SİVRİSİNEKLER: AKIL DUYGUYU TERK EDİNCE GÖR BAŞINA NELER GELİR

Ümit ÖZDEMİR / 16.03.2025

@masumlevrek

Zor kadın Jenny, zor çünkü doğum sonrası okuduğu aptal bir aşı karşıtı makalenin etkisinde kalarak koruyucu aşılarını yaptırmadığı için evladını yitirdi. Jenny’nin yas ve kayıp duygusunu dengelemek için sarıldığı alkol ve seks derdine deva değil. Telefonla pazarlama şirketinde çalışan Jenny’nin bütün dengeleri kaybolmuş, evrende yalnız dolaşan bir higgs parçacığı ya da kimyadaki karşılığıyla serbest radikal gibi, tekinsiz ve tehlikeli… Sadre şifa, derde deva 15 dakikalık bir ilgi için her şeyini verebilecek bir duygusal yoksunluk ve dışlanma yaşıyor Jenny… Bir de ayrılık acısı ve evlat kaybının hüznünü… İnsanların dertleriyle başa çıkabilme kapasitesi adı da verilen duygusal dayanıklığın vücut bulmuş haliyle Jenny, oldukça ilginç resmedilmiş. Jenny karakterinin hepimize tanıdık gelebilecek dertleri bütün sözleri ve hareketlerinden sahneye akıyor…

Cenevre Cern’de Fizik profesörü olarak çalışan Alice, (Yeliz Gerçek) yüzyılın en büyük fizik alimlerinden biri. Fakat eksiği, mesleğine verdiği önem kadar, yakın çevresine göstermediği ihtimam. İhtimam deyip geçmeyin o her şeyi belirler. İhtimam ve emeğin birer ürünü olan bizlerin, yabancılaştığımız anda neye benzeyeceğimizi görüyoruz Alice karakteriyle. Sert ve muhafazakar tutumuyla Alice, derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklara benziyor. Çok sevdiğim bir film sözü var Arizona Dream’den “balıklar neden konuşmaz, çünkü onlar her şeyi bilir !” Alice’deki iletişimsizliği özetleyen bu ödünç repliğimiz, ironinin ta kendisi ama aslında çağımızın bir sorununa işaret ediyor: İletişimsizlik… Yazar Kirkwood, rasyonel aklı dengeleyemeyen gönül ya da duygusal zekanın yokluğunun olası sonuçlarının neye benzeyebileceğini gösteriyor Alice ile.

Alice’in annesi Karen, (Ayşin Atav) o da kızının bir bilim insanı gibi yetiştirmiş, lakin onun da sorunu, belki de Alice üzerindeki görünür etkisi, akıl ve gönül dengesini aklın lehine ve gönlün aşırı aleyhine bozmuş olması. Bütün iticiliğiyle şu sözü edebiliyor “Sevgi, herkes evrendeki en büyük gücün sevgi olduğunu sanıyor ama değil. Evrendeki en büyük güç “Güçlü nükleer kuvvettir. Sevgi aslında bir güç bile sayılmaz. Bizim kaosta hayatta kalmamız için uydurduğumuz bir şey.” Yabancılaşma ve sevgisizliğin yarattığı bir kaosta yaşadığımızı itiraf eden Karen, kaosun ta kendisine dönüşürken, bütün muhafazakarlarda olduğu üzre, kontrol altında tuttuğu her şeyin çürümesine neden oluyor. Karen kontrol ve baskının abartılmış rasyonel akılla buluştuğunda, nasıl bir mikro kozmos yarattığını ve bunun bir de makro kozmosu olduğunun sahnede figürleşmiş hali.

Luke (Volkan Öztürk) ise bütün bu dengesizliklerden, kız kardeşler ve aile içi kavgalardan, annesiyle kuramadığı iletişim yüzünden giderek hırçınlaşan ve babasının aniden ortadan kaybolmuş olmasının hüznünden nasibini alan ergen karakter. Her Z kuşağında olduğu ve bu aralar pek çok insanda gözlemlediğimiz gibi internete aşırı bağımlı. Annesinin birazcık ilgisi için ölebilir Luke, ölmüyor ama hiçe sayılmasının etkisiyle evden kaçıyor. Akran zorbalığına uğruyor, yargı dağıtayım derken dayak yiyor, dışlanıyor ve kendince doğruları savunurken, kendi doğruları ile vasat zekalıların yanlışları arasındaki uçurumun farkına varıyor. Uyumsuzluktan ve temel parçacıkların çarpışmasından beslenen bir enerjisi var Luke’un, o enerji modern bireyin duygu ve düşünce yapısının sembolleriyle dolu.

Sivrisinekler oyunu, finalinde hangi çarpışmanın daha önemli olduğu sorusunu sorduruyor seyirciye.. Akıl ile gönül mü, kızkardeşler ve aile içindeki çarpışma mı yoksa Higgs bozonu mu ? Ya da bunların hepsini kuşatan oyun metninden sahneye şarıl şarıl akan yabancılaşmanın iğretileştirdiği insan ilişkileri mi ? Çarpışmanın şiddeti kadar, çarpışmadan doğan enerji ve yaralanmaların ruhta ve bedende bırakması kuvvetle muhtemel izlerini dilini hiç sakınmadan gösteren bir oyun yazmış Lucy Kirkwood… Bizi kuşatan mikro kozmos ya da bilimsel adıyla Higgs bozonu ile makro kozmos yani toplum ile bireyler arasındaki uyumsuzluğun kökenlerini anlamaya imkan veren Sivrisinekler, bu anlatı yapısıyla kalıcı bir eser. Belli ölçülerde çağımızın gerçekliğiyle de (yabancılaşma, sevgisizlik, kıskançlık ve kalpsizlik) uyuşan bir  dramatik yapısı olan oyunda, Jenny karakterini canlandıran Senan Kara, deyim yerindeyse sahnede döktürüyor. Diğer oyuncuların hakkını yemek istemem ama Senan, fevkaladenin fevkinde. Jenny’nin dışlanmasının itilip kalkılmasının bir sonucu olarak kendini kabul ettirebilmek adına işlemediği bir suçu bile üstlenmesiyle bambaşka bir olguluğa eriştiriyor karakteri… Jenny karakteri ile Kirkwood dışladığımız, yok saydığımız ya da ayrımcılığa tabi tuttuğumuz her şeyin aslında ödemeyi göze alamadığımız suçlarımızın, zamanında almadığımız tavırlarımızın ya da sürekli kaçarak yüzleşemediğimiz gerçeklerimizin kendisi olduğunu gösteriyor. Sivrisineklerin oyunun rejisi kadar, oyuncu seçimi ve çağdaş anlatı yapısıyla bu sezonun akılda kalan oyunlarından biri olduğunu söyleyebilirim. Tiyatroyu sevmek insanı merak etmekse, Sivrisinekler bu merakı fazlasıyla gideriyor ve ihtimamsızlığın yarattığı çarpışmaların insan ruhu üzerindeki potansiyel hasarlarını da gösteriyor izleyiciye…

Diğer Yazılar

EFLATUN: BÜYÜLENSE YENİDEN DÜNYA

Ümit ÖZDEMİR / 11.04.2025 Türk sinemasında engelli bireylerin sunumu bugüne kadar oldukça ağır ve melodramatik …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir