Ümit ÖZDEMİR / 12.03.2025

Yazı bir fıkrayla başlasın. Bir heyet Sovyet ayakkabı fabrikasını dolaşmaktadır. Kriz yüzünden üretim durmuştur. Heyetin mihmandarı “işte fabrikamızın bu bölümünde gördüğünüz üzere kadın ayakkabısı üretilmektedir” sözlerini sarf eder. İşçiler tavla oynamaktadır ! Heyet biraz daha yürüdüğünde “fabrikamızın bu bölümünde de çocuk ayakkabıları üretilmektedir” sözlerini duyarlar. O bölümde işçiler kendi aralarında şakalaşmaktadır ! Fabrikanın çıkışına doğru mihmandar bu kez “bu gördüğünüz alanda spor ayakkabısı üretilmektedir” spor ayakkabısı üretilen alanda işçi bile yoktur. Heyet kapının önüne çıktığında içlerinden biri duruma isyan eder “yahu bu nasıl ayakkabı fabrikası ayakkabı göremedik !” der. Mihmandar isyan eden heyet üyesine dönerek “yoldaş boşver ayakkabıyı organizasyon nasıl ama ?” der.
KCK’lıları tutukluyorlardı içlerinden biri “son müzakere edecek kuşağı tutukladınız” demişti. Bir siyasi tecrübeye dayalı bu sözler bitmez tükenmez tasfiye sürecinin özeti gibiydi. AKP ve saray rejimi yıllardır baskı altına aldığı Kürt siyasi hareketini muhattap alma kararı aldı. Muhattaplık, zannedildiği gibi AKP ve liberal ortaklarının “demokrasi”, “vatan”, “millet”, “kardeşlik” türünden hamasetten değil, tamamen Suriye rejiminin çökmesi sonucu BOP’un 2. perdesinin açılmasıyla yakından ilgiliydi. Bu minval üzere çatışmasızlık ve silah bırakma çağrılarına sufle verilmesi, AKP ve saray rejiminin hatta Öcalan’ın boyunu çok çok aşan şeylerdir. Emperyalizm Suriye’deki rejimin dağılmasından sonra hem Ukrayna’da hem de Orta Doğu’da yeni bir reorganizasyona gitti. 2. Sykes Pickott adını verebileceğimiz bu re-organizasyon, yeni siyasi aktörleri sahneye davet etti. Sahne çok eski aktörlerin bildik tanıdık ve artık kimsenin dinlemek istemediği mektupları, burjuva siyasetine özgü kapalı kapılar ardında iş kotarmayla beraber yürütüldü. Bu haliyle bir barış sürecinden çok, onun karikatürü diyebileceğimiz yöneliş, hegemonya bunalımı içinde çırpınıp duran ve önüne geleni gözaltına almaya yeminli saray rejiminin sarıldığı son ip. “Rojava devrimi” dedikleri şeyle aslında lider merkezli arkaik bir soğuk savaş siyasetinin metastaz yapmış halidir. Bunu “Rojava devrimi” diye sosyalist sola yedirmeye çalışıyorlar. Referans noktaları da Bookchin adlı küçük burjuva anarşistinin fantezileri ! Ortada yazarı, aydını olmayan özel mülkiyet rejimini tasfiye edip, kolektif mülkiyete halkın kendi kaynaklarını özyönetim mantığıyla yönetebildiği bir deneyim yok. Böyle bir devrim olur mu ? Söz konusu Orta Doğu ise olur ! Hatta bu rejimin sahipleri iki gün önce Lazkiye’de 4000 Aleviyi katleden HTŞ lideri ile masaya oturup anlaşma bile yapabilirler. Orası Orta Doğu, pragmatizmin ve uluslaşmamış her türlü unsurun, aşiret düzeyinde birbirini yediği coğrafya.
Suriye özerk bölgesinin “devrim” olarak yedirilmesi, yaratılan fiili bölünme durumunun meşrulaştırılmasıdır. Emperyal bir proje olarak ortaya konan haliyle Suriye’nin parçalanmasında alınan sus payı, devrim ya da özel mülkiyetin tasfiye edilerek ortaklaşmacı sosyalist bir düzen için değil, emperyalistler adına bölgenin tahıl ve petrol kaynaklarının “güvenliğini” sağlama karşılığında alındı. Günün birinde güvenliğe ihtiyaç duyulmadığında ya da yeni parçalanma projeleri gündeme geldiğinde, bu kırılgan dengenin yeniden bozulmayacağını kim garanti edebilir ?
Oryantalizm yani emperyal Batı’nın sömürgeleştirmek istediği Doğu’ya yönelik bakışının siyasal-ekonomik fantezisi, Orta Doğu siyasetlerinin hemen tamamında oryantal despotizme dönüştü. Bu zaman zaman Baas rejimiyle, siyasal islamla, siyonizmle ve en son Rojava ile oryantal despotizmin türevleri olarak sahne aldı. Egemen sınıfın aktörleri değişse de, Orta Doğu kaynaklarının yağması, Erdoğan’ın yine sol jargondan aşırarak kullandığı “komprador” karakterli siyasetler yarattı. Kompradorun kompadoru Barzani’nin, Irak’ın emperyalizm tarafından bölünmesinin ardından güçlenmesi, saray rejimiyle ihaleler üzerinden işbirliğine girişmesi ve petrol rantından elde ettiği gelirlerle kentler inşa etmesi bu minval üzeredir. ABD’nin eğitip donattığı ve garnizon bir devlet olarak kurguladığı devletçiklerden birini “Rojava devrimi” diye yedirmeye çalışan liberalizmin Ahmet Davutoğlu, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal ile buluşması tesadüf olabilir mi ? Tesadüften çok zorunluluk olan bu operasyon, hegemonya bunalımına çare aramak ve yığınları politik mücadelenin pasif birer izleyicisi konumuna getirmek için yürütülüyor. NGO’lar, STK’lar “düşünce” kuruluşları bu sahneye sufle veren birer aparattırlar. Son kurulan sahnede ise Saray rejimi ve onun titanik kemancılarının, emperyalizmin ipine tutunmaktan başka bir çarelerinin olmadığı, bu çare üzre girdikleri yolda, her partiyi dolaşan ikbalperestleri partilerine alarak MKYK üyesi yapmaları da, dayatılan bu emperyal projenin taşeronluğunu üstlenmeleri hevesiyledir.
Hegemonya bunalımı deyip geçmeyin, az biraz okuma yazması olan insanları bile ikna etmekten uzak bu karikatür barış süreci, kadim bir sorun olan Kürt meselesinin sömürülmesinden bir fayda gelmeyeceği anlaşıldığı anda, hegemonya bunalımını aşabilmek adına pragmatizmin dibinin görülmesidir. Bahçeli’de bir “barış havarisi” gören bu pragmatizm, esasen ilkesizliktir. İlkesizlik ya da esneklik siyasette ve sosyal hayatta kural ve norm haline geldiğinde, nasıl bir felaket yaşandığı uzatılmış 12 Eylül rejimi olarak nitelediğimiz saray istibdatı yıllarında yeterince anlaşılmadı mı ? İkbal için her rengi alanların, Colani’de Castro gören Nagehan Alçı gibi emperyal uşakların hepsini yani bu burjuva sirkini, bizim güzel yazarımız Aziz Nesin, Zübük romanıyla anlatmadı mı ? Pragmatizm çukurunda ise mesela siyonizmin bayrağını taşıyanlarla yan yana bile gelinebilir. Öcalan’ın mektubunda ortaya çıktığı haliyle Cumhuriyet eleştirisi ve sosyalizme yapılan göndermeyle ortaya çıkan somut kavrayış, liberal tarih eleştirisinden kökenlenir. İlk siyasal tedrisatını Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden alan Öcalan’ın böyle bir metni yazmasında, geldiği köken düşünüldüğünde bizim için şaşırtıcı hiçbir yan yok. Öcalan ve diğer arkadaşları unutmuş olabilirler biz hatırlatalım: Beğenmedikleri “reel-sosyalizm” döneminde Kürtler kısa süreli bile olsa kendi ülkelerini -Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ni1 – ilk defa 1946’da SSCB’nin desteğiyle hayata geçirebildiler ! Daha yakalandığı gün “devletine yardım etmek istediğini” ifade eden Öcalan’ın bugün PKK’nin devletle bütünleşmesi gerektiğini öne sürmesinde şaşırtıcı hiçbir yan yoktur. Mektubunda “sorumluluğu üzerime alıyorum” demesine rağmen, aslında böylesi bir gücünün artık olmaması hakikatlerden kopmasıyla yakından ilgili. Öcalan’ın lideri olduğu PKK’nin sosyalistlere yönelik saldırısı ise yeni bir şey değil. 1980 darbesinden önce Türkiye sosyalist solunun çeşitli yayın organları ve irtibat büroları ile militanlarını hedefine alan PKK terörü, TDKP’nin altı militanını katletti. PKK terörü zamanla Kürt sosyalist hareketinin çeşitli unsurlarına yöneldi. Denge-Kawa, Tekoşin gibi örgütlere yönelen bu terör, esasen tekelci bir yapıyı hedefleyen tasfiye operasyonlarıydılar. Öcalan’ın 40 bin kişinin ölümündeki payını inkar etmek için reel-sosyalizme yönelik eleştirileri, işte bu gerçeği gizlemek içindir. Böyle bakınca HDK’den sosyalistlerin tasfiye operasyonu yerli yerine oturur. Kimle berabersen onun türküsünü söylersin ve kime karşı olduğunu açıkça beyan edersin. Kürt sosyalist hareketinin şiddet ve politik ayak oyunlarıyla yoluyla tasfiyesi, saray rejimi tarafından da takdirle karşılandı.
Kapitalist modernite denilerek kastedilen emperyalizm, PYD’yi kurdurarak zaten ne kadar “modern” olduğunu göstermedi mi ? Bu “modernliğin” aslında bir post-modern bir gericilik olduğunu söylemeye gerek bile yok. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabında hizmet ettiği böl-parçala-yönet ya da azeri Türkçesiyle “ayır-buyur” politikasının güncellenmiş bir versiyonu olarak tarihi sınıf mücadeleleri perspektifinden değil, kimlik mücadeleleri bakışıyla yorumlamak, liberal patetizmin ta kendisidir. Huntington ve NGO’ların istediği tam da budur. Geçici bir özgürlük yanılsaması ile yarı-sömürge bir ülkede sanki kurulabilirmiş gibi “demokratik cumhuriyet” safsatasını savunmak ! Son vahşi örneğini, Ukrayna’da AB liberal bayrağını sallarken, bayrağın bir anda NATO ve Stefan Bandera faşistinin sembolüne dönüşmesiyle Ukrayna’nın trajedisinde görmedik mi ?
Pax Americana’nın ya da emperyal projelerin hemen tamamının, yeni iç savaşlar ve bölgesel çatışmalar adına verilen molalar olduğu gerçeği akılda tutulursa, ne demek istediğimiz daha net anlaşılır. Bu molalar sırasında silah envanterleri yenilenir, besleme ordular eğitilir, donatılır ve yeni köleler ya da vasallar bulunur. Sahne yeniden kurgulandıktan sonra emperyal efendi ortaya çıkar. Köle-efendi diyalektiğinin yeniden ve yeni aktörlerle kurgulandığı Orta Doğu siyasal arenasında, her etnik gruba kendi devletini kurması için verilen izin, esasen Orta Doğu’nun kaynaklarının yağmalanmasıyla yakından ilgilidir. Nitekim mektup sonrası Beyaz Saray’dan Brian Hughes’un “önemli bir gelişme ve bunun Suriye’nin Kuzey Doğusunda ABD’nin IŞID’le mücadele ortakları konusunda Türk müttefiklerimizi yatıştırmaya yardımcı olmasını umuyoruz” sözleriyle örtük bir biçimde NATO’da buluşalım çağrısı boşuna değildir. IŞİD’i bölgeye yerleştiren selefi cihadistleri eğitip donatan ABD, siyasal islamcı terör kendi ülkesini vurmaya başlayınca ortak değiştirdi. Ortakların arasında PYD, Saray rejimi var ve ortaklığın adı Kürt-İslam-NATO sentezi !
Kürt-İslam-NATO sentezi: Suflörler ve kuklalar
Dilin altındaki baklayı “Türkiye’nin Sivil Anayasa Yolculuğu Projesi” toplantısında Binali Yıldırım çıkardı, Anayasa’dan Türk ibaresini çıkarmayı yerel yönetimleri güçlendirmeyle (AB Yerel yönetimler özerklik şartını kastediyor) hedeflenen, Türkiye’nin 1924 Anayasasının bile gerisine itilmesidir. Laiklik maddesinin de kaldırılmasıyla, federasyona gitmeyi hayal eden Saray rejiminin suflörü Binali Yıldırım, Kürt-İslam-NATO sentezinin programının bir kısmını seslendirdi. Gelen tepkiler üzerine tevil edilen açıklamasıyla İDO yolsuzu Binali’ye verilen suflörlük görevi, emperyal projenin esasen BOP projesiyle yakından ilişkili olduğunu ispatlamakla kalmaz, aynı zamanda türedi barış havarilerinin, türedi kompradorların sınıfsal çıkarlar üzerinden hemhal olduğunu da gösterir. Yeni yağma alanlarına, emperyalist efendilerinin izni ve ödenmesi beklenen payı karşılığında çökülen bu hemhal olma hali, palazlanan Kürt burjuvazisinin diğer unsurlarının da “barış” sürecine selam durmasıyla, sınıfsal anlamını bulur. Neçirvan Barzani adlı Kürt burjuvanın selamlamada öne fırlamasının anlamı başka ne olabilir ki ?
Kürt-İslam-NATO sentezinin bir diğer suflörü, saray rejimi tarafından meclise yerleştirilen şeriatçı parti Hizbullah. Hizbullahın 1990’lı yıllarda Kürt yurtseverlere yönelen silahlı saldırı kampanyası hatırlandığında, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin neden Cumhur ittifakında buluştuğu daha net anlaşılır. 1997’de devletin Hizbulkontraya yönelik operasyonu ise, geçici bir yönelişti. Hizbullah, İstanbul’a yerleşerek, mafyozo yer altı ekonomisinin rantının tamamına çökmeyi istiyordu. Operasyon buna bu çevrelerden gelen itirazdı. Son toplantılarında Kemalizmi hedef alan Hizbullahçılar, siyasi programında Kürt-İslam devletini yani şeriatı açıktan savunur. Zaman zaman Diyarbakır’da gençlerin kafelerine baskınlar yaparak, dans kurslarına saldırarak gerici kimliklerini gizlemeyen bu çevrenin istediği, şeriat rejimidir. Kürt-İslam-NATO sentezinin parlamentoya sokulan bu şeriatçı sektinin varlık sebebi de, solcu Kürtlerin etkisini azaltarak, Kürt-İslam NATO sentezini oturtmaktır. Bu sentezin olağan sonuçlarından biri de Orta Doğu’da yeni bir yapay devletler topluluğu olarak yapılandırılan parçalanmış Suriye’de Colani haydut rejimiyle ittifak kurmaktır. Yıpranmış, iyice teşhir ve izole olmuş IŞİD’çilerden boşalan göreve talip olan Hizbullah, müesses nizam tarafından yedek gerici bir güç olarak vasalize edildi. Tasfiye süreci başarılı olur ve Kürt coğrafyalarında siyasal islamcılık galebe çalarsa, örneğin Batman’daki gibi kadın intiharlarının zirve yapması beklenebilir.
Sır katipleri, Havariler ve Fantom
Böyle bir “projeye” ideolojik kılıf olarak barış anlaşmasının, “sürecin” yedirilmesi ise hazmı kolaylaştırmak içindir. Kürt-İslam-Nato sentezinin bütünleyeni olarak “sürecin” halkla ilişkilerinin üstlenilmesi için Bahçeli’ye “kutlu bir dönemin eşiğindeyiz” açıklamasını yaptıran da işte bu suflörlerdir. Gezi isyanı sırasında yaşadığı liberal halisülasyondan olsa gerek, direnişte “darbeyi” gördükten sonra, “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışında bulunan, ama süreçte artık ne gördüyse “Bahçeli, Öcalan ve Erdoğan’a Allah uzun ömürler versin” diyecek kadar savrulan liberal Demirtaş da aynı oyunun oyuncusudurlar. Sol Parti de dahil olmak üzere Türkiye’nin fikren iflas etmiş sosyalistleri de, hızla “süreç” denilen amorf şeyin yanında pozisyon alarak sağ savrulmanın dibini gördüler. Sır katipleri eliyle yürütülen barış sürecinde, ağzından ilk baklayı Ahmet Türk çıkardı. Rudaw Türkçe’ye yaptığı açıklamada “Bütün Kürtlerin gözü Türkiye’de, kendilerini hala Osmanlı’dan bu yana Türkiye’nin bir parçası olarak görüyorlar” sözleriyle Neo-Osmanlıcı-liberal kutsal ittifakına deyim uygunsa gollük bir pas attı. Bu pası alan saray rejimi, herhalde topu ağlara göndermekte zorlanmayacaktı. Nitekim kökenleri Özal’ın şüpheli biçimde ölümüyle ortaya çıkan İkinci Cumhuriyet Platformu’nun irredentalist (yayılmacı) bir dış politika vizyonu izlenmesi gerektiği yolundaki raporu, Özal’ın Kürtlerle dansa kadar götüren bir dizi açılımı tetikledi. Annesinin bir anda Kürt olduğunu keşfeden Özal, Orta Doğu’da 1991 Körfez Savaşı ile birlikte alt emperyalist bir güç olarak davranabileceği hayaline kapılmış, neoliberal sağın ekonomi politikalarının uygulayıcısı olarak sınır dışına en ucuz ihraç ürünümüz Türk askerini ihraç etmeye kalkmıştı. Necip Torumtay’ı istifa ettiren bu dayatmanın sonu, hüsran ile bitti. Hüsranın nedeni, alt emperyalist bir güç olarak davranma kapasitesinin de bir sınırı olduğunun farkına varamamaktı. Özal’ın şüpheli ölümüyle bu farkındalığı yarattılar ! Operasyon yiyen ve “açılımı” elinde patlayan Özal’ın bu pragmatizmi, onu yakından tanıyanlar için şaşırtıcı değildi.
Türkiye kapitalizminin 1990’lı yılların başında belirginleşen birikim krizini aşmak adına yapılan bu ilk açılım, havarileri ve misyonerleri yani Ahmet Davutoğlu türünden iç olguları sahneye davet etti. Havariler, hamamböcekleri gibidirler asla yalnız gezmezler. Cengiz Çandar ve NATOcu Hasan Cemal yine sahne aldı ve Neo-Osmanlıcı liberal kutsal ittifakın fikir babalığını yaparak akılsız ve alıkları Orta Doğu’nun bitmek bilmez maceralarına sürüklediler. Bu maceraların tamamında verilen molalar, barış ve “açılım” süreçleri sır katiplerini sahneye davet etti. Devletlerin de halklarını soymasının ve öldürmesinin bir sınırı vardır. O sınıra gelindiğinde, müesses nizamın bekasını korumak adına barış süreçleri adlı molalar verilir ki, halk isyan etmesin. Tam bu esnada ortaya çıkan sır katipleri “elçiye zeval olmaz” kafasıyla mektup taşırlar. Kendilerine kerameti kendinden menkul bir rol biçen sır katipleri, yandaş basın ve ahlaksız haber müdürleri tarafından “makul” ve “makbul” ilan edilmekle kalmaz, aynı zamanda “fenomen” olurlar. Dolmabahçe’de “mutabakata” varırlar ama asla kamu oyu önünde konuşmazlar ! Sırdır çünkü, sır katibi ne demek ? Bu demek !
Fantom ise kolayca tahmin edebileceğiniz üzere, Devlet Bahçeli’dir. Saray rejiminin bütün kritik aşamalarında ortaya çıkarak faşizan rejimin inşasına büyük katkı sunan fantom, bu kez gerçekten sır oldu. Geçirdiği kaza sonucu evinden çıkmadığı gibi akıbetini araştıran falcıların bile hapse gönderilmesine neden olarak, hakiki bir fantom olduğunu kanıtladı! Sansürcü lümpen Yılmaz Erdoğan’ın da süreci selamlaması üzerine kendisine teşekkür telefonu ettiği bilgisinin servis edilmesiyle, sosyal medyada yaratılan şamata görmeye değerdi. Fantom, arasıra yaşadığını kanıtlamak için telefona sarıldığı bilgisi servis ediliyor. Fantomun aslında “çok kibar biri” olduğunu söyleyen ve Bahçeli’yi övgülere boğan bir diğer sır katibi, Sırrı Süreyya Önder’deki bu oportunist sağ kumaş, bir sır katibinin neye benzeyeceğini ve neden fantomla iyi anlaştığını gösterir. Kendi partilisi Sinan Ateş’in öldürülmesini ört bas eden, suçsuz teğmenlerin ordudan atılmasına bile cevaz veren, Anayasa mahkemesinin kapatılmasını savunan bir faşisti övebilecek kadar sağcılaşmak, sır katibinin gidebileceği son noktadır. Özetle sır katipleri, havariler ve fantom sembiyotik türlerdir. Biri olmadan öbürü olmaz. Triumviradırlar ve triumviralar yani üçlü yönetimler otoriter yönetimlerin son safhalarında ortaya çıkarlar.
Devlet gibi düşünmek: İdeolojik manipülasyonun kıskacı
İdeolojik yönlendirmenin ne kadar etkili olabileceğini gösteren bu savrulmalar, sınıfsal çelişkilerin uzağında konumlanan dünyaya liberallerin kimlik gözlüğüyle bakanların sıkça yaşadığı bir yanılsamadır. Bu çevreler ve taraftarları kendilerini büyütecek emekçi sınıfların sözcüsü olmak yerine ana, güne ve konjonktüre odaklanan yapısıyla oportunizmin ta kendisidirler. Kürt-İslam-NATO senteziyle murat edilen, Orta Doğu ülkelerinin bütün kaynaklarının neoliberal şirket devletler ve onların vasalı durumundaki devletçikler eliyle yağmalanmasıdır. Yağmadan elde edilen artığın, bölgesel kalkınma ve refahı artıracak halkçı ekonomiler yerine, ulus ötesi şirketlerin kasasına aktarılması, yağmanın ekonomi-politiğini oluşturur. Böyle olunca da “barış sürecinin” sınıfsal anlamı yerli yerine oturur. Liberallerin küçük burjuva anarşizminin günümüzdeki temsilcisi Bookchin’den alıntıladığı “kapitalist modernite” aslında emperyalist yağmanın gizlenmesi için uydurulmuş bir kavramdır.
Örümcekler ve Ağları: İdeolojik Sınıf Savaşı Nedir ?
Kavram kargaşası yaratılarak burjuvazi adına zihinlerin esir alınmasıyla yürütülen ideolojik sınıf savaşı, NGO’lar, liberaller ve düşünce kuruluşları tarafından üretilen “kapitalist modernite”, “özerklik”, “reform”, “sivil toplum” gibi kavramlarla ideolojik hegemonyayı kurgulanır. Bu kurgu kolaylıkla tahmin edebileceğiniz üzere, bütün bunların sermaye sınıfı adına savunusunu üstlenecek ajansları sahneye davet eder. Sürüsüne bereket ! Açık Toplum Vakfı’ndan, Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne, TESEV’den, Bienalcilere, medyascopeçulardan, boyalı tabutu çağdaş sanat diye yedirmeye çalışırken, “işleri” Diyarbakır kalesinden fırlatılıp atılan Ahmet Güneştekin’den, Birikim tayfasına hepsi görev bekler ! Sivil toplum örümceğinin bu ağcılarına görev verildikten sonra canhıraş bir çabayla ikna çalışmalarına başlamaları, kuvvetle muhtemeldir. Tam da bu esnada aralarında gazeteciden çok ajan Cengiz Çandar, CHP’li sivil toplumcu Sezgin Tanrıkulu, Fetöcü Mümtazer Türköne, liberal “sosyalist” Mehmet Altan, Devacı liberal Mehmet Emin Ekmen ve akademisyen Mesut Yeğen’in katıldığı toplantı liberal sivil toplumcuları Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nde “Kürt Meselesi’nde Ortaklaşma Toplantısı”nda buluşturdu. Bu kadar şaibeli ismin buluştuğu toplantıda, “açılım” için ideolojik zemin örülmeye çalışıldı..
İdeolojik sınıf savaşı siyahı beyaz, savaşı barış göstermek için yürütülür. Sömürünün normalleşmesi ve içselleştirilmesi adına sürdürülen ideolojik savaşta, siyasal islamcı ve liberallerin kol kola girmesi yeni bir şey de değildir. Bu nedenle olası bir itirazın bastırılması, sürdürülen bu ideolojik yanıltmaca süreçleriyle zihinleri esir alınanların uyandırması kuvvetle muhtemel çevrelerin susturulması birincil öncelik (force major) dur.
Orta Doğu’ya yayılmak ve kaynak yağmasına katılmak için fırsat kollayan burjuvazi ve müesses nizam için esas sorun, bu oyunu teşhir edebilecek cesaret ve özgüveni gösterecek “münafıkların” enterne edilmesidir. Silivri ne güne duruyor ! Yağma ve baskı devam edecekse “çıkıntılık” yapacak her tür “ayrık otunun” özenle temizlenmesi, dikensiz gül bahçesi adına elzemdir. Özetle adına süreç denilen “şeyin” arka planındaki olası aktörlerin işlevleri budur. Tüm bu hazırlıklar, potansiyel kölelerin efendilerine biat ettirilmesi için yürütülür. Sözkonusu yağmanın bekasıysa, bu durumda bir Sherlock Holmes kitabında bile bir araya gelmesi imkansız ne kadar benzemez varsa bir araya geliverirler.
Geç kapitalistleşmiş ve bu yüzden geç uluslaşmış Kürtlerin Orta Doğu’da kimlik ve mezhep ayrımlarının bir tarafı haline getirilmeleri, taraf haline getirilirken bağımsızlık vaadiyle “özerk yönetimler” ve AB liberal reformlarıyla afyonlanmasının nedeni budur. Eşitsiz ve birleşik gelişim yasasının dolaysız bir sonucu olarak ortaya çıkan Kürt sorunu, geç sanayileşme ve erken sanayisizleşme (1980 sonrası neoliberal tasfiye operasyonu) süreçleriyle birlikte iç içe geçmiş bir çelişkiler yumağıdır. Alık milliyetçiler sorunu sadece “terör” boyutuyla kavradıkları için işin içinden çıkamazlar. Sorun, silahların bırakılmasıyla aşılabilseydi defalarca ilan edilen ateşkeslerden birinde bu başarıya ulaşılırdı. Genel insan hakları sorunlarını çözmeyen, her türlü toplantı basın açıklaması protesto yürüyüşü ve hak arama mücadelesine saldıran devlet ve onun kolluğunun en çok istediği şey silahlı terördür. Çünkü bu terör sayesinde her türlü hak arama mücadelesini çok daha rahat bastırma ve susturma meşruiyetine kavuşur.
Kürtler modern sınıfsal çelişkilerin ana kaynağında yer alan ve uzlaşmaz çelişkinin ta kendisi olan emek-sermaye karşıtlığının dışında tutularak geri üretim tekniklerine mahkum edildiler ve sağ politikalarla bilinçli olarak geri bıraktırıldılar. Bu geri bıraktırılma hali, ister istemez sahneye daha tutucu aktörleri davet etmiştir. Ağa ve günümüzdeki haliyle parti ağaları, savaş ağaları ile sınır kapitalizminden beslenen bir kara ekonominin yöneticisidirler. Bu üstyapı altyapıda değişimden yana, ilerici halkçı çözümler isteyen Kürt sosyalistlerinin Türk sosyalistleriyle ittifakına engel olmak için elinden geleni ardına koymamıştır. İşte bu sosyal gerçeklik unutulmadan yapılacak her çözümleme eksiktir. Toplumsal muhalefeti etkisiz kılmak adına 100 yıldır eşi görülmemiş bir baskı ve kesintisiz şiddet uygulayan Türk devletinin genlerindeki anti-komünizm, soğuk savaşla birlikte gereksizleştiğinden beri, devletin güvenlik aygıtlarının yeniden koordine edecek bir “iç düşmana” ihtiyaç duydu. Kürt meselesinin bu derece büyümesinde ve artık Uluslar arası bir sorun hale gelmesinde bu arayışın, güvenlik ve şiddetle biçimlenen kara paraya dayalı ekonomi-politiğin varlığı inkar edilemez.
Turuncu Devrim ve Dersleri: Kıssadan hisse !
Turuncu devrim ve varyantlarının sahne aldığı Ukrayna’da yaşananlar göz önüne alınırsa, ne demek istediğimiz daha net anlaşılır. Zelenski’nin Trump’tan Beyaz Saray oval ofiste yediği azar, aşağılanma ve hakaretten sonra AB’nin liberal faşist liderleri tarafından sahip çıkılması tesadüf olabilir mi ? Elbette olamaz, kötü polis Trump ile iyi polis AB şefleri arasında palyaçoya dönüşen Zelenski zibidisinin hali derslerle doludur. Liberal reformlarla afyonlanan NATO ve neo-naziler tarafından Rusya ile çatışmaya itilen Ukrayna halkı, kabusu yaşıyor. Yarısı Rusya tarafından işgal edilmiş, geleceği emperyalistler arasındaki pazarlıklarla biçimlenen Ukrayna’nın trajedisi, öğrenmek isteyenlere her bakımdan eşsiz bir imkan sunuyor. Nedir bu trajediden çıkan ders ? PYD’nin bir garnizon devleti olarak yapılandırılmasıyla Suriye Kürtlerinin ABD devletinin güvence sağlayacağı yanılsaması. Bu yanılsama öyle noktalara gitti ki ABD dış politikasının mottosu olan “ABD’nin dostları yoktur, çıkarları vardır” sözü unutuldu bile. Zelenski’yi oval ofiste azarlayarak kovan, amiyane tabirle satan ABD’nin yarın aynı şeyi PYD’ye yapmayacağını kim garanti edebilir ?
Sis Çanı: Barış her durumda savunulur mu ?
Genel ve ortak kanının aksine Sosyalistlerin her durumda barışı savunmak gibi bir rezervi olamaz. Böyle bir rezerv, barış süreci denilen amorf şeyin emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak biçimlendirildiği gerçeğinin doğru kavranmasından kökenlenir. Her durumda barıştan yana olmak, eğer barış bir Pax-Americana projesi ise, sosyalistlerin kendi mezarlarını kazması anlamına gelir. Şurası kesin: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı denilen ilke, bağımsız bir devletin kurulmasını, emperyalizmin geriletilmesi ön koşuluna bağlar. PKK siyasi emellerinden vazgeçti diyelim peki Suriye’de böyle bir şey ufukta belirdi mi ? Böyle bir şey ufukta belirmek şöyle dursun, tam aksine Suriye etnik kimlik bölgelerine parçalandığı gibi bir de güneyinden siyonist İsrail ordusunun işgaline uğradı ! Yani tam bir sisler ve belirsizlikler ülkesine dönüştü. Bu belirsizlikler içinde Lazkiye’de HTŞ’nin giriştiği Alevi katliamının ekonomi-politiği belirginleşir: Katar’dan bütün Orta Doğu coğrafyasını geçerek Lazkiye limanından Avrupa’ya gidecek doğalgaz boru hattının “güvenliği” için katliam tezgahlandı. Katliam öncesi AB liderliğinin Colani ile Şam’da yaptığı görüşmenin sebeb-i hikmeti böylece belirginleşir. AB, Orta Doğu’dan ucuz petrol ve doğalgaz kaynakları elde etmek için çıkardığı Suriye iç savaşında, kölesinden kendi pis işlerini halletmesini istiyor !
PYD-HTŞ Anlaşması: Pax Americana’da yeni bir evre
AKP’nin neo osmanlıcı dış politika çizgisinin iflas ettiğini gösteren bir diğer gelişme ise PYD ve HTŞ arasında imzalanan anlaşmadır. Emperyalistler tarafından dikte ettirilen anlaşma ile HTŞ adlı cihadist örgüt, işlediği insanlık suçunu, alevi katliamını örtbas edip, meşruiyet üretmeye çalışırken, anlaşmanın diğer tarafı PYD, makbul bir ortağa dönüştü. AKP üst düzey yetkililerinin “PYD’nin de silah bırakması” çağrıları böylece boşa düştü. Esad rejimi düştükten birkaç gün sonra Emevi camisinde namaz kılan, Colani ile aynı arabaya binen yalakalıkta sınır tanımayarak Emevi camiinin halılarını Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin’in girişimiyle yenileyen AKP heyeti, HTŞ adlı çetenin lideri Colani’yi sanki seçilmiş meşru bir hükümetin lideriymiş gibi Ankara’da ağırladılar. Anlaşmanın ABD, Fransa, İngilitere gibi emperyalist blok tarafından garanti altına alınmasıyla saray rejimi masanın dışında bırakıldı. Dış politikada birbirinden ağır yeni faturaları önümüze Suriye meselesi, ihtiyatlı bir iyimserlik adı da verilen apolitizme yol verilmesine neden oldu.
Anlaşmayla PYD silah bırakmak şöyle dursun, Suriye rejiminde resmiyet ve garanti kazanımı elde etti. Ancak söz konusu Orta Doğu olduğunda bütün anlaşmaların yapay ve köksüz çatışma ve gerilimin ebedi olduğu akılda tutulursa, imzalanan bu anlaşmanın Suriye rejiminin çökmesi nedeniyle ölü doğmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Yine de HTŞ’nin Suriye’yi yağmalamak için anayasasız 4 yıl ön görmesi, bu esnada kitle katliamlarına girişmesiyle çökmüş bir ülke olan Suriye’de kendi meşruiyetini yok etti. Bütün makyajlama ve PR’lama çalışmalarına rağmen islamofaşist rejim, emperyalizm açısından da sorun yaratmaya devam ediyor. Suriye’de yeni rejimin hangi aktörler ve ne yolla inşa edilebileceği soruları ise yanıtsızdır. Öne çıkan iki aday PYD’nin Kürt milliyetçisi olması ve diğer aktör HTŞ’nin kanlı sicili uygar bir ulus tanımına yetecek bir zenginlik içermiyor. HTŞ ve cihadist çevrelerin Suriye’nin yeni rejimi için öne sürdüğü “islami temellere dayalı anayasa” önerisi, Suriye’nin sosyal tarihi, demografik yapısı ve etnik çeşitliliği dikkate alındığında hayata geçmesi imkansız bir olasılıktır. Süleyman Demirel’in sağcı olsa bile siyaset literatürüne armağan ettiği sözü tam da burada hatırlatmak önemlidir:” Neyin olabileceğini görmek için neyin olamayacağını anlamak gerekir” Ne olmaz sorusunun net cevabı islamcı bir anayasadır, yani şeriat kurallarıdır. Erdoğan’ın PYD-HTŞ anlaşmasını selamlamasının ve “doğru yönde bir adım” sözüyle tasdik etmesinin tek nedeni kurulması planlanan yeni Suriye yönetiminin şeriat anayasasına dayalı olmasıdır. Kürt-İslam-NATO sentezi için Kürtlerin ve diğer etnik yapıların hile, rüşvet, baskı yetmezse katliam ile hiza istikamete getirilmeleri Erdoğan ve Suriye’yi parçalayan diğer aktörler için büyük bir sorun değildir. Nitekim HTŞ’nin giriştiği Alevi katliamını HTŞ ile aynı dili kullanarak, katliama maruz kalanları “Esad rejiminin artıkları” olarak nitelendirdiler. Bu söylem, HTŞ katliamını meşrulaştırdığı gibi, kökeni yüzyıllar öncesine dayanan mezhepçi sağ siyasi söylemi yeniden üretti.
“Terörsüz Türkiye” yalanı ve yağma rejiminin bekası meselesi
Türkiye’deki yağma, soygun rant ve talan rejiminin bekası, emperyalizmin bölgedeki çıkarları, BOP ve süreç ile uyumludur. Kurdukları carry trade ve KOİ yağması, geniş yığınları kesif bir açlığa sürüklerken, başta beşli çete olmak üzere Londra bankerlerine muazzam bir servet aktarımını sağlıyor. Böyle olunca da bu yağmanın özünün kavranmaması adına kimlik siyasetleri yapılan vurgu, esasen milliyetçiliğin, feodalizmin, tarikatçılığın her türünün yardıma koşulmasıyla biçimlenir. Kürt feodal burjuvazisinin temsilcisi olarak Ahmet Türk’ün “barış” heyetlerinde belirmesi, egemen sınıf ittifakının bu çıkarı gereğidir. Kapitalistleşme sürecinin hızlanması adına inşa edilecek barış sürecinin aslında bir barış süreci olmadığı, tam aksine yeni savaşlara hizmet edecek devlet ve sermaye sınıflarının ortak çıkarını yansıttığı da aşikardır. Barış süreci başarısız olsa bile okunan mektup ve nerden geldiği belli olmayan Sırrı Süreyya Önder’in kenardan uzattığı notla ortaya çıkan milliyetçi reaksiyon, tam da devam eden neoliberal yağmanın üzerinin örtülmesine hizmet eder.
Şoven histeri, mide gurultularını ve açlığı nereye kadar bastırabilir ? İflas etmiş neoliberalizmin son ve terminal evresi olarak tasarlanan neoliberal şirket devletin, deney sahası olarak tasarlanan Türkiye’de soygun ve yağma düzeninin sahipleri, kurdukları yeni efendi-köle diyalektiğinden son derece memnundurlar. Türkiye’yi ve Orta Doğu’yu bir kere daha mikro kimlikler kompartımanlarına bölmeyi denemelerinin temelinde bu yağma düzeninin örtülmesi zorunluluğu vardır. Bu sebepten, Türk ve Kürt gericiliği, hiç olmadığı kadar kimlik siyasetlerinin yardımına muhtaçtır. Muhtaçlık ve ihtiyaç, keşiflerin anasıdır. Lakin bu keşif ve keşiften doğan “reformun” yapılabileceği algısını yaratanlar, bu kez daha temkinlidirler. Ortada ne 2011 referandumuna damgasını vuracak Yetmez Ama Evet korosunun arsız coşkusu vardır. Ne de günün istibdat koşulları o günün görece daha “serbest” siyasi atmosferine benzemektedir. Bu nesnel durum, saray rejiminin “taviz verirsek her şeyi isterler” hezeyanlarıyla birlikte düşünüldüğünde, barış sürecinin neden ölü doğduğunun kanıtıdır. Süreç o kadar ölü doğmuştur ki öne çıkan aktörlerinden DEM Parti Eş Başkanı Tuncel Bakırhan, T24’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda ezcümle ne yapacaklarını bilememekten dert yanmaktadır. Siyasetini üretemeyenin aynı şeyleri defalarca tekrar edip, farklı sonuçlar bekleyenlerin, içine düştükleri acz durumunun net bir örneği olarak röportaj okunmalıdır.2 Cansu Çamlıbel ile yaptığı röportajda Tuncel Bakırhan, Abdullah Öcalan’ın sarf ettiği, çözüm süreci boyunca yapılan kayyım atamaları, tutuklamalar ve CHP’yi bile içine alacak operasyonların süreci sabote etmek anlamına geldiği mesajını iletir. Çamlıbel’in Bakırhan’a ısrarla sorduğu “süreci sabote eden kim ?” Sorusunu yanıtlamaktan kaçınan Bakırhan’ın bu tutumu, apolitizmin insanı neye dönüştüreceğini göstermesi bakımından öğreticidir.
Süreç denilen “şeyde”, halkın katılımı ve görüşlerinin alınması yerine, dar rotasyona dayalı, arka kapı siyasetiyle işler yürütülmeye çalışılıyor. Öcalan’ın mektubunun okunduğu esnada halay çekmek için toplananların sessizce dağılması barış illüzyonunun işe yaramadığını gösterdi. Barış illüzyonu için her türlü aracın kullanılmasına rağmen, halkta ve kamu oyunda en ufak bir heyecan yaratılamaması, başarısızlığının kanıtı oldu bile. Geç Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca karşımıza çıkan üst yapı reformlarının başarısız olması, siyasetin toplumsallaşmaması ve dar bir çerçeve dışına çıkmaması için verilen mücadelerin sonucu değil miydi ?
Bu yüzden baskıyı arttırmaktan başka çareleri yoktur. Dün sosyalistler hapislerde çürütürken, sessiz kalanlar partilerinden ve teşkilatlarından kovarak İYİ MHP’ye belediyelerini açanlar, bugün sıra kendilerine geldiğinde Brecht’in “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganını hatırlamaları tesadüf değil, bir utanmazlık halidir. Saray rejiminin kumpaslı açılım sürecini teşhir etmek, açılım ve barış sürecinin merkezi aktörü faşist hareketin lideri Bahçeli’nin, ABD’nin işaretiyle 2002’de Irak’ın parçalanması için üstlendiği misyon gereği, AKP’ye yol veren seçim kararını aldıran aktör olduğunu hatırlatmak elzemdir. Bahçeli ve MHP, Amerikan emperyalizminin bir iç olgusu olarak bugün de aynı misyonlarını, halkımızı soktukları bataklıkta bu kez PYD’yi normalleştirmek ve yedirmek üzere tezgahlıyorlar. Dün Barzanistanı kurduracak gelişmelerde rol oynayanlar ile bugün Suriye’nin parçalanmasında ortak çıkarları olanların bir araya gelmesi tesadüf olabilir mi ? Elbette olamaz ! Süreç ya da “açılımın” aslında bu oyunun birer parçası olduğunu, Türkiye’nin gerçek kimliğinin saray rejiminin uyguladığı neoliberal yağma sonucu açlık, işsizlik, adaletsizlikle harmanlanan yoksulluk olduğunun altının kalınca çizilmesi şarttır. Açlık ve yoksullukla terbiye edilmeye çalışılan yığınların, kimlik kavgasıyla birbirine düşürülmesinin esasında burjuvazinin işine yaradığını anlatmak her şeyin fevkindedir. Bunun aşılmasının, yegane yolunun halkın yönetimde doğrudan kendi organlarını oluşturduğu ve kendi kendini yönetebildiği ve denetleyebildiği doğrudan demokrasi deneyimleriyle mümkün olabildiği ısrarla propaganda edilmelidir. Bizim “mahalleye” de yönelen barış ve açılım görünümlü Kürt solunu ve demokratlarını tasfiye sürecinin teşhiri önem arz etmektedir. Tasfiyenin uygun bir dille teşhirinin gerekirse her güçlüğü, hakareti göze alarak yapabilmek, esasen yıkılmakta olan saray rejiminin yağmasına engel olmakla eş değerdir.
1Elektronik Erişim: https://tr.wikipedia.org/wiki/Mahabad_Cumhuriyeti
2https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/dem-parti-es-genel-baskani-bakirhan-ocalan-kayyimlari-istanbul-barosu-na-yazar-cizerlere-yapilanlari-sabotaj-olarak-goruyor-bu-surecin-nereye-evrilecegi-henuz-belli-degil,48960