12 Eylül – YazıPortal https://yaziportal.org Resmi İnternet Sayfasıdır Sat, 12 Feb 2022 11:37:37 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.6.2 SİNEMADA 12 EYLÜL: TANK PALETİYLE GELEN NEOLİBERALİZMİN BEYAZPERDEYE YANSIMASI. https://yaziportal.org/2021/09/12/sinemada-12-eylul-tank-paletiyle-gelen-neoliberalizmin-beyazperdeye-yansimasi/ https://yaziportal.org/2021/09/12/sinemada-12-eylul-tank-paletiyle-gelen-neoliberalizmin-beyazperdeye-yansimasi/#respond Sun, 12 Sep 2021 21:52:30 +0000 https://yaziportal.org/?p=5931
@masumlevrek

Neoliberalizmin karşısında küçük insan: Faize Hücum, Namuslu, Banker Bilo

Faize Hücum / Zeki Ökten Film yağma ekonomisinin, 12 Eylül sonrası kurulan neoliberal kapitalizmin etkisiyle kurbanların da birer yağmacıya dönüştüğü, insanların uzun yıllar boyunca çalışarak elde ettikleri birikimlerini bankerlere kaptırmalarının trajik öyküsüdür. Neoliberalizmi spor kıyafeti giydirilmiş bir grup engellinin yaptığı koşu yarışması olarak resmeden yönetmen Zeki Ökten, böylece özgün bir sinemacı yaklaşımı geliştirmiştir. Buradaki gönderme çok açıktır. Bütün hakları elinden alınmış ve dolayısıyla sakatlanmış bir toplumun üyeleri acımasız bir rekabete sokulmuştur. Bu planla Zeki Ökten, neoliberalizmi en iyi betimleyen sahneyi çekmeyi başarmıştır. Küçük memur ve 12 teşekkürlü Kamil Bey (Genco Erkal) karısı, iki kızı bir küçük oğlu ve bir torunundan oluşan ailesini emekli aylığı ile geçindirememektedir. Hemen herkesin köşeyi dönmenin çaresini ararken gösterildiği film, Özal dönemi neoliberaiizminin gerçekçi bir tasvirini sunar. Reklam ve propagandanın etkisinde kalan Kamil Bey tek güvencesi olan evini satarak evin parasını bankere yatırır. Her şeyin yolunda gittiği ilk günlerin ardından, temelsiz ekonomik gidiş banker iflaslarıyla sonuçlanır. Banker ortadan kaybolur. Güvenin yerini korku, saygının yerini nefret alır. Bankerzedelerin yağmaladığı ve Kamil Beyin payına da bir kapının düştüğü banker ofisi, yağmalayanın da yağmalanabileceği 12 Eylül sonrası neoliberal ahlakını gösterir. Faize Hücum’u sınıf atlama sorununu ele alan diğer filmlerden farklı kılan en önemli özelliği, sınıf atlamanın ne denli çılgın bir özleme dönüşebildiğini ve var olan toplumsal düzenin bu özlemi nasıl sömürdüğünü anlatmasıdır.

12 Eylül sonrası yaratılan insan tipini hicveden Ertem Eğilmez imzalı Namuslu (1984) bir mutemet (para taşıyan memur) Ali Rıza’nın (Şener Şen) soyulmasıyla ortaya çıkan süreci ve toplumsal yozlaşmayı gözler önüne serer. Kendine emanet edilen paraları çalmadığını bir türlü ispat edemeyen Ali Rıza bey sonunda delirerek kendisinden bekleneni yapar ve bir dolandırıcıya dönüşür.

Namuslu aynı zamanda paraya, para kazanmaya köşeyi dönmeye yönelik neoliberal ekonomi anlayışının “her koyun kendi bacağından asılır” bireyciliğiyle kendi derdiyle baş başa bırakılmış bir dar gelirli zümresinin ve tüm geleneksel erdemlerin üstünden silindir gibi geçmekte olan ve yalnızca banknotların yeşilinin egemen olduğu yeni bir toplumsal değer dizgesinin iyiden iyiye kendini gösterdiği günümüz Türkiye’sinin de filmi. Yönetmen Ertem Eğilmez, Faize Hücum‘daki Kamil Bey türünden sıradan bir memurun çıldırmasını izletirken, Namuslu’da bir farkla Kamil Bey gibi bir kurban anlatısı yerine Ali Rıza beyin paraları bir türlü çalmadığına bir türlü inanmayan insanların üzerine basarak yükselen bir sömürgeni göstermeyi tercih eder. Bu iki filmi ortaklaştıran film dili, Özal dönemi neoliberal politikalarının kurbanlarını gösterirken sinema dilini karikatüre yakın bir groteskle kurgulamasıdır. Para merkezli monetarist ekonomi politikalarının hicvedildiği bir başka Ertem Eğilmez imzalı 1980 yılında yapılan Banker Bilo filmidir. Yüksek faiz sonucu ortaya çıkan türedi zenginlerin, yükselen değerlerin ve üç kağıtçılığın gözler önüne serildiği film, sıradan dolandırıcıdan Bankerliğe terfi eden Maho ile Bilo arasındaki dramatik çatışmayı gözler önüne serer. Maho 1980 sonrasının yaratmak istediği insan tipini sembolize ederken, Bilo kırdan kente göç etmek zorunda kalan ve bir şekilde hayata tutunmaya çalışan görece daha saf bireyleri sembolize eder. Sonunda Bilo da kurulu düzene ayak uydurarak, masumiyetini yitirir ve o da düzenin istediği Özal’ın “ben zenginleri severim” sözlerinde karşılığını bulan, ahlaksızlığının ta kendisi haline gelir.

Reklam ve tüketim toplumu karşısında insan: Talihli Amele, Ahh Belinda

12 Eylül sonrası popüler kültürün yaygınlaşması televizyon ve açık hava reklamlarının yaygınlaşmasına koşut olarak kadın bedeninin metalaşması ve cinsel bir obje olarak sunumu eşlik eder. Bu durumu en iyi anlatan filmlerden biri olan Atıf Yılmaz imzalı Talihli Amele (1986) tüketim toplumunun bir inşaat işçisi olan Mehmet Ali’yi (İlyas Salman) yaptıklarını izleriz. Sıradan bir inşaat işçisiyken onu pazarlamaya çalışan reklamcılarla, ondan bir “halk kahramanı” yaratmaya çalışan gazetecilerin kavgasında araya sıkışan bireyin ve ailesinin trajedisi aslında mikro ölçekte 12 Eylül’ün birey üzerinde yarattığı tahribatı esprili bir dille tartışmaya açar.

Ahh Belinda (1986) ile Atıf Yılmaz, yine tüketim toplumunun birey üzerinde yarattığı yabancılaştırıcı etkiyi tartışmaya açar. Modern ve başarılı bir tiyatro oyuncusu olan Serap, yemek pişirmek, çocuk doğurmak ve temizlikten ibaret olan kadınlara biçilmiş geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini hor görmektedir. Dönemin şartlarına göre modern bir yaşam sürer. Piyasaya yeni sürülen Belinda adlı şampuanın reklam filminde rol alan Serap, Naciye isimli iki çocuklu tipik bir ev kadınını canlandıracaktır. Çekimler sırasında boyut değiştiren Serap, birden kendini olmak istemediği, kaçındığı geleneksel kadın dünyasının Naciyesi olarak bulur. Serap karakteri üzerinden Atıf Yılmaz, ikiye bölünen bir kadın kişiliğinin yaşadığı şizofreniyle, 12 Eylül sonrası çılgınlık düzeyine varan tüketim toplumunun birey üzerindeki tahribatına yakından bir bakış sunar.

Örneğini verdiğimiz bu filmler, aslında komedi-hiciv dilini kullanarak açık siyasal eleştirinin yokluğunda çürüme ve yozlaşmanın insan ve toplum ilişkilerine nasıl yansıdığını göstererek dönemin kültürel-siyasi atmosferi hakkında fikir verir.

