ve toplum mühendisliğinden başka bir şey bilmeyen bütün TV akademisyenleri ve “medyatörler” gibi, başarının anahtarını elinde tuttuğunu sanan ve söylediği en samimi ve söz “benim gençliğim var” olan mirasyedi başkanın, önceki seçimde diline pelesenk olan “Her şey çok güzel olacak” sloganını bu seçimlerde sıklıkla tekrarladığına şahit olmadığımız gibi, emekçi halkın yoğun olarak yaşadığı ilçe ve mahallerde, yerleşik siyasi iktidarın sembolü olan “tesbih ve seccade” dağıttığını da öğrenmiş bulunmaktayız.
3) 2019’a tarihlenen ilk seçimin getirdiği başarının gerçek öznesi konumunda olan emekçi halk kitleleri, 2013 Haziran ayaklanmasıyla hem yerleşik düzene isyanını ve hem de kurumsal sahte muhalif görünenler karşısında kendi görece bağımsızlığını zaten ilan etmeye az sayılamayacak bir süreden beri başlamış bulunmaktaydı. Aynı zamanda yerden mantar biter gibi bütün ülkede aniden toprağına kavuşmuş dağ laleleri gibi biten “Gezi Forumları” bize, insan tabiatı ile bütünleşmiş olan emekçi halk muhalefetinin “çıkış hattını” gösteren ince zekasını sergilediği oranda “doğrudan demokrasiyi”, yani kendine en uygun toplumsal örgütlenme ve iktidar sahibi olma biçimini de müjdelemektedir. Sahte muhalifleri geçici bir şekilde de olsa, bu toplumsal güç ve zeka karşısında yerlere kadar eğdirerek sahiplendiren, “gelecek zamanı” temsil eden bu zeka ve güç gösterisi olmuştur.
4) Emeğe dair “toplumsal” olan ile, sermaye düzenine dair “kurumsal” olan arasındaki kopmanın bir tezahürü olarak siyasi muhalefetteki bu ayrılma; artık, toplum ve insanlık için bir “karadeliğe” dönüşen kapitalist sistemin çöküş süreciyle belirginleşen bir parçalanmanın sonucunda ortaya çıkmış görünmektedir. Bu bütün insanlığın paylaştığı belirleyici neden, çalışan bireylerin kapitalist sisteme toplumsal entegrasyonunu ortadan kaldırdığından, birey ve toplum ve -yukarıda göstermeye çalıştığımız üzere- toplumla devlet yapılanması arasında karşılaştığımız kopuşa da karşı gelmektedir.
Bir önceki seçimlerden sonra yaptığımız bu genellemelerin bize, bir seçim başarısının özneleri ile bu öznelerin ürünlerine çöken düzen erbabı arasındaki bir kopmanın ortaya çıktığını ve her seçimden sonra nihayetinde emek ve sermaye çelişkisine geri götürülebilecek olan bu kopuşun ülkenin ve dünyanın siyasi geleceğini belirleyeceğine işaret etmektedir. O halde yukarıdaki çıkarımlardan hareketle, sondan başa doğru ilerleyerek 2024 seçimlerinin deneylerini sorgulamaya çalışalım.
Geleceğe doğru bir adım daha ileriye…
Her şeyden önce okuyucunun şunu bilmesini isteriz: Seçimlerin sonuçlarının irdelenmesini yaparak, yerleşik burjuva düzenin temel taşlarından birisi olan “parlamenterist temsiliyet” sistemi ve onun araçlarından sadece birisi olan çeşitli kademedeki seçimleri (ama genel olarak seçme veya bir seçim yapmak değil!) başta emekçi halk kitleleri olmak üzere insanlığı kurtuluşa götüren biricik yol veya birlikte yaşamanın her türlüsünün arkasında bulunan katılımcılığın (entegrasyon) tek yolu değildir. Biz, sermaye düzeni altında yapılan bütün “seçimlerin” sadece tek bir amacı yani yerleşik düzenin sürdürülmesi amacını taşıdığını, bu yüzden değişimin değil ama değişmezliğin sürdürülmesini amaçladığı oranda da “demokrasinin” değil ama burjuva diktatörlüğünü temsil ettiğini düşünmekteyiz. Diğer bir biçimde ifade edersek, burjuva sınıf diktatörlüğünün tecelli edici mercii olan seçimler, her durumda bir sınıf diktatörlüğünün sürdürülmesini amaçladığı oranda, topyekun bütün yaşam alanlarına yayılmış doğrudan bir demokrasinin sahip olduğu katılımcı-paylaşımcı özelliklerine sahip değildir. Kaldı ki, “burjuva diktatörlüğünün” kapitalist sistemin bir karadeliğe dönüşmesiyle birlikte liberal faşist bir diktatörlüğe dönüştüğü günümüzde, olup biteni henüz anlamamış ama sadece sermaye düzeni karşısında “imanı bütün” olan akademisyen veya düşünürler de, artık neoliberal düzen erbabı güruh tarafından ortalığı velveleye veren seçimlere dayalı “burjuva demokrasisini” sorgulamaya başlamış bulunmaktadır. Bu sorgulamayı yürütenlerden bir kısmı küresel gestaponun sözcüleri tarafından “seçimlerin gereksizliğini” savunacak kadar gemi azıya alırken, diğer taraftan sermaye ile “Katolik nikahı” kıymış olan iman sahibi “sahte muhalif güruh” da “toplumsal kurumların” da sözüm ona demokratik bir işleyişe sahip olması gerektiğini –ki bu bir varsayım şeklinde de olsa liberal faşist diktatörlüğün utangaç bir şekilde kabulünden başka bir şey değildir- savunmaya başlamışlardır.
Her türlü yanlış anlamayı uzaklaştırmak üzere gerekli olan bu açıklamayı yaptıktan sonra, asıl alanımız olan sahaya, yani seçim ortamında olup bitenleri derinliğine gözlemleyip anlamaya çalışmaya geri dönebiliriz. Ancak, 31 Mart seçimini ele almadan önce, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçiminde biraz soluklanmamız ve bugüne dönük bir anlama ve anlamlandırma çalışması yapmamız gerekecek. Bizim bu seçimlerle ilgili olarak Yazı Portal’da yayınlanmış Mayıs 2024 tarihli “İki seçim arasından notlar…” başlıklı ilk değerlendirmeleri içeren bir yazımız da bulunmaktadır. Bu çalışmamızda, özet olarak, elde edilen “başarısızlığın” -eğer bu gerçekten bir başarısızlık ise- nedeninin gösterilmeye çalışıldığı gibi “kamuoyu araştırmacılarının beceriksizliği veya oluşturulan ortak adayın mezhepsel veya etnik köken uyuşmazlığını olmadığını belirtmiştik. Sorunun kaynağı, kurumsal ve sahte muhalefetin halkın özlem ve beklentilerine uygun bir mücadele örneğini bir kere daha gösterememesi ve hatta nesnel olarak kazandığı kesin görünen bir seçimi, kendi “düzen erbabı” tabiatına uygun bir şekilde dinci-liberal faşist ittifakına hediye etmiş olmasıdır.
Emekçi halk kitleleri ile kendi arasına sınıfsal duvarlar örerek var olmayı kendi siyaset yapma biçiminin temeli olarak kurumsal ve sahte olan muhalif kesim, Fransa gibi dünyanın bütün ülkelerinde, seçimlerde “sol” adına elde edilen başarısızlıkların biricik mimarıdır. Şöyle ki; sosyal demokrat ve karşı devrimci düzen erbabları olan sahte muhalifler, 2019’da 14-15 yaşındaki halktan bir çocuğun sözlerindeki büyüleyici güce sahip olduklarında kariyer ve her türlü çıkarları için kullanabileceklerini deneyleriyle tespit etmemişler miydi? O halde toplumsal olan her türlü ideolojik ve siyasi gücü elinde bulunduran en geniş emekçi halk kitleleriyle birleşmek gerekiyordu. Ancak bu iş için kolları sıvadıklarında, bu “halka dönüşü” kendi sınıfsal tabiatları ve meşreplerine göre gerçekleştirmeye çabaladılar. “Altılı Masa”; işte bu çabanın sonucunda bütün kurumsal ve ama sahte olduğu bir müddet sonra anlaşılan muhaliflerin oluşturduğu koalisyon, ancak emekçilerin yani hayatı sürekli olarak yeniden üretenlerin oluşturabileceği oluşturabileceği organik birlik yerine, neoliberal safsatanın yıllardır savunuculuğunu yaptığı ülkedeki bütün dini-mezhebi ve etnik grupların aritmetik bir toplamını yapma düşüncesi bulunmaktadır. Bunu yaparken “sol” tüyler takan karşı devrimci “sosyal demokrat” muhalefetin amacı, her şeyden önce emekçi halk kitleleriyle sahte muhalefet arasındaki sınıf ayırımı çizgisini daha da belirgin hale getirerek bir taraftan şefaat dilendiği “Londra’nın tefeci bankerlerin” güvenini kazanmak, diğer taraftan da asli görevi olan sermaye egemenliği düzeni için gerçek halk muhalefetini dizginlemeye çalışmak işlevini yerine getirmekteydi.
