Ertuğrul Kürkçü’nün bu makalesini Sosyalizm Ansiklopedisi’nin “İtalya’da Sosyalist Hareket” Fasikülünden alıntıladık. Marksist felsefeye eşsiz bir katkı sunan “Arnavut” Gramsci’nin siyasi yaşamı ve teorisinin orjinini tartışan makaleyi okumanızı öneririz.)
Antonio Gramsci Nisan 1937’de, İtalyan faşizmi tarafından hapsedildiğinin 19. yılında öldüğünde uluslararası sosyalist hareket açısından, faşizme karşı savaşta kaybedilmiş bir ulusal önderden daha fazla bir önem taşımıyordu. Ölümünden otuz yıl sonraysa, hapishanede geçirdiği uzun yıllar boyunca doldurduğu Quaderni olarak bilinen Hapishane Defterleri dolayısıyla, önce İtalyan Komünistlerinin, ardından Avrupa solunun tüm kesimlerini ve giderek dünyada Marksist teoriyle yakından ilgilenen herkesin üzerinde ciddiyetle tartıştığı çağımızın en önemli Marksistleri arasına girdi.
Gramsci, 1891’de Sardunya’da sonradan yoksul düşmüş bir ailenin yedi çocuğunun dördüncüsü olarak doğmuş, belkemiğindeki çarpıklığın yol açtığı kamburluğuna ek olarak, sinir sisteminde ve iç organlarındaki bir dizi bozukluk nedeniyle de kısa hayatı boyunca sürekli hastalık çekmiş ve sinir bozukluklarıyla boğuşmuştu.
Gramsci’nin bir bakıma fiziksel yetersizliklerinin de geliştirmesine imkân verdiği zihinsel yetenekleri, daha en baştan, içinde yaşadığı kırsal Güney İtalya gerçekliğinin sanayileşmiş kuzey ile oluşturduğu gerilim ve çelişkilerin özgünlüğünü sindirmesini sağlamıştı. İtalya’nın bu özgünlüğüne ilişkin politik tespitleri henüz İtalya dışında pek kimse tarafından tanınmadığı 1920’lerde onu İtalyan komünist hareketi içinde düşünceleri önemsenen ülke çapındaki önderlerden biri haline getirdi.
Gramsci’nin İtalyan sosyalist hareketine katılmasına ön gelen entelektüel formasyonunda hayatının sonuna kadar kendisiyle hesaplaşmayı sürdüreceği Benedotte Croce önemli bir yer tutar. Croce, İtalyan düşünce hayatında bir bakıma, Hegel’in Almanya’da kendi çağında oynadığına benzer bir rol oynamıştı. Ancak bu benzerlik sadece bir idealist felsefe geleneğinin kurumsallaşmasıyla sınırlıydı. Hegel’den çok farklı bir çağda yaşamakta olan Croce, felsefe dünyasına, İtalyan sosyalist hareketi içinde Plehanov’a benzer bir rol oynamış olan Antonio Labriola’nın Marksizminin bir izleyicisi olarak girmiş, 1895 ile 1900 arasında kendisini Marksist olarak kabul etmiş, ancak daha sonra, Marksizmin “yalnızca bir tarihsel araştırma ve inceleme aracı” olabileceğini öne sürerek “teorik Marksizm(in) İtalya’da öldü(ğünü)” ilan etmişti. Croce, 1926’dan sonra kenara çekilse de faşist rejimin meşruluğunu savunan bir konumda kalmış ama başlangıçta pozitivizme karşı takındığı eleştirel konumla, diyalektik düşünüşün İtalyan felsefe hayatında yer edinmesine katkıda bulunmuştu. Gramsci’nin sosyalist basındaki ilk dönem yazılarında Labriola kadar Croce’nin de izleri görülür.
Gramsci, sosyalist düşünce ile 1911’de yüksek öğrenim için geldiği İtalya’nın kuzeyindeki geniş büyük ölçekli sanayi bölgesinin en önemli merkezi oian Torino’da tanıştı. Sanayide çalışan işçi nüfusunun yüzde 40’ını kadınlann oluşturduğu kentte demir, çelik, kömür ve gemi yapım sanayileri toplanmıştı. Torino işçileri ise, 1904, 1905, 1906’daki büyük kitlesel grevlerle 1912’de 75 gün, 1913’de 93 gün süren ve zaferle sonuçlanan genel grevi yürütmüş ve İtalyan proletaryasının en mücadeleci kesimi olarak tanınmışlardı. Gramsci bu ortam içinde Sardunya ve Güney İtalya’nın geri kalmışlığının asıl nedeninin bir bütün olarak kuzey değil, kuzeyli kapitalistler olduğunu ve onların asıl karşıtlarının da işçiler olduğunu yakından gözlemleme imkânı buldu ve 1912’de Tasca’nın etkisiyle PS’ye (İtalyan Sosyalist Partisi) girdi. Aynı yıllarda halyan Komünist Partisi’nm sonraki önderleri olacak olan Amadeo Bordiga, Angelo Tasça ve Palmiro Togliatti ile tanıştı. Gramsci’nin ilk siyasal yazısı 31 Ekim 1914’te II Grido del Popolo (Halkın Çığlığı) dergisinde “Savaş ve Sosyalist Görüş” başlığıyla yayınlanan makaleydi. Gramsci için siyasal hamlığın yol açtığı bir politik felaket olan bu yazı, Parti’nin sol kanadının önderi olarak savaşa, militarizme ve Libya seferine karşı yürüttüğü mücadele ile tanınan Benito Mussolini’nin “mutlak tarafsızlık” siyasetini eleştirmeye başlayarak savaştan yana eğilim göstermesini savunuyordu. Bu talihsizlik, Gramsci’nin bir yıl boyunca bir daha kamuoyu önünde eline kalem almamasına yol açacaktı.
Gramsci, henüz Torino parti örgütünün önemli üyelerinden biri olmadığı 1915’te Sosyalist Parti’nin yayın organı II Grido del Popolo’nun yazı kuruluna girdi, Torino’nun toplumsal yaşamından, sanat, kültür, politikaya kadar her konuda yazdı.
Rusya’daki Ekim ve Şubat devrimleriyle Torino’daki işçi ayaklanmalarının patlak verdiği 1917 yılı Gramsci’nin hayatındaki dönüm noktası oldu. Rusya’daki devrimin “ aynısını yapma” fikriyle dolu olan ve savaşa son verilmesi için tutuşan işçiler, Ağustos’taki ekmek kıtlığının da etkisiyle kendiliğinden bir ayaklanmaya giriştiklerinde, bir yandan Torino proletaryasının taşıdığı devrimci atılganlık ruhu, öte yandan da siyasal örgütlenmenin yetersizliği açığa çıktı. Ayaklanmanın şiddetle bastırılmasının ardından, partinin Torino örgütünün bütün önderleri tutuklanınca Gramsci, birden yeraltı faaliyetlerini düzenleyen “Geçici Komite”ye alındığı gibi, yasal olarak çıkmaya devam eden II Grido del Popolo’nun da yayın yönetmenliğini üstlendi.
Nisan 1919’da Gramsci, Tasça, Terracini ve Togliatti haftalık sosyaiist kültür dergisi Ordine Nuovo’yu (Yeni Düzen) yayınlamaya karar verdiler. Ne Gramsci, ne de ötekiler Ordine Nuovo’yu çok belirgin bir hedef ve sloganla yayınlamaya başlamış değillerdi ama çok geçmeden dergi İtalya’da Sovyetler’in karşılığı olan Fabrika Konseyleri’nin kurulmasının savunucusu olmuş ve mütevazı bir kültürel girişim olarak başlayan bu yayın, sonunda 1920’deki büyük Konseyci ayaklanmanın başlıca entelektüel yönlendiricisi haline gelivermişti.
Eylül 1920’de İtalyan temsilciler, Komintern’in ikinci kongresinden döndükleri sırada Milano’da patlak veren fabrika işgalleri süratle bütün ülkeye yayıldı. Ordine Nuovo’nun Fabrika Konseyleri için yapmış olduğu ajitasyon hiç kimsenin ummadığı devasa ölçeklerde kabul görmüş ve ülkedeki bütün fabrikalar, işçilerin yönetimine geçmişti ama işçilerin önderlik ve örgütlenmesini üstlenecek bir hazırlığa sahip olmayan parti ve sendikalar Giolitti’nin yatıştırma politikasına uyunca savaş sonrası İtalya’sının devrimci bunalımı sona erdi.
İşçi sınıfının devrimci hareketinin yenilgisinin ardından İtalyan egemen sınıflarının onayını, İtalyan orta sınıflarının devrim korkusunun güçlendirdiği desteğini arkasına alan Mussolini’nin faşist çeteleri, kendileri de pek inanamadıkları bir biçimde 1922’de iktidara geldiler. 1922’den başlayarak Gramsci’nin hapse atıldığı 1928’e kadar geçen süre, devrimin imkanlarına ilişkin bir dizi tartışmaya yol açmasına karşın faşist rejimin iktidarını stabilize ettiği ve arkasında kitlesel bir onay oluşturmayı başarabildiği bir dönem oidu. Son darbesini Gramsci’nin de aralarında bulunduğu PCI’nın (İtalyan Komünist Partisi) önderlerine indiren İtalyan faşizminin önderi, sosyalist olduğu günlerde kendisini savunurken hayatının ilk politik hatasını işleyen eski yoldaşının “beyninin işlemesini en az yirmi yıl durdurmak gerektiğine” karar vermişti.
Zaten her zaman bozuk olan sağlığının durmaksızın bozulmayı sürdürdüğü hapishanede Gramsci, her gün biraz daha tükenerek kaldığı on dokuz yıl içinde, beyninin bütün gücüyle İtalyan işçi ve sosyalist hareketi içinde geçirdiği on altı yılda edindiği deneyim ve bilgiye dayandırdığı ünlü Hapisane Defterleri’ni, kendi kullandığı Almanca deyimle “für ewig” (bütün zamanlar için) bir eser bırakma tutkusuyla doldurmaya başladı. Baldızı Tatiana’nın ölümünden sonra cezaevinden çıkardığı defterlerin 1941’de Eunadl Yayınevi tarafından yayınlanmasıyla birlikte Avrupa ve dünya Marksizmine Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış en önemli katkılardan biri gün ışığına çıktı.
Ama Gramsci’nin eseri daha en baştan kendisinin Marx ve Engels’in yayınlanmamış eserleri için işaret etmiş olduğu bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştı: “ Yazarın ölümünden sonra ortaya çıkarılan eserlerin içeriğinin büyük bir titizlik ve dikkatle ele alınması gerektiği açıktır Çünkü, bunların nihai biçimlerini almamış, yalnızca hâlâ işlenmekte olan ve hâlâ geçici olan şeyler olarak görülmeleri gerekir. Ayrıca bunlar üzerinde çok uzun zamandır çalışmaktaysa ve hiçbir zaman sonuçlandırmaya karar vermiş değilse, bu eserlerin yazar tarafından bir yana bırakılacağı veya bütünüyle ya da kısmen yetersiz bulunacağı ihtimali de gözardı edilmemelidir.” Gramsci yaşasaydı 16 yıl boyunca “ für ewig” birşeyler yapmak tutkusuyla durmaksızın doldurduğu defterlerindeki düşüncelerini nasıl açığa vururdu” , bilinemez. Ancak, Gramsci’nin kimi zaman hapisane sansürünün dikkatinden kaçırmak amacıyla özellikle muğlaklaştırdığı, kimi zaman ise kesin bir yargıyı oluşturana kadar bilinçli olarak muğlak bıraktığı, artık ima ettikleri siyasal ve felsefi sonuçları bakımından merkezî önemde olan birçok yazısı, müthiş bir çeşitlilik içinde yorumlanmıştır. Özellikle İtalyan Komünist Partisi’nin Avrupa’nın en büyük ve kitlesel komünist partisi olarak Togliatti ile başlayan ve Berlinguer ile doruğuna çıkan “tarihsel uzlaşma” anlayışının köklerinin PCI teorisyenlerince Gramsci’ye bağlanma çabaları, Gramsci’nin eseri üzerine bugün de önemini koruyan bir tartışmayı başlatmıştır.
Bu tartışmalar, çoğu kere, Türkiye’de de olduğu gibi Gramsci’nin Quaderni’deki düşüncelerini teorik olarak çözümleme girişimleri olmaktan çok, tartışmalarda taraf olanların kendi konumlarını politik olarak anlamlandırmak üzere giriştikleri çabaları yansıtmaktadır. Bu değerlendirmelerin uygunluğu bakımından sağlam bir ölçü, Gramsci’nin Quaderni’de Komintern’in kuruluş ilkelerine ilişkin herhangi bir açık ya da örtük eleştiriyi öne sürüp sürmediği ve kendisinin Ordine Nuovo’da işçi sınıfının politik örgütlenmesi, mücadele yöntemleri, taktik hattının esasları bakımından ileri sürdüğü görüşlerden temelli kopuşlar gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir. Quademi’nin yakından ve titizlikle izlenmesi, Gramsci’nin Komintern’in kuruluş ilkeleri ve kendi politik hattı karşısında esas olarak eleştirel bir tavır takınmadığını ortaya koyar. Böylelikle, Komintern’in kendisini ayırmak için en büyük inat ve çabayı gösterdiği parlamentocu ve reformcu sosyalizmle Gramsci arasındaki temel ayrımın Ouademi’de de sürmekte olduğu görülür.
Ouaderni’nin merkezine aldığı temel problem de zaten budur: Avrupa’da bir devrimin imkânları ve işleyiş diyalektiğinin özgüllüğü. Gramsci, Ekim Devrimi’nin “ aynısını yapma”nın, İtalya’da gerçekleşemeyişi üzerine daha hapisaneye konulmadan önce düşünmeye başlamıştır: “Rusya’da dolaysız gerçekleşen ve kitleleri devrimci bir ayaklanma için sokağa döken belirlenim, kapitalizmin daha yüksek gelişme derecesinin ortaya çıkardığı üstyapılar tarafından çok daha karışık bir hale sokmuştur; bu kitlelerin eylemini daha yavaş ve daha ihtiyatlı kılar ve bu yüzden de devrimci parti için 1917 Mart ve Kasım’ı arasında gerekmiş olandan çok daha karmaşık ve uzun vadeli bir stratejiyi gerektirir.”
Gramsci’nin Hapisane Defterleri bu uzun vadeli stratejinin temelleri, imkanları ve biçimleri üzerine, Marksizmin teorik aygıtını uygulayarak düşünme sürecidir. Gramsci’nin bu süreçte ulaştığı en önemli sonuçlardan biri ve tartışmaların merkezinde rol oynayanı devlete ilişkin olanıdır. Gramsci, gerek burjuva devletinin gerekse onun yerini alacak olan proletarya devletinin yalnızca devletin zor aygıtlarıyla açıklanması mümkün olmayan bir egemenlik sistemi olduğuna dayalı bir tarihsel blok teorisi geliştirerek, Marx’tan beri daha ileri götürülmemiş olan temel ve üst yapı ilişkisini çözümlemeye girişir.
Bir tarihsel blok, bir yanda üretici güçlere dayalı toplumsal yapının, öte yanda ideolojik ve siyasal bir üstyapıya özgül eklemlenme tarzıdır. Bu iki bileşen arasındaki bağ ise, temelde iktisadi yapıda değil üstyapı düzeyinde kurulur. Bu düzeyin asli unsuru ise aydınlardır. Bu unsur, temel sınıfın, burjuvazinin ya da proletaryanın hegemonyasını toplumsal sisteme yayma, onunla bütünleştirme, egemenliğin toplumsallaştırılması toplumsal olarak onaylanması işlevini gerçekleştirdiği nisbette Gramsci’nin organik aydınlar olarak nitelediği özel katmanı oluşturur. Gramsci, bu tarihsel biokun üstyapısal düzeyini çözümlemede Marx’ın Hegelci felsefe geleneğinden devraldığı sivil toplum/devlet kavram çiftini içeriğinde bir sıçrama yaparak kullanır. Gramsci’de sivil toplum kavramı, Marx’da olduğu gibi doğrudan doğruya ve yalnızca iktisadi düzeyi değil, bir toplumsal örgütlenme tarzının devletten gayri bütün mekanizmalarını içerir. Egemen sınıf, toplumsal yapı üzerindeki hegemonyasını bu mekanizmalar aracılığıyla sağlar: Aile, din, okul, siyasal partiler, basın, radyo bir bütün olarak ideoloji ve onu üreten aygıtlardır sivil toplum. Devlet ya da politik toplum ise egemenliğin zorlayıcı aygıtları, hükümet ve yürütme gücünün elinde toplanan ordu, polis, hapisaneler vb.’den oluşur. Temel sınıf, egemenliğini bu iki alandaki güçlerini birlikte kullanarak sürdürür ve bunlar sivil toplumda sağlanan hegemonya ile devletin sağladığı zorun organik bir bileşimini, bir organik bloku meydana getirirler.
Gramsci, bu çözümleme araçlarına dayanarak, sivil toplumda tesis edilmiş bulunan hegemonya yıkılmadıkça, devletin zor aygıtı bütünüyle felce uğratılmış olsa bile, egemen sınıfın egemenliğine son verilmesinin olanaklı olmadığını belirleyerek. Batı Avrupa’da devrimin bu sivil toplum alanı üzerinde işçi sınıfının hegemonyasını kurması ile olanaklı olduğu yargısına varır. Bunun yolu proletaryanın kendi organik aydınlarını yaratmasına ve kollektif bir aydın olarak proletaryanın partisinin öncelikle ideolojik savaşı kazanmasına dayanan bir mevzi savaşı yürütmesinden geçer. Sivil toplumun nispeten az geliştiği ve temel sınıflar arasındaki mücadelenin devletin çevresinde döndüğü ülkelerden farklı olarak Batı’da mücadele, sivil toplumda sağlanmış bulunan hegemonyanın çökertilmesine bağlıdır.
Bu yaklaşımın belirleyici önemi. Batı Avrupa’da işçi sınıflarının mücadelelerinin bütünüyle iktisadi meseleler çevresinde döndüğü bir taktik hatta karşı mücadeleyi siyasal ve ideolojik düzeye çekmeye, burjuvazinin egemenliğini üzerine dayandırdığı kültürel ve moral çerçeveye karşı bir kültürel ve moral saldırı başlatmaya elveren bir yeni taktik çizgi, Batı Avrupa komünist partilerinin ekonomist ideolojilerine karşı bir devrimci seçenek sunmasındaydı.
Gramsci, bunun dışında mücadelenin içinde seyredeceği biçimler ve özgül imkânlar hakkında herhangi bir özgül yorumda bulunmadığı hatta, kendi çözümlemelerine ilişkin tüm örneklerini İtalyan ve Rus işçi sınıflarının açık devrimci mücadelelerinden devraldığı halde, metodolojik olarak sivil toplum ile devlet ya da politik toplum arasındaki organik bağın kopartılmasına dayalı yorumlarla burjuva devletinin tedricen ele geçirilmesini öngören II. Enternasyonal ufku içindeki stratejilere meşruiyet sağlayacak bir tarzda değerlendirilebildi.
Gramsci’nin devlet ve devrim arasındaki bağıntıya ilişkin teorisi, kapitalizmin eşitsiz gelişimi koşullarında, kimi üstyapısal düzeyleri bakımından Batı’ya benzer konumlar alan nispeten geri ülkeler için de sunduğu stratejik imkânlar dolayısıyla bugün yalnızca Batı Avrupa için değil, nispeten gelişkin üstyapılara sahip bütün ülkeler için üzerinde düşünmeye ve uygulamaya değer bir kavramsal çerçeve sunuyor. Dolayısıyla, yeniden canlandığı nispette III. Enternasyonal perspektiflerini savunanlarca da mülk edinilmek üzere yeni bir ideolojik ve teorik çatışmanın konusu olmaya aday görünüyor. yinde kurulur. Bu düzeyin asli unsuru ise aydınlardır. Bu unsur, temel sınıfın, burjuvazinin ya da proletaryanın hegemonyasını toplumsal sisteme yayma, onunla bütünleştirme, egemenliğin toplumsallaştırılması toplumsal olarak onaylanması işlevini gerçekleştirdiği nisbette Gramsci’nin organik aydınlar olarak nitelediği özel katmanı oluşturur.