HAFIZA-İ BEŞER: AYŞE’NİN HİÇ BİTMEYEN TATİLİ: KIBRIS BARIŞ HAREKATI, SÜREÇLER, ÇATIŞMALAR VE SONUÇLAR

Ümit ÖZDEMİR / 20.07.2024

@masumlevrek

Perde 6-7 Eylül pogromuyla açıldı. İstanbul’da yaşayan Rumların yoğun olarak yaşadığı Beyoğlu, Kurtuluş, Adalar iki gün boyunca yakıldı, yıkıldı yağmalandı. Pogromun sebebi Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin bombalanmasıydı. İstanbul Ekspress ve Gökşin Sipahioğlu yıldırım baskıyla bombalama olayını duyurdu. DP ilçe teşkilatları ve bu arada Kıbrıs Türktür Derneği ve Başkanı Hikmet Bil zaten hazırdı. Olaylar başlamadan bir-iki gün önce bir grup milliyetçi öğrenciye Taksim meydanında Rumca yayın yapan Apoyevmatini sayıları yaktırılarak gelmekte olan pogrom hissetirildi. Yağma için hazırlanmış sopalarla DP il ve ilçe teşkilatları ve onun yan kuruluşu Kıbrıs Türk’tür Derneği, 6 Eylül gecesi harekete geçti. Yağmacı talancı güruh korkunç bir vandalizm, gözü dönmüş bir nefretle Beyoğlu’nda önüne ne varsa , ne geldiyse yaktı, yıktı, yok etti. Tecavüz ve papazların zorla sünnet ettirilmesi de pogromcu faşistlerin barbarlığının kanıtıydı. Bombayı koyanın MAH ajanı Oktay Engin olduğu çok sonra öğrenilse de, DP suçluyu bulmuştu: Komünistler ve ilerici aydınların hemen tamamı tutuklandı. 6 ay kadar süren soruşturmaların sonunda hepsini serbest bırakmak zorunda kalan DP, Londra’dan dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs müzakereleri sürerken verdiği işaret sonucu tertiplediği gerici ayaklanmanın altında kaldı. Bu durum dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “galiba ipin ucunu kaçırdık” sözleriyle teyit edilir. Geride yağmalanmış yıkılmış bir Beyoğlu, çaldıkları yağmaladıklarıyla bir gecede zengin olmuş lumpenler ve her şey bittikten sonra tankların işgalinde sokaklar ile olan biteni şaşkınlıkla karışık bir korkuyla izleyenler kaldı…

Nedenleri bakımından 6-7 Eylül 1955, Kıbrıs meselesinde Demokrat Parti’nin büyük fiyaskosunu örtme çabasıydı. Bu büyük tertipten amaçlanan ve dünyaya verilmek istenen mesaj, Türkiye’de yaşayan Rumlara rehin muamelesi yapıldığıydı. Porgrom sonrasında Kıbrıs sorunu içinden çıkılamaz bir hal aldığı gibi soğuk savaşta Türkiye tamamen yalnızlaştı. Demokrat Parti’nin kurmay heyetinin Kıbrıs sorununun çözümünü emperyalizme havale etmesi, bu konuda neredeyse hiçbir politikasının olmaması 6-7 Eylül pogromunun bir başka sebebidir. O kadar öyle ki dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak şu açıklamayı yapabiliyordu:

Baylar ortada Kıbrıs sorunu diye bir şey yoktur. Bunu bir süre önce muhabirlerin sorularına karşılık verirken de söylemiştim. Kıbrıs sorunu diye bir şey yok çünkü ada Büyük Britanya’nın egemenliği ve yönetimi altında” Biliyoruz ki İngiltere’nin bu ada üzerindeki haklarını başka bir güce devretmek gibi bir düşüncesi zerrce yoktur ve hiçbir zaman bu yönde bir eğilim göstermemiştir.”

Soğuk savaş yıllarında Türkiye dış politikasına damgasını vuran Kıbrıs sorunu, iki tarafın milliyetçilerinin süreci karşılıklı sakatlaması ve kurulacak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin siyasal-ekonomik ayaklarının bir türlü oturmaması sonucu 1960 Anayasası’nın fiilen çökmesi, EOKA adlı paramiliter faşist Rum örgütü Akritas planıyla 1963’te saldırıya geçmesi ve Acheson planlarının çalışmaması nedeniyle kördüğüme dönüştü. Adada birliği savunan Türk ve Yunan komünistlerinin katliyle alan temizliğine de girişildi. Adada iki halkın gönüllü birliğini ve barışı savunan komünistlerden AKEL ve Tüm Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO) üyeleri Derviş Karvazoğlu ve Costas Mishaoulis seyahat ettikleri bir aracın içinde TMT tarafından katledildiler. TMT yayınladığı bildiride “vatan haini” ve “komünist maşası” ilan ettiği Sadi Erkurt ve Fadıl Önder’i katlettikten sonra, ikilinin “hak ettiği cezayı aldığını, aynı şekilde onların satılmış yoldaşlarının da cezalandırılacağını” yayınladığı bir bildiriyle ilan etmişti.

TMT’nin faaliyetleri bununla da sınırlı değildi. Tam bir kontrgerilla örgütü olan TMT şeflerinden Sabri Yirmibeşoğlu, Habertürk’te katıldığı bir programda “Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.” sözlerini sarf etti. Habertürk muhabirinin “cami mi yaktınız?” sorusu karşısında afallayan ve cami yaktıklarını ağzından kaçıran Yirmibeşoğlu, vaziyeti toplarlamaya çalışsa da artık çok geçtir. Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu evin bombalanmasından, Kıbrıs’ta cami yakmaya kadar uzanan geniş bir suç yelpazesinin uygulayıcılarından olan Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül pogromu için “6-7 Eylül özel harp örgütlenmesidir ve muhteşem bir örgütlenmedir” sözleriyle asli faili itiraf etti. Milliyetçilik ve emperyalizm kıskacına alınan Kıbrıs’ta ada halkının eşit, özgür yaşama istekleri içeriden ve dışarıdan kesintisiz saldırılarla sabote ediliyordu…

Adadaki huzursuzluk kamplaşma ve çatışmaların bir diğer nedeni de İngiliz emperyalizminin 2. Dünya savaşı sonrasında giderek güç kaybetmesi ve adadaki kontrolü ve hakimiyetini sağlamak için 1950’li yılların ikinci yarısından başlayarak Türkleri Rumlara karşı silahlandırmasıdır. İngiliz sömürgeciliğine karşı Rumların başlattığı isyanı bastırmak için uygulanan etnik ayrılıkları kışkırtma dili ve Türkleri silahlandırma politikası, çatışmaları derinleştiren faktörlerin başında gelir. Türkiye sosyalist solu da milliyetçiliğin hegemonyasından etkilenerek meseleyi Türk-Rum çatışması üzerinden okumuş, ancak zamanla durumun pek de egemen güçler tarafından tanımlandığı gibi olmadığının farkına varmıştır. İngiliz emperyalizmi doğası gereği asla tek ata oynamayacağını kısa zamanda gösterdi ve adada olası bir sosyalist tehdide karşı EOKA’nın kurulmasına ve silahlanmasına onay verdi. EOKA’nın komünistlerin AKEL partisine yönelik silahlı saldırılarla AKEL’i etkisizleştirdi ve yer altına itti. Sahne Türk ve Yunan milliyetçilerine kalmıştı !

LONDRA-ZÜRİH ANLAŞMALARI VE KIBRIS ANAYASASI, KIBRIS İÇİN İYİDİR !

Adnan Menderes liderliğindeki DP dışişleri heyeti ile dönenim Yunanistan Başbakanı Karamanlis arasında imzalanan centilmenlik anlaşması, adada olası bir sosyalist yönetim seçeneğinin yok edilerek Kıbrıs’ın NATO şemsiyesi altına girerek sömürgeleşmesine dayanıyordu. “Centilmenlik anlaşması” bu haliyle emperyalizmin planlarıyla da uyumluydu. Kıbrıs Anayasası Londra’da hazırlanıp Kıbrıs’a servis edilmesiyle, trajik bir duruma sebep oldu. Dünya siyasal tarihinde pek de görülmeyen bu durum, Kıbrıs meselesine yapılan derin emperyalist müdahalenin siyasal boyutuydu. 1960 Kıbrıs Anayasasında ön görülen ve anayasa hukuçuları tarafından da eleştirilen beş organlı yürütme kurulunun, Anayasa hareketleri tarihinde pek de görülmeyen bir durum olduğu eleştirisi önemlidir. Oldukça karışık bir siyasal sistem tasarlayan Kıbrıs Anayasası bu haliyle çalışması pek de mümkün olmayan bir siyasal sistemdi.

Anayasanın Kıbrıslı Rumlar açısından temel anlaşmazlık noktaları 70/30’luk topluluk temsil oranı, beş ayrı bölgenin kuruluşu, temsilciler meclisinde ayrı çoğunluk hakkı, Kıbrıs ordusunun Yunan ve Türk askerlerden kurulması ve Türk Başkan yardımcısının veto hakkıydı. Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesini engelleyen 1960 Anayasası, yönetimsel krizlere açık kapı bırakan bir siyasal sistem ön görüyordu. İlk itirazlar Rum tarafından Türk cemaatine geniş ayrıcalıklar verildiği eleştirisiyle geldi. Kıbrıs Anayasası’nın en temel sorunu dünya tarihinde her bağımsız devletin elde ettiği bir hak ve bağımsızlığının doğal sonucu olarak anayasa hazırlama yetkisinden yoksun bırakılmasıydı. Türk ve Rum taraflarına 1960 Anayasasını tadil etme hakkı da vermeyen 1960 Anayasası, Mehmet Hasgüler’in tanımıyla “Kıbrıs Anayasası’nın tıpkı Lübnan Anayasası gibi bir sömürge anayasası” olarak nitelemesine yol açtı. Huzursuzluk ve gerilimi tırmandıran ve bu haliyle emperyalizmin amaçlarına hizmet ederek barış umutlarını suya düşüren 1960 Anayasası, paradoksal olarak barışı sağlamak ve düzgün çalışan bir siyasal sistem kurmak yerine, huzursuzluğu ve gerilimi tırmandırdı. Londra-Zürih anlaşmalarının bir başka olumsuz yönü ise İngiltere, Yunanistan, Türkiye’nin Kıbrıs’ın iç ve dış ilişkilerine kalıcı müdahale hakkı vermesidir. Bu müdahale hakkı, aynı anlama gelmek üzere soğuk savaşta milliyetçi kutuplaşmanın artmasıyla birlikte yeni çatışmaları körükleyeceği de kesindir. 1960 Anayasası, Kıbrıs halklarını ve taleplerini yok sayan tepeden inmeci bir mantıkla yazıldığı ve halklarından gizlenerek sömürgeci bir edayla dayatıldığı için ölü doğmuştu.

Kıbrıs Rum Kesimi’nin lideri Makarios, 1962’de Ankara’da Kıbrıs Anayasası’nın tadil edilmesi ve Rum tarafına bazı avantajlar tanınması için diplomatik temaslarda bulunduysa da bu Türk tarafınca reddedildi. Sonunda Makarios, Londra-Zürih anlaşmalarından tek taraflı olarak çekildiklerini ilan etti. Uzlaşmazlık ve çatışma çözümünü devre dışı bırakan Londra-Zürih anlaşmalarının bağlayıcı hükümleri, 1960 Anayasasının fiilen çökmesine neden oluyordu. Mevcut statükoyu tartışmaya kapatan yaklaşımıyla Londra-Zürih anlaşmalarını ABD emperyalizmi de destekliyordu. Sosyalizmin ada halklarının bağımsızlık taleperiyle birleşmemesi için yapılan bu kabul, aslında Kıbrıs’ı yeni çatışmaların adresi haline getirecekti.

EMPERYALİZMİN MÜDAHALESİ: KIBRIS ELDEN GİDERSE !

