(Editörden: Şanlı 68 hareketimiz, büyük bir kültürel-politik uyanışın eseridir. Devrim İçin Hareket Tiyatrosu da kimseden beklemeden, kimseyi de bekletmeden harekete geçen bir grup devrimcinin, devrimci tiyatro ve sanat arzusu ve dönemin devrimci dinamizmiyle harmanlanarak yeni bir tiyatro yapma biçimini halkın ve işçilerin önünde sergilediği eşsiz kolektif bir deneyim olarak tarihe geçti. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nden “Türkiye’de 68” Fasikülü’nden alıntıladığımız bu makaleyi okumanız dileğiyle yayınlıyoruz.)
Işıl Özgentürk
“Kimin için sanat?”
Az önce birileri bir yürüyüşten gelmiş, birileri üçüncü kez onu allak bullak eden Jules ve Jim filminden çıkmış, bir başkası Kafka’nın Milena’ya Mektuplar’ını belki beşinci kez okuyor. Engels’in sanat üstüne söyledikleri, Brecht’in, Lukacs’ın sanat görüşü kimbilir kaç kez gözden geçirilmiş.
(François Truffaut imzalı Jules ve Jim filminin ikonik sahnesi)
Çınaraltı’ndaki kahvede politika, aşk ve sanat İç içe. Hep sorular, aşka dair, politikaya, sanata dair sorular. Aşık İhsani bir yandan Baltasını Biledi’yi söylüyor öte yanda Joan Baez We shall over Come’i. Picasso’nun banş güvercini bütün kitaplarda, bütün masallarda, bütün çay bardaklarında…
Yıl 1968…
İlk üniversite işgali, tütün ve toprak yürüyüşleri, milli petrol ve ulusal bağımsızlık kampanyaları ve biz tartışıyoruz:
“Kimin için sanat?”
Galerilere girebilenler, kırmızı koltuklara oturabllenler için mi? Başka yolu yok mu? Sokaktaki insana ulaşmanın, ona bir şeyler söylemenin bir yolu yok mu? peki ne söyleyeceğiz? Öylesine çok ki, altmış sekiz kuşağının söyleyecekleri.
Toprak senin! Üretim araçları senin! Emek senin! En güzel yaşamak hakkı senin! Bütün bunlar nasıl söylenecek?
Bir yolu olmalı, bir yolu… Sanat; Nazım Hikmet’in Türkülerimiz şiirinde söylediği gibi, ‘bir gaz sandığını yere yıkarak’, en güzel sokaklarda, en güzel insanlara bir türkü olup akmalı.
Öyle bir tiyatro yapmalı ki; oyuncusu, yazarı, sahne koyucusu sokaktaki insan, fabrikadaki işçi, sıradaki öğrenci olsun…
Öyle bir tiyatro yapmalı ki; sokakları, kahveleri dolaşsın, birilerinin başı derde mi girdi, şıp orada bitsin. Şen şakrak olsun. Türküleriyle, danslarıyla, gölge oyunlanyla, Hacivat-Karagöz’üyle bizden olsun. Bizden olsun !
1968’in sıcak Eylül günü Aksaray’da o zamanki Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) salonunda altı kişi biraraya geldiler. Amaçları tiyatro yoluyla ‘Kimin için sanat?’ sorusuna bir yanıt aramaktı. O gün bir araya gelen altı kişi (Ali Özgentürk, Sabahattin Şenyüz, Amca Doğan Soyumer, Sadık Karamustafa, Işıl (Türkben) Özgentürk, Veli Gürcan) üç yıl boyunca gece ve gündüzleri paylaşacaklannı, yaz kış grevlerde, düğün salonlarında, sokaklarda, kahvelerde, miting alanlarında tam 360 kez oyun oynayacaklarını ve toplam 137 kişinin çeşitli zamanlarda görev aldığı bir şenlik okulunun (tiyatronun) ilk toplantısını yaptıklarını elbette bilmiyorlardı. Ancak, ’68 kuşağının ve ülkenin iç dinamiğiyle beslenen bu yeni tiyatro ülkesinin tiyatro tarihine üç yıl boyunca yepyeni bir deneyi gerçekleştiren bir tiyatro olayı olarak geçti. O gün o altı kişi bunu da bilmiyordu. Onların tek bir amacı vardı. ‘Kimin için sanat!?’ sorusunun yanıtını sokaklarda, kahvelerde, miting alanlarında vermek, aramak…
Önce tiyatronun adını koydular; Devrim İçin Hareket Tiyatrosu.
Sonra amaçlarını saptadılar: Öncelikle amatör bir ruh ama profesyonel bir ahlakla hareket edeceklerdi. Her şeyden önce özverili olmaları gerekliydi. Günlerce süren sahne çalışmalarına, metin hazırlamak için yapılan (özellikle gecekondu bölgelerinde ve grev alanlarında) güç anket çalışmalarına, tartışmalara, uykusuzluğa, ses kısıklığına, sokaklarda giyinip soyunmaya, yüzlerce kez bir sahneyi prova etmeye ve her zaman çok zor bulunan kadın oyuncuları yorgun argın evlerine kadar götürmeye hazırlıklı olmalıydılar.
Bu klasik bir tiyatro değildi, bir okuldu. Aşktan estetik bilgisine, nefes açmadan koşmaya, diyalog yazmadan türkü söylemeye, Marksizmin temel ilkelerinden atasözlerine kadar her türlü bilginin, deneyimin) Edinilmesi gereken bir okul. Yol parası olmayanlara yol parasının ortaklaşa denkleştirildiği, yemeğin hep birlikte pişirildiği, acıların, keyiflerin, sorunların ortak paylaşıldığı bir okul.
Bu okulun adı: Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’ydu.
İlk önce altı kişiydiler ve ilk oyun çalışmalarına başladıklarında dostlarıyla birlikte yirmi kişi oldular.
TÖS salonunun çok tozlu, her türlü hastalığa açık sahnesinde ilk bir araya geldiklerinde şaşkındılar. Çoğunun tiyatro bilgisi çocuklukta izledikleri klasik bir iki oyundu. Kimileri tiyatro görmemişti bile. Çoğu üniversiteyi kendi imkanlarıyla okuduklarından bütün gün en ağır işlerde çalışıp gelmişlerdi ve saat tam altıda sahnedeydiler.
Soru soruldu: Nasıl bir tiyatro?
Birileri şöyle dedi; “İlk oyunumuz bizim öğrenciliğimiz. Her alanda iyi bir öğrenci olmalıyız… Önce araştırmacı olmalıyız sonra oyun yazarı, sonra oyuncu sonra seyirci olmalıyız yeniden, sokaktaki insanın seyircisi hayır, hayır seyircisi değil sırdaşı, dostu, akıldaşı…”
Öğrencilere öğretmenler de gerekliydi. İktisat profesörleri İdris Küçükömer, Sencer Dlvitçioğlu, felsefeci Salahattin Hilav, edebiyat eleştirmeni Fethi Naci, Anayasa ve 141-142 uzmanı profesör Çetin Özek, sosyolog Oya Baydar ve daha pek çok, işinin uzmanı güzel insan gönüllü öğretmenliği kabullendiler. Öğrenciler, Türkiye’de üretim ilişkileri, sınıflar, estetik, halk edebiyatı, ulusal tiyatro vs. konularında aç birer öğrenci oldular. Seminerler birbirini izledi. Sıra oyun metnini yazmaya, sahneye koymaya, oynamaya geldi.
O sıralarda Boğaz köprüsünün yapımı söz konusuydu ve çeşitli kurumlar yapıma karşı çıkıyorlardı. Köprü, dışa bağımlı bir sanayileşmenin simgesi haline gelmişti. Köprü aracılığıyla ulusal bağımsızlığımızın nasıl bir tehdit altında olduğunu anlatmak olanaklıydı.
Ve ilk oyunun adı kondu: Köprüye Hayır !
Hemen yola çıkıldı. Üçer kişilik ekipler Boğaz’ın iki yakasına yayıldı. Köprü yapımı nedeniyle gecekonduları yıkılacak İnsanlarla günlerce anket yapıldı. Söyleşiler bantlara alındı. O bölgelerdeki kahveler, oyun oynamaya uygun açık alanlar bir bir saptandı. Dışa bağımlı sanayileşmenin kimlere yararı olduğu araştırıldı.
Veriler, dokümanlar, belgeler tamamlandı. Sıra bütün bunları harmanlayıp sahnede anlatmaya gelmişti. Neler neler yapılmadı o sahnede. Kendiliğinden ne mizansenler ne diyaloglar çıktı. Hacivat ve Karagöz nasıl ülke sorunlarını tartıştılar, masmavi ipek bir şal nasıl nehir oldu, çocuğu Zap sularına karışıp ölen bir ananın ağıdı nasıl yeniden söylendi…
Günler günler geçti.
Oyun hazırdı şimdi sıra oyunun seyircisiyle buluşmasına gelmişti.
3 Kasım 1968 günü yola çıkıldı, davullar ve yürek çarpıntılarıyla. Beylerbeyi sırtlarına gelindiğinde ilk seyirciler çevreyi kuşatmıştı bile. Çocuklar! Ve üç gün boyunca tiyatronun en sadık seyircileri onlar oldular. Düz bir alanda ilk sözcükler söylendi, ilk mizansenler başladı ve ilk seyirci usulca oyuna katıldı.
Sonra Devrim İçin Hareket Tiyatrosu, tiyatronun zorunlu kapanma yılı olan 12 Mart 1971’e kadar. Köprü, Amerika, Grev ve Gecekondu adlı oyunlarını yüzlerce kez sokaklarda, grev alanlannda, kahvelerde, mitinglerde oynadı oynadı… Sık sık kovuşturmaya uğradılar, gözaltına alındılar, dekorlarını kendileri taşımak zorunda kaldılar, sık sık sesleri kısıldı, okulu bir iki yıl ertelediler, işten atıldılar ama hep oynadılar…
3 Kasım 1968 Pazar günü sokaktaki ilk gösterisini, İstanbul’da Ortaköy’de Boğaz Köprüsü’nün ayaklarının geçeceği gecekondu bölgesinde sergileyen Devrim İçin Hareket Tiyatrosu 113’ü sahnede, 45’i sokakta ve bunların birçoğunu mitingler sırasında, 148’ini kahve ve sendika salonunda ve 54’ünü fabrika önünde olmak üzere toplam 360 kez seyirci önüne çıktı. 41 bin 600’ü sendikalı işçi, 7800’ü öğrenci, 8400’ü sokaktaki insanlar, 40 bin kadarı ise miting ve yürüyüşteki halk olmak üzere toplam 115 bin 780 seyircinin karşısına çıktılar.
Köprü, Grev, Amerika ve Gecekondu adlarında 4 oyun sergileyen DİHT, kuruluş amaçlarını 13 Mayıs 1969 tarihli Ant dergisinde şöyle açıklıyordu: “ Ülkemiz sömürülen halkların yaşadığı bir üIkedir. iç ve dış düşmanları vardır. Halk her yandan her biçimde sömürülmektedir. Fakat bütün bunlar değiştirilebilir. Ülkemizdeki halktan yana her olay, kurum, hareket, sanatsal soluk bu değiştirme olayının aracıdır. Ve işte tiyatro da bir değiştirme, karşı koyma olayıdır. (…) Biz diyoruz ki, öyle bir tiyatro eylemine girişelim ki, bu her ilerici eylemde olduğu gibi ana sermayesini meydana geldiği kişilerin ve yandaş olduğu örgütlerin devrimci birikiminden alsın. Ve bir sermaye birikiminin doğuracağı ilişkiler yerine bu tiyatronun gerek iç ve gerek halkla ilişkileri bu devrimci birikimin dinamizmine göre gelişsin. (…)’’
Her türlü polis baskısına direnerek oyunlarını sergilemeye devam eden grup, sokaktaki seyircilerine “(…) Bahar geldi. Şimdi evinizin sokağında ya da herhangi bir yerde bize rastlarsanız seyredin, sakın ihbar etmeyin. Ederseniz biz kendimize yeni bir sokak buluruz nasılsa, ama sizin evin sokağına bir daha gelmeyiz.” diye sesleniyorlardı.