(Yazar Ahmet Ümit ile Vedat Türkali’nin bu söyleşisini Tempo Dergisi’nden alıntıladık-Editör)
Vedat Türkali, sadece yazdıklarını zevkle okuduğum bir yazar değil, aynı zamanda her yeni romanıma başlarken, kitaplarının sayfalarını karıştırmak gereği hissettiğim, büyük bir ustadır benim için. Bir Gün Tek Başına’dan son romanı Yalancı Tanıklar Kahvesine, hem politik romanlar kaleme almış hem de romanlarında edebi ölçütlerinden ödün vermemiştir. Ama Vedat Ağabeye yakınlık duymamın nedeni bunlarla sınırlı değil. Farklı dönemlerde, farklı olaylar yaşamış olsak da ikimizin de insanlığın en cesur serüveninde yer almış olması, ona karşı özel bir hayranlık beslememe yol açmıştır. Bu nedenle TEMPO, “Vedat Türkali yle röportaj yapar mısınız?” önerisiyle geldiğinde severek kabul ettim. Ve tıpkı romanlarında olduğu gibi, bu söyleşide de, doksan yaşındaki bu delikanlıdan çok şey öğrendim.
Ahmet Ümit: Sizin döneminizdeki yazarlar, politik hareketin içinde de yer alıyordu. Yazar olmak ve aydın olmak iç içeydi. Günümüz yazarları, Türkiye’de ve dünyada bu anlayışta değil. “Ben dil oyunları yaparım, romanımı yazarım. Bunun dışındakiler beni çok ilgilendirmez” diyor. Bu süreç ve bu yazarlarla ilgili neler düşünüyorsunuz?
Vedat Türkali: Yazar olmak, insanlık sorumluluğu ister. Dünyaya, insanlara, Tanrıya bakışı gerçek bilim ışığına kavuşturan Marksist-Leninist dönemle, yazarlıkta körebe oyununa son verilmek istenen yeni bir çağ açıldı denilebilir. Yazar bilinçli olarak çevresine bakmaya çaba gösterdi. Tarihte ilk emekçi sınıf ve katmanların iktidarı, 1871’de Paris Komünü ile olmuştu. Sonra Marksist çizgide geliştirilmiş en çağdaş bilimsel görüş olan Leninizmin kavgaları sonucu, sosyalist bir düzen kuruldu. O da 70 yıl sürdü. Yıkıldı. Bundan sosyalizmin tarihten silindiği anlamını çıkarıyorlar. Yetmiş günlük Paris Komünü denemesinden yetmiş yıllığına geçildi. Kuşkum yok ki, bu yetmiş yıllık denemenin kazandırdıklarıyla yedi üz yıllığına da geçilecek. Türkiye 1917 Sovyet ihtilalinin böğründe yuvalanarak Milli Kurtuluş Hareketi yaptı. Bizdeki ilk Marksist-Leninist çıkışlar, edebiyatımızı da derinden etkiledi. Kim aracılığıyla? Nazım (Hikmet Ran) aracılığıyla. Edebiyatımızda “Nazımdan önce, Nazım’dan sonra” diye bir milat düşünülebilir. Kabaca alırsak ondan evvelki edebiyat akımlarının hepsi, başka bir dünya görüşünün, sınıflı bir toplum ideolojisinin çizgisindeydi. Türkiye’de ilk defa Birinci Dünya Savaşından sonraki dönemlerde, edebiyatımızda bu yeni dünya görüşü tutarlı tutarsız biçimleriyle ağırlığını koydu. Edebiyatta Kemalizmin etkisinde de bir sol eğilim başlamıştı.
Ahmet Ümit: Kemalist çizgide yürüyenler kim?
Vedat Türkali: Örneğin Kemalist sol çizgisinde Yakup Kadri var. Ama Nazıma dönersek; o, şiiri allak bullak etti. Nazım’ın bu etkisi, Türkiye’de edebiyatın ana çizgisinin, bilinçli biçimde emekçi sınıflardan yana Marksist-Leninist dünya görüşü yoluna yönelmesinde belirleyici oldu.
Ahmet Ümit: Edebiyatta solun etkili olmasını Nazım mı sağladı?
Vedat Türkali: Evet, bir edebiyat dehası olarak. Nazım sağladı. Ancak, başta Dr. Hikmet Kıvılcımlı olmak üzere, Haşan Ali Ediz gibi, Marksist örgütün, TKP’nin çevresinde toplanan bir sürü değerli kişinin de büyük etkisi oldu bu birikimde. Nazım’ı edebiyattan kaldırın, ne Sabahattin Ali’yi ne Orhan Kemal’i ne Yaşar Kemal’i ne Kemal Tahir’i ne Fakir Baykurt’u açıklamak kolay olmaz. Ama sonradan ne yazık ki o güçlü ana çizgi, sanat olgusunu gittikçe basite indirgeyen, şematik teori anlayışına dayalı yorumları ile sol edebiyat kaba propagandacılık düzeyine düşürüldü. Ama iş o düzeysizliğe düşmeden ileri dünya görüşünün “Kemalist ilericilik” ölçüleri içinde solculuk ölçülerinde yaratıcılık yapan, giderek şiirde çığır açan değerler de çıktı ortaya.
Ahmet Ümit: Kim onlar?
Vedat Türkali: Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet, Sait Faik… daha bazı adlar. Bu kişiler Türk edebiyatına büyük, önemli katkılarda bulundular. Türkçe’nin değişimi çok önemliydi. Bugün şiirde Türk edebiyatından iki ismi sorsalar, ben Nazım’ı ve Oktay Rıfat’ı sayarım. Orhan Velinin Türkçe’yi kullanışı, ne kadar akılda kalıcıdır. Basit söyleyişlere dayanır ama ürpertici derinlik taşır. “Dalgacı Mahmut’ u bilirsiniz (…) Şöyle biter: “… Bir baş düşünürüm başımda, bir mide düşünürüm midemde, ne halt edeceğimi bilemem”.
Ahmet Ümit: Biraz geriye gittiğimizde Nazım’ın karşıtı olarak Peyami Safa’nın edebiyattaki yeriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Vedat Türkali: Peyami Safa’nın tek talihi, Nazıma çatıp adından bahsettirme fırsatı bulması. Kendine göre bir anlatım biçimi var. Ama dünyası çok dar ve marazi bir dünyanın tasvirini yapmaya çalışır.
Ahmet Ümit: Siz edebiyata şiirle mi başladınız ?
Vedat Türkali: Ben dünyaya talihli geldim. Samsunun Kürkçüoğlu mahallesinde doğdum. O mahallede Kürtler, Lazlar, Çerkezler ve Boşnaklar bir aradaydı. Komünist adlı kitabımda anlattığım gibi, ben dokuzuncu sınıftayken, TKP ile ilişkisi olan “Komünist Mehmet” diye bir çocukla tanıştım. O benim dünyamı değiştirdi. Sonra TKP’nin Samsun’daki temsilcileriyle tanışıp konuşmaya başladım. Sonra İstanbul’a üniversiteye geldiğimde tam bir boşluğa düştüm. TKP’nin Komintern’den ayrılıp gizli çalışmayı terk etmesi dönemi, “desantralizasyon”. İşte benim Güven romanımda, İstanbul’a geldikten sonra anlattığım dönem; gizli çalışmak için partiyi arayan delikanlılar bizleriz. O dönemlerde, edebiyat zevkim gene bugünkü gibi, karma. Sanat tutkunu komünist bir gencim. Ahmet Haşim’i, Yahya Kemal’i seviyorum. Ama Nazıma bayılıyorum. ‘İspanya’dan Mektup” isimli şiiri o günlerde yazıldı. Sonra bir ara, “Savaş başladı, dünyada koşullar değişti. Biz niye çalışmıyoruz?” diyoruz. Sonunda 43’te yeniden gizli çalışmaya başlayan örgüte, TKP’ye girdik. 44’te tutuklama başladı. “İstanbul” şiiri, o dönemin ürünüdür. Ama aklımda hep roman yazmak vardı. Tutkum Güveni yazmak. Ben o zamanlar daha “Güven” demiyorum, “İtimat” diyorum. Fakülteden arkadaşım Yusuf Atılgan’a kitabın adını Güven yapacağım dediğimde, bana kızdı, “Sigorta şirketi mi kuruyorsun?” dedi.
Ahmet Ümit: Hapishane’de Güven romanını kurma süreci nasıldı?
Vedat Türkali: Çıktıktan sonra romanlar için çalışmaya başladım. Sonra roman yazmayı denemeye karar verip Bir Gün Tek Başına’yı yazdım. Ummadığım, beklemediğim bir coşkuyla karşılandı. Üzerine altı roman daha yazdım ama hâlâ en çok onu imzalatmaya geliyorlar. Bugün hâlâ sözü edilen bir kitap ve bu kadar sözünün edilmesi sinirimi bozuyor. Sonra Mavi Karanlık’ı yazdım. En son kafamdaki Güven in bir nevi tohumu olarak Tek Kişilik Ölümü yazdım. O da belgelere dayalı bir denemedir. Güvene hazırlıktır bir tür.
Ahmet Ümit: Güven romanı 40 yıllık bir proje mi?
Vedat Türkali: 60 yıllık bir proje. Bu arada ben hep bu roman adına Moskova’ya, Stalingrad’a ve Bakü’ye gittim. O romanda, sözgelimi Stalingrad’da anlattığım her şey, sokak adları, bitki, yemek adları, kentin geçmişiyle ilgili anekdotlar, tümü gerçektir. Moskova’ya ikinci gidişimde TKP’nin belgelerini görmek istedim. Bana o belgelerin ancak Gorbaçov’un izniyle görülebileceğini söylediler. Ben de “Türkiye’den bir deli geldi. Görmeden çıkmayacakmış” deyin dedim. Sonra belgelerin alınması ve çevirilerinde Bilal Şen devreye girdi. Nabi Yağcı, Mete Tunçay’ın da yardımlarıyla TKP’nin belgelerine ulaşıp istediklerime kavuştum. Böylece ortaya Güven çıktı. Arkasından Kayıp Romanlar. Son çıkan Yalancı Tanıklar Kahvesi Türkiye’de Marksist sola benim anlayışımı, bakışımı sergiler. Ben bütün bu romanlarda, Türkiye’de doğru devrimci yolun nasıl bulunabileceği konusunu düşündürürken, kendini o yolda kavgaya adayan kişilerin, komünistlerin dramatik insanlık serüvenlerini anlatmaya çalıştım.
Ahmet Ümit: Ben 49 yaşındayım, size büyük hayranım. Bu yaşta roman yazmanın bazı güçlükleri var. Bu güçlükleri nasıl aşıyorsunuz?
Vedat Türkali: Yaşıma ne olmuş? (gülüyor) 90 yaşına geleceğim aklımın ucundan geçmezdi. Çok sağlıklı bir adam da sayılmam, geçirmediğim hastalık ve ameliyat kalmadı. Ama kendime iyi bakmaya çalışmışımdır.
Ahmet Ümit: Ne yapıyorsunuz? Anlatın, biz de örnek alalım.
Vedat Türkali: Bir kere pisboğazlık yapmam. Kırmızı et yemem. Bu eve zeytinyağından başka yağ girmez. Akşamları hafif yerim. Can boğazdan gider! Tıbbın bugünkü verilerini elimden geldiğince izlemeğe çalışırım.
Ahmet Ümit: Sigara kullandınız mı ?
Vedat Türkali: Hiç kullanmadım.
Ahmet Ümit: Şiirle aranız nasıldı?
Vedat Türkali: Hep onu söylüyorum; size de yineleyeyim: Hayatta iki akıllı şey yaptım. Biri sigaraya alışmadım. Öteki de şair olmadığımı erken fark ettim. “İstanbul” şiirini yazdığımda, efsane haline geldi. Ama ben şair olmadığımı biliyordum. Şair olmak başka bir şey. Elimden geldiğince romanın, tiyatronun ve sinemanın, en iyisini yapmaya çalıştım. Onları yaparken şiirden güç aldım. Ama şiire soluğum yetmedi.
Ahmet Ümit: Son romanın yazma süreci nasıldı?
Vedat Türkali: Son romanı yazarken 1.5 yıllık süreçte yazdığım 35 sayfa, bilgisayarda kayboldu. Bulamadık o sayfaları, sır oldu gitti. Sonra o süreçte Şeytanın Kaşık Oyunlarım yazdım. Bu süreci sayarsak son romanı dört yılda bitirdim. Her gün oturduğumda cümleleri değiştiririm, akşam yazdığımı beğenmem bazen, sözcükleri yeniden tartarım. Bugün yaşlandım ve her namuslu emekçi gibi benim de kendime göre sıkıntılarım, para sorunlarım oluyor. Ama mutluyum, çünkü hiçbir günü devrimci militan inancımdan ödün vermeği aklımdan geçirmedim. Emeğimle yaşadım. Sağlığımı ona borçluyum belki de.
Ahmet Ümit: Torunlarla ilişkiniz nasıl?
Vedat Türkali: Bizim ev bir acayiptir, hani “soydan köçek” derler ya öyledir. Herkes ya şair ya şarkıcı ya da oyuncudur. Deniz’i, Barış’ı, torunum Zeynep Casalini’yi bilirsiniz. Barış’ın, kızı, Emine Pirhasan, Londra’da konserler veren iyi bir pop şarkıcısı, oğlu Yusuf Pirhasan gene Londra’da belgesel filmleri çeken usta bir sinemacı. Bir tek Zeynep’in kızı çıktı; Ceren, iç mimar olmak istiyor. Ne güzel olurdu olsa! Olur mu dersiniz? Çok sevinirdim.
Ahmet Ümit: Biraz klişe olacak ama muhteşem bir hayat sürdünüz. “Ben dolu dolu yaşadım, her şey şahaneydi” diyebiliyor musunuz?
Vedat Türkali: Ben pek öyle edebi söylemleri sevmem. Bu yaşam kolay olmadı, biz ne acılardan, yoksulluklardan geçtik. Galiba insanı insan yapan bu direnme gücü. Basit insan, o direnme gücünü “Allah” diyerek buluyor. Benim öyle bir inancım yok. Ama ben doğaya, insana, tarihe, insanın her gün gelişen yaratıcı gücüne inanırım. Hiçbir zaman “Ah bu yolu tutmasaydım” demedim. Ama “Şu yanlışı yapmasaydım” dedim. Yanlış yapmayan insan olmaz. Yanılmayan kim var? Allah! O yüzden yok, galiba. Yanıldığını kabul etseydi olurdu belki! Allah insanı yaratmadı, insanlar, çaresizlikler içinde kavranırken, sarılıp avunabilsinler diye Allah yaratıldı! Büyük şairimiz Fikret de öyle söylüyor. “Beşerin böyle dalaletleri var. Putunu kendi yapar, kendi tapar!” Önce kaba varlık, puttu. Allah düşüncesine, inancına sonradan geçildi. Allah’ı yadsımaya kalkışmak tehlikelidir, akıl işi değildir. Allah inananlar için vardır çünkü! Dünyaya insancıl gerçeklerle bakıyorsa Allah’a inanması onun kendi sorunudur. Sosyal çatışmada doğru yerini alabilir. Dünya bugün “Allah’lı, Allahsız” sahtekar, sömürücü, insanlık düşmanı nice rezillerin elinde.
Ahmet Ümit: İyi ki varsınız. Benim Türkiye’de örnek aldığım birkaç isimden birisiniz.
Vedat Türkali: Öyle diyorsun ama ben seni çağırmasam gelmiyordun.
Ahmet Ümit: Ben çok girişken biri değilim. Rahatsız ederim duygusuyla kimseye gitmem.
Vedat Türkali: Şaka söylüyorum. Ben de sorunlu bir adamım. Yaşımın getirdiği birtakım aksesuvar hastalıklar var. Düştüm kalçamı kırdım, üç senede beş ameliyat geçirdim. En son doktorlar uyanamayabilirsin dediler. Uyandım, uyandığıma da memnunum. Eğer uyanmaya devam edersem bir şeyler daha yaparım.
Ahmet Ümit: Hep uyanın!