Soğuk savaş paranoya mantığının bir benzerinin Kıbrıs meselesinde üretilir. ABD basını ve Dışişleri kaynaklarının hedefindeki parti Akel’dir. Ama bundan önce Başpiskopos Makarios’un SSCB ile temaslarda bulunmasından duyulan endişe dile getirilir. ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı George Ball’ın Uluslar arası ilişkiler komisyonunda “Başpiskopos Makarios’un Moskova ile flört etmesi ve yerel komünist partisi AKEL’in gücü. Sovyetler Birliği’nin bu kavga aracılığıyla Doğu Akdeniz’de çok büyük bir stratejik öneme sahip bölgeye sızmasını kolaylaştırabilir” sözleri, ABD emperyalizminin Kıbrıs meselesine müdahil olmasına çağrı yapıyordu. New York Times’da yayınlanan bir makalede “bazı diplomatların tahminlerine göre serbest bir seçimde komünistler oyların % 35’ini alabilirler. Eğer Kıbrıs’ın stratejik önemini kavrayabilirsek, bunun Batı için ne büyük bir tehlike olduğu anlaşılabilir” analiziyle ABD’nin Kıbrıs meselesinde tarafsız kalamayacağı ima ediliyordu. Makarios’un üçüncü dünyacı bir lider olması ve çok taraflı bir görüşme trafiğiyle Kıbrıs meselesinde çözüm araması, ABD emperyalizminin çıkarlarıyla uyuşmuyordu. Bandung konferansı ile ortaya çıkan bağımsızlıkçı hareketleri de düşman kampta gören ABD emperyalizmi, otoriter bir mantıkla ulusal bağımsızlıkçı hareket ve liderlerin tamamını “komünist” olarak damgalıyordu. Bu nedenle Makarios ya da azgelişmiş herhangi bir ülkenin siyasi liderinin dünya politik sisteminde yer edinmeye çalışması ABD emperyalizmini alarme edebiliyordu.

Sonunda ABD , 31 Ocak 1964’de Londra’da düzenlenen bir toplantıda Kıbrıs’ta NATO üssü kurulması teklifinde bulundu. İngiliz komutası altında 10.000 NATO askerinden oluşan bir askeri gücün yerleştirilmesi isteniyordu. Amerikan ve İngiliz emperyalizmleri, Kıbrıs sorununda çatışma çözümünden yana değil, tırmandırma ve emperyalist kontrolden yana sundukları bu öneri, Türkiye ve Yunanistan tarafından olumlu karşılanırken, Makarios tarafından reddedilir. Emperyalizmin ikinci teklifi Acheson Planı olarak adlandırılır. Berbat bir plan olduğu ve çözüm getirmek yerine çatışmaları daha da derinleştireceği kesin olan bu plana göre Kıbrıs Yunanistan ile birleşiyor (ENOSİS) ve Türk tarafına Karpaz yarımadasında bir askeri birlik ve toprak parçası veriliyordu. Kamu yönetiminin nüfus yoğunluğuna göre belirlenmesini ön gören Acheson planı, nüfusun değişkenlik ve heterojenlik göstermesi durumunda nasıl bir yönetim tarzı uygulanacağı sorusunu cevapsız bırakıyordu. Kıbrıslı Türklere Yunanistan’daki kalan Türklere Lozan anlaşmasıyla tanınan insan hakları ve azınlık haklarını tanıyan plan, Makarios tarafından reddedildi. Makarios’a göre bu planın kabulü, bağımsız Kıbrıs devletinin sonu ve Ada’nın parçalanmasıyla sonuçlanacaktı. Makarios ve Türk tarafına sunulan Ball Planı EOKA ve ABD emperyalizmi patentliydi. Türkiye’ye birkaç üs verilip Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesini ön gören plan da sonuçsuz kaldı. İkinci Acheson Planı Kıbrıs bağımsızlığı ya da ENOSİS’i seçmekte özgür bırakılacaktı. Karpaz adasında elli yıl kullanmak üzere bir askeri üs verilmesini ön gören plana göre, Türkiye ve Yunanistan insan hakları ve azınlık hakları konusunda güvence verecekti. İkinci Acheson planı hem Türk hem Rum tarafınca reddedildi. Bütün bu yapay planlar, ABD emperyalizminin Orta Doğu’da İsrail tarafından sürdürülecek olan çatışmalarda İsrail’e lojistik destek sağlamak amacıyla hazırlanmıştı. Emperyalizmin böl-yönet esprili planlarının tümü, Kıbrıs’ın parçalanmasını ve bu parçalanmanın yarattığı güvenlik sorunlarını bahane ederek adada kalıcı üsler elde edilmesini amaçlıyordu.

Akritas planıyla saldırıya geçen EOKA adlı faşist örgüt, Kanlı Noel katliamını gerçekleştirdi. Bir takside arama kavgasıyla başlayan gerilim giderek tırmandı ve önü alınamaz çatışmalara dönüşerek Kanlı Noel katliamının gerçekleşmesine neden oldu. EOKA’cı faşistlerin katlettiği Mürüvvet İlhan ile çocukları Kutsi, Murat ve Hakan’ın kan donduran fotoğrafı, gazeteci Ömer Sami Coşar’ın objektifinden servis edildi. Büyük bir infiale sebep olan fotoğraf Kıbrıs’a askeri müdahale çağrılarının zirveye ulaşmasına neden oldu.

RUMLARDAN KALMA” 1964 ZORUNLU RUM GÖÇÜ

Kanlı Noel baskını, Rum halkını zorunlu göçe tabi tutulmasını kışkırtan milliyetçi bir kararı tetikledi. Türkiye 1930’da Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması’nı tek taraflı fesh etti. Kararla Kıbrıs’taki çatışmanın tarafı olmamasına karşın, İstanbul’da yaşayan 12.000 Rum sınırdışı edilecekti. Kararla İstanbul’da yaşayan Rumlara 20 dolar ve 20 kilo kişisel eşya dışında hiçbir mal varlığını alamayacakları ve ülkeyi terk etmeleri bildiriliyordu.

Sınırdışı edilenlerin çoğunun 50-60 yaş civarında insanlar olması ve bu grubun hali vakti yerinde Rumlardan oluşmasıyla, tahmin edilen servet aktarımı 200 ile 500 milyon dolar civarındaydı. Dönemin hükümeti, 6-7 Eylül pogromuyla uygulanan, azınlık karşıtı politikalarına 1964 Zorunlu Rum Göçü ile bir yenisini ekledi. Beyoğlu ve çevresinde yaşayan Rumların ülkeyi terk etmesiyle literatüre Rumlardan kalma kelimesini kazandıran 1964 zorunlu Rum göçü, ailelerin parçalanması nedeniyle; isimleri listede olmayan Rumların da Yunanistan’a göç etmesine neden oldu. Böylece İstanbul’da yaşayan Rumlardan 30.000’i Yunanistan’a zorunlu göçe tabi kılındı. Dönemin tanığı bir Rum vatandaş şunları söyler: “İnsanlar Tepebaşı’nda ellerinde bir çanta bir gecede evlerini, bütün varlıklarını burada bırakıp, gitmek zorunda kaldılar”1

1964 Rum sürgünü, Gazeteci Rıdvan Akar ve Hülya Demir ikilisinin İstanbul’un Son Sürgünleri: 1964’te Rumların Sınırdışı Edilmesi kitabında ayrıntılı bir biçimde incelendi. Erol Özlevi’nin yönetmenliğini yaptığı Sürgün (2013) filmine de konu olan zorunlu Rum göçünü, Özgür Kaymak “İstanbul’da Az[ınlık] Olmak : Gündelik Hayatta, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler” başlıklı doktora tezinde yayınladı. Kaymak’ın tezi, aynı adla Libra Kitap tarafından basıldı. 1964 zorunlu Rum göçüyle, azınlık karşıtı milliyetçi-dışlayıcı politikalara bir yeni halka daha eklendi. İstanbul’un eğlence kültüründe önemli bir katkı sunan Rumların zorunlu göçe tabi tutulması ile kültürel zenginlik ve çeşitlilik biraz daha azaldı. İnsan kaynağı anlamında, Türk sinemasına da önemli katkılar sunan Rumların sürgün edilmesi, soğuk savaşta azınlıklara yapılan rehine muamelesinin gidebileceği vahim noktayı göstermesi bakımından öğreticidir.

KÖRDÜĞÜM 1: JOHNSON MEKTUBU

Kördüğümün ilk düğümü Johnson mektubuydu. 1964’te Kıbrıs’taki çatışmaların sonunda sıradan bir muhafazakar olan Lyndon Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı ve emperyalizmin Kıbrıs konusundaki siyasetini gösterdiği belgeydi. Johnson mektubunda 1947 Türkiye ile ABD arasında imzalanan 1947 gizli anlaşmasına atıfla, NATO üyesi bir ülkeye karşı silah Amerikan silahlarını kullanılamayacağını hatırlatıyor, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi sonucu olası bir Sovyet müdahalesi karşısında Türkiye’yi savunamayacaklarını bildiriyordu. Kamu oyundan gizlenen mektup, iki yıl sonra basına servis edildi ve böylece Türkiye’nin ABD ile 1947’de gizli bir anlaşma yaptığı da öğrenildi. Mektup kamu oyunda büyük bir öfke ve hayal kırıklığına sebep oldu. “Dost” ve “müttefik” bilinen ABD emperyalizmi, Türkiye’nin adaya müdahalesine taş koyuyor ve adanın fiilen bölünmesinden yana tutum alıyordu. Johnson ve ABD’nin koyduğu bu engel, önce milliyetçi bir reaksiyona neden olsa da reaksiyon yerini yavaş yavaş anti-emperyalist bir uyanışa bırakıyordu. Dış politika güvenlik analizcilerine göre Johnson mektubunun Türkiye’de ordu gereksinimi olan lojistik araç ve gereçlerin yerli kaynaklarla üretilmesini zorunlu kıldı. Dış politikadaki bu derin yarılma ve yarı bağımlı bir ülke olduğumuzun hatırlatılmasının politik bir diğer sonucu buydu.

SOSYALİST SOLUN TEZLERİ: MİSAK-I MİLLİ’DEN FEDERASYONA

Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimleriyle parlamentoya girmesi, Kıbrıs meselesinde sosyalistlerin de sesinin parlamento kürsüsünden duyulmasına neden oldu. TİP’in önderleri Boran ve Aybar Misak-ı Milli kemalist tandanslı bir dış politika çizgisiyle başlattıkları tartışma, zaman içinde zenginleşti. Misak-ı Milliyi savunan Aybar, “Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’nin vazgeçilmez temeli olan, Misak-ı Milli ışığı altında yürütülen, kişiliği olan bir dış politika” öneriyordu. Aybar’ın sorunu, NATO üyeliği sonrasında bağımsızlığını kaybetmek üzere olan Türkiye’nin Kurtuluş savaşı ve sonrasındaki gibi görece daha özgür ve çok taraflı bir dış politika çizgisi izleyemeyeceği gerçeğini yadsımasıydı. Eğer böyle bir politika denenirse, emperyalist efendi Johnson tarafından gönderilen mektuptaki gibi “uyarılmak”, “had bildirilmek” ve üstü örtük tehdit edilme yöntemiyle bağımlı ülkelere dış politikadaki hareket alanını gösterilirdi.

TİP Genel Başkanı Behice Boran ise meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada Taksim tezini savunan milliyetçi AP sözcüsü Aydın Yalçın’a cevaben “Ama, siyasi biz çözümü kabul ettirebildik mi ? Tekrar edeyim TİP sosyalist bir parti olarak katiyyen savaşçı değildir. Elbette meseleler mümkün ise barış yoluyla halledilmelidir. Ama barışçı olmak demek Fransızca tabiriyle “pasifiste” olmak demek değildir. Yani her halükarda ve her ne şart altında olursa olsun, iki kolun yanında durur, bir yanağına vururlarsa, isavari öbür yanağımı uzatırım, demek değildir. Barışçı insan, lüzumu olduğu, gerektiği takdirde dövüşmesini de bilen insandır”2 Boran’ın önerisi dengeli ve caydırıcı bir güç kullanılması ön görüyor ve gücün kullanılması esnasında diplomatik seçeneklerin de tartışılmasının altını çizen bir rasyonel çeşitliliğe dayanıyordu. Boran, emperyalizmin çok sevdiği iki miliyetçi tezin Taksim ve ENOSİS aksine, üçüncü bir yol önererek Londra-Zürih anlaşmalarıyla bağıtlanan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde çatışma çözümünü ve bunun üzerine inşa edilebilecek barışçıl bir siyasal sistem öneriyordu. Diplomasi sanatının inceliklerinin bir sentezi olan bu tez, aynı anda birden çok gücü -askeri, diplomatik ve entelektüel- sahneye davet ediyordu.

TİP’in emperyalist üstlerden arındırılmış bağımsız ve özgür bir Kıbrıs tezi, sosyalist saflarda ve Johnson mektubu nedeniyle anti-amerikancı genel kamu oyunda olumlu karşılanmış ve tartışmalar TİP’in öne sürdüğü tezlerin hegemonyasında yürümüştür. Tartışmaya dahil olan YÖN dergisi çevresinden yazar İlhami Soysal da benzer tezleri savunmuş, ancak Londra-Zürih anlaşmalarının reddedilmesiyle Ada’da kalıcı barışın tesis edileceğini öne sürmüştür. YÖN dergisinin diğer yazarı İbrahim Çallı da benzer minvaldedir. Kıbrıs’ta Hayal ve Gerçek başlıklı yazısında Çallı, “İngilizlerin Ortadoğu’dak üslerini burada bulundurmaları ve bu suretle Kıbrıs’ın NATO strateji çemberi içine girmesi ve tarafsızlığını fiilen sekteye uğratması, bu anlaşmaların… özellikle tarafsızlar ve Doğu bloku tarafından sempati ile karşılanmaması için yeterli sebeplerdir” cümleleriyle tamamlar. Kıbrıs meselesinin tartışılmasında Üçüncü dünyacı, Doğu Bloku dış politika perspektifinin bakış açısını sunan Çallı, tartışmayı daha da zenginleştirir. İngiliz üslerinin varlığının Ada’da kalıcı barışın önündeki en büyük engellerden biri olduğu sol fikrinin Türk kamuoyuna benimsetilmesi, bu köşe yazıları sayesinde mümkün olabildi. YÖN hatalı tasarlanmış 1960 Anayasasının tadil edilmesi gerektiğinin de altını çiziyordu.

YÖN’e göre ABD emperyalizmi, EOKA, İngiltere ve Kıbrıs Rum Kilisesi’nin ortak düşmanları komünistlerin iktidara yürümesi halinde buna engel olabileceğini, bu durumun Kıbrıs’ta emperyalizmin çıkarlarıyla Rum burjuvazisinin çıkarlarını örtüştürdüğünün altını çiziyordu. Bu yorum ve analizler Kıbrıs’ta sol-halkçı bir çözümün tarafları arasında fikri bir çeşitliliği besledi ve milliyetçi çıkışsızlığın etkisini zayıflattı. YÖN’de Türk cemaatinin anti sömürgeci Rum ayaklanması sırasında pasif kalarak Ada’dan İngiliz sömürgeciliğinin kovulmasına katkı sunmaması da eleştirilir. Türk cemaatinin anti sömürgeci, anti emperyalist isyana Rumlarla birlikte katılması durumunda Rum faşistlerin örgütü EOKA’yı kolayca denklem dışarısına çıkarabileceği olasılığı da tartışma ve eleştiri konularından biridir. İngiliz üslerinden üstelik bir halk ayaklanmasıyla arındırılmış Kıbrıs, kendi meselelerini emperyalist vesayet ve burjuva yönlendirmesinden bağımsız olarak ele alabilirdi.

KÖRDÜĞÜM 2: ALBAYLAR CUNTASI

Planları kördüğüme dönüştüren Yunanistan’daki Amerikancı Albaylar cuntası oldu. Emperyalizm, seçimle gelmiş Papandreu hükümetini devirirken, ABD’li liberal yönetmen Oliver Stone’un tanımıyla CIA ajanlarını cunta hükümetine yerleştirdi. Soğuk savaşta esnek karşılık politikası adı verilen bu darbe, Kıbrıs meselesinin emperyalizm adına çözülmemesinin garantisiydi. Kıbrıs’ı bir uçak gemisi olarak gören ve adadaki çatışmalı atmosferin devamından yana tutum takınan emperyalist plan, daha 1954 gibi erken bir tarihte İngiliz Sömürge Bakanı’nın şu sözleri çözümsüzlüğün çerçevesini çiziyordu: “Kıbrıs stratejik öneme sahiptir. Bu nedenle kendi kaderini tayin etmesi hiçbir zaman söz konusu olmayacak ülkeler arasındadır”3 Açıklamayı tamamlayan bir başka demeç dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden’den gelir: “Kıbrıs yoksa, petrol tedarikimizi koruyacak belirli kolaylıklar da yoktur. Petrol yoksa İngiltere’de açlık ve işsizlik vardır. İşte durum bu kadar basit”

1967 Albaylar cuntası, CİA ajanlarını iktidara taşıdı. Kapetanios’ta (Yunan İç Savaşı)4 başlayan çelişki ve sınıf savaşımı, ilerici Papandreu hükümetinin devrilerek Yunanistan’ın sola kaymasını emperyalizm adına zorunlu kılan olgulardı. Yunanistan’ın sola kayması, CIA patentli darbeyle durduruldu. Kıbrıs meselesinin kördüğüme gitmesi ve emperyalizm adına çözülmeden kalması için darbe emperyalistler adına gerekli bir hamleydi. İktidara gelen militerler, ABD’nin Kıbrıs konusundaki böl ve yönet politikasını kayıtsız koşulsuz uygulama sözü vermişlerdi.

Emperyalistler açısından coğrafi konumuyla bir uçak gemisini andıran Kıbrıs’ta barış içinde bir arada yaşama umutlarının tamamının ortadan kaldırılması ve adanın kalıcı olarak iki topluma bölünmesi olmazsa olmazdı. Bu yüzden müzakerelerle olgunlaştırılan Kıbrıs Anayasası, fiilen çalışamaz hale getirilirken, emperyal militer sistemin Türkiye’deki yeni şoven aktörü ve Kissinger’ın öğrencisi Ecevit, toplumdan topluma diyalog ve müzakerenin önünü tıkayacak bir dış siyaset izledi. Burada altını çizmemiz gereken bir diğer husus Kıbrıs’ta gerilim ve bölünmenin taraftarı olan milliyetçi-faşist Grivas ve çetesi EOKA’nın tasfiyesinin engellenmesiydi. Bu engelleme aynı anlama gelmek üzere Kıbrıs iç savaşını kışkırtan emperyalizmin bölgedeki çıkarlarına uyumluydu.

Kıbrıs’a her müdahale girişimi emperyalizm tarafından engellenirken, Türk kamu oyunda milliyetçi reaksiyonun yükseltilmesi hedefleniyordu. Reaksiyonun milliyetçi eksende yükseltilmesi, aynı anlama gelmek üzere 1971’de yenilgiye uğramasına rağmen prestiji yüksek sosyalist solun barışçıl ve iki toplumlu mesajlarının yerine ulaşmaması demekti. Bütün bunlarla birlikte Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğe ve içinde askeri müdahale seçeneklerini de barındıran bir muhtevaya bürünmesi, 1971 askeri darbesiyle halkın nezdinde ciddi bir itibar kaybı yaşayan TSK ve militerlerin de arzuladığı bir şeydi. Savaşla milliyetçi şoven duygular barış ve dayanışma gibi olumlu duyguların yerine geçecek, böylece emperyalist militer sistemin arzuladığı iki toplumlu ve kalıcı olarak bölünmüş bir Kıbrıs yaratılarak, Ortadoğunun denetimi kolaylaşacaktı.

Kıbrıs’ta yer altı direniş örgütlenmesine giden kontrgerilla Türk Mukavemet Teşkilatını örgütleyerek Eokacıların saldırılarını engellemeye çalıştıysa da çatışmaların, katliam boyutuna varması, askeri müdahaleyi zorlamaya başladı. Askeri müdahaleyi zorunlu kılan iki önemli gelişme Makarios’un SSCB’den silah ve askeri yardım talep etmesiyle şekillendi. Makarios’un bu isteğiyle Sovyetlerin Akdeniz siyasetine taraf olma ihtimali üzerine ABD ve NATO Türkiye’ye Kıbrıs’a müdahale etmesine onay verdi.

KÖRDÜĞÜM 3: KIBRIS’TA EOKA DARBESİ

Aynı Makarios’un Eokacıların Kıbrıs’ı terk etmesini istemesi, Eokacıların darbesiyle karşılandı. Eokacıların yönetime geçmesiyle önü alınamaz bir katliam tehdidinin belirmesi üzerine Türkiye adaya asker çıkarması gündeme geldi. Acheson’un Turgut Sunalp ve Nihat Erim ile yaptığı özel görüşmeden sarf ettiği “özel olarak dostça söylüyorum, fazla kan dökmeden size ayrılan bölgeyi askeri kuvvetle işgal edebilecekseniz gidip alın. Amerikan 6. filosu karşınıza çıkmaz, tersine sizi korur” sözleriyle Türkiye ABD’nin yaktığı yeşil ışıkla adaya asker çıkarma kararı aldı.

Askeri harekat ile Akdeniz’in ortasında stratejik bir konumda bulunan Kıbrıs’ta NATO’nun askeri varlığı kalıcı hale gelecekti. ABD emperyalizminin Türkiye’ye sunduğu onayın arkasında bu siyasi gerçeğin etkisi yadsınamazdı. Londra’da yapılan görüşmeler ise aslında tamamen bir aldatmacadan ibaretti ve Kıbrıs meselesinin sürüncemede kalması isteniyordu. Uzayan süreçle birlikte artan çatışmalar, günlük basında Kıbrıs meselesinin milliyetçi duyguları körükleyecek biçimde sunulması, kamu oyunu savaşı desteklemek için hazırlayan olaylardı. Sonunda dönemin Dış İşleri Bakanı Turan Güneş’in telefonda sarf ettiği “Ayşe Tatile Çıkabilir” şifreli cümlesi ile Kıbrıs’a askeri müdahale gerçekleşecekti.

GORDİON DÜĞÜMÜ: KIBRIS BARIŞ HAREKATI: AYŞE’NİN HİÇ BİTMEYEN TATİLİ !

1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile Türkiye Kıbrıs meselesini askeri zorla çözdüyse de Kıbrıs meselesi uzunca yıllar Türkiye’nin iç ve dış siyasetini belirlemeye devam etti. Türkiye’nin bu müdahalesi ambargoya maruz kalmasına neden oldu. Ambargonun yan etkileriyle milliyetçilik, sol popülizm ve zaten iyice ivmelenmiş sosyalist solun iç siyasette belirgin siyasal kutuplaşmanın tarafları olması, Kıbrıs Barış Harekatı’nın belirgin siyasal çıktılarıydı. Diplomat Engin Solakoğlu’na göre Türkiye’nin garantör bir devlet olarak adaya askeri müdahalede bulunması, Londra-Zürih anlaşmalarında yer almayan bir durumdu.

1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile Türkiye Kıbrıs meselesini askeri zorla çözdüyse de Kıbrıs meselesi uzunca yıllar Türkiye’nin iç ve dış siyasetini belirlemeye devam etti. Türkiye’nin bu müdahalesi ambargoya maruz kalmasına neden oldu. Ambargonun yan etkileriyle milliyetçilik, sol popülizm ve zaten iyice ivmelenmiş sosyalist solun iç siyasette belirgin siyasal kutuplaşmanın tarafları olması, Kıbrıs Barış Harekatı’nın belirgin siyasal çıktılarıydı. Barış harekatı iki aşamalıydı ilk aşamada Türk birliklerinin güvenli bir cep oluşturarak takviye birliklerin çıkarması planlanmıştı. Askeri birlikler ciddi bir direnişle karşılaşmadan adada güvenli bölgeyi ele geçirdiler. Harekata ara verilmesi ve diplomatik görüşmelerle sorunun çözülmesi, can kaybını azaltmak hedefleniyordu. Hiçbiri olmadı ve İkinci harekatla Ada’nın yarısı ele geçirildi. Ada’nın ele geçirilmesi sırasında harekat planlarının ötesinde ele geçirilen topraklar sonradan koalisyon ortakları arasında tartışma konusu oldu.

Başbakan Ecevit’in görülmemiş bir siyasal desteği arkasına almasına neden olan Kıbrıs Barış Harekatı, aynı zamanda büyük bir göç dalgasını tetikledi. Türkiye adadaki hakimiyetini kendine bağlı bir Kıbrıs Türk Federe Cumhuriyeti’ni 13 Şubat 1975’te ilan ettirdi. Çözümsüzlük politikasının en belirgin savuncusu milliyetçi Rauf Denktaş’ın başa geçirilmesiyle Kıbrıs etnik olarak fiilen ikiye bölündü. Dünyanın neredeyse hiçbir ülkesinin tanımadığı Kıbrıs Türk Federe Cumhuriyeti, kerameti kendinden menkul, Türkiye’nin savunmak zorunda olduğu bir uydu devletçik statüsünde ve çözümsüz bir rubik küpü olarak varlığını devam ettiriyor.

Öte yandan Kıbrıs meselesi dış politikada giderek derinleşen yeni krizlerin ana kaynaklarından biri oldu. Türkiye’nin adaya askeri müdahalesi ve alt emperyalist bir güç olarak davranma isteğine engel olundu.

ABD’nin Kıbrıs savaşında ABD silahlarını kullanması sonucu askeri ve mali “yardımlara” ambargo koymasına karşılık olarak Türkiye’nin ABD üslerini kapatmasıyla kriz zirveye ulaştı. Kriz giderek anti-amerikan ve milliyetçi bir söylemle buluşarak popülizme alan açtı. Bunda elbette Kıbrıs “davası” gibi milliyetçi kamuoyunun ilgisine mazhar olabilecek bir başlığın iç politika malzemesi yapılmasının payı büyüktür. Hemen her lider Kıbrıs meselesini kendi siyasal söylemine dahil ederken, Batı karşıtı milliyetçi-islamcı söylem, bu vesileyle hiç olmadığı kadar popülerleşiyordu. Darbeyle gelen Albaylar Cuntası Kıbrıs Barış Harekatı sonunda çözüldü ve Yunanistan’da parlamenter sistem yeniden restore edildi.

Soğuk savaşta emperyalizmin böl yönet politikasına kurban edilen Kıbrıs meselesi, Türkiye’nin emperyalizmle arasının kısa süreyle de açılmasına sebep oldu .1970’lerin ikinci yarısında ekonomik krizlerin çözümünün önünü tıkayan Kıbrıs meselesi, Türk dış siyasetinin kalıcı açmazına dönüştü ve Kıbrıstaki askeri kontrgerilla pratikleri dolaylı yoldan da olsa 12 Eylül darbesine zemin hazırladı. Emperyalist ambargo siyaseti, karşılıklı restleşmeler Türkiye’nin krediye muhtaç ekonomisinde emperyalist bloğun kredinin karşılığında Kıbrıs meselesinden taviz ve geri adımlar istemleri, krizler silsilesini çözümsüzlüğe ve kaosa sürükledi.

Kıbrıs Barış Harekatı sırasında hükümet ortağı olan MSP’nin çözüm için atılacak siyasi adımları engellemesi, sağ siyasetin milliyetçi-popülist mantığı gereğiydi. Öte yandan MC hükümetlerinin ekonomik alanda yaşadığı başarısızlığı, Kıbrıs meselesini sömürerek örtbas etme çabası, Kıbrıs meselesinin bir iç politika malzemesine dönüştürülmesiyle sağ yığınları mobilize eden bir unsur haline geldi.

Sermaye sınıfının Kıbrıs meselesini Batıya verdirerek çözdürme ve kendisi için gerekli kredilere ulaşma çabası, sorunun bir diğer boyutuydu. Sermaye sınıfının meseleyi ordu ve militarizme havale ederek çözümsüzlüğe sürükleyen MC hükümetlerine desteğini kesmesinin görünür nedenlerinden biri buydu. Kıbrıs meselesi, Türkiye’nin 70’li yıllarına damgasını vuran deyim uygunsa Gordion düğümüydü. Meselenin her boyutuyla yeterince tartışılamaması, Kıbrıs meselesinin zamanla tabu haline dönüşmesine neden oldu. Gordion düğümünün çözümü için yapılan her hamle ve girişim, sorunu daha fazla çözümsüzlüğe sürüklemekle kalmadı, aynı zamanda siyasi tarafları sürekli yeni pozisyonlar almaya zorladı.

“YAVRU VATAN”DA KUTLU ADALI CİNAYETİ: GERÇEK KORKUSU !

Kıbrıs’ın 12 Eylül sonrası KKTC olarak ilan edilmesi, bir kumarhane adası olması ve bölgeye yerleştirilen milliyetçilerin kara para ekonomisinden beslenen bir rant şebekesi oluşturması, adada büyük bir çürüme ve siyasal yozlaşmanın ana kaynaklarını oluşturdu. Bu durum, adanın bölünme sonrası yaşadığı talihsizliklere yenilerini ekledi. Solcu gazeteci Kutlu Adalı gazetesi Yenidüzen’de kültür mirası olan Saint Barnabas Kilisesi’ne düzenlenen soygunu haberleştirdi. Kutlu Adalı’nın karanlık güçler tarafından kiliseye düzenlenen soygunda tarihi değeri olan Saint Barnabas incili çalındığı bilgisine ulaşması, tehdit telefonları almasına neden oldu. Adalı, soygun ile ilgili yazı dizisine devam etti ve soygunda KKTC’nin Sivil Savunma Teşkilat Başkanlığı’nın araçlarını kullanıldığını yazdı. ve 6 Temmuz 1996’da uğradığı silahlı saldırı sonucu katledildi. Adalı’nın fail-i meçhul bir cinayete kurban gitmesi, Kıbrıs’ta özgür basın meselesinin de rafa kaldırıldığının ispatıydı. Adalı’nın öldürülmesinden yıllar sonra mafya lideri Sedat Peker, Kutlu Adalı’nın PKK’lı olduğu yolunda bir yalanla suikastin önce kendisine havale edilmek istendiğini, dolduruşa geldiğini ve kendi yerine kardeşi Atilla Peker’i tavsiye ettiğini açıkladı. Bütün bu bilgilere ve itiraflara rağmen Kutlu Adalı cinayetinin failleri yakalanmadı ve cinayet bir “milli mutabakat” cinayeti olarak tarihe geçti.

Küçük adada büyük bela ise Annan Planı ile Kıbrıs çevresindeki petrol ve doğalgaz yataklarını yağmalamak isteyen emperyalist petro-gaz şirketlerinin tertiplediği 2004 referandumunda evet oyu verilmesi yolundaki devletlu baskı ve yönlendirmeydi. Türk basınının büyük bir coşkuyla katıldığı kampanya AB liberal reformlarıyla demokrasi ve özgürlükler geleceği yanıltmacasına dayanıyordu. Emperylizmin güdümündeki AKP ve bütün sermaye sınıfına bağlı kuruluşların STK’ların yürüttüğü “Yes be Annem” kampanyası, KKTC’de referanduma evet oyu çıkmasıyla sonuçlandı. Büyük liberal dalga, Kıbrıs’ta iki toplum arasında emperyalist patentli Annan Planının barış getireceği yanılgısıyla büyürken, Kıbrıs Rum kesimi referandumda hayır oyu verdi. AB emperyalizmi Kıbrıs Rum Kesimi’nin tam üyeliğe alıp KKTC’yi dışladı. Böylece AB Kıbrıs Rum Kesimi hinterlandındaki kıyı şeridinde ve Akdeniz kıta sahanlığında petrol ve doğalgaz arama çalışmalarını başlattı. Annan Planı ölü doğmuş olsa da siyasi işlevi bakımından Kıbrıs üzerinde emperyalizmin böl ve yönet misyonunun devam ettiğinin ispatıydı.

AKP DÖNEMİNDE KKTC: İSLAMCILAŞTIRMA, BASKI VE KONTROL

AKP döneminde Kıbrıs, tam da Türkiye’deki gibi islamcı bir yeniden inşaya tabi tutuldu. Milliyetçiler sahneden indirilirken yerini siyasal islamcılar alıyordu. Miliiyetçi ve ulusalcıların pek çoğunun adanın satılması olarak yorumladığı bu durum, aslında AKP’nin adayı ticari bir yağma mekanı olarak yağmalamasından başka bir şey değildi. Siyasi islamcı kadroların ada yönetiminde önemli mevkilere zorla atanması, KKTC’ye Cumhurbaşkanlığı Sarayı inşa edilmesi gibi projelerle, KKTC’ye siyasal islamcılığı daha yüksek bir siyasal sistem dayatıldı. KKTC seçimlerine AKP müdahalesinden, KKTC’nin özgün bir siyasi sistem mimarisi kurmasına engel olma politikalarına, Türkiye siyasal sistemde ne kadar olumsuzluk varsa; hepsi KKTC’de yeniden üretildi. Bu siyaset AKP ve Saray rejimi ile “uyum” içerisinde çalışacak Ersin Tatar’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle zirvesine ulaştı.

Elbette KKTC’nin bir kumarhane adası olarak tasarlanması da başlı başına bir tartışma konusuyken, kara para ve fuhuş gibi iki çürütücü kapitalist sektörün kumarhaneciliğe eşlik etmemesi düşünülemezdi. KKTC’de bunların hepsi oldu ve daha fazlası, bütün bunlara online bahis adı verilen devasa bir kara para sektörü de eklendi ! Hatta KKTC bir süre sonra Halil Falyalı gibi yasa dışı bahis yoluyla zenginleşen mafyoz tiplerin mafya hesaplaşmasında ortadan kaldırıldığı bir yere dönüştü. Elbette bu durumdan KKTC’nin kendi özgün, özerk siyasi mimarisini kurmasına engel olan, Kıbrıs’a “yavru vatan” gözüyle bakan milliyetçi patetik siyasetin payı büyüktür.

KKTC akademik yolsuzluğun ve insan kaçakçılığı gibi faaliyetlerin de merkezlerinden biri haline getirildi. Kıbrıs Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nde ortaya çıkan sahte diploma yolsuzluğu bu durumun kanıtıdır. MHP Mersin Milletvekili Levent Uysal’ın eşi Ece Uysal’a ait olan üniversitede basılan sahte diplomalar ile 600 kişiye sahte diploma verildiği ortaya çıktı. Üniversitenin Genel Sekreteri Serdal Gündüz’ün sahte not girişleri yaptığını itiraf ederek ortaya çıkan yolsuzluk enteresan boyutlara vardı. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın korumasının da tutuklandığı yolsuzluk dosyası, aralarında çeşitli mevkilerdeki bürokratların tutuklandığı geniş bir soruşturmaya dönüştü. Tutuklananlar arasında TRT Kıbrıs temsilcisi Sefa Karahasan’ın bulunması, yolsuzluğun Türkiye’de de soruşturulması gerektiği yönünde haklı isteklere neden oldu.

Kıbrıs Barış Harekatı görkemli törenlerle kutlanır, hamasi nutuklar ve resmi ideolojinin açıklamaları birbirini izlerken, büyük bir turizm ve tarım potansiyeline sahip adanın neden hep “yavru vatan” olarak kalacağı Türkiye’den gelecek ekonomik yardımlara bağımlılığı olgusu bu hamasi nutukların arkasında gizlenir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile kapatılan Maraş bölgesi çürümeye terk edilirken, bugün artık hayalet bir kent görünümündedir. Kıbrıs sorununun yarattığı büyük ekonomik yıkımı anlamak isteyenler için Maraş bölgesi ibretliktir. Bir zamanlar dünyaca ünlü sinema yıldızlarının sayfiye evlerinin yer aldığı oldukça popüler ve cazip Maraş, bugün harabedir.

Kıbrıs meselesinin çözümsüz kalması ve kördüğüme dönüşmesi için Rum ve Türk milliyetçilerinin sürekli bir biçimde birbirlerine karşı kışkırtılmaları, emperyalizm için özellikle Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde askeri üslenme imkanı yarattı. Süreklileşen güvenlik krizleri ve çözümsüzlük için izlenen tıkaç siyasetiyle, emperyalizm Filistin-İsrail çatışması ve diğer Ortadoğu çatışmalarına Kıbrıs’taki üsleri üzerinden müdahalelerde bulundu.

50. yaşına girilen Kıbrıs Barış Harekatı, emperyalizmin Türkiye’yi içine çektiği ve adada kalıcı bölünme tuzağı da eleştirel bir analize tabi tutulmaz. Bu eleştirel düşünce ve araştırma yerini resmi ideolojinin safsatalarına, abartılarına ve hamasetine bırakmış olduğundan akademi tarafından da önemsenmez.

Kıbrıs meselesinde sınıflar mücadelesi, etnik milliyetçilik ve emperyalizmin bölgedeki planlarını tartışmaya açmadan yürütülecek her tartışma eksiktir. Yazı, umarız ki bu perspektifleri gözeterek tartışmanın ve belki de emperyalist baskından arındırılmış eşit, özgür Kıbrıs’ın barış içinde bir arada yaşama idealine katkıda bulunur.

2Güvenç, Serpil Çelenk, Solun Merceğinden Dış Politika: TİP Deneyimi 1960-1970, İstanbul, Daktylos Yayınları, 2008, s.146.

3a.g.e s.174.

Diğer Yazılar

AY CARMELA: İSPANYA İÇ SAVAŞI’NA AĞIT

Ümit ÖZDEMİR / 10.02.2025 Fakat bombalar hiç bir işe yaramaz / kalplerin attığı yerde.. Sahnede …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir