ABLUKA KARŞISINDA SAHTE MUHALEFET HAVARİLER, MİDECİLER VE “TURPLAR”

@masumlevrek

Ümit ÖZDEMİR / 22.01.2025

Perde “yumuşama” ve “normalleşme” ile açıldı. Liberal CHP ve önderliği 31 Mart seçimleri sonrasında AKP’ye yeni bir saldırı imkanı tanıyarak stratejik bir hata yaptı. Muhalefetin iflah olmaz liberalizmine eşlik eden 31 Mart seçim sonuçlarının hatalı siyasi analizi, bütün yetkeyi elinde toplamış saray rejiminin siyasi ömrünü uzattı. Daha önce kaleme aldığım yazılarda değindiğim Restorasyon ve İnterregnum (Fetret) kavramlarıyla açıkladığım süreç, Erdoğan’ın yeni saldırısının maddi imkanlarını olgunlaştırdı.

DEM Parti’nin yediği havuç ise “barış” ve “çözüm” süreci adı verilen amorf görüşme trafiğiydi. Ne kendi parti kamu oyuna ve Türkiye’de barış ve çözüm yanlısı kamu oyuna doğru düzgün bir açıklama yapmaktan aciz bu heyet, Saray rejiminin balyoz gibi tepenize ineriz mesajlarına rağmen sanki bunlar hiç söylenmemiş gibi “onurlu barış” sözlerini sayıklamaya devam ediyor. Saray rejiminin bütün ağırlığıyla muhalefet bloğunu darmadağın etmek için uydurduğu barış sürecinin, bir barış süreci olmadığının en somut delili, Akdeniz belediyesine kayyım operasyonu düzenlemekti. Saray rejiminin seçilmiş belediye başkanlarına yönelik taaruzu bundan sonra da devam edecek.. Saray rejiminin bütün hesaplarını alt-üst eden gelişme Suriye’den geldi. Colani önderliğinde Suriye rejimine çöken çetenin ticaret bakanı Türkiye’ye uyguladığı ithalat vergilerini % 400 oranında arttırdıklarını açıkladı. Böylece Türkiye’nin yıkılmış, yerle bir edilmiş elektriğin bile günde birkaç saat verilebildiği Suriye’ye mal ve hizmet satabilme imkanı fiilen yok edildi. Sadece bununla kalsa iyi, emperyalistler arası toplantıda Suriye ile ilgili alınan kararlar İtalya Dış İşleri Bakanı tarafından Şam’a iletirken, kenarda ısınmak için görev bekleyen Ahmet Davutoğlu ve Neo-Osmanlıcı emperyalizm yanlıları, ısındıklarıyla kaldılar ! Emperyalizm böyledir, bütün pis işlerini gördürdükten sonra sahnedeki oyuncularını kenara alır ve kendi “esas oğlanlarını” sahaya sürer. Öte yandan dış politikanın bir ülkenin ekmeği olduğu, komşu ülkelerin iç güvenliği ve istikrarının emperyalizmin emelleri doğrultusunda yok edilmesinin memleketimizin ekonomisi adına çok acı bir faturası olabileceği gerçeği, yaşanan bu olaylar silsilesiyle bir kez daha doğrulandı. Hepsi yaralar sonuncusu öldürür. Saray rejiminin Esad rejimi yıkıldıktan sonra PYD’yi de içine alacak bir tasfiye operasyonu beklentisi, ABD’nin yeni Dış İşleri Bakanı Mark Rubio’nun “PYD’yi destekleyeceğiz” biçimindeki açıklaması ile hayal kırıklığına dönüştü. Bu açıklama ile Saray rejiminin Neo-Osmanlıcı çizgisi bir kez daha iflas ederken, sayıları 10 milyonu olduğu iddia edilen sığınmacının akıbeti ise meçhul. Meçhul çünkü, geri kabul anlaşması ile Türkiye’yi bir sığınmacılar oteline çeviren saray rejimi, Esad rejiminin devrilmesinin ardından Suriyeliler geri dönüyor kara propagandasına sarıldı. Yerle bir edilmiş, ordusu, siyasi merkezi ve hazinesi cihatçılar tarafından ele geçirilmiş, Güneyi İsrail ordusu tarafından işgal edilmiş bir ülkeye kim, neden geri dönsün ?

Saray rejiminin yeni saldırı dalgası, muhalefeti yok etmek üzerine kurulduğu bu gelişmelerle iyice belirginleşti. En yetkili ağızlardan ortaya konan bütün mesajlara rağmen, Türkiye’de yolsuzluklarla atbaşı giden ekonomik yıkım, içine ahlaki yozlaşmayı da içeren bir budala kaosuna dönüşmek üzere. Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat’ın tutuklanmasıyla iyice belirginleşen bu politikanın kökeninde ihale-rant-şirket üçgeni var. Böyle durumlarda her zaman olduğu üzere, solun sloganlarına sığınmak beklenir. Bu durum, Ekrem İmamoğlu’nun Brecht’ten aşırdığı sosyalist slogan Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz sloganını kullanmasına kadar vardı. İmamoğlu’nun bu sloganı kullanması, o’nun ve CHP’nin halkçı-solcu bir kimliğe büründüğü yanılsaması yaratıyor. Özgür Özel ve İmamoğlu’nun içinde yer aldığı liberal ekip, 1 Mayıs kutlamalarından başlayarak, yöneticisi oldukları belediyelerde taşeron-güvencesiz çalışmaya onay vererek, emekçi düşmanı bir siyasi hat izlediklerini gösterdiler. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde taşeronda güvencesiz çalışmayı protesto ederek kadroya geçmek ve maaşlarının yükseltilmesi için iş bırakan işçileri bir kaç dakika içinde işten atan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tugay Demir, bunun son örneği. CHP emek karşıtı neoliberal politikalar konusunda AKP’yi aratmayacak bir yol izledi ve bugüne kadar toplumsal muhalefeti, emek güçlerini dışlayan ve denklem dışına iten klasik sağ bir siyaset sergiledi. Sosyal demokrasinin emek-sermaye çelişkisinde sol bir dil kullanmasıyla belirginleşen yanıltmacalı bu yaklaşımı, belediyelerden başlayarak bütün sağ partilerle anlaşmanın önünü açan bir yaklaşımdır. CHP ve yedeğine alarak parlamentoya girmesine izin verdiği liberal-sağ partiler koalisyonuyla ortaklaştığı sessiz uzlaşı, siyaset yapmama iktidarı rahatsız etmeme ve halktan gelebilecek olası muhalefet çıkışlarının gazını alma üzerine şekillendi. Alay konusu gündüz vakti lamba yakıp söndürmekten, iktidara kırmızı kart göstermeye kadar giden siyasetsizlik ve apolitizm, saray rejiminin işini kolaylaştırdı. Suriye’de hezimet yaşayan ve siyonizm tarafından yerle bir edilmiş Gazze’den bir hamaset süzemeyen saray rejimi, ekonomik çöküşe rağmen saldırılarına devam edebiliyorsa, bu biraz da CHP’nin sağ-liberal siyasetinin sessiz uzlaşısının sonucudur. Bu sessiz uzlaşının temelinde, Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat’ın tutuklanmasına kadar giden yolda, o çok bildik şirket belediyeciliğinin izlerini görmek mümkün. Neoliberal dönemde kamunun tasfiye edilerek, su satışını bile şirketleştiren ve şirket-ihale-rant şebekelerinin ucu Diyarbakır’a kadar uzanan ağlar, basit bir soruşturmayla bile ortaya çıkabiliyor. Bu rant şebekeleşmesi, aktörlerinin kimler ve hangi partiden olduğundan bağımsız olarak kendini yeniden üretiyor. Neoliberal dönemin temel yönelişi olan kamusal alanın tasfiyesiyle büyüyen yolsuzluk ve ihale denilen kan emici sülük rejiminin yarattığı sömürü, halkı derin yoksulluğa iterken, aynı zamanda bu yoksulluğun yaralarını “hayırseverlikle” kapatmaya çalışarak, eşitsizliği ve yoksulluğun sineye çekilmesi gibi son derece olumsuz ve temel insan haklarına aykırı bir durum yaratıyor. Şirket belediyeciliğinin geldiği son nokta, İstanbul halkının ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurdurulan şirketlerin tamamında üç-beş yerden maaş alan türedi bürokratların atanmasıdır. Gazeteci Celal Eren Çelik’in x hesabı üzerinden İBB’deki atamaları, isimler ve atandıkları kurumlar üzerinden ifşaladığı bu durum, nepotizmin ya da Türkçe’deki adıyla kayırmacılığın sistematik bir boyuta ulaştığını kanıtlıyor. Bu durum, halkın siyasi kurumlara olan güvensizliğinin, rüşvet yolsuzluk ve yağma düzeni nedeniyle arttığını gösterir. Kapitalizmin örgütlü suç şebekelerine duyduğu ihtiyaç, belediyelerden başlayarak bütün ülkeyi saran derin yolsuzluk ağlarını harekete geçirmekle kalmıyor, belediye meclislerinden şirketlere kadar saray rejimi ve onun sözde muhalefeti arasında sessiz bir uzlaşıya neden oluyor.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun dile getirdiği üzere hukuku ve insan haklarını, ülkeyi yerli sermaye gruplarıyla yağmalamaya gelenlerin güvencesi dışında hiçbir toplum kesimi için tahayyül edemeyen bir liberal zihniyetten ne beklenebilir ? Elbette hiç bir şey ! Kaldı ki pek çok somut örnekte görüldüğü gibi sermaye sınıfının hiçbir zaman hukuk gibi bir takıntısı da olmamıştır. Farz edelim Türkiye’de Fatsa’yı yağmalayan kapitalist şirket Eurogold, neden hukuksal bir güvence arasın ki ? Bu sermaye gruplarının aradığı tek güvence, yağmanın kesintisiz devam etmesi için kendi güvenliğini sağlayacak bir ordu-polis teşkilatıdır. Bunun dışında tamamen kuralsız, güvencesiz hatta Türkiye’ye dayatıldığı üzere vahşi madenciliğin doğanın bütün zenginliklerini yok eden saray rejimine ihtiyacı olduğu çok net ortadadır. Neoliberal vahşet ve güvencesizlik rejimi üst yapıda saray rejimiyle inşa edilirken, herhangi bir hukuksal denetim ya da yaptırım uygulamayacağının son örneğini, Bolu Kartalkaya Grand Kartal Oteli’nde son belirlemelere göre 76 kişinin hayatını kaybettiği katliamla gösterdi. Tatile giden turistler ve otel çalışanlarından 76 insan, işletmeciliğini neoliberal şirket devletin Kültür Bakanı’nın ETS Tur adlı turizm şirketinin yaptığı otelde geceyarısı çıkan yangında hayatını kaybetti. İtfaiye denetimcisi uzman kadroların karşı yöndeki bütün itirazlarına rağmen, itfaiye denetimlerinin 2012’de kaldırılmasıyla temelleri atılan bu katliamı, AKP ve kurduğu neoliberal şirket devlet dayatmıştır. Basit yangın söndürme ve risk faktörlerini analiz eden bilimsel ve teknik yaklaşımları “maliyet” gerekçesiyle ortadan kaldırarak 76 kişinin hayatına mal olan bir güvencesizliğin “normalleştirilmesi” neoliberal şirket devletin ta kendisidir. Neoliberal şirket devletin kamu denetimlerini ortadan kaldırmasıyla güvencelerin tamamını “maliyet” ilan etmesine dayalı saldırı kampanyasına karşı başta eğitim olmak üzere sağlık, dinlenme ve diğer hakların kamu denetimi altına alınması yönünde örgütlü itirazlar gelmedikçe bu türden yangın, deprem vb “kaza” görünümlü katliamlar devam edecektir. Gazeteci İsmail Saymaz’ın Halk TV’de yayınladığı habere göre göz göre göre gelen katliamdan bir ay önce otelde Bolu Belediyesi tarafından yapılan denetimde, hiçbir yangın önleyici unsurun denetimden geçemediği ortaya çıktı ! Otelin sahibi Mazhar Murtezaoğlu’nun siyasi iktidara yakınlığını belgeleyen fotoğrafların sosyal medyada yayınlanmasına koşut olarak, 2021’den 2023’e kadar vergi ödemediği ve otelin ajanslarından ETS Tur’un sahibi Bakan Osman Nuri Ersoy’un hakim durumunu kullanarak bütçeden teşvik aldığı bilgisinin ortaya çıkması, nepotizmin veya kayırmacılığın bir başka ispatı oldu. Neoliberal şirket devletin turizm baronları tarafından alınan bu teşviklerin hiçbirinin, güvenceli konaklama ve turizm hizmetleriyle, otel çalışanlarının yaşam koşullarının iyileştirilmesi için harcanmadığı aşikar !

(Otelde çıkan yangında hayatını kaybeden Akdeniz Ünivesitesi Gastronomi Bölümü mezunu aşçı Esra Nazik, Nazik henüz 25 yaşındaydı..)

Ne yapmalı ? Yazının buraya kadar olan kısmı eleştirlerden ibaretti. Sosyalist sol bir hegemonya kuracaksa, bu hegemonyayı işçi sınıfının henüz diri ve mücadele eden kesimleri ile aydınlar ve kent yoksulları arasında ortak bir mücadele programında yapmalı. Her solcu yazısında olduğu gibi “görev” yazan, “başa koyan” ve kendi dar siyasi yaklaşımını, her duruma uyarlanabilen geçer akçe olarak sunan bir dil kullanmak yerine, tartışmacı bir dil ve eylem metodu kullanmak yerindedir. Bu nedenle CHP’den ve düzen içi siyasetten kaygılı bir bezginlik hatta yer yer nihilist bir kopuş yaşayan karamsar bütün toplum kesimlerini, siyaset yoluyla memleketin düzeltilebileceği yolundaki ikna çabalarının tamamı çok kıymetlidir. Eğer mevcut düzen içi siyaset odaklarına alternatif yeni bir muhalefet odağı inşa edilecekse, bu mutlaka sosyal adalet ekseninde ve tartışmalara rezerv koymayan bir olgunlukla yürütülmelidir. Sosyal adalet kavramının benimsetilmesiyle, bölgesel adaletsizlikten, emekli haklarına, kadın haklarından, çevre haklarına bir yığın başlıkta hak temelli somut ve zengin bir ortak program, sosyalist siyasetin büyümesine katkı sunabilir. Sekter olmayan ve birbirinden öğrenen bu yol, eşi görülmemiş bir mücadele zenginliğine kapı açabilir. Türkiye halklarının soyulmasına, sömürülmesine aç ve işsiz bırakılmasına yönelik itirazları, ortak bir program etrafında buluşturmaya eşlik eden çalışma ve kolektivist ruha ihtiyaç var. Sosyal adalet programı, barışa, adalete, demokrasiye ve ekmeğe susamış geniş yığınların sol siyaset etrafında kendi öz iradesini gerçekleştirecek özlemlerini dile getirecek bir içeriğe kavuştuğunda, düzen içi muhalefetin “başka alternatif yok” kaderci yaklaşımı aşılabilir. Türkiye’nin sosyal-siyasal mücadeleler tarihi, sosyalist solun emekçi halk için pzitif yaklaşımın olumlu örnekleriyle doludur. Yoksa pek ala sınıf atlama imkanlarına sahip küçük burjuvazinin iyi eğitimli insanları, neden işçiler ve emekçiler özgür ve mutlu bir dünyada yaşasın diye kişisel hiçbir şey beklemeden mücadele etsin ? Eğer Türkiye emek ve hak eksenli bir zeminde yeniden inşa edilecekse, saray rejiminin bütün faşist kalıntıları temizlenip, bir emekçi cumhuriyeti kurulacaksa -sine qua non, olmazsa olmaz- yaklaşım, mücadelenin kendisinden öğrenmek ve mücadeleye katılma potansiyeli olanlara öğretmekten geçiyor…

Diğer Yazılar

EFLATUN: BÜYÜLENSE YENİDEN DÜNYA

Ümit ÖZDEMİR / 11.04.2025 Türk sinemasında engelli bireylerin sunumu bugüne kadar oldukça ağır ve melodramatik …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir