Taner Renda / 13.01.2022
Benim fakirliğim, doğduğum gün başlamıştı. Bir kaosun ortasına gözlerimi açmışım. Annemim doğum sancılarının sıklaşması ile babam aceleyle evden sokağa fırlamış ve koşarcasına karakola yönelmiş. Ardından bekçi düdüklerinin yaklaştığını duyuyor ama karakola bir an önce ulaşmanın verdiği telaş ile daha da hızlanmış. Karakola vardığında, kapıda silahlı nöbet bekleyen memura: Karım doğurmak üzere lütfen ambulans” diyebilmiş. Ve o gün annem beni doğurmuş: 12 Eylül 1955.
Kimilerine bu tarih hiçbir şey ifade etmeye bilir. Ama bu ülkenin pek çok şehrinde, özellikle İstanbul’da yüzyıllardır yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi için ise acı, şiddet, ölüm ve yaşamlarının altüst oluşunun tarihidir. Tarihsel gelişim şimdilik bir kenarda kalmak kaydıyla, 6/7 Eylül 1955 tarihlerinde İstanbul ve özellikle de Beyoğlu’nda yaşanan vahşetin sorumlusu Demokrat Parti’de olarak görülse de, asıl failler: Devlet’in bizzat kendisidir. Yeni bir ülke yaratılırken, bu ülkenin yaratılmasına kan ve gözyaşı ile katıda bulunanlar, kısa bir zaman sonra bunun karşılığını baskı, zulüm ve dillerinin/dinlerinin yok edilmesi ile almışlardır.
Netflix’te Kulüp adlı diziyi bitirdiğimde; bölüm bölüm hissettiğim acının çok küçük bir bölümünden çıkarsadıklarımı anlatmayı bir insani görev olarak bildim. Girit’ten gelip, İzmir’e oradan da İstanbul’a yerleşmek zorunda kalan Orhan/Niko’nun yaşadıklarını bütün hücrelerimde hissettim. “Temizlikte” son kalan Rumların, Seferad Yahudilerinin yaşadıklarını, artık son kırk senedir Kürtlere yaşatıyoruz. Bok mu yedirmedik, toplu olarak havadan jetlerle çoluk çocuk insanları mı bombalamadık, evlerini başlarına mı yıkmadık, ölülerini günlerce sokak ortasında çürümeye mi bırakmadık, genç Kürt kadınlarının özellikle askeriyede veya poliste çalışanların tecavüzleri hatta sonrasında öldürülmeleri mahkemelerce neredeyse görmezden mi gelinmedi. Velhasıl, “elimizden gelen” her türden arınmayı Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Türk ve Sünni Müslüman olmayan herkese yaşattık.
(Nitelikli sanat ve tasarımıyla olduğu kadar yarattığı siyasi tartışmalara da kapı aralayan Kulüp dizisinden bir sahne-editör)
Kendine milliyetçi diyen bir parti olan MHP’nin son Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin TBMM’de yaptığı bir konuşmasında: “Sınırlarımızın mücavir alanlarında, dağlarda, mezralarda, şehirlerde, belediyelerde, bürokraside ve gazi Mecliste bölücü teröristleri temizlemedikten sonra rahat bulamayız. Milli bekamız, güvenliğimiz buna bağlıdır. Bayrak inmesin diye yavrularını mezara indiren şehit analarına-babalarına vefa borcumuzu ödemek zorundayız. Biz TBMM’de terörist istemiyoruz. Terör örgütüne eleman devşiren sözde Kürdistan propagandası ile sabırlarımızı kevgire çeviren HDP’yi Türk siyaset ve demokrasi hayatında bir saniye bile görmeye tahammül edemiyoruz. AYM’nin görevini yapmasını bekliyoruz.”
1955’te yapılanlar hem “arınma” hem de sermayenin Türk ve Sünni Müslüman olmayan sermayeden, alınıp, Türk ve Sünni Müslüman olan sermayeye aktarılmasını sağlamak adına yapılmıştı. Bugün yapılanlar ise, Devlet’in kendince müesses nizamını korumak/bekası adına yapılıyor. Elbette buna dünyayı hep gelişmemesi ve değişmemesi gereken bir yapıda olmasını isteyen, gerici ve günün şartlarına göre de faşizan olmakta bir sakınca görmeyen iç politika yapıcılarının yapı taşlarını da eklemek gerekir. Bu bin yıllık rotanın değişmemesi gerektiğini düşünenlerin ufkunda hiçbir zaman demokrasi olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır.
1960 darbesinin en önemli kurmaylarından olan Alparslan Türkeş’in, darbenin dinamiği ile uyuşmazlığı sonucunda, darbe yönetiminden ayıklanınca; onu ilk “keşfeden” ABD ile bağları kurulurken, aynı zamanda Türkiye’nin ilk Gladiyo/Kontrgerilla yapısının da nüveleri atılmış oluyordu. O günden itibaren ülkemizdeki neredeyse bütün terör faaliyetlerinin baş şüphelisi bu parti olmuştu. Göbbelsvari propaganda anlayışı ile sanki kendisi terörün en temel kaynağı değilmişçesine, yaklaşık altı milyon oy alan bir partiye, iktidar ortağı AKP ile birlikte terörist yaftası yapıştırmayı reva görüyorlar. Hatta AKP Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan da aynı saatlerde TBMM’de yaptığı bir konuşmada aynı minvalde asılsız suçlamalar yöneltirken, “Bu teröristlerden oluşan parlamento demokratik bir parlamento olamaz. Şu an Edirne’deki (Demirtaş) en büyük hesabı İmralı’dakine verecek. Zannediliyor ki şu an her yer tozpembe. Onların da kendi içlerinde hesaplaşmaları var, bu hesaplaşmayı yapacaklar” diye ağzındaki baklayı da çıkarıyor.
Tüm bunların bize gösterdiği şey: ülkemizde yeni bir arınma gecesi daha yaşatacaklarıdır. Ve bunu yaparken de Kürdü, Kürde kırdırma taktiğini uygulamak istemeleridir. HDP, TBMM’de yasal bir partidir. İmralı dediği ise yasalara göre yasak bir örgütleme ve onun son genel başkanı veya lideri de Abdullah Öcalan. Yani, yasal olmayan bir örgütlenmeyi, yasal olan bir örgütlenmeye kırdırmak isteniyor. Elbette Kürt insanları için böyle bir çelişki yok ama zaten asıl dertleri de bu değil. AKP+MHP faşist bloğundan uzaklaşan seçmenin gitmemesi gereken adres olarak HDP’yi hedefe koymak suretiyle, can düşmanı haline gelen HDP ve Demirtaş’ı kirletmek istemesi.
İyi de, bunca zaman boyunca “Temizliği/Arınmayı” yaptığımızda biz zenginleştik mi? Evet, sermayenin el değiştirdiği kişiler zenginleştiler. Peki, biz ülke olarak neler kaybettik? Mimar Sinan gibi müthiş taş ustalarını, yüzlerce yıldır birlikte acı ve tatlı günlerimizi paylaştığımız Rum komşularımızı ve düğünlerimizde hala çaldığımız Hava nagila isimli Yahudi halk ezgilerinin tadını kaybettik. Ve en önemlisi de bir arada bir sofrada yemek yemenin lezzetini ve sevincini kaybettik.
6-7 Eylül ile ilgili bir diğer yazarımız Ümit Özdemir’in yazısını okumak için
Soğuk Savaşta Gerici Bir Pogrom 6-7 Eylül