68’İN İDEOLOJİK MİRASI

Fahri Aral’ın bu makalesini Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nin “Türkiye’de 68” fasikülünden alıntıladık.

Türkiye’de 68’in sonuçlarından biri, belki de en önemlisi; o güne kadar gerek devrimci gençliğin, gerekse düzene karşı harekete geçmiş kitlelerin eylemlerinde geliştirmiş oldukları ideolojik söylemde görülen, bildirilerde, sloganlarda, yazılı metinlerde kendini ifade eden resmî ideolojinin duvarlarında açtığı gedikler oldu. Bu anlamda 68, resmi ideolojiyle bir kopuşun başlangıcı olurken, ideolojik düzlemde bir hesaplaşmanın da zeminini hazırladı.

Herhangi bir tarihi dönemde toplumun kendini “temsil ediş biçimi” olarak gerçekleşen egemen İdeoloji, bu süreç içinde varılacak, algılanacak zihni ufkun da sınırlarını çizer; tek tek bireylerle birlikte toplumu da “öngördüğü” kalıplar içinde dondurmaya, durağanlaştırmaya çalışır. Kapitalist toplumda patron için bu olağandır. Çünkü sistemin ayakta durması için bu ideolojiyi gerçekmiş gibi sunmak, emek-gücünü satın aldığı işçiye bu İdeolojiyi kendi gerçeği gibi göstermek zorundadır. Ancak, toplumda egemen olan ideoloji her zaman çelişkili bir role sahiptir. Toplumsal bunalım dönemlerinde, devrimle sonuçlanan altüstlerde, bu ideoloji kendiliğinden yeni bir toplumsal düzenin özgür ideolojisini üretir. Bu noktadan itibaren yanılsama ile belleklerde yerelmiş olan ve “doğru” diye bilinen şeyler, yerini gerçeğe bırakır. Yeni ideolojinin söylemleri, onu yaratan sınıflar tarafından algılanmaya başlar. Ne var ki, bu gerçek “kavranıncaya” kadar ifade edilenler hep eski ideolojinin, düşünce sisteminin söylemleridir. Başka bir deyişle yeni ideoloji, bunlara karışarak bunlarla çatışarak kendini ifade etmeye çalışır. Bir yerde ideolojik anlamda bir hesaplama başlar ki, bu da toplumsal gelişimde yeni bir sayfanın açılmasıdır.

Buradan kalkarak ’68’e, Türkiye’de egemen ideolojiyle hesaplaşmanın başlangıcı demek hiç de yanlış olmayacaktır. Çünkü, Cumhuriyet öncesi dahil bütün kitlesel hareketlerde belirleyici şey, özellikle gençlik eylemlerindeki güdümlülük, egemen ideoloji ile sınırlı kaldı. Milliyetçi ve şoven motiflerle yüklü, II. Meşrutiyet’in “Harp Mitingleri”nden, Cumhuriyet döneminin Vagonlu, Bulgar Mezarlığı, Hatay ve Kıbrıs mitinglerine kadar bütün eylemler; güdümlü olmalarının yanı sıra “rejime sahip çıkan, onu koruyan” gençliğin eylemleriydi. 1940’ların kitleselleşemeyen bazı sosyalist gençlik örgütlenmeleri de faşizme ve savaşa karşı açmış oldukları mücadelede, ırkçılığa, Turancılığa ve İslâmi akımlara karşı çıkarken geliştirmiş oldukları demokrasi söylemini, resmî ideolojiyle açıklamışlardır; “Atatürk, Cumhuriyeti ve inkılabı gençliğe emanet etmiştir. Bu mukaddes varlığa dil uzatanlara hadlerini bildirmek, Kemalizmin bütün derinliği ile yayılmasını sağlamak Türk gençliği için nefes almak kadar tabii bir şeydir… İleri Türk Talebe Birilği’nin] Kemalist anayasamızın bize bağışladığı demokratik haklardan faydalanarak kurmak bir zaruret haline gelmiştir.” (İleri Gençler Birliği’nin Kuruluş Bildirisi, Muammer Taylak, Öğrenci Hareketleri, 1969, Ankara, 171-172

Burada, söz konusu olan ve bir dönemin resmi söylemi haline gelen “rejimin emanet edildiği gençlik” yanılsaması, 27 Mayıs öncesinin gençlik eylemlerinin de ana eksenini oluşturdu. Ancak her şeye rağmen bu söylem, 28-29 Nisan hareketlerinde konjonktürel şartların da belirlemesiyle bir direnme yarattı. Kuşkusuz bu son tahlilde düzenin sınırları içinde kalan, toplumsal değişimi amaçlamayan bir karşı-koyuştu ama mücadele biçimleri ve getirdiği sonuçlar açısından gündemine ileri bir adımı; yani özgürlüğü koyuyordu.

’60 sonrasının ilk gençlik eylemlerinde ise resmî ideolojinin değişik görünümleri bir kez daha, hareketlerin niteliği ile ifade edilen ideolojik söylemleri kullandı. Ama bu kez itaat ve durağanlık içeren “ Gençliğe Hitabe”den, daha radikal ve daha fazla direnme öneren, kısa bir süre sonra sosyalistlerin de sahip çıkacağı “ Bursa Nutku’nun “çarpıcı” söylemine geçilecekti. Bu, DP’lilerin affına, 27 Mayıs’ın mirasına yapılan saldırılara vb. karşı olmak ve “kötü politikacılar”a muhalefet etmek için önemli bir silahtı. Çünkü bu söylem bir anlamda direnme hakkını da beraberinde getiriyor, “rejimin bekçiliği”nin aktif bir platforma sokulmasında etken oluyordu. Bunda aynı yıllarda yayına giren Yön dergisinin de payı büyük oldu. Bu dönemde DP’lilerin affedilmemesi için düzenlenen gösterilerde, gericiliğe karşı yapılan yürüyüşlerde, Atatürk heykellerine yapılan saldırılardan sonra “nöbet tutma” eylemlerinde hep aynı söylemin kullanıldığını görüyoruz.

TİP’in kurulması, ardından FKF’nin gençlik içinde örgütlenmeye başlaması sosyalist ideolojinin daha geniş kitlelere yayılmasını hızlandırırken doğal olarak resmî ideolojiye doğrudan bir karşı-çıkışı da getirdi. Ancak yıllar sonra günışığına çıkan sosyalizm; görece özgür bir toplumda işçi sınıfı ve diğer emekçilerin İdeolojik mücadele silahı olarak sunulurken, yine de resmi ideolojinin belli söylemlerini kullanmaktan kendini alamadı.

Özellikle yüceltilen “halkçılık” , devletçilik, Atatürkçü dış politika, planlı kalkınma, İklnci Milli Kurtuluş Savaşı gibi “gardrop” Atatürkçülerinin pek itibar etmediği söylemler, sosyalizmle eklemlendirildi. Yayınlarda Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğrafları ki bu daha sonra MDD hareketinin en çok kullandığı simgelerden biri olacaktır- yine Mustafa Kemal’in köylülerle birlikte olan resimleri bol bol yer aldı. Parti toplantıları “ Dağ Başını Duman Almış” marşıyla açıldı. Buna benzer örnekleri FKF’nin metinlerinde ve yayınlarında da görebiliriz. Ancak FKF de, TİP gibi kuruluşunun egemen ideolojiden bağımsız bir temel üzerinde oluştuğunu özellikle vurgulamıştır. Bu anlamda, o dönemde CHP’li yöneticilerin elinde olan yarı-resmî, güdümlü gençlik örgütlerinden ayrılığını çok net ortaya koyması ve kendini sosyalist bir gençlik örgütü olarak tanımlaması, resmî ideolojiden kopma İhtiyacının bir ifadesidir. Kuşkusuz bu bağımsız tavrı koyarken, kendini sosyalist olarak tanımlaması, gençliğin diğer kesimleriyle olan ilişkilerini de etkiledi. Ancak o dönemde sosyalizmin oldukça yüksek olan itibarı, FKF’yi gençlik içinde etkin konuma yükseltti. ’68’e gelinceye kadar sosyalistlerin ideolojik söylemi, resmi ideolojiyle içiçe olmasa bile yan yana var oldu. Kimi zaman onu etkilerken, kimi zaman da “ konjonktürel ihtiyaç”tan ötürü onun söylemlerini kullandı!.. Bu süreç içinde kendine parlamenter bir çözümün ideolojik kimliğini yakıştırarak var olmaya çalışan TİP ve FKF, özellikle resmî söylemlerden uzaklaşıp, çözümün halksız olmayacağını, her şeyin “halkla birlikte” yapılacağını söylerken; TİP’e karşı olan MDD çevresi ise Mustafa Kemal ve resmî ideoloji adına ne varsa, tümünü miras olarak yüklendi. Millici güçlerle oluşturulacak bir cephenin ideolojik zeminini buna dayanarak oluşturdu ve ordunun darbeci geleneğine sahip çıktı. Bu ise resmi ideolojide varılacak en uç nokta; en dolaysız çözümdü. Dolayısıyla yaratmış olduğu söylem de, suçlayıcı, saldırgan, karşısındakini pasiflik ve hainlikle suçlayan bir dil yarattı. Bu kez resmî ideolojinin, bu şartlara uygun motifleri gündeme alınarak, kullanıldı. Sözgelimi, Mustafa Kemal’in “idare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar…” sözleri gibi…

68, her iki eğilim için sonun başlangıcı sayılabilecek bir süreci başlatırken, toplumsal değişimin ancak resmî ideolojinin dışında araçlar kullanılarak gerçekleşebileceğin] gösterdi. Bunun görünümleri yalnızca gençlikle sınırlı kalmadı, aynı dönemde işçi sınıfı ve köylüler de fabrika İşgalleri, toprak işgalleri gibi mücadele biçimlerini gündeme getirerek bu süreci hızlandırdılar. Kuşkusuz bu anlamda tarih yapılırken insanlar tamamen bağımsız ve bilinçli bir davranış içinde değillerdi. Marx’ın [deyişiyle “onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla [uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandınrlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınan ağızla ortaya çıkmak üzere onlann adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar!, Sol Yayınları 1976, s.478) İşte ’68’de de kendini hissettiren ama giderek yerini devrimci söylemlere bırakacak olan egemen ideoloji ve onun yanılsamaları mücadele alanını böyle terk etti. Bir anlamda Marx’ın belirttiği şey gerçekleşmeye taşlamış ve insanlar “ kendi anadillerini hatırlamada” yeni dili kullanmaya başlamışlardı. İşgal, boykot konseyleri, demokratik kurullar, hareketin içinde olan öğretim üyeleriyle ortak çalışmalar, forumlar eylem sırasında günlük hayat, güvenlik ve daha sayılamayacak kadar birçok şey hep bu yeni dilin ifadeleri oldu. ’68’in yazılı metinlerinin çoğunda da bu yeni dilin çarpıcılığı hemen kendini ele verir. İşgal konseylerinin raporları, talepleri içeren bölümler, üniversite kavramına getirilen yeni öz, daha da genelleştirerek ülkenin eğitim düzenine ilişkin görüşler vb. tümüyle resmî dilin dışındadır. Tek başına Demokratik Üniversite” kavramı bile içerdiği özle yeni bir dönemi haber vermektedir.

Eylem sırasında yayınlanan metinlerdeki tekrarlar, satır aralarında görülen didaktik hava bile yapılan şeyin heyecanını azaltmamıştır. (Geçerken belirtelim ki; bu metinlerin hemen tümü, hareketin başında siyasal konumlarından dolayı ikircikli bir tavır alan FKF’li ya da bu eğilimdeki gençler tarafından yazılmıştır.)

Toplumsal mücadele sürecinde yaşanan “tarihi an”ın birdenbire özgülleşerek, kendini öne çıkardığı ve bütün karmaşık ilişkilerin ortak bir paydada, bir bileşende ifade edildiği kavramlar vardır ’68’de dile getirilen ve bütün reformcu çözümlerin üstünü çizen “devrim için eğitim” sloganında da bu yatmaktadır. Bunun biçimlendirdiği “ Demokratik Üniversite” gibi kavramlar ise resmî ideolojiden tam anlamıyla kopuşu ifade eder. Çünkü bu kavram yalnız bu yanıyla bile devrimcidir; resmî ideolojinin devlet aygıtı içinde bütün bir parçası gibi gördüğü üniversiteye farklı bir işlev yüklemektedir. Öte yandan ’68, devrim sözcüğünün de pejoratif anlamda kullanılmasını ortadan kaldırdı; “eğitimde devrim” , “sanatta devrim” gibi o güne kadar resmî ideolojinin söyleminde önemli bir yeri olan yanılsamalar, sözcüğün doğru kullanımıyla birlikte terkedildi.

68’in ideolojik söylemi, eylem planında bağımsız «aktif mücadeleyi ve yığınsallaşmayı da hızla gündeme getirdi. Gençlik hareketi ’68’ie birlikte kendi doğal önderlerine sahip oldu, örgütlerinin yönetimlerine onları getirdi. FKF’nin bizatihi kendisi bu süreci belirlemesine rağmen, yöneticileri siyasal ataletten kurtulamadı. Örgütün tabanı doğal önderlerini seçti ve ’68’in ürünü olan Dev-Genç bu zengin miras üzerinde yükseldi.

Ancak bu noktadan sonra resmî ideolojiden kopuşun kendi gerçekliğini terk ettiğini ve hareketin özellikte ’69’la birlikte bir başka kanaldan tekrar bu ideolojinin etki alanlarına sokulmaya çalışıldığını görüyoruz. Bir yandan “darbeci” yöntemlere karşı “ parlamentarist” çözümleri yeğleyen ama bunu dile getirirken de her türlü eyleme “cunta korkusu”yla karşı çıkan bir eğilim, diğer yandan da parlamenter çözümlerin karşısına “ darbeciliği” yerleştiren bir başka eğilim. Her iki eğilim de, ’68’le başlayan ideolojik kopuşu ve bağımsızlaşmayı bir sınıf siyaseti temeline oturtup, doğru bir ideolojik bütünlük oluşturamadı. Bunu yapmaları da mümkün değildi. Gerçek ilişkiler, hayatın yarattığı yeni biçimler her iki eğilim tarafından yanlış yorumlandı. Gerçek, yerini gerçeğin çarpıtılmasına bıraktı. ’69’la başlayan ve giderek yükselen “millici güçler” retoriği, sınıf mücadelesinin seyrini, bu güçlerin söylemiyle açıklamak istedi. Sosyalist kavramlar, sosyalist düşüncenin temel ilkeleri resmî ideolojinin yanıltıcı imgeleriyle donatılarak sunuldu. Aşağıdaki örnek bu dönemi en çarpıcı bir biçimde yansıtmaktadır; “ … Bizim partimiz Milli Kurtuluş cephesidir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal’dir. (Doğu Perinçek, İşçi-Köylü gazetesi 24 Ekim 1969 sayı; 7) Bu mantık işçi sınıfının eylemlerini açıklarken de kullanıldı, gerçek; “millici güçler” ve darbe hayaliyle sürekli olarak çarpıtıldı. Yine İşçI-Köylü gazetesinin 21 Ağustos 1969 tarihli 4. sayısında “Demir Döküm İşçileri Vehbi Koç’u Dize Getirdi” başlığı altındaki şu satırları okuyoruz: “ …İşte bu mücadele patronlarının sırtını Amerika’ya ve ortaklarına dayadığını işçilere gösterdi. Bu durumu gençler, devrimci aydınlar, devrimci köylüler ve devrimci subaylar da gördü. Bunun için patronlar üzerinde bu güçlerin baskısı arttı. Görevli subaylar özellikleri sözleri tuttular. Patronu işçilerin haklı isteklerini yerine getirmesi için zorladılar… Demir Döküm işçilerinin mücadelesi artık yalnız işçilerin değil, bütün millici güçlerin mücadelesi olmuştu.”

Sözünü ettiğimiz her iki eğilimin de varlık nedenleri 12 Mart Darbe’siyle ortadan kalktı. Parlamenter çözüm uğruna her türlü eyleme karşı çıkarak, içine kapanan eğilim ’69 seçimleriyle darbe yerken; “darbeci” eğilimin hayalleri ise 9 Mart a kadar sürdü. 12 Mart faşizminin bu yanıyla, ‘ideolojik yanılsamaları ortadan kaldırarak, “ hayırlı” bir işlev gördüğü bile söylenebilir!..

Kısaca, ’68’in yaratmış olduğu resmî ideolojinin dışındaki miras, Türkiye’de sosyalist mücadele açısından önemli kazançlar getirmiştir. 12 Mart’ia birlikte ve sonrasında gerçekleşen sosyalist örgütlenmelerin çok sık vurguladığı ve öne çıkardığı “egemen ideolojiden bağımsızlık” kavramlarının köklerini ’68’de aramak gerektiği inancındayız. Türkiye’de ’68 yalnızca bu yanıyla bile tarihteki doğru yerine çoktan oturmuştur.

Diğer Yazılar

AY CARMELA: İSPANYA İÇ SAVAŞI’NA AĞIT

Ümit ÖZDEMİR / 10.02.2025 Fakat bombalar hiç bir işe yaramaz / kalplerin attığı yerde.. Sahnede …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir