Mahir Konuk / 24.03.2025
(Elinizdeki yazı, çok sevgili bir insanla bir hafta kadar süren nadir yoğunlukta ve son derece tutkulu bir görüş alışverişinin hülasasını (özetini) yansıtmaktadır. Zihnimizde başlangıçta şiir modunda kısa bir risale şeklinde biçimlenmişti; ancak yaşadığımız döneminin esprisi de içerdiği bütün çelişkileriyle işin içine katılınca doğrudan doğruya adeta bir “siyasi vasiyet” halini aldı. Yapacak bir şey yok, şiirler yarınlarını bekleyecek artık… Bu yazının “görünmez kalemine” de, en azından bize esin kaynağı olduğu için, en derin duygu ve iyi dileklerimizi sunuyoruz.)
Cüret; bireyselliğini toplumsallığının karşıtı olarak belirleyen züppe bir burjuvanın günümüzde ayyuka çıkardığı “satın alınmış küstahlık” değildir. Cüret; kabilesini, ailesini sadece hayalinin mahsulü olan “ırkını”, kısaca geçmişe yani ölü zamanlara dair neyi varsa seferber ederek kabadayı kesilen, asla bir türlü yağamasa da ancak gürleyebilen kof bir güç gösterisi de değildir. Cüret; görünürdeki çelişkili duruşlarına rağmen birbirlerine kolaylıkla dönüşebilen bu iki davranış biçimin bütünüyle dışında, bireylerdeki insanlığın ve/veya bir bütün olarak insanlığın varoluşunun özgün bir biçimidir. Tam olarak ifade etmek gerekirse kendi kendisini birey olarak ve toplum olarak aynı anda yaratan insanın varoluş sürecinde aldığı özgün biçimlerden birisidir, cüretli olmak veya cüret sahibi olmak. Dolayısıyla ana süreç olan insanlaşmanın özel zamanları ve mekânın özgün biçim alışlarıyla ilgilidir. Ya “bireysel” ya da yerleşik düzenin mevcut biçimiyle ilgili değildir, ama hem bireysel ve hem de toplumsal biçim alışları beraberinde getirerek bütünler; tıpkı bir özne ve onun dışa dönük eyleminin, hep birlikte bir bütün oluşturması gibi. Bu yüzdendir ki, bireysel olsun veya insan toplumsallığına belli bir yapılandırma kazandıran bir sınıf tarafından veya onun hareketi üzerinden tecelli ettirilmiş olsun, cüret, içinde yaşadığımız alışılmışın çok üstünde cereyan eden olayların insanlara dayattığı ve onları, kendi tabiatına uygun olarak varoluş veya yok oluştan taraf bir seçim yapmaya zorladığı bir oluş biçimidir. Cüret, bu haliyle de tarihin ve toplumun turnusol kâğıdı olarak içinde yaşadığımız şartlarda yeniden sıklıkla gündemdedir.
O halde, yaptığımız bu tanımlamalara uygun olarak ve ülke çapında ve küresel boyutta yaşadığımız olaylar üzerinden bir varoluş biçimi olarak cüretin kendisini, bütün aldatmacaların ötesinde nasıl ifade ettiğini gözlemlemeye çalışalım.
Cüret ve zaman
Cüretle zaman arasında gerçekte var olan ilişkiyi tespit edebilmemiz için, öncelikle şu noktanın sürekli bir biçimde akılda olması gerekmektedir: Bir varoluş biçimi olarak “cüretli olmak” insan olmanın hallerinden birisidir. Bu sebepledir ki, insan olabilmek aynı zamanda cüretli olmayı da gerektirmektedir. Bu şekilde, cüretten bahsettiğimizde akla öncelikle, milyonlarca yıldır süregelen bir süreç yani insanlaşma süreci gibi somut o halde doğrudan doğruya duyularımıza hitap eden, ama aynı zamanda düşünülebilen ve dolayısıyla yargı konusu yapılan bir süreç gelmektedir.
İkinci olarak, bir insanlık hali olarak “cüretli olmak” bir tiplemeye karşı gelen bir varoluş biçimi değildir; yani baştan sona kadar cüretli insanlar yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır, ama sıradan insanların yeri ve zamanı gelince “cüretli olma halleri” vardır. Eğer bunun tersi mümkün olsaydı, züppe bir burjuvanın küstahlığı ve ölü zamanların fosillerinin kof kabadayılığı ile cüretli olmanın erdemliliği birbirlerine karıştırılmış olurdu… Cüretli olmak, aynı zamanda bir kereye mahsus var olunan bir hali değil, ama insani bir oluşun sürekli bir biçimde içinde olmak anlamına gelmektedir; diğer bir deyişle “cüretli olmak”, insan olurken olunan bir varoluş hali veya kısaca “insan olurken insan kalmak” anlamına gelmektedir.
Üçüncü olarak, “cüretli olmak” taraflı olma anlamına germektedir; ama sadece “taraflı olmak” değil. Evrensel anlamda “oluşu” (Bkz. “Oluş Sorunu, El yayınları) olduğu gibi, insani oluşu da belirleyen, oluşum halinde olmasa var olamayacak olan muhtevanın içerdiği çelişkilerin birbirleriyle olan ilişkileri olmaktadır. Cüretli olmayı tanımlayan insani oluş sürecinin, toplumsal çelişkileri de yapılandıran muhtevasının içerdiği çelişkiler binlerce yıldır sınıf çelişkileri olmaktadır: Bir tarafta insanlığa ait olan bütün değerleri yaratırken evrendeki insan varlığını da yaratan emek cephesi, diğer taraftan yaratılan bütün değerlere el koyarak onları kendi özel çıkarlarının ve yaşam biçimlerinin kalıplarına dökerken biricik yaratıcı olan emekçiyi sömürenlerin oluşturduğu cephe. O halde, cüret sahibi olmak taraflı olmayı gerektiren bir varoluş biçimiyse, sınıfsal çelişkiler tarafından belirlenen insani oluş sürecinde sadece taraflı olmak insan olmaya yetmediği gibi cüret sahibi olmaya da yetmeyecektir. Cüretli olmak, bu durumda, biricik yaratıcı olan emek cephesinden yana olmak, insanlaşmayı emekçilerin üzerinde bir yapılanma olarak biçimlendiren egemenlerin hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek bir şekilde karşısında olmak demek olmaktadır.
Dördüncü olarak, cüretli olmak ile zaman mevhumu arasındaki ilişki ele alındığında, zamanın mevcut durumdaki “parçalanmışlık” hali de hesaba katılmak durumundadır. Zira sınıflı toplumsal yapılanma şartlarında “zaman” kaçınılmaz olarak parçalanmış haldedir ve “taraflı olma” prensibi de bu parçalanmışlıkta geçmiş-şimdiki zaman-gelecek arasında bir seçim yapmayı da öngörecektir. Sınıflı yapılanma sadece insani muhtevayı parçalamakla kalmaz, bu muhtevayı belirleyen ama yine de o olmadan var olamayan zamanı da aynı anda belirttiğimiz biçimde parçalar. O halde, eğer cüret sahibi olmak insani bir varoluş biçimiyse ve emekçi sınıfından taraf olmayı gerektiriyorsa, bu tarafgirliği insani zamandaki parçalanmışlık karşısında da ifade etmesi gerekecektir. Bu tür parçalanmışlıkta durum özetle şu şekilde bir tercih yapmayı gündeme getirmektedir: İnsanlığın son 5 bin yılına damgasını vuran sınıfsal parçalanmışlığın bütünü hesaba katıldığında, geçmişi ve şimdiyi belirleyen, eğer sınıf savaşını bir yana bırakırsak, hâkim sınıfların topluma ve insanlığa vermeye çalıştığı biçimdir. Ve şimdi sınıf savaşlarını tarihe yani zamana devamlılık kazandıracak ve hatta sınıflı yapılanmaları birbirleri ardına çeşitleyen biricik eylem ve düşünme biçimi olarak yeniden hesaba katarsak, emeği ile hem kendisini ve hem de bütün insanlığı yaratan sınıfa insani oluş sürecinde bir tek “gelecek zaman“ kalmaktadır. Bu demektir ki, genel olarak sınıflı toplumların ve özel olarak burjuvazinin geleceği, doğrudan yaratma eyleminin dışında bir varoluş oluşturduğundan, mutlak anlamda yoktur. Veya sınıflı toplumların geleceği, insanlaşma sürecinde bu sınıflara tanınan tarihsel olasılık kadardır. O halde cüretli olmak da insandan yani emekten yana olmak demek olduğu kadar, sınıflı toplumların geleceğine karşı, insanlığın temsil ettiği gelecekten yana olmak anlamına gelecektir.
Varoluşun “mekân” ile birlikte en temel elemanı olan “zaman”ın ölçüsüne vurduğumuzda “cüretli olmak” hali, her şeyden önce bir “devamlılık” gibi görünen zamanda ortaya çıkan büyük kırılma ve hatta temelli kopmalarla karşı karşıya kalır ve bu kırılma ve kopmalarla ilişkili olarak belirlenir.
Varoluşun zaman boyutunda ortaya çıkan kopma ve kırılmalarla belirlenen engelleri aşmak üzere “cüretli olmak” gerektiren hallerin ortaya çıkmasının nedeni, varlığımızı sarıp sarmalayarak içinde taşıyan insanlaşma sürecinin devamına en azından omuz vermek için “cüret sahibi olmanın” gerekli olduğundandır. Zaman mevhumunun, durmadan genişleyen evrenin “pozitif” değer taşıyan “yayılmacı” yanına karşı geldiğini söylemekte, fizik bilimciler bize. (Bkz. Oluş Sorunu) Bu yüzden, zaman ışık hızı yani enerji miktarı ile ölçülmekte ve dolayısıyla “cüretli olma” haline kendi tabiatına uygun olarak “sıra dışı” olmayı yani şimdiki zamanın içinde gelecekte olana doğru koşmayı öngörmektedir.
Ancak “cüretli olma” hali, “artı enerji” yüklü olarak yayılan zaman veya enerji ile değil ama varlığın içinde yayıldığı “eksi” değer veya enerjiyle yüklü mekan ile de doğrudan ilişki halindedir.
Cüret ve mekân (uzay)
Cüretli olma haliyle bu eylemin gerçekleştirildiği mekân arasındaki ilişkiyi açıklamaya geçmeden önce “artı” yüklü zaman ile “eksi” yüklü mekân arasındaki ilişkinin diyalektik birlikteliği üzerinde durmamız gerekecektir. Varlığı oluşa haline taşıyan artı enerji yüklü zamanın sürekliğini ve dolayısıyla zamandaki kırılma ve kopmalarını belirleyen, tek başına kendisi değil, ama ona içinde süreklilik olduğu gibi kırılma ve kopmaları da sağlayan mekân (uzay) dır da. Sözümüze başlarken yaptığımız tanımlamalarla ilişkilendirecek olursak, ne “zaman” dediğimiz şey züppe bir burjuvanın küstahlığına benzemektedir, ne de uzay kaotik bir kabadayı gibi geleceğe ket vurabilir niteliktedir.
Anlaşılabileceği üzere, zaman ve mekânın diyalektiği, varoluşu metafizik bir şey olmaktan çıkararak, enerjinin yoğunlaşarak kütle (mekân) sahibi olarak biçim almış biçimine yani maddeye dönüşmesini de beraberinde getirecektir. Enerjinin mekâna karışıp yoğunlaşarak maddeye dönüşmesi sürecindeki biçim alışlar, evrenin oluş sürecine bağlı bütün biçim alışlarda ortaya çıkan çeşitlenmelere karşı gelmektedir. Dolayısıyla, zamandaki kırılma ve kopmalar, nesneleşen enerjideki biçim alışların çeşitliliği ile ilgilidir. Bu demektir ki, biçim alışların çeşitliliği sadece mekâna yayılan bir düzene göre birbirleriyle ilişkilenerek gerçekleşmez; zamana yayılarak gerçekleşen veya bir düzene sahip olan biçim alışlar da söz konusudur. Eğer biz bir biçim alışı, geçmişe veya uzak geçmişe ait olarak değerlendiriyorsak, bir biçim alışa yürürlükte olan veya süreci belirleyen biçim alış nitelemesini yapıyorsak, yine aynı şekilde gelişmekte olan bir biçim alışta “geleceğin temsil edildiğini” söyleyebiliyorsak, işte bu bir oluş sürecinde zamanın düzeninin de mevcut olmuş olduğundan dolayıdır. Nitekim biz, “insan türü bilinen evrenin ucundadır” önermesini ileri sürdüğümüzde, insani varlığın evrensel oluşun gelecek zamanında var olduğu veya geleceği temsil ettiğini belirtmekteyiz.
Genel olarak zaman-mekân diyalektiğine kısaca değindikten sonra, şimdi de varoluşsal bir çeşitlilik olan “cüretli olmak” halini bağrında taşıyan insanlaşma sürecindeki çeşitlilikler üzerinde kısaca durmamız gerekmektedir. Ama önce insani biçim alışta belirleyici olan iki süreç olan bireyselleşme ve toplumsallaşma arasındaki ilişkideki diyalektik birliktelik üstüne birkaç şey söyleyeceğiz.
İnsanlaşma süreci dediğimiz nesnel tabiatlı oluş sürecinde müdahil olan birey, sürece katılımını aynı zamanda kısaca hayat enerjisi de diyebileceğimiz “emek” veya işgücü sarfiyatıyla gerçekleştirir. Böylece birey, canlı emek sarfiyatıyla kendi kendisini yaratarak insanlaşırken, içinde var olabildiği mekânı da kendi özgüllüğü içinde insanlaştırarak topluma dönüştürür. İnsanlaşma adını alan bu özgül biçim alışın zaman boyutunda sürece canlı emeğini katarak dahil olan birey, zaman boyutunu ve dolayısıyla dikeylik halini -yani sürekliliği- temsil eder. İnsanlaşma sürecine emek ürünü bir biçimlenme olarak katılan toplum ise, bu zamansal sürekliliğe, “biçim alış” veya diğer bir deyimle yapılandırma esnasında dahil olacaktır. Yukarıda belirttiğimiz üzere insanlaşma sürecini tanımlayan toplumsal biçim alış yani yapılanma biçimi, belli aralıkların dışında 5 bin yıldır sınıfların varlığı ve dolayısıyla onların arasındaki “sınıf çelişkileri” ile belirlenmektedir.
“Sınıf çelişkileri” toplumsal anlamda insani yaratıcılığa konulan sınıra karşı geldiği oranda, tarih yani zamansal boyutta insanlaşma sürecinin evriminin gelişiminin önündeki engellere de işaret eder. Bu durumda “cüret sahibi olmak”, her şeyden önce hem pratik ve hem de düşünsel olarak sınıf savaşında “saf tutmak”, ama sadece saf tutmak değil ama bireyin emeğini kendisiyle birlikte özgürleştirmek ve insanlığın gelişiminin önünü açmak için zaman ve mekânda var olan sınırları ortadan kaldırmak üzere savaşanların yanında saf tutmak anlamına gelecektir. İşte bu yüzdendir ki cüret devrimcidir; onun devrimci oluşu Büyük Fransız Devriminin önderlerinden birisi olan Danton tarafından devrim için ayaklananlara şöyle ilan edilecektir: “De l’audace, de l’audace, toujours de l’audace!” (Cüret, cüret, daima cüret!”)
Bu devrim sloganı, muzaffer bir şekilde gerçekleştirildikten sonra insanlaşma sürecinin önünde en büyük engel olan sınıfın, burjuvazinin, aristokrasiyi temsil eden Fransa kralının iktidarının oluşturduğu sınıfsal engeli ortadan kaldırmak için gerçekleştirdiği devrimin sloganı olmuştur. Oysa ki, ilerlemeden yana saf tutmak ve gelecek zamanda varoluşu belirleyen biçim olarak daha hemen şimdiden var olmaya başlamış oluşumdan yana saf tutmak demek olacaktır. Toplumsal mekâna dair bu yeni biçim alışın adı komünizmdir. İşte bu yüzdendir ki, cüret sadece devrimci değildir ve olamaz da. Cüret, aynı zamanda emekçinin kendi kendisini var ederken biçimlendirdiği bu geleceği temsil eden toplumsallıktan, komünist toplumsallıktan yana da tavır almayı öngörecektir.
Okuyucuya sunduğumuz bu tanımlamalardan sonra, günümüz dünyasında cüretli olmak veya cüret sahibi olmanın ne anlama geldiğini tartışabileceğiz.
Günümüzdeki “cüretli olma”nın karşılığı nedir?
Neoliberal diye adlandırdığımız aslında kapitalist sistemin toptan çöküşe ve geldiğimiz yerde yok oluş-yok ediş evresine girdiği dönemin de başlangıcına karşı gelen tarih 1968 yılıdır. Devrimci cüretin de kol gezdiği bu tarihle başlayan ve bugüne kadar uzanan olayların tarihsel öznesi “68” kuşağı dediğimiz kuşağın bireyleri olmuşlardır. Türkiye şartlarında bu kuşak ufak tefek farklılıklarla “78 kuşağını” da bağrına basarak taşıyıcısı olduğu “devrimci cüreti” Avrupa’daki hemcinslerinden toplumsal mekân ve tarihsel zamanda çok daha uzaklara taşıyabilmişlerdir. Bu kuşak üyeleri, doğrudan bir şekilde ve zaman-mekânda yarattıkları etki üzerinden, bir şekilde günümüzdeki bütün olup bitenler üzerinden varlıklarını sürdürebilmişlerdir. “68 kuşağına”, kendisine dayatılan burjuva tipi toplumsal yapılanmadaki yerini terk ederek olaylara sıra dışı bir şekilde katılan bireylerin hayat çizgilerini mercek altına almak, Türkiye’de ve dünyada “devrimci cüret” dediğimiz şeyin bütün hallerini gözlerimizin önüne sermeye yetecektir.
Sembolik olarak “68” ile başlayan süreç, her şeyden önce zaman boyutunda büyük, çok büyük kırılmaların ve kopuşların yaşandığı, mekân boyutunda da aynı anda vuku bulan ve bütün insani varlık alanında “sınıf savaşlarının” tutuşturarak alevlendirdiği aylarca süren çatışmalarla kendisini dışa vuran parçalanmaların yaşandığı bir süreç olmuştur. Bu sürecin çoğu hala hayatta olan özneleri, istisnasız bir şekilde bu tarihsel ve yapısal altüst oluşun gerçekte kapitalist sistemin zaman-mekânda kendisine ayrılan süreyi tamamlayarak yok oluşa doğru hızla sürüklenmeye başladığının farkına dahi varmamışlardı. Aynı şey, adeta kaçan tramvaya son anda atlamaya çalışırcasına lise çağlarından itibaren kendisini olayların içinde bulan bizim için de geçerlidir.
Bizim, olup bitenin farkına varmaya başlamamız, 1980’lerin sonundan itibaren bir araştırmacı-gözlemci olarak alan araştırmalarına başlamamız ve olup biteni makro ölçekte değil ama mikro ölçekte neredeyse tamamı emekçi aileden gelen gençlerin tavır ve davranışlarını gözlemlemek, bu tavırları anlamlandırmak ve onların davranışlarının makro ölçekteki izdüşümlerini hesaba katarak yorumlamak ile başlayan süreç içinde gerçekleşti. Bugün de gelişen her olayla doğrulanan ve taraftar bulan şu gerçek kısa zamanda, akademik bir tez konusu olarak bilimsel yargıya sunulacak ölçekte nesnel bir gerçeklik hüviyeti kazandı: Kapitalist sistem, her ne kadar 68’de aldığı darbeyle sarsılmasının hemen ardından kontrolü eskisinden daha fazla ele almış görünse de, özellikle de 1980’lerden sonra hızla küreselleşmeye başlayan Fransız kapitalizminin somutunda işlerin sarpa sardığı dikkatli ve teoriyi ciddiye alan bir “Kapital” (Marks) okuyucusunun hemen anlayabileceği gibi, besbelli bir olgu olarak ortadaydı: Sermaye kendi anavatanında dahi toplumsallaşamıyor, temerküzünü (yoğunlaşmasını) başta spekülatif yollar olmak üzere en az iki asra yayılan sınıf savaşlarının emekçiler açısından bütün kazanımlarını elinden almakla gerçekleştiriyordu. Ayrıca Paris gibi bir şehrin merkezi yerlerinde “Çinli” veya diğer “Asyalı” nüfusun görünür hale gelmesi ve ara sokaklarda sayıları hızla çoğalan “ucuz eşya” satan mağazaların sayılarının hızla artması gibi gözlemlerin bizde uyandırdığı düşünce, yoğun bir şekilde ve dünya çapında bir sermaye ihracı-meta ithalatı trafiğinin yerleşik hale gelmiş olduğu tespitine dayanıyordu.
Ancak belirtmemiz gerekir ki, bu saydığımız kaba gözlemler bütünü, bizim mikro ölçekte, yani bireylerin yaşam çizgilerindeki “infilak” olarak adlandırdığımız parçalanma olayının, makro ölçekteki izdüşümlerine karşı gelmekteydi. Bir önceki “babalar kuşağı” ile mutlak bir kopuşa da karşı gelen bu olay, yapısal toplumsal daralmayla birlikte kimliksel arayışları da gündeme getiren bireylerin yaşam çizgilerinde bir zaman mekân parçalanmasının sonucunda oluşmuştu. Biz, bu bireysel varlığı ve bireyin davranışlarında “uzun zaman ölçeğinde” ölçülebilecek sarsıntıları yaratan kopuş ve parçalanmaların bilimsel düzlemdeki dökümünü, 2000’lerin başlarından itibaren ilan etmeye başladık. Türkçede yayınladığımız “Denge ve Devrim” (2018) ve “Çıkış Hattı” (2020) (El yayınları), adlı çalışmalarımızda “Bireyin hayat çizgisinin infilakı” olayını etraflı bir şekilde açıklama imkânı bulmuş olduk.
Biz, 68’den 1990’ların ortalarına kadar yayılan dönemi bir “kesintisiz kriz dönemi” olarak adlandırıyoruz. Emek cephesi ile sermaye cephesinin karşı karşıya gelip çarpıştığı iniş ve çıkışlarla dolu bu döneme “devrimci cüret” açısından baktığımızda, çatırdayan kapitalist sisteme karşı ilk saldırıya geçen tarafın emek cephesi olduğunu tespit etmekteyiz. “Emek cephesi” bu esnada iki ana kısma ayrılmaktaydı: Gençlik örgütlerinin içinde örgütlenmiş radikal solcu ve aydın kesim ve sendika ve Komünist Partilerin içinde örgütlenmiş olan işçi kesim veya proletarya.
Bu iki kesimden birincisi, sınıflı toplum yapılanmasının ve onun iktidarının “hemen şimdi” devrimci şiddetle yıkılmasından yana olan ve varlığı şimdiki zamandan çok “gelecek zaman” ağırlıklı olarak belirlenen, “68 kuşağı” dediğimiz kuşağın temsilcilerinden oluşmaktaydı. Bu temsilciler belki de insanlık tarihine geçecek bir “devrimci cüret” örneği göstererek gençlik ve tecrübesizliklerinin yanında tarihsel ve toplumsal konumlarının kendilerine tanıdığı avantaj ve dezavantajları harekete geçirerek ölesiye savaştılar. Türkiye’de hiçbir kara propagandanın emekçi halkın vicdanından söküp atamadığı Kızıldere’nin On’ları, Darağaçlarının “Üç Fidanı, Diyarbakır zindanlarının “ser verip sır vermeyen” yiğitleri ve daha niceleri, bu dönemdeki “devrimci cüretin” evrensel ölçekteki örneklerini verdiler… Dolayısıyla, bu kesim içindeki en radikal ve sistem için acil tehlike arz eden unsurlar, kısa zamanda ya bütünüyle imha edildiler, ya da yeniden yeterli bir şekilde güç toplayana kadar etkisiz hale getirildiler; en geniş tabanları ise ileride anlatacağımız gibi çok çeşitli biçimlerde ve kısa veya uzun vadede sistem yani “karşı devrime” kazandırıldılar. Kendilerinden her şeyden önce “komünist cüret” beklenen komünist parti ve sendika önderlerinin 68’deki tavrı, “babalar kuşağı” diye adlandırdığımız “toplumsal ilerlemeci” ve aynı zamanda “sınıf işbirlikçisi” olmanın temel özellikler taşıyan, sisteme siyasi olarak entegre işçi kesimlerinin “Şanlı Otuzlar”1 döneminde olgunlaşmış “hayat çizgileriyle” belirlenmekteydi. Onlar, devrimci cüret sahibi radikallerin açtığı alana bütün nicel ağırlıklarıyla yerleşerek, her zamanki yaptıklarını yapıp geçmişteki kazanımlarını iki katına çıkarmakla yetindiler; yani sermaye sınıfından düzen içinde kalmak üzere kopardıkları yeni hak kazanımlarını güncellemekle…
1980’lerden itibaren, örneğin Fransa’da siyasi iktidara ortak da olan bu kesim, gözlerini 1995 Büyük grevinde açana kadar, baştaki kazanımlarıyla birlikte geçmişte fetih edilmiş olan hakların büyük kısmını birer ikişer kaybettiler. Bu somut tespit de göstermektedir ki, 68’in ikinci muhalif kesimi, “devrimci cüreti” reddederek, bırakalım gelecek zamanda konuşlanarak “komünist cüret” sergilemeyi, şimdiki zamanı belirleyen sermaye iktidarını ve kapitalist sistemi güçlendirerek, sınıf mücadeleleri tarihinin “işlenen günahlar” sayfasına geçecek bir tavır sergilediler…
Yaptığımız bu tespitten sonra 1990’lardan bugüne yani kapitalist yok oluş-yok ediş dönemine geçmeden önce okuyucumuza, ucuz methiyeler veya suçlamalar yapmak yerine şu sorunun cevabını vermekle yükümlüyüz: Peki, sermaye sınıfı emek cephesinin ve gelecek zamanların saldırılarıyla edilgen konuma gelmişken nasıl oldu da 20 yıl kadar bir sürede kendi siyasi iktidarını -gerçekte sadece ekonomik iktidarını değil! – daha da güçlendirdi? Bunun, muhalefet kesiminin 68’deki parçalanmışlığına da bağlanan ama özellikle de insanlaşma süreciyle daha önce sahip olduğu bütün ilişkilerinin kopmuş olmasına -yani kendi tükenmişliğine- da bağlı olan iki nedeninin olduğunu tespit edebilmekteyiz.
Birinci neden, sermayenin tarihsel bir zorunluluk olarak üretimden çekilmesine yani toplumsallaşmasının hızla gerilemeye başlamasına bağlı olarak, kapitalist sistemin toplumsal yani insani bir yapılanma olmaktan çıkması ve “devrimci cüretin” gündeme getirdiği yıkım işleminin kendisinden de pay çıkarması olmaktadır. Burjuvazi, bu iş için devrimcilerin insani varoluşun çeşitliliğini yansıtan farklılıkların taşıyıcısı “birey olarak” varlıklarının kabulü için talep ettikleri “demokratik hakları”, neoliberalizmin ideolojik ve siyasi bir yapı taşı olan “aşırı bireyciliğe” dönüştürdüğünü tespit etmekteyiz. (Bkz. Denge ve Devrim) Ayaklanmaların ardından, olup bitene akıl erdirmeye çalışan kitlelere neoliberal ideologlar özetle şöyle seslenmekteydi sermayenin güdümündeki basın-yayın organları aracılığıyla: “Toplumsal önyargıları mı yıkmak istiyorsunuz? O halde “sınıf savaşı” da nedir ki; biz çok daha fazlasını, toplum denilen şeyin bütününü ortadan kaldırmak için yola çıkıyoruz; hadi gelin birlikte yıkalım! Mekânda hareket etmek ve zamanda ilerlemek için daha fazla özgürlük mü talep ediyorsunuz? İşte size kendi özel hayatınıza dair ve iktidarımızın teminatı altındaki demet demet ayrıcalıklar, tepe tepe kullanabilirsiniz onları. Mekân sahibi olmanın en kolay biçimi “mülk sahibi” olmaktır; ilerlemenizin tek yolu kariyer sahibi olmanız yani kendi geleceğinizdir; toplumun veya insanlığın geleceği filan değil…” Bütün bu türden laf kalabalıklarını bir tarafa bırakıp, kapitalist sistem ve neoliberal ideolojilerinin bir tek beklentileri bulunmaktaydı aslında. Yüreklerine korku salan “en büyük tabu” olarak gördükleri sınıf savaşlarını sonlandırmak!
Neoliberal tüyler takınmış olan burjuva ideologların büyük bir perversiyon yani “sapıklık” eseri olan duruşlarının en güzel örneklerini biz, edebiyat ve görsel alanlarda “post-modern” biçimler altında bulmaktayız. “Neoliberalizm, Roman ve Aşk” (El yayınları) adlı kitabımız, ideoloji ve siyaset alanında genelleştirilmiş perversiyonun bireylerin duygu dünyasına edebiyat yoluyla nasıl sinsice ve “Nobel ödülü” gibi teşvik tedbirleriyle sokulduğunu örneklerle açıklamaktadır. Burjuvazinin, insanlığın en uçtaki değerlerinden ve toplumsal ilişki biçimlerinden birisi olan “aşk ilişkisini” perversiyon yani gerçekte sahip olduğu ve paylaşıldığı anlamdan çıkararak tam tersine “egoist çıkar ilişkisine” dönüştürüldüğünü biz, bu dönemde uluslararası sirkülasyondaki “Türk romancılarında” gözlemleyebilmekteyiz. Bu alanda burjuva ideologlarının söylemini sadece verdiğimiz örnekten çıkarak şöyle özetleyebiliriz. “Siz devrimci ahmaklar, toplum dediğiniz şeyi, insanlık adını taktığınız bir birikimi emek vererek ürettiğiniz değerle sırf insan olduğunuzdan yani karşılık beklemeden doldurup geleceğe aktarmayı erdem sayıyorsunuz. Ama “gerçekçi olun” biraz; vermeden almasını ekmeden biçmesini gelin de bizden öğrenin. Değer dediğiniz şey eğer her şeyden ve herkesten önce “sen”i zengin etmiyorsa, genel toplumsal bir zenginliğe karşı gelmiş olsa da sen mutlaka fakirleştiriyordur.
Hem sizin “aşk” dediğiniz şey de nedir ki? Ne demek “karşılık beklemeden sevmek” ve birine ölesiye bağlanmak? Bir ölçüye vurulmayan, yani bir pazarda alınıp satılmayan her şey değersizdir…” İşte özellikle “sol-karşı devrim” saflarını 68’den kalma ve o zaman bile her şeyden önce “devrim” değil ama “şiddet” taraflısı oldukları anlaşılan kalıntılarla tıka basa dolduran söylem çok kısa bir biçimde bu şekilde özetlenebilecektir. “Bir çift rugan pabuç, bir kolalı gömlek” (N. Hikmet) karşılığında neoliberal karşı devrimin safına geçen ve utanmadan “solcu” olmakta devam ettiklerini söyleyen bu güruhun davranış biçimi, yukarıda tanımını yaptığımız bir “varoluş biçimi” olarak cüret sahibi olmanın ölçüsüne vurulduğunda, aslında karanlık işlerin kabadayılığından burjuva küstahlığına yatay geçiş yapmış olma anlamına gelmektedir, sadece…
Nesnel olarak, cüret sahibi olmanın başlangıçta ve sonuçta “komünist” versiyonunun taşıyıcısı olan emekçi kesimin, daha doğrusu onun örgütsel planda yöneticiliğini yapan sendika ve “komünist parti” kadrolarının 68’den günümüze kadar uzanan dönemde küreselleşen kapitalizme ve onun ideolojik ve siyasi varoluş biçimi olan neoliberalizme kazandırılması, yatay bir geçişle gerçekleşti. Burada III. Enternasyonalin ve onun KP’lerinin (Komünist Partiler) tarihinden bahsetmeyeceğiz; sadece Fransız KP’sinin 2. Dünya savaşı sonrası evriminden başlayarak, bütün KP’lerin sisteme nasıl kazanıldığını konumuzla ilgili olarak kısaca özetleyeceğiz.
FKP (Fransız Komünist Partisi), 68 sonrasından itibaren üyesi olan ekonomist ve sosyolog B. Friot’ya bakarsak, (Bkz. Oluş Sorunu) Nazi işgalinde “direnişin” ağırlık noktasını oluşturduktan sonra, bu yüzden “elinde silah olan” işçi ve köylü emekçilerin partisi olarak ülkenin siyasi iktidarında ve toplumsal yapılanmasında da iniş ve çıkışlarla kendi ağırlığını korumayı başardı. (Bkz. Çıkış Hattı) Kapitalist sermayenin bütün dünyada hızla yeniden toplumsallaştığı bu döneme, “Şanlı Otuzlar” demek adetten olmuştur. Bu arada sermayenin toplumsallaşması olgusu FKP, sendikalar ve diğerleri açısından bu dönemde iki açıdan önemlidir: 1) Sanayi üretiminin artması anlamına da gelen kapitalist sermayenin yoğun bir şekilde toplumsallaştırılması olayı, emekçi sınıfını nicel olarak sayıca artırmış ve örgütsel olarak da toplumsal yapılanmanın yapı taşlarından birisi haline getirmiştir; 2) Bu nicel ağırlıklı güçlenme, parlamenter temsili demokrasi ve devlet aygıtının bütün kurumlarıyla sermayenin ve kapitalist yapılanmanın kontrolünün daim olduğu şartlarda burjuva toplumunda temelli yapısal nitelik değişimine yol açmadı veya bu şartlarda açamadı. Bu açıdan bakıldığında, ülke çapında sınıf mücadelesine önderlik edecek olan FKP’nin bu işlevini ancak sendikal kazanımlar çerçevesinde yürüttüğünü, ama diğer yandan burjuva düzeniyle ve devlet aygıtıyla büyük çapta iş birliği içinde olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. FKP, kazanımlarının en uç noktasına, bütün varlığıyla bir burjuva devlet adamı olan Mitterrand ile 1981’den itibaren gerçekleştirdiği “ortak program” temelindeki ittifak sayesinde ulaştı. Ama sadece iki yıl sonra, yine Mitterrand’ın siyasi oyunları sayesinde ülkenin siyasi tarihinde düzenli olarak kaybeden siyasi parti konumunu kazanmış ve işçi sınıfının üzerindeki ideolojik, siyasi ve örgütsel gücünü sınıf işbirlikçisi siyasetlerle Le Pen’in Faşist partisine bırakmıştır. 1995’in Büyük grevi ile gözlerini açtığında ise, B. Friot’ya göre “Komünist kazanım” olan sosyal güvenlik sisteminin, bütün çırpınışlarına rağmen adım adım kapitalist sistemin neoliberal döneminde oluşan karadeliğinde yok edilmesini engelleyememiştir. Diğer yandan, sınıfsal tabanını da daraltarak başlangıçta emekçi sınıf için değil ama kendi kadroları için bir “butik-parti” veya bir “kontuar-parti” hüviyetini alan FKP, 14 yıllık Mitterrand iktidarı döneminde ise doğrudan dolayı onun partisinin “seçim hesaplarında küsurat partisi” haline gelmiş bulunmaktaydı.
Genel olarak sınıflı bir toplumu ve özel olarak burjuva toplumunu biz, içerdiği sınıfsal yapılanmadan dolayı “toplumsu” oluşumlar olarak nitelendirmekteyiz. Bizim toplum tanımına en uygun olarak değerlendirdiğimiz oluşum; sınıfsal yapılanmanın en azında büyük oranda ortadan kalkmış olduğu, bireylerin yaratıcılığının zaman boyutunda önünün açıldığı, mekânsal boyutta ise “ötekilerle” ilişki kurabilmesinin önündeki kurumsal (Devlet aygıtı) engellerin kalkmakta olduğu bir yapılanma biçimi, yani insanlık tarihinde çeşitli örneklerini gördüğümüz ve çok yakın gelecekte de göreceğimiz gibi komünist yapılanmadır. Tarihi 2. ve 3. Enternasyonallere karışan FKP’nin kaderi, geldiği işbirlikçi ve hatta “Kraldan çok kralcı” olma anlamında teslimiyetçi olan konumu itibariyle, benzeri bütün KP’ler gibi, hep toplumsu bir yapılanma olagelmiş olan “Ulus-Devlet” formasyonunun kaderi ile bütünleşmiş haldedir. Vardıkları konumun, aldıkları ad ile artık hiçbir ilişkisi kalmamış görünen ve siyasetiyle sadece karşı devrime kan veren FKP, burjuvaziyle birlikte paylaştığı kaderi, kapitalist sistemin neoliberal dönemde aldığı biçim ile özdeşleşmektedir: Yok olmak-yok etmek.
Ancak, Fransa’daki evrensel bir değer olarak kabul edilen Ulusal-Devrimci geleneğin en güzel ve en mükemmel temsilcileri Komünistler ve onunla aynı safı paylaşan emekçiler olmuşlardır. Bu devrim şehitleri partisinin gelinen yerde “toplumsal sınıf” kavramını, sınıf savaşlarını ve Burjuva devriminin komünisti Babeuf’ten sonra Paris Komünü’nde de en güzel örneklerini sundukları “doğrudan demokrasiye” sırtını döndüğüne ve azılı anti-komünist ve karşı devrimcilerle iş birliğine yeltendiklerine bakmayın, her şeye rağmen işçi sınıfını kapitalizmin cehenneminden buralara kadar taşıyan da yine FKP ve benzeri partiler olmuşlardır. Burjuvazinin ve kapitalist yapılanmanın biçimlendirdiği bütün toplumsuların içinde “toplum”, toplumsallık, insani değer üretimi ve bütün önemli estetik ve düşünsel kazanım olarak yani “yaratılmış” olan ne varsa emekçi sınıfının, komünistlerin ve onların örgütlerinin damgasını taşımaktadır. Bütün neoliberal süprüntüler ve liberal faşist gestapolar, yeni yetme “faşolar” ve her tenden karşı devrimciler şunu iyi dinlemelidirler: Fransa’daki sınıf savaşlarının evrensel bir yansıması olan Enternasyonal Marşına ritmini ve anlamını veren “La lutte finale” (son kavga)in savaşçıları yine de Komünistler olacaklardır. FKP gibi saf değiştirmiş örgütlerin ortadan kalkması, aslında bütün insanlığı elleriyle yaratan emekçilerin günümüzde vermekte olduğu sınıf mücadeleleri “son kavganın” başladığının başka bir biçimde ilanı olmaktadır.
Bir varoluş biçimi olarak tanımladığımız “cüret sahibi olmakla” ilgili olarak şunu ileri sürebiliriz: Her kırılma ve çözülme döneminde gündeme gelerek tereddütleri sonlandıran “cüretli olmak” fiili, Fransa gibi uluslararası sınıf mücadelelerinde yankılandığı biçimiyle emekçilerin ve onların öncü savaşçısı olan komünistlerin hanesine yazılmaktadır. Çünkü “La lutte final” bugünden verilmeye başlanan gelecek mücadelesidir; çünkü “la lutte finale” bütün insanlığı kurtarmadan kendisini kurtaramayacak olanların (Marks, Engels) tekelinde olan bir varoluş biçimidir.
Kapitalizmin “yok oluş-yok ediş” çağında cüret nedir?
Türkiye’deki büyük Zonguldak madenci yürüyüşü (1991) ile Fransa’daki Büyük Sosyal Güvenlik Yasası grevlerini (1995) iki ülke arasındaki düz bir tarih okumasıyla “kıyas kabul etmez” gibi görünen farklara rağmen, Dünya Tarihindeki bir ve aynı kırılmanın yankıları olarak algılanabileceğini düşünmekteyiz. Evet, ileri sürdüğümüz şey, bir varsayım olmaktan çok, sembolik değeri yüksek olan bir olgu tespiti olmaktadır. Aslında yaşanmış tek tek olaylar değil ama dönemin ruhuna ve gidişatına uygun olarak değerlendirilmesi gereken olayların bütünü hep birlikte ele alınıp değerlendiklerinde hemen yerli yerine konularak anlaşılabilecek bir “olgu tespiti” … Açıktır ki, bu tespiti yapmak, her şeyden önce bir “yöntem sorunu” konusu olmaktadır: Burjuva düzeninin ve kapitalist yapılanmanın en azından marjinalleştirerek gizlediği olayları, kendi tekillikleri içinde gözlemleye bilmek ve gerçekte bütünsellik içinde sahip olduğu özellikleri algılayabilmek için, burjuva tarih ve toplumbilimcileri gibi geçmişe bakmaktan vaz geçmeniz, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlarla birlikte” gelecek yönündeki bir açıyla gözlem yapmaya girişmeniz gerekecektir… Hal böyle olunca, Türkiye’deki 1991’i ve Fransa’daki 1995’i, uzunca süren bir düşüşün sonu olduğu kadar, düşülen yerden kalkmak için yokuşu tırmanmaya başlanılmış olduğunun resmi olmaktadır. Peki gerçekte ne oldu bu tarihlerde, mesela 1995’teki grevde?
1995’te biz Fransa’da ikamet etmekteydik; Büyük grev başlar başlamaz demiryolunun bloke edilmiş olması dolayısıyla Strasbourg şehrindeki, tez konusu olarak seçtiğimiz Türkiyeli üniversite öğrencileri arasında anketler yapmak üzere çok yakından tanıdığımız ve araştırma sahalardan birisi olarak seçtiğimiz bu şehre gelmiştik. O dönemdeki Strasbourg şehrinin başlıca iki üniversitesini birleştiren ortak kampus ve iki yemekhanenin içinde yaşadık ve gözlemleme imkânı edindik biz bu haftalarca süren ve “68’dekinden de fazla grev ve göstericinin katılımıyla gerçekleşen tarihi olayı.
Kampüs; şehrin, siyasi hayata doğrudan sivil katılım merkezi olan Place Kléber’de olup bitenlerle kıyaslanınca ayrı bir dünya izlenimi veriyordu. Dışardaki ardı arkası kesilmeyen grev ve gösteriler sanki yalıtılmış bir kayıt odasına girmişiniz gibi ayrı bir ritim, ayrı bir ahenk kazanıyordu. Sanki gençler söz ve eylem ajitasyonunu evde bırakmış, sadece çelişki değil ama akıcı bir ilişki arayaraktan kızlı-erkekli kurmakta oldukları kendi dünyalarına çekilmiş ve apayrı bir yeni düzen kurmaya çalışıyordu. Bu esnada, bir ayağı kendi gençliğinin de gömülü olduğu Place Kléber’de, diğer ayağı “Palais U”nün kafeteryasında olan, zihni ise bütün olup bitenlere akıl erdirmek için seferber olmuş bizim gözlerinde ani ve keskin bir parıltı belirdiğini itiraf etmemiz gerekiyor. Bu ışığın kaynağını, karşılıklı olarak kampüsün “içerisi” ile “dışarısını” belirleyen son iki toplumsal kuşak arasındaki olağan çelişkinin aslında, bir zaman-mekân kırılması veya bütünüyle ayırılıp infilak etmesi olayının yarattığı kıvılcımın zihnimizdeki yansımasından başka bir şey değildi. Bu arada gözlerimizi kamaştıran kıvılcımın izleri, çok geçmeden bir varsayım olarak kâğıda dökecek kadar bilinç düzeyine ulaşmış da oldu. Ama olay, yüzeysel bir şekilde sadece kendisini doğuran çelişkilerin keskinliğiyle kabaca açıklanacak şekilde mi gelişiyordu? Bu gençler gerçekten aileleri ile bütün bağlarını koparmışlar mıydı? Ana-babalarının kuşağını tanımlayan değerlerden, onların kuşağına hiçbir şey taşınmamış mıydı? Ve de bu soruları birbirlerine şu veya bu şekilde bağlayan diğer irili ufaklı sorular…
1995-2025 aralığında ileri süre geldiğimiz bütün düşünce, kavramlar ve ispatlamaya çalıştığımız varsayımlar, bu soruların gözlemlerle zenginleştirilmiş türevleri olmaktadır: “Bireyin hayat çizgisinin infilakı”, karadelik, toplumsal yok oluş-yok ediş dönemi, komünizmin güncelliği, vb. gibi… Bu durumda, 1995 Büyük grevi ile birlikte 68 kuşağı sınıf işbirlikçiliğinin bedelini ödeyerek ve ardında saydığımız bütün bu soru işaretlerini bırakarak ve böylece başladığı gibi ayakları üzerine dikilerek sahip olduğu zaman mekânda “lokomotif” olma konumunu o zamanlar “kriz kuşağı” ve on kadar yıl sonra da “yok oluş-yok ediş” olayının bireyleri olarak da tanımladığımız kuşağın temsilcilerine bırakarak…
Strasbourg şehrinin üniversite kafeteryasından itibaren yaptığımız tespitlere ve sorduğumuz sorulara verilmesi gereken cevap ve yapılması gereken anlamlandırmayı, orada başlayıp Paris’e kadar yayılan alan araştırmalarında, şahitliğine başvurduğumuz kırk kadar genç hayat hikayelerini anlatırken çok alçak bir sesle kulağımıza fısıldadılar. Burada varılan sonuçların etraflı bir dökümünü yapacak değiliz; arzu eden okuyucumuz bunun için özellikle “Denge ve Devrim” ve “Çıkış Hattı” adlı çalışmalarımıza başvurabilirler. Biz burada çok özet olarak sorduğumuz sorulara cevaben şunları söyleyebiliriz: 1) 68’den sonra gelen kuşağın üyeleri insanlık sürecinin bütünü söz konusu olunca, hem var oluşun ve hem de yok oluşun öznelerini bağrında taşımaktadırlar; 2)Tarihsel ve zamansal boyuttaki yok oluşla var oluş arasındaki bu tarihsel kopuş, sadece toplumsal dışsallıkta değil ama öznelerin kendi içselliklerinde de gözlemlenmektedir; 3) Cüret kavramının isim babası “devrimci” Danton ile kıyaslanınca “cüretli olmak” veya “cüret sahibi olmak” günümüzde, hiç te kısa sayılamayacak bir süreden beri sadece Türkiye ve Fransa’daki toplumlarda değil, ama yerkürenin barındırdığı bütün toplumlarda insanlaşmanın gündemine oturmuş durumdadır; 4) Cüret sahibi olmaya yönelten şartlar toplumsal dışsallıktan kaynaklanmış olsa da, cüretli olmanın gerektirdiği enerji, öznelerin içinde birer hayat enerjisi olarak ve belki de “bitpazarında nurlanmaya giden” geri zekalı çokbilmişlerin hayal bile edemeyeceği kadar yayılmış durumdadır; 5) Hem dışsal ve hem de içsel nedenlerden dolayı, günümüzdeki cüret, sadece “devrimci” versiyonuyla değil, ama her şeyden önce “komünist” versiyonuyla gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Var oluş-yok oluş döneminin öznelerinin çabalarıyla gerçekleşen zaman mekandaki yeni bir toplumsal oluş, “cüret sahibi olmanın” derin izlerini taşımaktadır. Emekçi bireylerden etrafa yayılan ve “cüretli olmanın” yol verdiği hayat enerjisi, ya doğrudan doğruya geleceği talep edecek ve orada yoğunlaşacak, ya da hiçbir şekilde gerçekleşmeyecektir. Diğer bir deyişle bu dönemin cüreti ya “komünist cüret” olacak veya hiçbir şekilde olamayacaktır. Bu şekilde ileri sürdüğümüz şeyin yine bir varsayım olmaktan öte, öncelikle bir olgu tespiti olduğunu belirtmeliyiz. Birbirlerine, ortaya çıkarken kendisini ifade etme biçimi, toplumsal hafızada bıraktığı izler açısından neredeyse iki su damlası kadar benzeyen, ama ortaya çıktıkları ülkeler açısından ise çok farklı olması gereken çok bilindik iki olayı ileri sürmemiz, ne demek istediğimizin anlaşılması açısından yeterli olabilecektir sanıyoruz: Türkiye’deki 2013 Haziran Ayaklanması ve Fransa’daki 2018 Sarı Yelek isyanı.
Bu iki olay, zaman ve mekân kırılmasının insanlaşma sürecinde açtığı yarıktan fışkıran enerjinin ürünü olarak emekçilerin içselliklerinde “cüret sahibi olma” şeklinde tecelli etmektedir. Toplumsal dışsallıkta yeni bir toplumsal biçim alışın derin izlerini taşıyan ve bizi doğrudan doğruya günümüz toplumlarının yeni yapılanma biçimine götürdüğü için “total toplumsal olay”2 olma niteliği de taşıyan bu iki olayın, “komünist cüret” ile doğrudan bir şekilde sahip olduğu ilişkisini ortaya döken özellikleri şunlardır: 1) Olayın, doğrudan doğruya emekçi bireylerin hayat enerjilerinin faaliyete geçerek ve sadece insanlaşma sürecinin senkron ayarını takip edip “hemen şimdi” yeni bir varoluş biçimi talep eden ve aynı anda yerleşik düzene isyanı dillendirdiği için de yeni bir biçim alışı temsil eden bir olay olmuş olması; 2) Olayın, kendisini yaratan öznelerin hayat enerjisi sarf edilerek insanın toplumsal hayatına köklü yeni bir biçim vermek üzere, dıştan hiçbir kurumsal, doktriner ve hatta yerleşik normlar altında siyasi müdahale olmadan ve sadece insan olmak ile açıklanabilecek kolektif bir çabayla, insanlığın şafağından beri hayvani olan varlığını insani varlığa çevirecek yaratma eylemine girişmiş olması; 3) “Sınıflı toplum yapılanması” ile ortaya çıkan ve onun zaman ve mekanda sürekliliğini sağlayan “devlet aygıtını” ve onun koroleri olan burjuva parlamentarizmini devre dışı bırakarak, bir tür komünist katılım biçimi olan “doğrudan demokrasinin” hayata geçirilmeye başlanması.
Hem Fransa’da ve hem de Türkiye’de bu yeni tarihsel atılımları sırtında taşıyanlar, Strasbourg’daki kampüsün kafeteryasında 1995’de Büyük grevden sanki kopukmuş gibi duran ve dışarıdaki gürültüye rağmen sessiz sedasız kendi dünyalarını yine kendi elleriyle kurmaya çabalayan gençler olmuşlardı; 68’lilerin düzene entegre olmuş kesiminin küçümseyerek baktıkları ve bugünlerde yaşları 55’i aşmış olması gereken gençler… Cüretli olmadan günümüzde insan olarak var olunamayacağını herkesten çok kavramaya başlamış gençler…
1Bu dönem, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki, sermayenin hızla toplumsallaştığı ve emekçi sınıfların ayni hızla nicel ilerlemeler kaydettiği genel ve geçici refah dönemi için kullanılmaktadır. Bu döneme demografik özelliklerinden dolayı “Baby Boom” dönemi de denmektedir.
2Sosyoloji literatüründe genel toplumsal yapılanmanın temel kurucu özelliğini özetleyen ilişki biçimi anlamında kullanılmaktadır.