ÜÇ İSTANBUL

(Editörden-Okan İrtem’in bu çok güzel yazısını Gündoğdu dergisinin sekizinci sayısından alıntıladık. Üç İstanbul yapıtı üzerine en kapsamlı analiz yazılarından biri olan yazı, roman ve tarih arasındaki ilişkiyi de incelemesi bakımından ayrıca bir ilgiyi hak ediyor.)

Üç İstanbul’da dönemin üç dönemin üç hasta Osmanlısı yaşar, daha doğru bir ifade ile, yavaş yavaş ve durmaksızın çürüyerek ölür. İlk dönem Abdülhamit döneminin muhbir İstanbul’udur. 10 Temmuz 1324’te (yeni takvimle 23 Temmuz 1908) hak ettiği sona erişir. Devrimle tahtından aşağı yuvarlanır. Bu dönemi İttihatçılar döneminin İstanbul’u izler.

Bununla birlikte, Mithat Cemal’in sözcükleri bu İstanbul’u 1908 Devrimi’nin İstanbul’u olarak anlatmaz; o savaş vurguncularının, sonradan görmelerin, namussuz tüccarların İstanbul’udur. Dünya savaşının bitişi ile ömrünü tamamlar. Yerini alan üçüncü ve son İstanbul’dur. Mütareke dönemi İstanbul’u.

Sonunda bütün karakterlerin öldüğü bir roman henüz yazılmadı. Sadece bu tür bir eser kaleme alınmak istenmediği için değil. Bunu yapmak mümkün olmadığı için. Böylece Üç İstanbul yazılabildi. Kitabın karakterlerinden kimileri Mithat Cemal Kuntay’a rağmen, yaşamlarını sürdürdüler. Birkaç cenaze eksik kaldı. Türkçenin en güzel romanlarından biri doğmuş oldu. Oysa Mithat Cemal Üç İstanbul’un her bir sayfasını, payitahtın kirli kaldırımlarına uzanıp son nefesini veren Osmanlı insanları üzerine bir örtü olarak tasarlanmıştı: O örtünün altında sayısız Abdülhamit bürokratı, İttihatçı tüccar, çıkarcı küçük memur, mütareke “aydını” yatacaktı. Aynı kaderi paylaşacaklardı: Mithat Cemal’in keskin ve detaycı kaleminden kağıda dökülme kaderini.

ÖYKÜNÜN SINIRLARI

Üç İstanbul’da üç dönemin üç hasta İstanbul’u yaşar; daha doğru bir ifade ile, yavaş yavaş ve durmaksızın yaşayarak ölür. İlk dönem Abdülhamit döneminin muhbir İstanbul’udur; 10 Temmuz 1324’te yeni takvimle 23 Temmuz 1908 hak ettiği sona erişir. Devrimle tahttan aşağı yuvarlanır. Bu dönemi İttihatçılar dönemi İstanbul’u izler. Bununla birlikte, Mithat Cemal’in sözcükleri bu İstanbul’u 1908 Devrimi’nin İstanbul’u olarak anlatmaz; o savaş vurguncularının, sonradan görmelerin, namussuz tüccarın İstanbul’udur. Dünya Savaşı’nın bitişi ile ömrünü tamamlar. Yerini alan ise üçüncü ve son İstanbul’udur. Mütareke dönemin İstanbul’u. Kuntay onu kozmopolitiği içerisinde her neviden türedinin boy gösterdiği bir konak olarak anlatır. Bu konağın ışıldayan salonlarına ülke, konağın giyotin pencereleri ölçüsünde yabancıdır: “Sokakta zehir gibi bir soğuk, yağmur, çamur ve işgal askerleri vardı. Dışarıdaki zulmün ve kışın korkunç kimsesizliğini sezecek tek bir kişi bu salonda yoktu. Vatansız olmak ne iyi şeydi: Pencerelerden başlayan, ufukta biten mezarlığı kimse görmüyordu. Zaten herkes salonun ortasında birikmişti.”

Üç ayrı dönemin payitahtı, tek bir cenaze olarak Mithat Cemal’in romanından geçip gider. On yıllarca defnedilmemiş bir cenazedir; her halde bu yüzden romandan, Fethi Naci’nin ifadesiyle “sürekli olarak bir leş kokusu gelir burnumuza” Naci, 60 Türk Romanı kitabında bu üç dönemin insanını da bir cümlede özetleyivermiştir: “Yalnızca kişisel çıkarları ardında koşan insanlar, dalkavuklar, jurnalcılar iki yüzlüler, ancak başkalarının kötü durumlara düşmeleriyle mutlu olanlar, birbirlerinin kuyularını kazanlar; birbirlerinin karılarını baştan çıkaranlar, birbirlerinin servetlerine göz dikenler.”

Fethi Naci’nin saydıklarının her biri Üç İstanbul’un karakterleri olur ve payitahtın sokaklarında yürür, konaklarında konuşur, birbirlerinin ardından iş çevirir, dalkavukluk eder. Türlü sınıflardan ve kesimlerden kırka yakın karakterdir söz konusu olan. Osmanlı’nın çöküşünü tasvir eden Kuntay’ın gözleri devamlı bu insanlardaki kokuşmuşluğa dikilmiştir. Sanki bir an gözlerini ayırsa, gözden kaçırdığı ya da romanına koyamadığı bir günah işlemektedir.

MİTHAT CEMAL’İN İNSANLARI

Üç İstanbul, bir ölmeye yazgılılar resmi geçididir; Kuntay’ın öfkeli sözlerle ruh ve renk verdiği bu ölüm yüklü karakterler, romanda güçlü fırça darbeleri ve keskin karakterlerle çizilmişlerdir. Rollerini oynamak üzere sahneye çıkar, kendilerini sergilerler. Kaderlerini belirleyen ise Türkiye’nin 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başı tarihidir. Kitap bu tarihle uyumlu biçimde düşen ve yükselen bir karakterler demeti sunar. Romanın içindeki tarih Milli Mücadele ile son bulur.

Ama romandaki yükseliş ve düşüşler bir parça da, Kuntay’ın Osmanlı düzenine karşı tek duramayan öfke ve tiksintisinden kaynaklanır. Bir karakter yükselmiş ve bahtiyar olmuşsa, mutlak talihi dönmeli ve İstanbul’un çamuruna bulanmalıdır. Çünkü Kuntay karakterlerini bu çamurdan yaratmıştır. Denebilir ki, o çamurdan çıkanlar bir gün yine ona dönmelidirler. Bu açıdan Mithat Cemal Kuntay Üç İstanbul’da bir yazardan çok, Tanrı iradesini oynar. Yarattığı insanlara cezalarla şekil verir. Bir kadın kocasını mı aldatmıştır, fuhuş batağına düşmelidir. Bir zadegan dolandırıcılık yapmış, Paris’te fahişelerle mi düşüp kalmıştır, yatağında kurşunlanmalıdır. Haysiyetsiz tüccar vatanı umursamadan vurgunculuk mu yapmıştır, fakir düşüp dilenciliğin kat kat kirine bulanmalıdır. Kuntay karakterlerini romanın her bir sayfasında ahlakla sınar, bu sınamadan geçemeyenleri kendi ahlakının ateşinde yakar.

Üç İstanbul’un kurgusu, romandaki dört ana karakterin ayak izlerini takip eder. Her biri Osmanlı’nın birer döneminin de temsilcisidir: Hidayet, Adnan, Belkıs ve Süheyla. Kuntay’ın kaleminde bu dört karakterin ipleri zaman zaman tesadüflerle birbirine dolaşsa da, Kuntay yine de bu dolaşık ipleri çözmeyi bilir. Dört karakterin hepsini ayrı bir yaşam, ayrı bir ahlak olarak yazar.

.HİDAYET

Abdülhamit dönemini temsil eden tip, özenti ve muhbir Hidayet’tir. Son derece canlı biçimde resmedilmiştir. Görmemişliğinin tadını çıkardığı yaşamını, 1908 Devrimi sonrasında hiç kimse tarafından ziyaret edilmeme hastalığına tutularak sona erdirir. Abdülhamit devri boyunca konağı saraya mesafeli, ittihatçılara sempati duyan aydınların, memurların uğrağı olur. Akşamları Hidayet’in konağında konukları her adımda bir Abdülhamit çiğnerler. Sabah olduğunda ise aynı Hidayet, akşam çiğnenenleri yerden toplar dertop edip Abdülhamit’e jurnaller. İşi budur: Her akşam saray adamı Hidayet olarak yatak odasından çıkar ve salonundaki Jöntürk Hidayet’e gider; konuklarıyla eğlenir. Sabahleyin jurnalcı Hidayet ceketini giyip jurnallerini kaime biçiminde geri alır.

İstibdat iktidarının Hidayet’ten istediği; memuriyetinin Hidayet’ten talebi de budur. İttihatçıların devriyle Hidayet’in yüzüne kapanan işte bu memuriyet kapısı olur. Artık jurnaller para etmemektedir. Memuriyet makamı, konağı yok olmuştur. Böylece Hidayet’in gizi kendisini ele verir. Konaksız bir Hidayet’in Hidayet olarak kalmaması mümkün müdür ? Çünkü konak Hidayet’in değil, Hidayet konağın bir parçasıdır; o konağının bir odası, bir antikası, bir demirbaşıdır; görevini orada icra eder. Varlığı konağa gelecek ziyaretçilere gereksinim duyar: “Hidayet, hiçbir hastalığı olmadığı halde öldü: Konağına gelmeyen elçiler, arabasına selam durmayan polisler onu öldürdüler. 31 Mart’tan sonra misafirleri, uşakları, parası azaldı; eriyordu” Böylece Hidayet, eriye eriye devrini kapatır. Üç İstanbul’un sayfalarına karışır gider.

.ADNAN

Adnan, İttihat ve Terakki’nin İstanbul’unun ve İttihatçılar iktidarının zayıf halkası olarak Üç İstanbul sahnesine çıkar. İttihat döneminin burjuvazisini temsil etmektedir. Fakirlikle başladığı ömrünü önce hadsizce zenginleşip sonra tekrar fakirleşerek; haysiyet ve haysiyetsizlik arasında her gün yeniden ve yeniden gidip gelerek tamamlar. Roman bir bakıma Adnan’ın her gün yeniden yapmak zorunda kaldığı bu tercihinin hikayesidir. Mithat Cemal Kuntay’ın ifadesi ile o “Şair Raif ile başlayan, Hidayet’te ile biten bir adam: Adnan olarak sabah fakir ve ahlaklı başladığı gününü, akşam Hidayet’in konağında ahlaksız olarak bitirir.

Kuntayın Üç İstanbul’unda ahlak, kitabın olumlu çizilen tiplerinden Şair Raif olarak İstanbul’a iner. Adnan’ın ahlaksızlığı ise Hidayet biçimindedir. Mithat Cemal tasnifinde, Adnan’ın karakterini kuran, Adnan’ın her an Raif ile Hidayet arasında yaptığı bu tercih olur. Kuntay bu tercihi Adnan pes edinceye dek devamlı bir mesele olarak onun önüne koyar. Bir bakıma Adnan’a bunun bedelini ödeteceğinin kiniyle yaşar.

Öyküsü şöyledir, romanın ilk sayfalarında fakir Adnan için ahlaksızlık ve aynı anlama gelmek üzere Hidayet kapısı, tümüyle açık değildir, yarı açık durur: sadece bir potansiyel olarak gözler önündedir. Henüz ahlakından tümüyle soyunmamış Adnan, Abdülhamit dönemi boyunca bu kapının eşiğinde kimi zaman durur, kimi zaman eşiği aşar; kimi zaman da yaşadıklarına tanık olduklarına katlanamayıp geri döner ve Raif’e tutunur.

Ama 10 Temmuz 1324, yeni takvimle 23 Temmuz 1908 hem Kuntay’a hem de şair Raif’e göre fakir ve ahlaklı Adnan’ın ölüm tarihi olur. Çünkü Hidayet biçimine bürünmüş bu ahlaksızlık kapısı, 10 Temmuzla birlikte hızla zenginleşen Adnan’ın konağının giriş kapısı olmuştur. Adnan bu kapıyı her gün türlü türlü yeni ahlaksıza açar. Adnan artık Balkan Savaşı’nın ve 1. Dünya Savaşı’nın vurguncularından biridir. Para içinde yüzer, İstibdat’ta hidayetin konağında toplananlar şimdi Adnan’ın konağındadır.

Adnan zengin olmasına zengindir ama şunu unutmuştur: Soyluluk ile burjuvazi arasındaki savaşımda para soylulaşmak için yeterli görülmez. Adnan’ın doğarken edinemediği soyluluğa, yaşarken öykünmesi ve ona ulaşması mümkün değildir. Üstelik, bu sonu bilinmedik bir öykü de değildir. Önceki yöneten sınıfa, burjuvaziye öykünen her burjuva gibi Adnan da kendisini Osmanlı’nın eski yüksek sınıfı karşısında aşağı görür. Onu ister ama o soyluluk giysilerini her üzerine geçirdiğinde, gömleğinden buruşmuş bir köylü rengi, ceketinden “ben eskiden fakirdim” cümlesi sarkar. Soyluluk kabuk olur, Adnan da onun kof meyvesi.

Ama bunun bir çözümü olmalıdır. Madem Adnan soylu olamamaktadır; o zaman, Adnan’ın elinin altında satın alınmış soylular gezinmelidir. Soyluluğu doğal yoldan edinemiyorsa, çözüm soyluluğun sahibi olmaktır. Bunun için Kutay’ın ifadesi ile “Adnan çok zengin, çok zengin olmaya mecburdu: Her gün biraz daha zengin, biraz daha, birçok daha…

Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul’u sanki öç almak için Osmanlı’nın İstanbul’un son dönem insanlarını rezil etmek için yazmıştır. Romanı bitirdiğinde Süheyla’ya her şeyi yaktırması da bu nedenledir. O karakterlerine verdiği bir cezadır. Tanrı’nın değilse de Kuntay’ın verdiği bir cezadır. Karakterlerini o yaratmıştır, öyleyse onları cezalandırmak sorumluluğu da Mithat Cemal’e düşmelidir. Üç İstanbul, işte bu cezanın öyküsüdür.”

Osmanlı yüksek sınıfları gözündeyse bu yeni yetme burjuvazi hala konuşurken, ellerini nereye koyacağını bilmeyen, görgüsü eksik, giyim kuşam özeninden yoksun bir tabakadır. Kuşkusuz zengindir. Hatta Osmanlı aristokrasisinin debdebesi karşısında daha evvelki ölçüde hüzün duymayacak bir refah içindedir. Ne var ki bu eski sınıfının düştüğü yer dahi, Adnan’ın çıktığı yerden yüksektedir. Adnan zengindir ama onun zenginliği altı üstü kimi zaman vurgunculuk yapan bir avukatın zenginliğidir. Osmanlı’yı temsil eden Belkıs’ın zenginliği ile kıyas kabul etmez. Çünkü Belkıs’ın hazinesi sadece bankadaki parası, toprakları ya da tahvilleri değildir. O’nu Adnan’dan ayıran salonundaki mobilyaların üslubu, perdelerinin havası, ipeklilerin omuzlarından zarafetle dökülüşü, sözcüklerini doğalında süsleyen Fransızca bir deyim, bir bakıştır, bir nefestir.

Belkıs misafiri ile Almanca, muhasebecisi ile Fransızca, uşağıyla emredici bir tonda konuşur. Uşaktan bir önceki yer ise Adnan’a ayrılmıştır. Kuşkusuz uşaktan daha yüksektedir. Çünkü belki sandalyeye olmasa da, Adnan ne de olsa notlarının üzerine oturmuştur. Bu onu uşağının efendisi, salonun ise köylüsü yapar. Uşak maaşını Adnan’dan alır ama saygısını soyluluğa sunar. Bu yüzden aristokrasinin salonlarında burjuvazi her zaman geçmişteki toplumsal düzeyini unutturmak için para dolu ceplerini yoklayan bir esnaf kabalığı ile boy gösterir. Bir soylu kadınla konuşuyor ya da ona iltifat ediyorsa, bunu kadının taktığı elmas kolyenin inceliğinden anladığı için değil, elmasın kaç karat olduğunu bildiği için yapar. Yükselişini sermayesine borçludur. Bu, bildiği tek dildir; eğilir ve kur yaptığı kadının kulağına her ziynet eşyasının fiyatını fısıldar. Tabiatıyla reddedilir. Çünkü soyluların hepsi borsada tahviller ile oynar ama burjuvaziden başka hiç kimse borsa ile evlenmek istemez.

Adnan’ın sonu İttihatçıları iktidardan uzaklaştıran Mütareke dönemiyle gelir; İttihat Terakki liderlerini ülke dışına çıkarmak zorunda kalan Mütareke, dönemi onu bir daha kalkmamak üzere ölüm döşeğine savurur. Artık veremlidir. Tüm parasını yitirmiştir. Hidayet’ten sonra düşme sırası ondadır; yükseldiği hızla düşer. Şaşalı konağından geriye sadece eşik mermeri kalmıştır. Ahlakının ederi ne kadar ise; o da aynı değerdedir. Böylece Adnan yavaş yavaş sahneden çekilir. Artık başka konakların, başka zenginliklerin yaşamı başlamıştır. Onun için deniz bitmiştir. Üç İstanbul’un ölüler kervanına katılmakta duraksamaz.

Kuntay’ın olumlu kahramanlarından Süheyla’ya bu Adnan için söylettiği sözler ise şunlar olur: “Böyleyken inkilabı tanımıyorum; bu hakikatten 10 Temmuz’da sizin memlekete getirdiğiniz o güzel inkilap mıdır ?” Sizi de tanımıyorum: “Siz sahiden, 10 Temmuz’un menfaati, parayı, bilmeyen toy çocuklar mısınız? Fakat sizin bir çocuk kadar, bir köylü kadar güzel bir yüzünüz vardı; sizin tertemiz bir alnınız vardı, onlar ne oldu ?” Ama Belkıs’ın salonundaki aşağılamalarının nedeni de tam olarak Adnan’ın bu özellikleri değil midir ? Öyleyse eski Adnan ölmelidir; onu yeni Adnan öldürmelidir. Öldürür de. Yine de Belkıs’ın salonlarındaki küçümseyici bakışı hala yerli yerinde durur. Eski Adnan belki ölmüştür ama o, Belkıs’ın Osmanlı salonlarında hala yeni Adnan’ın üzerinde bir duruş, bir jest olarak var olmaya devam eder. Çünkü soylu sınıfının kuralıdır: Doğarken kaybedilen, yaşarken geri kazanılmaz.

Osmanlı apoletlerini omuzlarına takmak isteyen Adnan için Belkıs’ı sevmek bir tür toplumsal zorunluluktur: Adnan Belkıs’a baktığında, sadece onu değil, aynı zamanda yürüyebileceği, ulaşabileceği ufkun da hayalini kurar. Ama Belkıs’a yaklaşamamış ya da elini uzatıp onu tutamamışsa, yine bu nedenledir. Elde ettiği zenginlik Belkıs’ı Adnan’ın karısı yapmasına rağmen, bu zenginlik Adnan’ın Belkıs’ı elde etmesini sağlamaz. Tam tersine, Adnan’ın yanında Belkıs, Adnan’a her gün aralarında aşılmaz uçurumu gösteren bir tür mesafe, ufuk çizgisi olarak var olmaya devam eder. Kuntay’ın anlatımı ile “Adnan kendisini Belkıs’a derece layık görmüyordu” Adnan’ın Belkıs’ın sevgisini hissedebilmesine sadece karısı kendisine karşı mesafeliyken izin vardır. Belkıs Adnan’ı ancak salonda, bir misafirin yanında sever: “Başkalarının yanında kocasını seviyor, Adnan’ın hiçbir tebessümünü iştiraksiz bırakmıyordu” demek ki İttihatçı sermayedar Adnan Osmanlı yüksek sınıfı ile ancak kamusal ortamda sevişebiliyor, evli olabiliyordu. Karı koca baş başa kaldıklarında “Karı ve koca bir resim kadar sessizdiler” Öyle ki Adnan zenginliği sona erip fakirlediğinde özel öğretmenlik yaptığı zamanlardaki gibi Belkıs’a yine Belkıs hanım deme gereği duyuyordu. Karısına adıyla seslenecek gücü dahi yitirmişti. Zenginliğini kaybettiğinde, karısının karşısında koca olma vasfını da kaybediyordu.

.SÜHEYLA

Diğer üç karakter Üç İstanbul’un gücüyken, Süheyla ilginç bir biçimde güçsüzlüğüdür. Üstelik bu, belki de romanın en olumlu karakteri olarak olmasına rağmen böyledir. Çünkü Mithat Cemal Kuntay’ın karakter tasnifinde, Süheyla ancak Belkıs olmamakla kendisine bir yer edinebilmiştir. Cumhuriyeti temsil ettiği söylenebilecek Süheyla, neredeyse altında gövde olmayan bir elbise gibi, silik ve hatsız biçimde romanda boy gösterir. Olumsuz karakterler tüm bir kitabın dokusunu oluştururken, olumlu tek tip olan Süheyla romana ancak uçucu bir renk çalabilir. O Üç İstanbul’da sadece Adnan’ın yetersizliklerinin zıttı, Belkıs olmayan bir kadın olarak vardır. Süheyla olarak değil. Süheyla adıyla nefes almamıştır, Adnan’la evleninceye dek Adnan’ı yaşamış, onu sevmiş ondan, onun olduğu insandan ise tiksinmiştir.

Süheyla devrimci-demokrat Adnan’ı sever, sermayedar Adnan ise onun için sadece bir üzüntü kaynağıdır. Ama eğer böyleyse, Süheyla’nın sevdiği Adnan muhayyel bir Adnan değil midir, o Adnan’ın ancak çaba gösterilirse erişebileceği kişidir; başka deyişle olası ama var olmamış bir Adnan, gerçek Adnan Süheyla’ca sevilmez. Mithat Cemal Kuntay ne acıdır ki, Süheyla’ya ancak var olmayan bir Adnan’ı sevme imkanı tanımış, gerçek nesnesi olan sevgiyi Süheyla’dan esirgemiştir.

Süheyla’nın silik biçimde işlenmesine neden olan araz da Üç İstanbul’da burada kendini açığa vurur. Süheyla her ne kadar Cumhuriyet’i temsil eder görünse de, Cumhuriyet ölçüsünde kendi işleriyle ve görevleriyle meşgul değildir. Hatta Adnan’ı düzeltebilme hevesindedir. Cumhuriyet’in defnettiği Osmanlı cenazesini, Süheyla roman boyunca bir türlü defnetmez. Cumhuriyet kendi gövdesinin hastalıklarını kucaklar ve onları sağaltma çareleri ararken, Süheyla’nın payına Osmanlı artığı, veremli ve ahlakı tükenmiş bir Adnan düşer.

Ama artık son günlerini yaşayan Adnan’ın ahlaksızlığı yine de öyle büyük boyutlara ulaşacak ölçekte değildir. Ne de olsa fakirleşmiştir ve fakirliği dahi ahlaksızlığının önünde bir engeldir. Mithat Cemal Kuntay, bu noktada açıkça materyalist bir mantıkla yazar; büyük ahlaksızlıklar için büyük zenginlikleri gerekli saymaktadır. Mütareke döneminin Adnan’ı ise işte bu olanaktan yoksundur. Çalışabilmek için dahi Süheyla’nın maddi gücüne muhtaçtır.

Üç İstanbul’UN KURGU TEKNİĞİ

Mithat Cemal’in ayrıntılara ilişkin bütün dikkat ve özenine rağmen Üç İstanbul ilmekleri gevşek atılmış bir örgüyü andırır. Kuntay, kurgusunun en sıkı dokunmuş sanıldığı anda olay örgüsünü bir anda tesadüflerle bağlayıverir: Bir ilmeği eksik bırakır ya da bir trajedinin ardından araya birkaç ders niteliğinde kıssadan hisse cümlesi sıkıştırır.

Romanda kırka yakın karakter konuşur: belki de Üç İstanbul bu açıdan Türkçe’deki en fazla karakterli romandır. Roman dört ana karakterin etrafında dönse de, bu kırk tipin her biri de ayrı öykülerle romana girerler. Ayrı cümleler, ayrı üsluplar taşırlar Kuntay’ın romanına. Ama tüm bu öyküler romanın gücü olduğu kadar, güçsüzlüğünün de sebebi olurlar. Kuntay’ın anlatısını roman boyunca sanki hiç kapatmayacakmışçasına açar: her dala yeni dallar ekler; dallara yeni filizler. Roman bir çınarmışçasına yükselir. Öyle ki Kuntay zaman zaman ana gövdeyi dahi unutur: öyküsünün güzelliğinin peşine takılıp gider. Karakterleri Üç İstanbul’un giriş ve gelişimi boyunca onun gücünü ve görkemini oluşturur.

Ama Kuntay, karakterlerini öylece anlatmakla bırakmaz, her karakteri tekrar tekrar bulunduğu yerden alır ve koştura koştura sayfalarca sonra oyuna tekrar dahil eder. Neredeyse her birine ayrı birer son yazar. Romana kırk karakterin başı sonu belli öykülerini yükler ve “işte bu kırk karakterinin öyküsünü böyle sona erdi” diyerek, roman boyunca açtığı bütün öykü parantezlerini bir bir kapamaya başlar. Tesadüflere bu kapanışlar için gereksinim duyar. Neredeyse her biri Adnan’ın ya da Belkıs’ın hayatının bir evresinde dokunduğu, sohbet ettiği ya da kızdığı insanlardır. Adnan ve Belkıs yükselip düştükçe onlar da yeni yüzleri, talihleri ya da talihsizlikleri ile ortaya çıkarlar. Eğer Kuntay her birini nedensellik bağı ile bağlamıyorsa, yedeğinde taşıdığı kıssadan hisse ilmeğini romanın kurgusuna hızla dahil ediverir.

Mithat Cemal kitabına bir öykü çınarı ile başlamıştır: Üç İstanbul her öykü ile sanki hiç bitmemek üzere görkem ve keyifle büyür yayılır, kök salar. Ama Kuntay keyifle büyüttüğü bu çınardan romanın sonunda derli toplu bir meyve ağacı olmasını bekler. Ahlak meselleri ile romanın dallarını bu nedenle budar. Adnan’la beraber karakterlerini ve öykülerini mezara gönderir ya da onları ahlaksızlık çamuruna bular. Kocasını aldatmış kadını yüz sayfa önceki sıcak yatağına uyumayı bırakmaz, dürtüp kaldırır, yüz sayfa yürütür ve fuhuş batağında veremden öldürüverir ya da eski bir Osmanlı zenginini yıllar sonra dilenci olarak Adnan’ın karşısına çıkarır. Beş parasızdır ve istediği meteliği Adnan’dan mı, Kuntay’dan mı beklediği belli değildir. Ama Kuntay açısından maksat hasıl olmuş ve parantez kapanmıştır. Her öykü ve her karakter yerli yerindedir.

Tam da bu nedenle Kuntay’ın detaycılığı ve bir küçük öyküyü anlatıp bitirememesi romanın son bölümlerinde aleyhine işlemeye başlar. Güzel ve özenli hurufat ile başlayan sayfaları romanın bitiş bölümünde Çala kalem bir yazım koşuşturması içinde sona erer. Açılmış tüm parantezlerin artık kapatılması gerekmiştir. Metnin uyumsuzluğunun ve yer yer gevşekliğinin nedeni bu kapatma telaşında gizlidir.

MİTHAT CEMAL KUNTAY’IN ÖFKESİ

Üç İstanbul’un yaşayanı pek azdır; metnin sonunda neredeyse yalnızca Süheyla ve Adnan’dan olma oğlu Salim hayatta kalırlar. Bir de Anadolu’da Ankara hükümeti ayaktadır. İstanbul çökmüştür. Kitap İstanbul’un öyküsünün bitip Ankara’nın öyküsünün başladığı yerde sona erer. Perdeyi Süheyla kapatır. Romanın son cümlesi Adnan’ın hayatı boyunca yazdıklarının ve resminin yakılması üzerinedir. Kalfa Süheyla’ya “Bunları da yakacak mıyım küçük hanım ?” diye sorar. Yanıt tek kelimedir: “Evet.”

Mithat Cemal’in karakterlerini sevmediği söylenir, öyledir de. Bununla birlikte, tün tiplerini yazarken çok özenmiş hiçbir detayı atlamamıştır. Tipoloji konusunda ise son derece mahirdir. Her bir karakterini gerçekmişçesine çizer. Çünkü aslında gerçektir. Çünkü Mithat Cemal yazarken kendisini sadece bir yazar olarak düşünmez, o gözlemcidir. Yaşamda gerçekten olup biteni anlatmaktadır. Bu nedenle Kuntay, Hidayet’e parmaklarıyla dokunur, onu kollarıyla kucaklar, kokusundan burnuyla tiksinir. Adnan sanki her gün yolda rastlayıp tartıştığı ve eski halini bildiği bir zengin arkadaşıdır. Üç İstanbul bu açıdan “Mithat Cemal’in görgü tanıklığıdır” Gördüğü gerçekleri anlatmaktadır; kurgu yaptıysa başka türlü roman olamayağı içindir.

Tam da bu yüzden Kuntay karakterlerine gerçek insanlarmışçasına kızar, onlara yakın çevresinde karşılaştığı insanlar gibi algılayarak kavga eder. Romanda her birini tek tek öldürme ya da kötü yola düşürme zahmetine büyük bir hazla katlanması bu nedenledir. Çizdiği tiplerin hepsi onun arkadaşı, tanıdığı ya da bildiği Hidayet, Adnan ve Belkıs’tır. Her gün onlarla kahve içmekte, her salonda onlarla konuşmakta, her yalıda onlara katlanmaktadır. Karakterlerini sevmemişse, gerçekte de onları sevmediği içindir. Onları karakter olarak sevdirmek gerekliliğini hissetmemesi, onlara gerçek birer öfke duymasından kaynaklanır.

Kuntay romanını yazmak üzere her sandalyesine oturduğunda karşısına Adnan’ı, Belkıs’ı, Hidayet’i alır. “Hadi anlatın bugün yaptığınız rezillikleri” der ve onların anlattıklarını yazar. Anlatılanlara karşı hissettiği duygu yalnızca öfke olduğu için, öfke ile yazdığı karakterler başarılıdır. Sevdikleri romana neredeyse girmez. Çünkü romanı sanki öç almak, Osmanlı’nın İstanbul’un son dönem insanlarını rezil etmek için yazmıştır. Romanı bitirdiğinde Süheyla’ya her şeyi yaktırması da bu nedenledir. O karakterlerine verdiği bir cezadır. Tanrı’nın değilse de Mithat Cemal Kuntay’ın verdiği cezadır. Karakterlerini o yaratmıştır; öyleyse onları cezalandırmak sorumluluğu da Mithat Cemal’e düşmelidir. Üç İstanbul işte bu cezanın öyküsüdür.

Diğer Yazılar

YANARAK ÖLEN 129 EMEKÇİ KADININ ANISINA SAYGIYLA… 8 MART ŞİİRİ: EKMEK VE GÜL

EKMEK VE GÜL Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir