LÜBNAN SAVAŞI: “ARZ-I MEVUT”, HİZBULLAH.. AMOK KOŞUSUNDA YENİ MENZİL

 

Ümit ÖZDEMİR / 07.10.2024

@masumlevrek

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın öldürüldüğü İsrail suikast zinciri, İsrail’in devlet terörünün herhangi bir sınırının olmadığının kanıtıydı. Fantastik, çağrı cihazları üzerinden düzenlediği terör saldırısı da İsrail ve siyonist faşist terörünün gidebileceği son noktaydı. İsrail, dinci sapık arz-ı mevut (vaat edilmiş kutsal topraklar) ideolojisinin gereğine uygun olarak Lübnan’a saldırdı. Arz-ı mevut örtüsü altında aslında Ortadoğu’nun su ve doğalgaz kaynaklarına çökmeyi planlayan siyonist İsrail’in karşısında ulusal birliğini kimlikçi politikalara kurban etmiş bir Lübnan var. İsrail bu saldırıyı tek başına düzenlemiyor kendini koçbaşı olarak kullanan ABD emperyalizminin devasa hidrokarbon şirketlerinin kanlı ortaklığı, işgaldeki mali desteğin adresini tanımlıyor.. Lübnan, Hariri ailesi tarafından dibine kadar soyulmuş, bir Cumhurbaşkanı bile seçememiş ekonomik çöküş sonucu ağır yaralı komada bir ülke.. Bu yüzden İsrail tarafından kolay lokma olarak görülebilir, gerçek öyle mi ? Elbette değil…

Hizbullah’ın neredeyse bütün komuta kademesini yitirdikten sonra İsrail’in kara operasyonunu durdurması, İsrail ordusuna ceset toplatması, örgütün Lübnan’daki örgütlenmesinin derinliğini göstermesi bakımından öğreticidir. Yıllar içinde İsrail gibi asimetrik güç ve terör yöntemlerini kullanmaktan hiçbir zaman imtina etmemiş bir ülkeye karşı kazanılan savaş tecrübesi, Lübnan’a yapılan kara harekatının neden başarısız olacağının ispatı.

Kaynayan kazan Orta Doğu’da İran’ın İsrail’e Fettah balistik füzeleriyle yaptığı saldırı, planlanan hedeflerin yok etmesiyle sonuçlandı. Böylece bir İsrail miti, demir kubbenin İsrail’i koruyacağı efsanesi de yerle bir edilmiş oldu. Bunun uzun dönemde İsrail toplumunda yeni bir dalgalanma ve güvenlik endişesi ile tersine Aliyah gerçekleştirmesi kuvvetle muhtemel. İsrail’in ABD’deki seçimlere kadar ABD ve İran’ı savaştırma çabası, sonu ikinci bir petrol şokunu tetikleyecek Hürmüz boğazının kapanması senaryolarını gündeme getirebilir. Bunun üretim ve ulaşım için petrol ithal etmek zorunda olan Türkiye ekonomisi üzerinde yaratması olumsuz etkiyi tahmin etmek zor olmaz.

İÇ CEPHENİN TAHKİMİ: ALLAHINI SEVEN DEFANSA GELSİN !

İç cephenin tahkimi ise sınıfsal çelişkilerin giderek ve artan oranda sokak protestolarına yansımaya başladığı siyasal konjonktürde düzen partileri arasındaki yeni bir hegemonya krizinin varlığına işaret ediyor. Hegemonya krizi, egemen sınıfın iktidar bloğu arasındaki işbölümüne dayanır. Düzen içi muhalefet partilerinin varlığı, aynı zamanda kitlelerin herhangi bir biçimde düzen dışı sosyalist siyasetin cezbesine kapılarak siyasallaşmasının önünü kesmek için konulmuş birer emniyet sübaplarıdırlar. Türkiye’de 2018 başkanlık rejimi denilen yağma ve talan rejimiyle birlikte bu emniyet sübapları da hızla yıpranmaya, giderek ve artan oranda eleştiriye maruz kalmaya başladılar. Hiç kuşkusuz bütün bu eleştiriler henüz siyasal programlarını oluşturarak Türkiye üzerine ayrıntılı analizlerine yönelmediği, bu analizler ile belli bir siyasal bilinç düzeyine çıkarılamadığı için apolitiktirler. Düzen için muhalefetin programsız, örgütsüz ve dağınık olmasına yönelik itiraz ve eleştirilerin ağırlıklı ortak noktası, eleştiri ve itirazların muhalefetin öncü figürlerine yönelmesiyle sınırlıdır.

Böyle bakınca siyasal islamcı istibdat rejiminin aktörlerinin meclis açılışında verdikleri fotoğraf yerli yerine oturur: Başkanlık rejiminin mucidi ve başrol oyuncularından Devlet Bahçeli’nin kendisine hiç yakıştıramadığımız nezaketi ve CHP lideri Özgür Özel’e teveccühünün nedeni budur. Düzen içi siyasal aktörlerin tamamı, toplumdan yükselen restorasyon, erken seçim ve ekonomik çöküşü durdurma taleplerinin hiçbirine cevap veremedikleri için yan yana fotoğraf verdiler ve kurdukları yağma ve talan rejiminin bekası için aralarındaki suni gerilimleri yatıştırarak gerekirse her biçimi alacaklarını açıkça ilan ettiler.

Sahte muhalefet ve artık işlevini tamamen yitirmiş parlamentoda bu oyunun sahnelenmesinde yine aynı aktörlerin, sınır dışı askeri operasyon tezkerelerinde nasıl şoven tutumlar aldıklarını akılda tutmakta fayda var. Yeni Orta Doğu savaşı ile Arap gericiliği-siyonizm ve pro İsrail AKP’nin ekmeğine yağ süren ve yağmayı Suriye topraklarına kadar genişleten savaş politikasında düzen içi muhalefetin, sağın her türlü varyantının katkısı inkar edilemez ! Siyonizm ise dost ve müttefiklerine kendi uzattığı savaş ipiyle yağma ve talan rejimlerinin ömürlerini uzatacak milliyetçi, ırkçı, şoven bir zeminin bekasını sağlıyor. Her sembiyotik ilişkide olduğu gibi siyonizm de, kendi yağma rejiminin inşasında mecburi olduğu siyasal islamcı, otoriter rejimleri daha da sağcılaşmasına hizmet eder.

Siyonizmin bir kere uşağı olursanız, ABD’nin bütün yaptıkları operasyonlara da sessizce onay vermek hatta destek olmak zorunda kalırsınız. ABD’nin ileri karakolu ve 51. eyaleti olarak tasarlanan siyonist İsrail devleti, emperyalizmin tetikçisi ve seri katili olarak işlevini görmeye devam ediyor. AKP, pro-siyonist bir parti olarak liderinin “savaş bize de geliyor” “İsrail’e gireriz” söylemleriyle şovenizm yapması gözüne tutulan far sonucu şaşırıp kalmasının bir neticesidir. Farı tanımlayalım far Suriye’dir..

TAVŞANIN GÖZÜNE TUTULAN FAR: AKP’NİN İSRAİL POLİTİKASININ İFLASI

AKP iktidarı, Mavi Marmara felaketi ile düştüğü sefil durumu daha büyük bir sefalet ve teslimiyetle taçlandırdı ve Erdoğan, hocası Erbakan’ın yerinde tanımıyla “siyonizmin veznedarlığına” soyundu. Türkiye’den İsrail’e Gazze katliamı boyunca her neviden malzeme ve silah yapımında kullanılan ticaret mallarının ihracını, bağımsız gazeteci Metin Cihan, bir internet sayfasını takip ederek son derece yetersiz koşullarda X hesabından yaptığı paylaşımlarla ortaya çıkardı. Pro-İsrail bir dış politika izleyen AKP, damat Selçuk Bayraktar’ın şirketi Baykar ile İHA ve SiHA projelerinde de İsrail güvenlik ve militer şirketleriyle ortaklığa yürüdüğü açığa çıktı. Bütün bunların belgelenmesi, siyasal islamcılar tarafından yaratılan “Filistin davası” hamasetine rağmen, AKP’nin siyonizmin uşağı bir parti olduğunun bir kez daha ispatladı. İsrail’i korumak için inşa edilen Kürecik radar üssü faaliyetine devam ederken, gemilerle ticaret rota ve bandıra değiştirerek devam ediyor.

SURİYE KAPANI: PETROL YAĞMASI VE NEO-OSMANLICILIĞIN İFLASI

Suriye’deki ihvancı dış politikasıyla İsrail’e tek kurşun atmadan Suriye’yi parçalama imkanı veren AKP, İsrail’in hudut tanımaz terörü ve Kürtlerin ABD-İsrail eliyle Suriye topraklarında inşa edilmesi planlanan yeni bir uydu devlete ikna çabaları karşısında paniğe kapıldı. Tarihi boyunca Kürt siyasal hareketinin herhangi bir talebini büyük bir şiddetle cevaplamış bir devlet geleneğine sahip olan Türkiye, ilk defa sınırlarının ötesindeki bir meseleye Suriye meselesine askeri olarak müdahale etti. İsrail-ABD ekseninin kurduğu tuzağa giren Türkiye, aralarında Rusya’nın da yer aldığı büyük aktörlerin askerlerini istediği gibi şehit edebildiği, buna hiçbir biçimde cevap veremeyip altında ezildiği ve bununla da yetinmeyip Kremlin’de kapılarda bekletildiği bir dış politik sefaleti yaşadı. Türkiye’deki siyasal alanı biraz daha yozlaştıran ve izleri istibdat rejiminin çeşitli aktörleri arasında beliren yağma rejimi, işte bu savaş politikalarının dolaysız sonucuydu.

Elbette bu dış politik felaketin sorumlusu daha önceki yazımda gösterdiğim üzere Pro-Amerikancı Ahmet Davutoğlu ve ekibinin kurguladığı, feci dış politik çizgi olan Neo Osmanlıcılık çizgisidir. Bu çizgi iflas etmesinin haricinde Türkiye’ye sosyal, iktisadi, siyasi ne gibi bedeller ödeteceği meçhul, tam anlamıyla emperyalizmin iç olgularının inşa ettiği bir çizgidir ! Türkiye’de üniversitelerin resmi ideoloji ekseninde kurgulanması, bir türlü bağımsız bir öz yönetime kavuşamamasının yarattığı sansürcü ve raison d’etat -devlet görüşünün- yaygınlaşmasına ve Suriye depresyonunun etkilerini yorumlayacak bilgiye ulaşmamızın önündeki engeldir.

Türkiye siyasal islamcıların marifetiyle Suriye kapanına girdi ve çıkması, bölgedeki emperyalistlerin onayına bağlı. Türkiye’nin Suriye savaşında işi nedir diye sormayı unutan ahmak bir milliyetçilik, Türkiye’deki sığınmacıların ekonomiye yarattığı baskının aslında bu dış politikanın kaçınılmaz sonucu olduğunu kavramaktan da acizdir. Böyle olunca da bu hatalı politikayı değil, bu politikanın kurbanı olan Suriyelileri suçlamak elbette kolaylaşır. Bu görüşün kışkırttığı yığınların Cumhuriyet tarihinde yarattığı yıkımlar başka yazıların konusu olacak kadar büyüktür. Irkçı Zafer Partisi’nin genel başkanı Ümit Özdağ’ın twitter hesabından yaptığı kışkırtıcı videolarla gerçekleşmesinde katkıda bulunduğu Kayseri gerici pogromu da yerli yerine oturur. Türkiye’de sığınmacı emeği sömürüsü, geri üretim tekniğiyle çalışmak zorunda olan Anadolu eşraf sermayesinin kar rekorlarının görünür nedenlerinden biridir.

Benzer bir durum İran için de geçerlidir. Bir molla rejimi olarak inşa edilen ve kesintisiz bir baskı, yalan ve riya rejimi olan İran, varlığını İsrail gibi bir ülkeye borçludur. İran, İsrail sayesinde, kokuşmuş molla rejimini ayakta tutacak bir dış düşman arama zahmetinden kurtuldu. İsrail ve İran birbirlerinden nefret eden ancak paradoksal bir biçimde sembiyotik olarak birbirlerine bağımlı iki devlettir. Biri olmadan diğeri olmaz !

İran, İsrail çatışması ya da İsrail’in Lübnan’ı işgal girişimleri ne boyutlara varırsa varsın bu yaşanan süreçler sadece silah ve ilaç tekellerinin insan kanı üzerine bina ettikleri sömürü çarkına hizmet edecektir. Birinci Dünya Savaşı’nın içinde İngiliz-Siyonist ortaklığıyla ilan edilen Balfour deklarasyonu, 1948 Nakba’sı 1967 Arap-İsrail Savaşı, 1973 Yom-Kippur savaşılar serisiyle hem kapitalizmin bunalımlarını aşma denemeleri olarak tarihe geçti. Hem de dünyaya ilan edilmiş bir savaş ülkesi olarak kurulan İsrail ve muarızı ülkeleri silahlanma yarışına kışkırttı.

Bütün silahlanma, kadınları bile dönem dönem askere alma ve militarizasyon pratiklerine karşın İsrail devletinin bir geleceği yok. Çünkü bu Frankenstein ulus, emperyalizmin bütün desteğine ve şedit, militarist siyonist politik çizgisine rağmen, ulusal birliğini benzer kurgularla tasarlayan bütün faşist devletler gibi çökmeye yazgılıdır. Çöküşle beraber yaşanacak paradigma değişikliği, demokratik bir Orta Doğu’nun kurgulanması için bir imkan yaratabilir mi ? Bunu elbette sınıfların karşılıklı kompozisyonu belirleyecek. İsrail’de savaşı önleyecek ve siyonistlerin militarist faşist devlet aygıtının çarkları arasında ezilmeyi bekleyenlerin hayatlarını kurtaracak yegane şey askerliği ve insan öldürmeyi reddedecek vicdani ret hareketidir.

Ötesi yok ! Ötesi Marx’ın “Kapitalizm yahudiyi öldürür, sonra kendi suretinde yeniden yaratır” sözünde olduğu gibi büyük pogromlara maruz kalmış, Holocaust felaketini yaşamış bir halkın, Holocaust’u utanmadan sömüren siyonist yağmacı politikacılarının elinde adım adım yok edilmesidir. Bu yok oluş yerine özgür, demokratik, işgalden ve savaştan yana değil ama birlik ve dayanışmadan yana bir toplum kurmak mümkün. Üstelik bu Orta Doğu gibi 4 imparatorluğun mezarı olmuş sayısız insanın yerinden yurdundan eden bitimsiz savaşların coğrafyasında barışı sağlamak için elzemdir…

Siyonizmin her zaferi, paradoksal olarak İsrail devletinin ve toplumunun yıkımı demek… Biz bu yüzden bu menzilsiz koşuya, Stefan Zweig’in ölümsüz eserinden ilhamla amok koşusu adını verdik. Amok koşusunun menzili yok, menzili olmayan bir başka durum ise Tolstoy’un ölümsüz eseri İnsan Neyle Yaşar romanındaki Pahom’un trajik ölümüyle biçimlenen öyküsünde olduğu üzere ortaya çıkan aç gözlülük… İsrail devleti, “yerleşimci” adını verdiği işgalcilerle sürekli sınırlarını başka ülkelerin halklarının aleyhine genişletmeye çalıştı. Son örneğini Gazze’deki büyük yıkım ve soykırımla gerçekleştiren İsrail, hedeflediği gibi Hamas’ı yok etmeyi başaramadığı gibi Hamas’ın elindeki rehinelerin de akıbetini meçhul hale getirdi.

Siyasi önderliği Amerikancı Mahmut Abbas ve siyasal İslamcı Hamas tarafından ele geçirilen Filistin, tam da siyonizmin istediği kıvama geldi, getirildi. Siyasal islamcı gruplar FHKC’nin etkisini kırmak için örgütledikleri iç savaşla bunu maalesef başardılar. İç savaşla, Filistin kurtuluş mücadelesinin ana taşıyıcı kolonu FHKC’nin etkisi kırılmakla kalmadı sığınak zengini yağmacı İsmail Haniye gibi türedi zenginler, Filistin halkının temel gıda maddelerine erişimini sömürerek zenginleştiler ! Filistin romantizmine kapılmış Türkiye sosyalist solunun, FHKC saflarında Deniz Gezmiş fotoğrafları paylaşması da bu tablo göz önüne alındığında oldukça manidardır ve bu tutum, Filistin romantizmine hizmet etmektedir.

Günümüzdeki Filistin meselesi, önderliğini Troçkist FHKC’nin 1970’lerde yaptığı meseleye hiç benzemiyor… Ortada bağımsız, laik, ulusalcı, devrimci ve “denizden nehire özgür Filistin” sloganında tanımlandığı üzere sosyalist bir Filistin için örgütlenen bir hareket yok ! Son örneğini, Ayşenur Ezgi Eygi’nin Gazze’de hayatını kaybetmesiyle yaşadığımız içi boş Orta Doğu güzellemesi, solu mezarda görmek isteyen sosyal liberallere de alan açmıyor mu ? Ayşenur Ezgi Eygi’yi “yeni bir Deniz Gezmiş” olarak ilan eden Özgür Özel’in bu sözleri bunun ispatı değil mi ? Filistin meselesi, zaten kadro imkanları zayıf Türkiye sosyalist hareketini, biraz daha marjinalize etmekten başka bir işe yaramıyor.

Nitekim bunun farkına varan SEP, siyasal islamcılarla yollarını ayırdığını ortak eylemlerden uzak duracağını duyurarak doğru bir siyasi tutum takındı. Filistin’de oynanan gerillacılığın romantize edilmesi, işçi sınıfı ve öğrenci gençlik içinde uzun erimli sabırlı örgütlenme çabalarını inkar eden sınıftan kaçış politikalarının ta kendisidir. Kendi ülkesindeki demokratikleşme sorunları ve acil sorunlara politik yanıtlar üretmeyen sosyalist solun, kendi ülkesinin dışında bir meseleye bu kadar angaje olması, romantizm değilse nedir ? Kendi ülkesindeki görevlerini yerine getirmeksizin Filistin romantizmine kapılan solun kendi toprağına kök salması mümkün olabilir mi ? Bu mümkün değilse başka ülkelerde üstelik Ortadoğu gibi bu kadar çok aktörlü ve sonucu belirsiz mücadelelere verilen anlamsız ve karşılıksız desteğin sebebi nedir ? Eğer bu romantizmse ukala olarak nitelendirilmekten kaçınmadan belirtelim ki romantizm, milliyetçi ideolojinin bir tezahürüdür.

Türkiye sosyalist hareketini giderek daha fazla Ortadoğulaştıran bir çizginin sosyalist saflardan temizlenmesi elzemdir. Bu romantik, küçük burjuva çizginin acımasız eleştirisi ve mahkum edilmesi de elzemdir. Romantik ve kör duygusal yaklaşımlarla girilen Orta Doğu’da sosyalist solu çatışmaların tarafı olma çağrılarını sonuçları hiç de tatmin edici olmadığı gibi, öz yönetim gibi sunulan “devletsiz toplum” palavralarının küçük burjuva milliyetçiliğine hatta yer yer siyonizme ve emperyalizme hizmet ettiği de gün gibi ortadadır. Kobani’nin “Stalingrad” olduğu yönündeki ajitasyonların kofluğu ve açık yalana dayalı yapısı göz önüne alınmalıdır. Türkiye sosyalist solu, kendini yığınlarla buluşturacak ve yeniden eşit ve özgür ve adil bir Türkiye şemsiyesi altında herkesi toplayacaksa, bu ancak sanayileşme adımlarıyla atılacak yeni bir ortak sosyal adalet programının örülmesiyle mümkün olabilecektir…

Diğer Yazılar

PAX AMERİCANA VE “YENİ PARADİGMA”: “BARIŞ” SÜRECİNİN EKONOMİ-POLİTİĞİ

Ümit Özdemir / 11.01.2025 Filmi geriye on dokuzuncu yüzyılın sonuna saralım. 2. Abdülhamit’i devirerek anayasal …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir