HEGEMONYA BUNALIMINDAN ÇÖKÜŞE: TÜSİAD, SARAY REJİMİ VE BURJUVAZİNİN YENİ KRİZİ.

Ümit ÖZDEMİR / 22.02.2024

Türkiye Tarihi: Bir hegemonya bunalımlarından diğerine.

@masumlevrek

Basitçe tanımlamamız gerekirse hegemonya bunalımı, burjuvazinin çeşitli kanatları arasında sağlanan tarihsel uzlaşıda, uzlaşıyı meşrulaştıran geniş yığınlardan rıza üretme kapasitesinin aşınmasıdır. Hegemonya kavramının mucidi İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’ye göre siyasal iktidarlari iktidarlarını sadece zora ve baskıya dayandırmazlar. Siyasi iktidarlar aynı zamanda kurguladıkları siyasal rejimi belli ölçülerde emekçi sınıfların nezdinde rızaya dayandırmak zorundadırlar. Türkiye burjuvazisinin hegemonya bunalımlarına sürüklenmesinin görünür nedeni, Cumhuriyetin kuruluşundan beri iktidarını çok dar bir tabana dayandırmasıdır. Burjuvazinin bu dar tabanının ekonomi-politiğinde emval-i metrukeden1 beri üretime değil, rant ticaret ve mal gaspına dayanmasıdır. Mal gaspı yoluyla büyüyen burjuvazinin ideolojisinin milliyetçilik olması eşyanın tabiatı gereğidir.

Türkiye burjuvazisinin ilk hegemonya bunalımı, daha çok erken bir tarihte 1929 bunalımı sırasında ortaya çıktı. Bunalım rejimin meşruiyet üretme kapasitesini zorlamaya başladığında, Osmanlı siyasal geleneğinden tevarüs eden reformculuk yeniden sahne aldı. Cumhuriyeti kuran kadro, kurdukları rejimin Meşrutiyet rejiminin çok partili, çok dergili ve zengin düşünsel ortamının bile gerisine düştüğünü fark ederek, rejimin bekası adına bir takım kısmi demokratikleşme adımları attı. Hemen tamamı başarısız olan bu adımlar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi yığın partileri denemelerinin iflasıyla sonuçlandı. Partiler halkın yoğun teveccühü ile karşılaşınca “gericilik” bahane edilerek hızla kapatıldı. Rejim tek parti diktatörlüğü ile muhafazakar restorasyona tabi tutuldu. Osmanlı’nın kırbaçlı mülteziminin yerini alan papyonlu Ankara bürokratı ve onun suç ortağı toprak burjuvazisinin kontrol, yönlendirme ve soygunu halkı bizar eyledi ! 

İkinci hegemonya bunalımı 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde ortaya çıktı. Dünya savaşı sırasında “denge” politikası izleyen müesses nizamın bekçileri, faşizmin yenilgisinden sonra mecburen siyasi bir pozisyon almaya zorlandılar. Yeni dünya düzeninin kurumları (BM ve IMF) ortaya çıkmaya başlarken, eş zamanlı olarak liderliğini Amerikan emperyalizminin üstlendiği soğuk savaş, savaşın yıktığı Almanya’da SSCB’ye karşı inşa edildi. İkinci Dünya Savaşı soğuk savaşa evrilirken Türkiye’nin egemen sınıfları, emperyalist kampa yedeklenmek adına soğuk savaş söylemini benimsemekle kalmadı, aynı zamanda pek çok kaynakta gösterildiği üzere bizzat soğuk savaşın öncülüğünü üstlendi. Bırakın toprak talebini yıkılmış ekonomisi, kentleri ve kaybettiği insan gücünü yerine nasıl koyacağını düşünen ve bu arada savaştan bıkmış Sovyetlerin yapabileceği tek şey mevcudu elde tutmaktı. Bu gerçekliğe rağmen Sovyetlerin Türkiye’den toprak talep ettiği yalanı dolaşıma sokularak yaratılan milliyetçi histeri, soğuk savaşın ilanıydı. Soğuk Savaş Tan Gazetesi matbaasının basılıp yağmalanmasıyla ve Sabahattin Ali’nin Bulgaristan sınırında katledilmesiyle faşist saldırı dalgasına dönüştü. 1947 DTCF tasfiyeleri ile üniversitelerdeki düşünsel hayatı kurutan soğuk savaş ideolojisi islamizasyon ile tarikatları yeniden sahneye çağırdı. Kemalizmin termidoru kendi evladını, efsanevi Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i yerken, bugünlerde bir dizi dolayısıyla sıkça duyduğunuz “ölülerimizi kim yıkayacak” sloganıyla imam hatiplere yol verildi. Komünist Nazım Hikmet’in 1938’de Donanma Davası ile Ergenekon kumpaslarının prelüdü diyebileceğimiz bir komployla cezaevine gönderilmesiyle başlayan bu komplo-provokasyon ve saldırı dalgası, soğuk savaş milliyetçiliğinin yıkıcı etkilerini göstermesi bakımından öğreticidir. Türkiye’de aydın muhalefetinin öncülerinden Marko Paşa dergisi de baskı rejiminden nasibini fazlasıyla aldı.

(Soğuk Savaşın cadı kazanı Ankara DTCF’de Behice Boran “komünizm propagandası” nedeniyle savunma yaparken. Marksist sosyolog Boran’ın üniversiteden tasfiyesiyle sonuçlanan dava ile Türkiye’de düşünce hayatı biraz daha kurudu)

Üçüncü hegemonya bunalımı, despotik ve Amerikancı DP iktidarı döneminde sahne aldı. “Yeter Artık Söz Milletin” sloganıyla ve yığınların tek parti dikta rejiminden kaçışının etkiyle iktidara gelen DP, Türkiye’yi NATO’ya üye yaparak iktidarının bekası için dış destek buldu ve hızla kompadorlaştı. DP, yükselen ekonomik durgunluğun etkisiyle kendisini iktidara taşıyan tarihsel bloğun bunalımının partileşmiş bir haline dönüştü. Sağ popülizmin etkisiyle Cumhuriyetin mirası pek çok kültürel yapıyı örneğin Halk Evlerini ve Köy Enstitülerini kapatan DP, böylece etkisi yıllar sonra daha net anlaşılacak lümpenleşmenin kapılarını sonuna kadar açtı. Böylece DP, daha fazla despotizmi örgütlemeye çalışan klasik liberal-faşist bir çizgiye oturdu. Menderes-Bayar istibdat rejiminin 1954 seçimleriyle ipleri germe ve tırmandırma siyaseti, 6-7 Eylül 1955 pogromuyla zirvesine çıktı. 6-7 Eylül pogromu yeniden incelendiğinde, DP etrafındaki tarihsel bloğun dağılmaya başladığı ve sanayi kapitalistlerinin yeni arayışlara yöneldiği görülür. Ordu içinde ortaya çıkan cuntalarla başlatılan askeri darbe çalışmalarına koşut olarak, rejimin bir denge-denetleme kurumunun olmaması, basit çoğunluğa dayalı siyasal temsil sisteminin kazanan her şeyi alır mantığına dayanması DP despotizminin siyasal göstergeleriydiler. 6-7 Eylül’den pogromundan DP’nin bölünmesi ve Hürriyetçi Parti’nin kurulmasıyla panik havası arttı. DP siyasi gücü azaldıkça basın üzerinde uyguladığı kör baskı rejimi, hegemonya bunalımını rejim krizine dönüştüren başlıca faktörlerdi. Her çürüme kendi içinde bir filizlenmeye neden olur. Menderes-Bayar istibdat rejiminin hubris sendromunun varlığına rağmen, DP uyguladığı baskı rejimiyle kendi muhaliflerini tek cephede birleştirmeyi başardı. 1958 iflasıyla temelsiz ekonomik gidişte yolun sonuna gelindiği ilan edildi. Menderes’in beyhude mali kaynak arama çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı ve ekonomik durgunluk ve iflaslara eşlik eden sosyal çürümenin kokusu bütün ülkeyi sardı. Cemal Süreya’ya şiir görünümlü bir isyan manifestosu olan 555 K şiirini yazdıran bu çürüme, kendi muhalif cephesini şiirdeki bir dizede tanımlandığı üzere şimdi biz yan yana geliyor ve çoğalıyoruz / ve bir gün tutturduğumuz gün hürlüğün havasını / sizi o gün tanrılar bile kurtaramaz bir araya getirdi. Sonunda ayaklanan İstanbul Üniversitesi öğrencilerine ateş açacak kadar gözü dönen despotik iktidar, askeri darbeyle devrildi. Hegemonya bunalımı, rejimi çökerten ve çöken rejimi 1961 Anayasası ile yeni bir rejime dönüştüren noktaya taşıdı. 1961 Anayasası ile hegemonya bunalımı aşıldı ancak hiç hesapta olmayan bir yeni olgu sahne aldı: İşçi ve öğrenci gençliğin sola, sosyalizme yönelmesi…

(Soğuk savaşın siyasi kültürel mirası, ülkenin cephelere bölünmesiydi. DP döneminde temelleri atılan ve siyasal etkileri günümüze kadar devam eden Vatan Cephesi sağcılığını hicveden bir karikatür.)

1970’li yıllar hegemonya bunalımının kapitalizmin keynesyen döneminin neoliberal döneme evrildiği, çoklu sistem bunalımlarıyla taçlandığı siyasal-ekonomik evreleriydi. Türkiye’nin yakalandığı kriz dalgaları ve siyasal bunalımlar, hegemonya bunalımının ana kaynağında o güne kadar hiç hesap edilmeyen ve aslında müesses nizama meydan okuyan aktörlerin varlığıyla yakından ilgiliydi. İlk örnekleri 1950’li yılların son diliminde ortaya çıkan halk ve sınıf muhalefeti, kısa sürede kendi kurumlaşmalarını TİP ve DİSK üzerinden gerçekleştirirken, mevcut rejimin tanımladığı sınırların dışına taşan; bir siyasi mobilizasyonun adresleri oldular. Türkiye’nin başka türlü bir siyasal muhalefet ve toplumla karşılaştığı bu dönem, oldukça zengin deneyimlerin art arda sıralandığı bir tarihsel-siyasal momentti. İktidar-muhalefet ikili yapısının toplumsal muhalefet ile üçlü bir çatışmaya dönüştüğü dönem boyunca, Türkiye kapitalizminin bütün aktörleri, bir krizden diğerine yuvarlandılar. Bu aktörlerin tamamı, öncelikli hedeflerini oyunu bozan toplumsal muhalefet odaklarının susturulması olarak gördüler. Bir tür force major (birincil öncelik) ya da rejimin bekası olarak niteleyebileceğimiz bu durum, Türkiye sağını ve sermaye sınıfını alarme etti. Kavel, Derby, Gıslaved ile başlayan işçi hareketindeki yükseliş, kreşendosunu 15-16 Haziran 1970 ile yaşadı.

(15-16 Haziran proleter ayaklanması, sınıfın kitlesel örgütlü kesimlerini olduğu kadar henüz sendikası bile olmayan örgütsüz kesimlerini de eyleme katarak eşsiz bir siyasallaşmanın kapılarını açtı-İrfan Ertel’in resmi)

15-16 Haziran, DİSK’in kapatılamayacağını gösterdiği gibi, sınıflar mücadelesinin giderek ve daha fazla keskinleşeceğinin kanıtıydı. 1970’li yılların başında tıkanan sermaye birikim modeli, “sosyal uyanışın iktisadi gelişmeyi aştığı” bir siyasallaşmayı susturmak adına 12 Mart 1971 darbesiyle ezilmeye çalışıldı. Faşist darbe, sosyalist solu devlet terörüyle ezse de, çok zayıf bir tabana dayanması ve ekonomik-siyasi programdan yoksunluğu nedeniyle, sermayenin bunalımına ve aynı anlama gelmek üzere hegemonya bunalımına çare olamadı. 12 Eylül darbesi, 12 Mart’ta denenen kostümlü provayı, Türkiye toplumu üzerine neoliberal deli gömleği giydirilerek tamamlanmasından başka bir şey değildi. Tekelci sermayenin örgütü TÜSİAD bir diğer örgütü TİSK ile darbeye destek sundu. Darbecilere yazdığı mektuplarda tekelci sermayenin sözcülüğünü üstlenen Vehbi Koç, sendikal hareketin ezilmesini özellikle rica ediyordu. Darbe, uzun bir çatışma-bezdirme ve kaos stratejisiyle geldiğinden, darbeye itiraz çok zayıf oldu ve böylece sermaye sınıfının hegemonya bunalımı geçici de olsa aşıldı. Tekelci sermayenin sözcülerinden biri olan Halit Narin dönemi “bu zamana kadar onlar gülüyordu, şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle özetlerken, sermaye sınıfının kahkahaları, zıt anlamda emekçi sınıfların kederiydi..

1990’lı yıllar temelleri 1980’li yıllarda atılan pretoryen rejimin yarattığı bunalım ve iç çatışmalarla geçti. Dönemin belirgin karakteristiği, Türkiye sermaye sınıfının giderek ve hızla lümpenleşmesi ve rantiyeleşmesiydi. Özal döneminde temelleri atılan bu rantiyeleşme ve neoliberal yağma rejimi, ekonomik krizlerin kesintisiz olarak sahne almasıyla yeni yeni bunalımlara neden oldu. Siyasetin rantiyeleşmesi, rantiyenin siyasallaşması adını verebileceğimiz süreç boyunca Türkiye tekelci sermayesi, Kürt siyasi hareketi hariç, kendisine yönelen ciddi sol bir muhalefet olmadığı halde yeni hegemonya bunalımları yaşadı. Hegemonya bunalımları zaman zaman rejim krizlerine dönüşürken yaşanan deja-vu, akıllara “klasik” çözümleri getirdi. Türkiye sermaye sınıfı giderek ve daha fazla tekelleşirken, bu kadar tekelleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak yayılmacı dış politik çizgiye oturdu. Hegemonya bunalımının en somut sahnesi, 28 Şubat restorasyon projesiydi. 28 Şubatçılar, askeri baskı ve yönlendirme ile bir tür restorasyon denediler ve restorasyonu ellerine yüzlerine bulaştırarak AKP’ye giden yolu açtılar !

1990’lı yıllar biterken TÜSİAD olmak üzere sermaye sınıfı hegemonya bunalımını aşmak için, AYM kararı ile kapatılan Fazilet Partisi’nden kopan “yenilikçi” siyasal islamcılarla her konuda anlaştı. TÜSİAD çılarla Cüneyt Zapsu’nun evinde buluşan müstakbel AKP’ciler, burada kendilerini “pazarlama” imkanı buldular. Böylece temelleri 12 Eylül’de atılan siyasal islamcı-neoliberal dönüşüm, yeni aktörlerle sahne alacaktı. Nevzuhur bir Özal olarak siyaset sahnesinde boy gösteren ve bunu hiçbir zaman gizlemeyen Erdoğan ve arkadaşları, aradığı dış desteği Amerikalı neo-conlardan buldu. Karanlıklar Prensi neo-con Richard Perle’in davet ettiği bir toplantıda övgüyle bahsettiği ve parlattığı Erdoğan, sermaye sınıfının bütün fraksiyonlarının desteğiyle iktidara yürüdü. Hegemonya bunalımı aşılmış, 2001 krizinin burjuva siyasi partileri yerle bir eden yıkımından AKP adlı bir operasyon partisi iktidara taşınmış ve 3 Kasım 2002 seçimleriyle sermaye sınıfının tam da istediği iki partili bir sistem çıkmıştı. Ta ki 2008’e kadar 2008’de üçüncü büyük depresyonu ile kapitalizmin çöküş emarelerinin belirmesi, neoliberalizmin “başka alternatif yok” sloganıyla iktidara taşıdığı yerli aktörleri de derinden etkiledi. Vaziyeti kurtarmak için sarf edilen “kriz teğet geçti” sözü, teğet geçmediğini gösterdi. Gezi ayaklanması ile başlayan yeni hegemonya bunalımı, bu kez iktidardaki iki siyasal islamcı aktörün AKP ve Fetullah Gülen Terör Örgütü’nün sonu 15 Temmuz 2016 darbesiyle bitecek bir mücadelenin, devlet arazisine kim sahip olacak kavgasının içine sürükledi. Kavga şüphesiz sınıfsaldı. Gezi-Haziran ayaklanmasıyla ortaya çıkan hegemonya bunalımı, yığınların benzeri görülmemiş mücadeleleriyle tekelci sermayenin Türkiye toplumuna zorla giydirdiği neoliberal deli gömleğinde derin yırtılmalara neden oldu. Yırtıkların yamanamayacak hale gelmesiyle sahnelenen 15 Temmuz darbe girişimi, esasen hegemonya bunalımını aşılması için siyasal islamcı istibdat rejimini yardıma çağırıyordu. 2018 referandumuyla istibdat rejimi restore edildi. Bu restorasyon hiç şüphesiz, başarılamayan her devrim, karşı devrimle sonuçlanır tezinin hayat ve siyaset tarafından bir kere daha teyidiydi…

Son hegemonya bunalımı ise adına Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen kimilerince “ucube” kimilerince “patrimonyal sultanizm” rejimi adı verilen rejimin bir şirket devletine dönüşmesiyle yaşandı. Pilot uygulaması Türkiye’deki neoliberal şirket devlet deneyiminin son örneğini Trump, seçme kapitalistleri hükümetine dahil ederek yaptı. Neoliberal şirket devlet neoliberalizmin son aşamasında karşımıza çıkar. Bu rejimde devlet ve sermaye sınıfı arasındaki tarihsel uzlaşma, şirketlerin devlet yönetimine ve bürokrasisine kesintisiz darbelerle el koyarak egemen olduğu bir tarihsel-siyasal momente işaret eder. Neoliberalizmin neo-faşizme döndüğü bu geçiş süreci, yeni bir sermaye birikim modeli için üretimin insansızlaştırılmasını canlı emek sömürüsü yerine makinede dondurulmuş YZ tabanlı üretimi ön görmesidir. Tahmin edebileceğiniz üzere bu çözüm, sermayenin realizasyonunu sağlayamadığı gibi geniş yığınları sosyal desteklerden yoksun bırakıldığı neoliberal yağma rejiminde, sahneye faşist liderleri davet eder. Elon Musk faşistinin, yanına Milei faşistini alarak sahneye fırlaması ve elindeki elektrikli testere ile bürokrasiyi doğrayacağını ilan etmesinin nedeni budur. Bu momentin en büyük problematiği, neoliberal şirket devletin bütün aygıtlarının daha hızlı çalışabilmesi adına hukuk freninin kesilmesi ve neoliberal şirket devletin bir “dehşet trenine” dönüşmesidir. Fren balataları yok edilen bu dehşet treni, tahmin edebileceğiniz üzere önüne gelen her şeyi ezip yok ederek ilerler. Son kertede dehşet treninde denge-denetim ve frenleme olmadığından, trenin raydan çıkması kuvvetle muhtemeldir. Liberaller tarafından “kaza” olarak nitelenen bu durum, aslında tekelci sermaye sınıfının çıkarları adına kasti düzenlenmiş bir sabotajdır. Alman filozof, edebiyat eleştirmeni ve kültür tarihçisi Walter Benjamin’in çok güzel tanımıyla devrim bir imdat frenidir. Teşbihte hata olmaz hızlanan ve önüne kattığı her şeyi ezip geçen dehşet trenini durdurmak için devrim yani halkın doğrudan demokrasiyi inşa edecek siyasal-kültürel yapıları kurması elzemdir.

Hegemonya Bunalımının Son Sahnesi: Kumpaslı Açılım.

Dehşet trenini hızlandırarak hegemonya bunalımını aşmak için daha saldırgan bir strateji izleyeceğini ilan eden Cumhur ittifakı ve saray rejimi, bu uğurda herkesi Franz Kafka’nın unutulmaz roman kahramanı Bay K yapabilecek, etki ajanlığı yasasını açılım gürültüsünde çıkarmayı denedi. Etki ajanlığı yasasının sorunu, islamofaşist rejimin kanun hazırlama pratiklerinde deneyimlediği üzere, oldukça muğlak ifadeleri içermesi. Bu muğlak ifadelerle herhangi bir ülke adına “etki ajanı” yaftası yiyebilir, attığınız eleştirel bir tweet nedeniyle yargılanabilir ve hapsi boylayabilirsiniz ! Bay K’nın unutulmaz roman repliğinde hakime sorduğu soru “neden yargılanıyorum?” el cevap: “Bilmiyorum”dur. ! Romandaki kurgunun gerçeğe dönüşmesi ihtimalinin ufukta belirmesi ve benzeri yargı sahnelerin yaşanmasına neden olabilecek yasa ile düşünce ve ifade özgürlüğü iyice kısıtlanmak isteniyor. Pilot uygulamanın Dilruba Kayserilioğlu’nun bir sokak röportajında iktidarı eleştirmesi üzerine ortaya çıktığı etki ajanlığı yasası, islamofaşist rejimin halk düşmanı niteliğini gözler önüne seriyor.

Saray rejiminin devam eden saldırısı, CHP-DEM partisinin “kent uzlaşısı” formülüyle İstanbul’un en kalabalık ilçelerinden, ilçe ne kelime kente sonradan eklenmiş kentlerinden biri olan Esenyurt’un seçilmiş Belediye Başkanı Ahmet Özer’in sabahın bir kör saatinde evinin basılarak tutuklanmasıydı. Özer’in tutuklanmasında gerekçe olarak öne sürülen, “KCK’lilerle telefon görüşmeleri”, elbette saray rejiminin iki yüzlü istibdatının bir başka versiyonuydu. Öcalan’ı mecliste konuşturmayı deklare edecek kadar el yükselten saray rejimi, görevdeki belediye başkanını, üstelik akrabası olan Remzi Kartal ile telefon görüşmelerinden yürüyen bir operasyonla tutuklayabileceğini ilan etti. Her türlü uzlaşıyı ezmekle biçimlenen saray rejiminin dehşet treni ilk pratiklerini Kürt illerinde el koyduğu belediyeler ve hiçe saydığı halk iradesiyle göstermişti. Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat ile devam eden tutuklama dalgası 11 kentte 9’u DEM Parti’den olmak üzere 11 ilde görevden almalarla devam etti. Saray rejiminin Van’da seçimlerden hemen sonra yaptığı kayyum operasyonu halkın sokaklara dökülmesi sonucu geri alınmak zorunda kaldı. Yeniden denediler halk yine sokağa döküldü Van’a kayyum atanırken dehşet treni, Kassandra Geçidi filmindeki gibi çürük bir köprüye doğru son sürat ilerlemeye devam ediyor !

Saray rejimi Esenyurt’a yaptığı operasyonla yeni ve daha baskıcı denemelere girişeceğini gösterdi. Kayyum darbesi ile tutuklanarak hapse gönderilen Ahmet Özer’in yayınlanmış 15 kitabı olan bir akademisyen olduğunun altını çizelim. Özer’in tutuklanmasının görünür iki siyasal sonucu olacaktır. Birincisi hiziplere bölünen ve daha şimdiden anlamsız bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde kim aday olacak tartışması etrafında kutuplaşan CHP, kayyum darbesiyle bu krizi geçici olarak erteleyecektir. İkincisi saray rejiminin Erdoğan’ın görev süresini uzatmak için desteğini istediği CHP’yi, kayyum darbesiyle pazarlığa zorladığı görülüyor. Yumuşama apolitizminin kurbanı olan ve liderlik krizi de yaşayan CHP’nin bu durumda yapabileceği en iyi şey, sivil itaatsizlikle bu saldırıya cevap vermek olabilir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun da hedefe oturtulduğu kayyum darbesi ve siyasal mühendislik, doğru siyasi tutumla ve eylemlerle geri püskürtülebilirdi. CHP bürokrasisi bunu yapmak yerine anlamsız siyasi manevralarına bir yenisini daha ekledi ve onun bu sahte muhalefet tutumu saray rejimini daha da cesaretlendirdi.

Bütün bunların haricinde Esenyurt’taki operasyonların Esenyurt ile sınırlı kalmayacağı, MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman’ın Akdeniz ve Toroslar bölgesindeki belediyelere de çöküleceği minvalindeki açıklaması takip etti. Saray rejimi içine düştüğü hegemonya bunalımından çıkış için tasarladığı bu operasyonlar, paradoksal bir biçimde hegemonya bunalımını daha da derinleştirdi. Saray rejiminin suç ortaklarından MHP liderinin hasta yatağından yaptığı 9 gülek buğday bağışı yapılması önerisi, trajedinin komediye dönüştüğü evreye işaret ediyor. 

AKP-MHP ittifakından herhangi bir soruna çözüm bulmasını bekleyen liberallerin bile ihtiyatlı davrandığı “süreç” ve hegemonya bunalımının yarattığı çelişkiler, kimlerin hangi safta olduğunu gösterdi. Bu saflar arasında halkın, ezilenlerin emekçilerin safında mevcut düzen partilerinin hiçbirinin olmadığı da görüldü. Saray rejiminin işlevsiz hale getirdiği parlamentonun bir dekor olarak bile hiçbir hükmi şahsiyeti olmadığı, olamayacağı ve sırf bu nedenle mevcut siyasal sistemden kopuş çabalarının devrimci çabalar olduğunun altını bir kez daha çizelim. Siyaset, halk sınıflarını yeniden sahneye davet ederken, saray rejimi ve apolitik muhalefetin hiç bir sorununa çözüm olamayacağını bir kez daha gösterdi. Bu despotizme ve onun muhalifi gibi görünen apolitizme verilebilecek sol cevaplar, halkçı çözüm önerileri eninde sonunda halk yığınları arasında karşılığını bulacaktır..

TÜSİAD Muhtırası ya da dehşet trenini durdurma denemesi.

TÜSİAD’ın geçtiğimiz günlerde yayınladığı muhtıra ve sistem çöktü tesbiti, AKP döneminde kâr rekorları kıran, anti-sendikalist, iş güvencesinden yoksun milyonlarca emekçiyi sömürerek zengin olan sermaye sınıfı kesimlerinin saray rejiminden desteğini kestiğinin ilanıydı. Emekçi sınıflara savaş aygıtı olarak kurgulanan TÜSİAD’ın 12 Mart darbesini takip eden günlerde kurulması tesadüf değildi. 2 Nisan 1971’de kurulan tekelci sermayenin bu örgütü, bütün eylemleriyle tekelci sermaye fraksiyonlarının çıkarlarını savunageldi. 1979’da Turgut Özal’ın kaleme aldığı gazete ilanlarıyla, Ecevit hükümetini düşürmeye çalışan TÜSİAD, düşüşü hızlandırmak için ekonomiyi sabote etmekten çekinmemiş, yaratılan ekonomik kaos sonucu uzayan kuyruklarla eşzamanlı yükseltilen faşist terör ile halk canından bezdirilmiş ve Türkiye askeri darbe felaketini yaşamıştı. TÜSİAD’ın o gün gazete ilanlarıyla hükümeti devirmeye çalışmasının görünür nedeni, ithal ikameci ekonomik modelden neoliberal-monetarist ekonomik sömürü düzenine geçiş içindi.

(TÜSİAD’ın örneğini yukarında gördüğünüz gazete ilanlarıyla hükümeti yıkma, IMF/DB neoliberal reformlarını uygulama girişimi, solun ve halk muhalefetinin protestolarıyla akim kaldı)

TÜSİAD’ın aradığı aktör düzen içinden yaratılamadığı için askeri darbeye yol verildi. 1990’larda Yeni Demokrasi Hareketi ile partileşen TÜSİAD, “sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler” fiyakalı sloganıyla ortalara dökülen Cem Boyner’in aldığı küsurat düzeyindeki oyla derin bir hayal kırıklığı yaşamıştı. TÜSİAD 2000’li yıllarda Mister Derviş reformlarını, neoliberal saldırı dalgalarını savunurken de burjuva sınıf bilinciyle davrandı. Emperyalizmin iç olgusu olarak iktidara getirilen operasyon partisi AKP’nin Ali Babacan, Mehmet Şimşek gibi sermaye aparatlarının neoliberal saldırı programlarını perde gerisinden destekleyen TÜSİAD, bugün yaşanan çöküş tablosunun baş sorumlularından biridir.

Neoliberal saldırı dalgaları altında hızla yoksullaştırılan ve mülksüzleştirilen küçük burjuvazinin proleterleşmesiyle sahne alan Gezi-Haziran isyanı sırasında TÜSİAD’çı Ali Koç’un çalışanlarının otelin kapılarını isyancılara açmasıyla yaratılan sempatiyle, isyanı kontrol etme ve yatıştırma çabaları, Türkiye tekelci sermayesinin aslında ne kadar deneyimli bir sınıf olduğunun ispatıydı. Bütün bu krizleri ve bunalımları egemen sınıf ittifakı içinde uzlaşmalarla aşan ve kendi sınıf çıkarını her şeyin üzerinde tutan TÜSİAD sermayesinin, alarm butonuna basması ve yayınladığı bildiri hegemonya krizine girildiğini gösterir. TÜSİAD kar rekorları kırarken memnun, mesut ve destek olduğu saray rejiminin 4 Şubat’ta çıkardığı TMSF yasasıyla mallarına çökülme ihtimalinin belirmesi, muhtırayı süratle yayınlamasının temel motivasyonuydu. Bilindiği üzere büyük burjuvazi, egemen sınıf ittifakı içinde kurguladığı siyasal partileriyle ekonomik kararlar aldırır ve geri planda işlerini yürütmeyi sever. Bu aynı zamanda burjuva demokrasisinin de olmazsa olmazı -sine qua non- şartıdır. Burjuvazinin ortak işler komisyonu olarak tasarlanan parlamentonun işlevinin “güçler ayrılığı” yanılsamasıyla perdelenmesine hizmet eden parlamento ve düzen partileri, halkın yönetime katılmasının değil, katılmamasının güvencesidirler. Parlamenter rejimle perdelenen üzerine şal örtülen ise tekelci sermaye adına kararlar alınan bir rejime, kapitalizme meşruiyet üretmek içindir. Tekelci sermayenin müesses nizamının görüngülerinden biri olan parlamenter rejimin 2018 hileli referandumuyla yok edilmesi, liberal “hukukun üstünlüğü” ilkesinin de yok edilmesiyle Türkiye toplumu derin bir hegemonya bunalımının içine arkadan itildi.

Şimdi ortaya çıkan hegemonya bunalımında, TÜSİAD, yukarıda analiz ettiğim siyasi minval üzere ekonomik ve siyasi çöküşü dengeleyecek bir siyasi aktör bulamadığından, doğrudan kendisi müdahil oldu. TÜSİAD’ın bu derece agresif davranması ve “sistem çöktü” eleştirisine soyunması, kendi burjuva sınıf varlığını tehdit altında görmesinin bir ürünüdür. Hegemonya bunalımına eşlik eden çöküş süreçlerinde ortaya çıkan en temel olgu, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, toplumdan rıza üretmek yerine giderek otoriterleştiği, yönetilenlerin ise henüz kendi siyasi iktidar odaklarını kurmadığı için itirazlarının sınırlı kaldığı bir siyasi-ekonomik güzergahtayız. TÜSİAD hegemonya bunalımında, bunalımı kendi sınıfsal çıkarları adına çözecek bir aktör arıyor. Çöküş sonucu ortaya çıkan enkazın kaldırılması, düzenin “restore” edilerek, kimi kısmi haklar ve tavizler verilerek yeniden inşası burjuvazinin bu kanadı için elzemdir. Yeni anayasa tartışmalarının derinleşmesi, yani liberal sentez arayışları önümüzdeki dönemde de sürecek olması böylece anlamını bulur. TÜSİAD bu aktörü ya da aktörleri mevcut siyasi sistem ve aktörler içinden bulabilir mi ? Saray rejimi ve Türk siyasal hayatının temel esprisi, mevcut aktörlerin ve partilerin tasfiyesi esprisine, yani otoriterizme dayandığından, bu çok zor görünüyor. Yine de geçerken altını çizmekte fayda var TÜSİAD ile Saray rejimi arasında çöküşten kaynaklı ihtilaf, uzlaşmaz bir çelişki değildir. Pek ala yeni bir uzlaşmaya gidilebilir ve müesses nizamın birbirini suçlayan aktörleri el sıkışabilirler. TÜSİAD’ın demokrasi ve özgürlükler rejimini savunan “Cumhuriyetçi burjuvazinin bir unsuru” olduğu safsatası, bu uzlaşma anında boşa düşecektir. TÜSİAD’ın yayınladığı ikinci bildiriyle yumuşaması, bu durumun somut delili oldu. TÜSİAD’ın iki önde giden ismine yönelik gözdağı kabilinden yapılan tutuklama ve savcılık ifadesi ile sermaye muhalefetine sopa gösterildi. Ancak kuvvetle muhtemel bu tutuklamalar ve karşılıklı demeç savaşları ile sağlanacak uzlaşı bile ekonomik, ahlaki ve sosyal çürüme yaşayan Türkiye’nin sorunlarını çözmeye yetmeyebilir. Türkiye siyasal sisteminin ana belirleyeni olan otoriterizme yönelik bugüne kadar ne tekelci sermaye kesimlerinden ne de halktan sisteme düzenli, kesintisiz ve politik itirazlar yükselmediğinden hegemonya bunalımının devam etmesi beklenebilir. Restorasyon ve “yumuşama” çabalarının başarısız olmasının nedeni de aslında bu somut durumdur. İkaz ve uyarıların hiçbirinin işe yaramadığı, eleştirenin hapse gönderildiği neoliberal yağma düzeni ve yaratılan kara delik, esasen TÜSİAD ile MÜSİAD’ın sınıf siyasetinin bir tezahürüdür.

31 Mart seçimlerinden sonra ortaya çıkan restorasyon çalışmalarının ve varyantları olan “yumuşama” ve kadük kalan 2. açılım süreçlerinin hemen tamamı saray rejiminin ömrünü uzatmak için sergilenen manevralardı. Bu manevraların siyasal muhtevası düzenli ve sistematik bir biçimde teşhir edilir ve çıkış yolu gösterilirse, mevcut çürümüş siyasal sistemden kopuş ve yeni bir siyasal rejimin ivme noktası  bulunabilir. Bu ivme, halk sınıflarının yönetime katılma isteklerinin sözcüsü olup, bilinen siyasal-kültürel kodların dışında üçüncü bir yol tarif edebilir. Asgari müştereklerde birleşecek söylem ve eylem çizgisi, ekonomik-siyasi çöküş sonucu ortaya çıkan yeni arayışlarından beslenen, sosyal adalet taleplerini karşılayabildiği ölçüde, karşı hegemonyanın kurucu öğeleri olabilir. Sosyalist solun kendi arasındaki suni ayrımları ortadan kaldıracak ve mevcuttaki kuvvetlerine yeni örgütlenmeler yoluyla yeni kuvvetler ekleyebilecek bir siyasi rota belirlenebilir. Bu sağlanırsa sadece mevcut solu değil, bütün halkı motive yeni ve halkçı bir reime ikna edecek bir karşı hegemonya kurulabilir. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında ve işçilerin eylemlerinde ortaya çıkan enerji, henüz politik bir güce dönüşecek bir siyasi muhtevaya bürünemese de, yukarıda bahsettiğimiz rota tanımlamasıyla , saray rejimi ve onun sessiz destekçisi tekelci sermaye karşıtı muhalif koalisyonunun merkezi öğelerinden birine dönüşebilir. Yeter ki bu dönüşüm, 2007’de olduğu gibi siyasal islamcıları yeniden kirpi reaksiyonuna sürükleyecek, kaba-dışlayıcı bir siyasal söylemle birleşmesin. İstibdat rejimlerinin yarattığı korku ve güvensizlik sosyal anksiyeteyi yükselterek insanları atomize eder ve onları kaplumbağalarda görüldüğü türden bir içe dönme geriye çekilme refleksine tam adıyla kaplumbağa sendromuna sürükleyebilir. Türkiye’de yaşanan ortak duygu durum bozukluğunun tam adı budur. Bunu aşmanın bilinen tek yöntemi ise halkın kendi öz örgütlülüğüne dayalı, kendi pratiğinden öğrenen, kendini özneleştiren bir siyasal praksistir. Sosyal adalet söylemi ve asgari ortak programın yaratacağı karşı hegemonya kazanırsa, neoliberal saldırı dalgaları altında bütün haklarını kaybeden ve saray rejiminin yoksullukta eşitlediği halk yığınları ortak bir mücadele paydasında buluşabilir. Bunun yöntemi ise hiçbir tartışmaya rezerv koymadan ancak her tartışmayı bir sonuca bağlayarak ilerlemektir. Bu başarıldığında, saray rejimi ve onu bütünleyen düzen içi muhalefetin bütün aktörleri, hesaba katmak zorunda kalacakları, yeni bir toplumsal muhalefet odağıyla karşı karşıya geleceklerdir..

Diğer Yazılar

EFLATUN: BÜYÜLENSE YENİDEN DÜNYA

Ümit ÖZDEMİR / 11.04.2025 Türk sinemasında engelli bireylerin sunumu bugüne kadar oldukça ağır ve melodramatik …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir