Ümit ÖZDEMİR /20.07.2025
Doğayla savaş halindeyiz, eğer kazanırsak kaybedeceğiz ! (Hubert Reeves)

19 Temmuz’da kabul edilen ve mecliste itiş kakışa sebep olan iklim kanunu, esasen emisyon azaltımı, net sıfır emisyon gibi ilk bakışta kimsenin itiraz edemeyeceği, maddeler içeriyor. İlk bakışta diyoruz çünkü yasaya yakından bakıldığında kazın ayağının öyle olmadığı anlaşılıyor. İklim kanunu esasen BP’nin dünyayı kirletirken hedef saptırmak için icat ettiği “karbon ayak izi” hesaplamasına dayanıyor. Dünyanın en büyük hidrokarbon üreticilerinden ve çevreyi herhangi bir insan toplumunun kirletme kapasitesiyle kıyas kabul etmez ölçüde kirleten firmasının icat ettiği “karbon ayak izi” kavramının basit tanımı, iklim yıkımının suçunu ve sorumluluğunu bireylere yüklemesinde gizler. Bizler biliyoruz ki BP’nin fonladığı akademya tarafından dolaşıma sokulan bu kavram yani karbon ayak izi, kişilerin karbon tüketimini hesaplamasına dayanır. Böyle bir şeyin yani karbon ayak izinin hesaplanması gündelik hayatta imkansız olmasının yanı sıra, kirleticilerin örneğin mikroplastik üretenlerin üretirken doğayı nasıl kirlettiği sorusu da yanıtlanması imkansız bir diğer sorudur. Sadece mikroplastiklerin doğaya verdiği zarar Everest dağlarının zirvesinden okyanusun en derin çukuruna yeni doğmuş bebeklerden hayvanların sindirim sistemine kadar uzanan büyük bir eko sistemi kuşatmış durumda.
İklim değil Süper Yağma Yasası Türkiye’nin yeniden sömürgeleştirilmesi.
İklim kanununda öne sürülen ulusal katkı beyanı, net sıfır emisyon gibi kavramlar üzerinden bütün yetkiyi Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na vererek, karara katkıda bulunması beklenen ya da demokratik toplumların vazgeçilmez bir bileşeni olan çevre örgütlenmelerinin bu konudaki bilgi birikimleri ve eleştirileri dışarıda tutuyor. Neoliberal dönemin çevre talanını Zeytinliklerin yağmasına kadar genişleten AKP döneminde ileri sürüldüğü üzere ağaç ve çevre katliamı adına çıkarılan her yasa, köylü direnişleriyle çevre örgütlerinin kampanyalarıyla göğüslendi. Son olarak madencilik yasasına karşı direnişe geçen köylüler Ankara Cemal Süreya parkında kurdukları çadırlarla meclisten maden yasasının geçmemesi adına direnişe geçtiler. Ormanlık arazilerin imara açılması ve betonlaştırma, İklim Kanunu’nda öne sürülen “net sıfır emisyon hedefi” gibi iddialı hedeflerle de çelişir durumda. Akbelen köylülerinin bütün direnişlerine rağmen saray rejimi oligarkı Nihat Özdemir ve IC Holding’in yağması için katledilen ormanlardan tahmin edilen linyit elde edilemediği gibi Akbelen katledildiğiyle kaldı. Sömürge tipi madenciliğin her türüne, saray rejiminin önümüzdeki hafta çıkaracağı ve vahşi madencilik şirketlerinin çevre, orman, zeytinlikler, meraları ve doğal kaynakları dizginsizce yağmalaması için Süper İzin Yasası ile tutulan çanak, İklim Yasası’nda iddia edilenin tam aksine, karbon salınımını görülmemiş boyutlara ulaştıracak. Akbelen köylülerinin direnişi, yağmur altında açlık greviyle sadece 4 -evet maalesef sayıyla 4 köylünün günler süren direnişine bigane kalmanın çok ağır bir faturası var. Süer İzin Yasası ile sömürge tipi madenciliğe saray rejimi tarafından tutulan çanak, Türkiye’yi küresel iklim yıkımının kuraklaştırıcı, su yataklarını tamamen yok eden etkilerine ve bunun yaratacağı sosyal sorunlara (iklim göçleri, su kaynaklarının kuruması sonucu risk yaratabilecek salgın hastalıklar) maruz bırakması kuvvetle muhtemeldir.
Yaz ayları boyunca devam eden orman yangınlarının müsebbibi elektrik firmalarının cezalandırılmadığı, son üç yıldır orman yangınlarının en büyüklerinin yaşanmasına rağmen yangın söndürme uçaklarının bile “kamuda tasarruf” yalanıyla satışa çıkarıldığı ortaya çıktı. AKP döneminde en büyük karbon salınımı yapan termik santrallerin bacalarına filtre bile takılmadığı biliniyor. Afşin-Elbistan termik santralinin yaydığı gazın yarattığı ekolojik yıkım yüzünden, bölge halkı akciğer kanseri gibi ölümcül hastalıklarla boğuşuyor. İklim kanunu ile tüketicilerin cezalandırılması, esasen bir tür eko-faşizm uygulamasıdır.
Kanunun 5. maddesinde “Net sıfır emisyon hedefinin sağlanmasına yönelik emisyonların dengelenmesi için orman, tarım, mera ve sulak alanlarda karbon yutağı kayıplarını engellemek üzere ilgili kurum ve kuruluşlarca tedbirler alınır, yutak alanların ve korunan alanların korunarak artırılması sağlanır.” maddesi ile tarım alanlarında sera gazı salınımlarının kısıtlanmasını ön görürken, sera gazı kısıtlamasının nasıl yapılacağı konusunda herhangi bir eylem planı sunmuyor. İlgili kurum ve kuruluşların bu konudaki bilgi birikiminin yetersiz olmasının kesinliği bu alanda daha önce yapılmış bir pratiğin yokluğu, kanun maddesinin ölü doğmasına neden oluyor. Greenpeace’in web sayfasından öğrendiğimiz malumata göre “İklim kanunu bir ihtiyaç ancak Meclis’te onaylanan iklim kanunu bu ihtiyacı karşılamıyor. Bir iklim kanunu için en kritik olan mutlak azaltım hedefi, fosil yakıtlardan çıkış planı, adil geçiş mekanizması gibi konular kanunda yer almıyor.”1 Katılımcılığın hiçe sayıldığı, otoriter mantıkla tam bir yaptım oldu yasası olarak ortaya çıkan İklim Kanunu, bu sebepten AKP’nin otoriter kanun yapma pratiklerinin son örneği olarak hayata geçti. Dünyada çıkarılan iklim yasalarıyla kıyaslandığında canlı hayatının olmazsa olmazı biyoçeşitliliğin korunması adına herhangi bir madde de kanunda yer almıyor. Fosil yakıtlardan çıkış sürecinde bundan etkilenecek ve işsiz kalma riski taşıyan işçilerin durumu da belirsiz bırakılmış. Kırılgan gruplar adı da verilen iklim yıkımından dolayı geçim araçlarını yitirenlerin zararlarının telafi edilmemesi, İklim Kanununda küresel iklim yıkımının sosyal boyutlarının hiçe sayıldığının bir başka göstergesi. Küresel iklim yıkımında bağımsız bilim kuruluşlarının gözleme, denetleme, değerlendirme ve politka önerme gibi bilimsel kriter koyma yetkisinin de olmaması kanunu kadük hale getiren bir başka eksiklik.
Kanunun en önemli maddesi olan emisyonların azaltılması adına fosil yakıtlardan vazgeçilmesi sorusunda da net bir yanıt yok. Zeytinlik alanların kömür madenciliği faaliyetlerine açılması için hazırlanan yasa tasarısına karşı gelişen toplumsal muhalefet sonucu geri adım atılan Maden Yasası, tam olarak bir karbon yasasıydı. Kanunun bir başka maddesinde etkileri giderek artan oranda ortaya çıkan çölleşme ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve “sürdürülebilirlik” hedefleri ön görülüyor. Tam da bu esnada kanuna tezat bir biçimde, mahkeme kararlarına rağmen başlatılan Kanal İstanbul Projesi için Sazlıdere barajına yapılan inşaatlarla yaratılan çevre yıkımı, kanun maddesine aykırı bir başka uygulamaydı.
Su rezervlerinin küresel iklim yıkımıyla birlikte giderek azaldığı Anadolu coğrafyasında yaşanan şiddetli kuraklığa karşı kanunda önerilen “sürdürülebilir tarım için iklim değişikliğine dirençli ürün deseninden, su odaklı planlamadan” bahsedilse de, tarım yazarı Ali Ekber Çiçek’in yazısında işaret ettiği üzere2 Pamuk üreten pamuk çiftçisi tarım ve orman bakanlığına güvenerek ektiği pamuğu su kıtlığı nedeniyle sulayamadığı için ciddi zarar edecek.
Emisyon Ticaret Sistemi ya da Neoliberal Karbon Pazarı
Kanunda ön görüldüğü haliyle Emisyon Ticaret Sistemi, doğayı ağır kirleten enerji ve ağır sanayi firmalarına emisyon hacimlerine bir üst sınır getiriyor. Üst sınır aslında bir piyasa mekanizması olması sebebiyle, iklim yıkımını durdurmaktan çok firmalar arasında metalaşmasına hizmet eden bir içeriğe sahip. Bunun somut kanıtı ise herhangi bir şirket, emisyonlarını kendisine verilen kotanın altında tutabilirse kalan kotasını başka bir firmaya ücreti karşılığında satabilmesi. Yasa maddelerinde henüz bu belirtilmese de, AKP ve saray rejiminin plastik çöp de dahil Avrupa kapitalizminin bütün atıklarını ithal eden çevre düşmanı pratiği düşünüldüğünde, karbon kotası ve karbon piyasasıyla geri ve kirletici karbon dostu üretimi ülkemize davet etmesi olası sonuçlardan biri olabilir.
Karbon kotasının alınır satılır bir meta haline getirilmesiyle karbon piyasasının oluşması mümkün olabilecek. Yasa yapıcılar firmalara getirilen emisyon kotası ticareti ile firmaların doğayı kirletmeleri karşılığında Emisyon yani karbon ticareti, kotaları koyarak aslında Net Sıfır Emisyon gibi bir derdinin olmadığını dolaylı yoldan ilan ediyor. ETS, küresel iklim yıkımında emisyon hacimlerini metalaştırarak tam da neoliberal kapitalizmin hepimizin ortak varlığı olan ekolojik sistemi yağmalamasının önünü açıyor. ETS’de mutlak bir emisyon azaltımı ve fosil yakıtlardan çıkışla ilgili herhangi bir hedefin olmaması da bir başka sorun. Karbon piyasasından elde edilen gelirlerin nerede kullanılacağının belirsiz bırakılması, istismara ve yolsuzluğa kapı aralanması ihtimalini kuvvetlendiriyor. ETS ile metalaştırılan emisyon hacimleri, alınır satılır bir mal ve vergilendirme konusu haline getirilirken, karbon ve sera gazı salınımlarının en büyük ceremesini çekecek yoksullara yönelik herhangi bir koruma ya da sosyal destek tedbiri de içermiyor.

(Kapitali resimleyen ressam Yüksel Arslan’ın arturelerinden)
İklim Adaletini sağlamak yerine “parayı veren firma doğayı kirletebilir” neoliberal esprisine dayalı yasa mantığı, bu yönleri nedeniyle eko kırımı daha da derinleştirmeye hizmet ediyor. Kanun bir takım komplo teorisyenlerinin öne sürdüğü üzere yapay et ya da küçükbaş hayvanların ortadan kaldırılmasına hizmet etmese de bu haliyle bile, iklim yıkımını durdurmaktan çok onu daha da hızlandırabilir. Net sıfır emisyon hacmi, sürdürülebilir tarım, temiz enerji yatırımları, iklim yıkımı sonucu oluşması kuvvetle muhtemel sağlık sorunlarının önleyici tedbirlerle azaltılması gibi pek çok başlık yasada yok. Yasanın en önemli eksikliği, maruz kalınan afetler (seller, yangınlar ve aşırı sıcaklar) gibi önemli meselelerde uyum planlarının yokluğu. Bu yokluk, aynı zamanda bu konuda uzmanlaşmış, deneyimli kadroların eğitimi ve örgütlenmesine yönelik adımların atılmasına engel. Ege yangınlarında gördüğümüz üzere, köylülerin bir yangın çıkması durumunda eldeki kısıtlı imkanlarla yangına müdahale ettiler. Oysa yangın kontrolü ve söndürme gibi stratejik bilgi ve tatbikat gerektiren bilgilerle donatılmaları, tarımsal alanları tehdit eden seri yangınlarda bu alanların nasıl korunabileceği konularında eğitilmeleri gerekirdi. İklim mücadelesinin yoksulların hayatlarını daha fazla etkilemesiyle ve eşitsizlikleri daha da derinleştiren toplumsal, ekolojik maliyetleri düşünüldüğünde aslında sınıf mücadelesi olduğunu kavramak her şeyin fevkindedir. “Sürdürülebilirlik” gibi liberal yalanların piyasacı ekolojist hareketler tarafından dolaşıma ve kavram setleri arasına yerleştirenlere şunu hatırlatmak gerekir: Kapitalizm iki büyük zenginlik kaynağını yok etme eğilimindedir: Doğa ve İnsan !. Marx’ın tariflediği bu gerçek 19. Yüzyılda Dickens romanlarında tarif ettiği kömür kokan Londra sokaklarıyla ortaya çıktı. Ekolojik yıkım, derya içre yaşayıp da deryayı bilmeyen Londra halkına ilk büyük kitlesel ölümü 1952’de yaşattı. Büyük Londra Sisi3 adı verilen olay aslında fosil yakıtların yoğun kullanımından doğan ilk büyük ekolojik felaketlerden ilkiydi. Tahminlere göre 4000 İngiliz yurttaşının hayatını kaybetmesine neden olan İngiliz kapitalizmi ve onun meclisi Avam Kamarası, müsebbibi olduğu kitle katliamının üzerini örtmek için temiz hava kanunu çıkarmak zorunda kaldı. İklim yıkımının bir diğer etkisi 1970’lerde Hubbard Brook bölgesinde bilim adamlarının ilk bulgularını keşfettiği asit yağmuru ile kapitalist çevre yıkımı yeni bir boyut kazandı. Yağmur suyunu bile asidik bir zehire dönüştüren kapitalizmin merkez ülkelerinde ortaya çıkan metabolik yarılma, zaman içinde bütün dünya coğrafyasına yayılma eğilimindeydi. Metabolik yarılma adını alan kapitalizmin doğayı ve kendi varlık koşullarını yok eden yapısı, mutlak yıkıcı etkilerini kuraklık, iklim göçleri, su için çıkarılan savaşlar ve tam bir kapitalist kaos olarak ortaya çıkmaya başladı. Bütün bu çelişkilerin teşhiriyle sınırlı kalmayan kanserli bir ur gibi büyüyen ve mantık sınırına yarattığı doğa tahribatıyla ulaştığını gösteren kapitalist üretim yerine, küçülmeyi, adil bölüşmeyi ve insan ihtiyaçlarını baz alan sosyalist ekolojik bir üretimi baz almak, bunun mücadelesini vermek giderek aciliyet kazanan bir sorun olarak karşımızda duruyor. İklim mücadelesinin zengin kirleticilere karşı, yoksul kire maruz kalanların verdiği sınıf mücadelesi olduğu gerçeğini akılda tutmak, liberal tezlerin etkisini azaltacaktır.
Kısacası 9 Temmuz 2025’te çıkarılan İklim Kanunu ve peşi sıra meclisi çalıştırarak çıkarılan Maden Kanunu etkilerini ve sonuçlarını her geçen gün daha net hissedeceğimiz, küresel iklim yıkımına çare değil. Bu haliyle İklim Kanunu ve Maden Kanunu iklim yıkımını teşvik ediyor. İklim Kanunu kapitalist büyümeyi değil küçülmeyi, kâr ve tüketimden ziyade ihtiyaçlar ekseninde üretmeyi ve adil bölüştürmeyi hedefleyen bütün bunları yaparken de kaynakları eşit dağıtılmasını savunan iklim adaleti savunucularının taleplerini karşılamaktan uzak. Böyle bakınca da iklim kanunu kimle beraber sorusu yanıtını buluyor: Tekelci sermayeyle ! Kime karşı sorusu da elbette: Yoksullara !
1-Elektronik Erişim: https://www.greenpeace.org/turkey/blog/10-soruda-dunyada-ve-turkiyede-iklim-kanunu/?gad_source=1&gad_campaignid=2279697am5989&gbraid=0AAAAA-5DqM8mrEOqn_C7JG_DYzVRyALXR&gclid=Cj0KCQjwm93DBhD_ARIsADR_DjG5LpvEFlnza3tVcRjwH26DZ17pLKx3XghZ3Jp9Skz-ChOqa9NsUxMaAtr0EALw_wcB
2Elektronik Erişim: https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/iklim-kanunu-tarim-icin-ne-getiriyor/830764
3Elektronik Erişim: https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Londra_Sisi
YazıPortal Resmi İnternet Sayfasıdır