Emekçi halkın enerjisini ve mücadele gücünü çalma operasyonun başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz? Eğer öyle olsaydı, taraflardan birisinin oyunbozanlık yaparak, olası bir seçim başarısının amacını aşarak ve kurumsal yapılarca tespit edilen sınırlardan taşmasının önüne geçmesi olayına şahit olur muyduk? Altılı masanın kurumsal taraflarının, kendilerini emekçi halkın gözünde geçerli ve “aslına uygun” hale getirmek üzere sergiledikleri “aile saadeti” fotoğraflarının, mizanseni düzenleyenlerin beklentilerinin çok üzerine geçmeye başlamıştı. Emek-sermaye çelişkisinin üzerinde yükselen emekçi halkın doğal ve kendiliğinden ittifakının, Türkiye’deki “karşı devrim” tarafından itinalı bir mühendislikle organize edilmiş olan din-mezhep veya etnik ve milli meseleye dayalı çelişkilerinin yerini alabilecek düzeye ulaşmakta olduğunun hissedilmesi sadece aritmetik bir birliktelik amaçlayanlar için hesapta olmayan bir meseleydi.
Bütün bu engelleme çalışmalarına rağmen bizce elde edilen olumsuz sonuç, gerçekte duruma uygun olarak elde edilen değil, ama sadece “ilan edilen” bir sonuç olmuştur. Bizim “gerçek” olarak kabul edebileceğimiz sonuç, Türkiye’nin en eski sosyologlarından olan ve aynı meslekten olmamıza rağmen diğer yandan aramızda kesin anlayış farkı bulunan E. Kongar’ın deyimiyle, 31 Mart seçimlerinde ilan edilmiş sonuç, bir yıl önce başkanlık seçimi için duruma uygun olarak ilan edilmesi gereken seçim sonucu olmuş olması gerekti.
Gözlemleyebildiğimiz ve bu döneme ait olan, gerçek amacına ters ama halkın beklentilerine karşı gelen ve Türkiye’nin toplumsal yapılanmasına damgasını vuran bir özelliğini yeniden uyandıran bir olayı vurgulamamız gerekmektedir. Bu olayın sahnesi, devrilen masaya ve yapılan bir sürü burjuva adabına dahi sokulamayacak atraksiyondan sonra, “Sivas Katliamı” olarak bilinen halka karşı hunharca işlenen bir insanlık suçu içine dahil edilmiş bir parti başkanının, “mağdur” tarafın içine dahil edilebilecek olan bir diğer parti başkanını, Cumhurbaşkanı adayı ilan ettiği parti binasının önüdür. Kurumsal muhalefet erbabınca aritmetik bir değeri olan emekçi halkın bakış ve dikkatini “altılı masa” üzerine çekmeyi amaçlıyordu aslında bu mizansen. Ama yarattığı etki, yani olayı emekçiler tarafında okunması beklentilerin ötesine geçmesi gibi düzen için çok tehlikeli bir durum da yaratmıştı. Bu bağlamda kimse, Türkiye’deki hakim sınıfların, ülkenin toplumsal düzeninin yani ülkenin derin toplumsallığının Şeyh Bedrettin isyandan miras kaldığını, bu ülke insanlarının yıllarca Devletsiz yaşayabildiğini ama asla “toplumsuz” yaşamayacağını bildiğini akıldan çıkarmamalıdır…
Geleceğin yönünü “yol ayrımı” belirleyecektir
Önemli gördüğümüz hatırlatma ve vurgulamalardan sonra 31 Mart seçimlerinin derinliğine anlaşılması üzerinde yoğunlaşmamızın önünde engel kalmadı demektir. İrdelemeye, bir emekçi halk hareketinin mahsulü olan sonucu hazırlayan şartları tespit ederek başlayalım:
1)Sanırız, kapitalist sistemin bir karadeliğe dönüşmüş olduğu ve sermayenin geçmişte olduğu gibi maddi gerçekliği temsil eden insan hayatını değil2 ama kendi başına sadece kurgusal bir gerçekliğe sahip para üzerinden ölümü toplumsallaştırarak ancak bir süre daha var olabileceği olgularının siyasi olayları karşıt bir biçimde yönlendirdiği konusu artık anlaşılmıştır. Bu durumda emekçilerin olduğu gibi bütün insanlığın da, varlık ile yokluk, hayat ile ölüm arasında bir seçim yapılmasını dayatan bir “yol ayrımına” geldiği olgusu da kendiliğinden anlaşılmış olacaktır.
Tarihsel bir süreç olan insanlaşmanın ulaştığı yerde karşımıza çıkan ve antropolojik bir dönüm noktası olarak somutlaşan bu yol ayrımında, sermayenin ve 500. yaşını çoktan geçmiş ve artık etrafına ceset kokuları yayan kapitalist sistemin türettiği burjuvaların gidecekleri yönün seçiminde öyle pek derin derin düşünmesine gerek bulunmamaktadır. Zira onların tabiatına en uygun olan, yok olmanın yani ölümün yolu olacaktır. Aynı şekilde, insan varlığını sürekli olarak yeniden yaratarak var olabilen emekçiler için de varlığın yani hayatın yolunu seçmeleri kendi sınıflarının tabiatı gereği olacaktır. Özellikle de Türkiye’de –Fransa’da da durum aynı- olup bitenler söz konusu olduğunda, 2013 Haziran Ayaklanmasından beri halk kitlelerinin öngörülemez ve yeni toplumsal ve siyasi varoluş biçimlerin özlemini yansıtan düzenli bir ilerleyiş içinde olması ve bu ilerleyişin seçimlere dahi yansımış olması olgusu, bize kitlelerce bir seçiminin yapıldığının işaretlerini vermektedir. Bunun en somut örneği, başkanlık seçimlerinden itibaren siyaset tellalları tarafından kamuoyu araştırmacıları ile birlikte “günah keçisi” ilan edilen emekli nüfusun bugün utana sıkıla başarının faili “milli kahraman” ilan edilmiş olması olgusudur.
İyi ama toplum ve siyaset mühendislerince emekli nüfusun sağda ve solda, yenilginin veya başarının tek faili imiş gibi bağıra çağıra gösterilmeye çalışılması ve böylece bütün toplumsal varlığın yaratılmasında emek ve emekçinin biricik “özne” olarak gündemden çıkarılması neden? Seçim sonucuna ağırlıklı olarak “emekli nüfus” dediğimiz dünün çalışanlarının müdahalesinin belirleyici olduğundan elbette ki bahsedilebilir; ama bu, kâh ayaklanmalar ve kâh “seçim başarıları” şeklinde dışa vuran toplumsal dinamikler konusunda bizi tam olarak aydınlatmamaktadır. Bu haliyle olup biten, siyaset tellallarının çok sevdiği yüzeysel gerçekliğin on plana çıkarılması, toplumsal dinamiklerden yükselen ve düzen değişikliği talep eden homurdanmaların sözüm ona “başarı” naralarıyla bastırılması anlamını taşımaktadır. Oysaki “emekli” demek, konu üzerinde çok değerli çalışmaları olan Fransız sosyolog Bernard Friot’nun da sıklıkla altını çizdiği gibi, hayatını “ücretli” olarak çalışarak sürdürmüş olan insanların, ilerlemiş yaşından dolayı bu faaliyetini eskisi gibi sürdüremediğinden, yaşamını “ertelenmiş ücret” demek olan emekli maaşıyla devam ettiren emekçi birey demektir. Dolayısıyla “emekli” bütün yaşam çizgisini belirleyen “ücretli” olma statüsünü, bir insanlık hali (yaşlılık) dolayısıyla kaybetmediği gibi, “aktif” durumdayken yaptığı sosyal güvenlik ödemeleriyle kendi ücretini daha önceden ödemiş olmaktadır. Ona verilen ücret bir lütuf olmadığı gibi, bir aktifin ücretini belirleyen ekonomik şartların aynası da olmaktadır. Emeklinin ücretinin ve yaşadığı hayatın nesnel düzeyi, doğrudan bir şekilde “aktif” olarak nitelenen emekçilerin hayatının düzeyini de belirlemektedir. Sonuçta, “emeklilerin” durumu, topyekun emekçi halkın yaşam şartlarının dışa vurması, yani on yılı aşkın bir süreden beri yeniden harekete geçen “sınıf savaşlarının” alevlenmesinin tezahüründen başka bir şey olmamaktadır.
2)Son on yıllık sürede harekete geçen ve görünürde belli bir parti düzenine karşı olarak başlamasına rağmen, genel olarak bütünüyle sermayenin güdümündeki yerleşik düzenle bir kopuşu gündeme getiren sürecin, kendisini harekete geçiren toplumsal dinamikler ile bütünleşerek bir süreklilik kazandığını gözlemlemekteyiz. Artık, Haziran Ayaklanmasından beri başlangıçta sadece bir varsayım imiş gibi görünen gerçek muhalefet ve sahte muhalefet ayrışması, o zamandan beri yürütülen mücadelelerin ışığında tek tek fenomenleri yönlendiren bir çelişki haline gelmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Bir zafer sarhoşluğu içindeki sahte muhalefetin kapitalist sistemin içinde yer aldığından, orada toplumda oluşan karadeliğin etkisiyle kısa zamanda bir mum gibi eriyeceğine şahit olacağız. Böylece karşı devrimi temsil eden bir tek yerleşik düzen bloğu ve devrim cephesini temsil eden kısaca gerçek muhalefet bloğu siyaset sahnesinin “sınıf gerçekliği” üzerinde yükselen iki tip öznelliğinin jeneratörleri olacaklardır.
Biz, bu iki tip öznelleşmenin yaşanan olayları anlamakta ve anlamlandırmakta kesin bir ayrıma dönüştüğünü gözlemlemekteyiz.
Örneğin, 31 Mart seçimlerinde Van’da “Kürt adaya” yönelik olarak gerçekleştirilen haksız ve hukuksuzluğun Kürt il ve ilçelerinde büyük bir tepkiyle karşılaşmasına paralel olarak, bu protestoların Türk illerinde de yankılanmış olması olayı, yeni bir algılama biçiminin dolayısıyla yeni bir tarihsel öznelliğin iyice belirgin hale geldiğini göstermektedir. Büyük bir coşku ve kararlılıkla yürütülen bu mücadele sonunda adayın açık ara farkla kazanılmış olan ama gasp edilen hakkı geri iade edildi. Bu arada olayın iki farklı muhalefet taraftarlarınca tamamen farklı yorumlandığına şahit olduk. İçinde bizim de bulunduğumuz “gerçek muhalifler” için bu mücadele edilerek ve etnik-milli farklılıkların ötesinde ezilenlerin ezenler üzerindeki zaferi olarak ilan edildi. Sahte muhaliflerin sözcülerinin tavırlarında ise, ya “yeni bir siyasi manevra arayan iktidarın atraksiyonu” olarak algıladı ya da bu sadece “Kürtleri ilgilendiren bir meseledir” deyip geçildi… Sonuçta ise sahte muhaliflerin niyeti ve elde ettikleri şey ne olmuş olursa olsun, gerçek muhalifler için amaçlanan ve elde edilen kazanç “safları sıklaştırma” yolunda bir adım daha ilerlemek oldu…
3)Sahte muhaliflerce ve dinci-liberal faşist iktidarın başı tarafından ”Demokrasinin zaferi” olarak ilan edilen ve adına ölüm yaftası takar gibi “seçim başarısı” denilen olayın gerçek failinin kurumsal-sahte muhalefet değil ama emekçi halk kitleleri olduğunu belirttik. Bu tespit, emekçileri hala “nereye çeksen oraya gider” cinsinden yaratıklar olarak gören ve asla kendisinin sahip olduğu “bilgili ve eğitimli olmak” gibi “insani” niteliklere sahip “eşiti” olarak görmeyen “burjuva aydını” güruhun dilinden düşürmediği şu soruyu gündeme getirmektir: Yüksek perdeden konuşmayı bırakıp da söyle bakalım, olayın faili kendisinin gerçek “özne” olduğunun bilincinde mi?
Her şeyden önce, ilan edildiği biçimiyle bir “seçim başarısı” olan olguya dair bu sorunun, içerebildiği bütün sonuçların anlaşılmasını kısırlaştıran, eğer salt sınıfsal bir art düşüncenin ürünü değilse, kendi kendisini teşhir eden bir çaresizliğin ve derin bir ahmaklığın ürünü olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Zira yerleşik iktidarın akıl daneleri olduğu gibi sahte muhaliflerin çokbilmiş sözcüleri de bu “başarı” olayında “emekli-emekçilerin” oyunun tayin edici olduğunu belirtmiyorlar mı? Eğer bu iddialarında samimiyseler o zaman failin kim olduğu ortada olduğuna göre “özne kimdir?” diye bir sorgulama yapmanın başka ne anlamı olabilecektir? Bizim “özne kimdir?” tartışması yapmamız, faili ortada olan bir siyasi müdahalede şüphe doğurmak amacıyla değil, ama bu failin aynı zamanda tarihsel boyutta elle alınması gereken bir özne, yanı emekçi olduğunu vurgulamaktan dolayıdır. Özet olarak söylersek:
1)Sınıfsal –toplumsal- tabiatlı her olayın –nesnenin- kendisi olduğu gibi onun öznel izdüşümü de, şimdiki zamanda cereyan etmiş olsalar bile ancak tarihsel boyutlarıyla ölçülebilir ve tanımlanır. “Seçim başarısı” gibi tekil bir olayın ölçüye vurulması ve niteliğinin tam olarak belirlenmesi de tarihsel derinliğinde bir yerlere oturtulmadan yapıldığında, ya yapılan ölçüm son derece yüzeyseldir ve bize olayın önemi konusunda pek bir şey öğretmez, ya da olay düşman sınıfın öğeleri tarafında karartılmaya çalışılmaktadır.
2)“Seçim başarısı” olayında başarıyı getiren özne olan emekçi halkın bilinç seviyesi; “demokratik seçim”, “demokrasinin tecellisi”, “bireysel özgürlüğün dillendirilmesi” gibi nesnel karşılığı olmayan laflarla süslenip püslenerek, sermayenin hizmetindekilerce buram buram ceset kokan 500 yaşındaki kapitalist sistemle gerdeğe sokulduğu gerçeği ile olan ilişkisinin bilince çıkmasıyla ölçülebilecektir; yoksa sadece “elinin tersiyle” gerçekleştirdiği ama ürünlerini asla alamayacağı basit bir seçim başarısıyla değil.
3)Sahip olduğu tarihsel boyut dikkate alındığında, öznenin bilinç seviyesinin, bütünüyle sermayenin hakimiyet aracı olan liberal faşist diktatörlüğün kontrolünde gerçekleşen siyasal bir seçim olayına katılma ve hatta orada göreceli bir başarı sağlamak bilinç seviyesinin ölçüsü değildir. Toplumsallığın her biçiminin yaratıcısı olan emekçi halkın bilinç seviyesinin tavan yaptığı ve kendinden sonraki başarıları hazırladığını ileri sürdüğümüz iki önemli olayı yeniden ileri sürebiliriz: Türkiye’de Haziran Ayaklanması, Fransa’da Sarı Yelek İsyanı. Anlaşılacağı üzere, etrafına “doğrudan demokrasi” kıvılcımları saçan bu iki olay bize, emekçi halk kitlelerinin bundan sonraki yerleşik düzenle toplumsal ve siyasal ilişkilerini belirlemede sahte muhalefet ile arasına mesafe koymaya başladığı anlamına gelmektedir.
4)Sonuç olarak belirtmemiz gerekmektedir ki, her zaman olduğu ve insanlaşma sürecindeki konumu ve işlevi dikkate alındığında, emekçilerin tarihsel bir kopuşu gündeme getirmesi yeni bir toplumsallık biçimini somut bir şekilde yaratmak üzere harekete geçtiğinin göstergesi olmaktadır. Bu süreç içinde, yaşam alanlarında katıldığı “siyasal seçim” dahil bütün olayları anlamlandıran bu tarihsel kopuş olayı olacaktır. Dolasıyla, tarihsel bir özne olarak edineceği bilinç seviyesini de kendi iradesi dışında içinde yaşamaya çalıştığı düzen içinde yürüteceği sınıf mücadelelerinde gerçekleştireceği deneyler belirleyecektir.
Şimdiye kadar söylediklerimizi bir iki cümleyle özetlersek durum kısaca şudur: Artık hiçbir geleceği olmayan sermaye düzenin dayattığı ve onun kurallarına göre belirlenmiş başarılı veya başarısız bir siyasal seçim, tek başına bütün insanlığın geleceğini elinde bulunduran emekçi sınıfının gerçek gücünü ve tarihe mal olmuş niteliğini belirlemede bir ölçü olamaz. Bu tür siyasal seçimlerde ortaya çıkan başarı veya başarısızlık olsa olsa ancak tek tek olaylarda emekçilerin sınıfsal ağırlığını ne kadar hissettirdiği konusunda genel bir bilgi verebilecektir…
1 Bu yazı, daha sonraları faaliyete geçen “Yazı Portal”da yayınlanmadan önce olayın geçtiği tarihlerde “Eleştirel Kültür” dergisinde de yayınlanmıştı…
2 Kastedilen “işgücü sömürüsü” ve buna bağlı üretim faaliyetidir.