12 Eylül karşısında Güvencesizler: At, Bir Avuç Cennet, Yusuf ile Kenan, Züğürt Ağa, Düttürü Dünya

1981 yılın yapımı Ali Özgentürk imzalı At, köyde başlayan sömürünün, daha acımasız bir biçimde kentte devam edişini anlatır. Neoliberal ekonomi politikalarının sonucu köydeki evini ipotek ettirerek kente göç etmek zorunda kalan Hüseyin (Genco Erkal) ve oğlu Ferhat’ın (Harun Yeşilyurt) karşısında yoksulları dışlayan acımasız bir İstanbul vardır. Filmde bu iki karakterin işportacılık yaparak sürdürdükleri geçim mücadelesini ve hayatta kalma çabalarını izleriz. 12 Eylül sonrası izlenen neoliberal politikaların güvencesizliğe sürüklediği ikili, evleri de olmadığından işporta tezgahı üzerinde uyumaktadırlar. Filmin karamsar, fakat bir o kadar da gerçekçi anlatısı ve İstanbul’a göç edenlerin hayallerinin yıkılmasını sembolize eden ölü beyaz at sahnesiyle 1980 sonrası güvencesizliğin (prekarite) anlatan ilk film olması nedeniyle önemlidir. Muammer Özer imzalı Bir Avuç Cennet (1985) filminde daha iyi koşullarda yaşamak üzere kente göç etmek zorunda kalan ancak İstanbul’da yanında kalacağı akrabalarının uzun zaman önce öldüğünü öğrenince kendi çözümlerini üretmek zorunda kalarak hurda bir otobüsü eve çeviren bir ailenin öyküsü anlatılır. Kente tutunmaya çalışan yoksulların ve güvencesizlerin çabası çevre sakinlerinin “görüntü kirliliği” yarattığı şikayetleriyle engellenir. Filmin dramatik çatışmasının en yoğun olduğu sahnesinde ailenin ev olarak kullandığı hurda otobüs bir vinçle kaldırılır. Ancak gidecek başka bir yeri olmayan aile bu kez bir çadır kurarak yaşamaya devam eder. Halit Refiğ imzalı Gurbet Kuşları’nın aksine Bir Avuç Cennet’te resmedilen ailede yönetmen Muammer Özer, kente tutunmak için ellerinden geleni yapan bir ailenin dayanışmasını izletir. Köyden kente göçün yarattığı konut sorunu ve konut güvencesizliğinin kültürel-ekonomik boyutlarını anlatan Bir Avuç Cennet, neolibeal çağda bu soruna eğilen belki de tek filmdir. Senaryosunu Onat Kutlar’ın yazdığı Ömer Kavur imzalı Yusuf ile Kenan (1979) babaları kan davası cinayetine kurban giden iki çocuğun can kaygısıyla göç edişlerinin öyküsü anlatılır. Amcaları Ali’yi bulmak için hiç bilmedikleri İstanbul’a gelen çocuklar, amcalarını bulamadıları gibi kirli işler çeviren “böcek” lakaplı bir çocukla tanışırlar. Böcek, Yusuf’u “çarpık” lakaplı kirli işler çeviren bir gençle tanıştırır. Aç kalmamak için suça sürüklenen Yusuf’un aksine Kenan çırak olarak bir işe girmeyi başarır. Yusuf ile Kenan ile Ömer Kavur, bozuk düzenin kurbanları olarak suça sürüklenen çocukları öykülerken, aynı zamanda suç ve suçlunun hiyerarşik bir biçimde sağcı-ülkücü mafyaya kadar uzanan bağlantılarını da gözler önüne serer. Gerçekçi tutumu ve Nazım Hikmet’in şiiri ile son bulan film, çocukları koruyan bütün bağların çözülmesiyle yarattığı yıkımı da izleyiciye aktarır.

Zeki Ökten imzalı Düttürü Dünya (1986) Dütdüt Mehmet, (Kemal Sunal) geceleri pavyonda klarnet çalarak geçimini sağlayan müzik emekçisini tipler. Akşamları işe giden sabahın ilk saatlerinde eve dönen Mehmet, kazandığı paranın yetmemesi üzerine otobüs duraklarında çakmaklara gaz doldurarak ek gelir elde etmeye çalışır. Mehmet, eşi, lisede okuyan kızı, engelli oğlu ve küçük kızı ile yaşadığı ev, sahibi tarafından müteahhite verilmiştir. Evin bir an önce boşaltılacak olması dramatik çatışmanın ana eksenini oluşturur. Mehmet ev ararken bir yandan da kaset doldurarak ünlü bir müzisyen olmanın hayallerini kurmaktadır. Güvencesizliğin kıskacındaki müzisyenleri tipleyen Mehmet, mahalledeki bütün evler yıkılırken klarnet çalar. Evleri yıkılan halkın çalan müzikle eğlenmesi bir bakıma 12 Eylül sonrası yaratılan çılgınlık atmosferinin eleştisidir. Bütün toplum üzülmesi gereken yerde eğlenebilmektedir. Düttürü Dünya, Yılmaz Güney’in Umut filminden sonra yeni gerçekçi akımın Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden biri olmasıyla müstesna bir yere sahiptir.

Nesli Çölgeçen imzalı Züğürt Ağa (1985) kırsal feodal toplumsal yapının çözülüşünü ironik bir dille aktarır. Neoliberalizm karşısında çözülen feodalizmi sembolize eden Ağa, marabaları tarafından dolandırılır. Bir ağanın neoliberalizmin yarattığı ahlaksız insan tipi karşısında yenilgisi ve serbest düşüşünü anlatan Züğürt Ağa ile Nesli Çölgeçen çeşitli tip ve karakterleriyle dönemin siyasi kültürel atmosferini beyazperdeye başarıyla yansıtır. Ağanın serbest düşüşünün son noktasında çizmelerini satarak terlikle çiğ köfteci bir güvencesize dönüşmesi meldramatik etkiyi zirvesine taşır ve filmin sinema izleyicisi açısından unutulmazlar arasında yer edinmesine sebep olur.

Yol (1982) Filmiyle Yılmaz Güney özgürlüğün çok yanılsamalı birşey olduğunu bize bir kez daha gösterir. Bunu yaparken Türkiye toplumunu oluşturan maddi ve ideolojik birikimleri gerçekçi üslupta aktarmayı başarır. Bugün sinema sanatından biraz olsun anlayan insanlara “en başarılı 12 Eylül filmi nedir ?” diye sorsanız herhalde müttefiken Yol filmini gösterir.

Neden öyledir ? Çünkü bayram izni dolayısıyla serbest bırakılan bütün mahkumlar artık yeni ve daha büyük bir hapishanededir. Üstelik Türkiye denilen bu hapishanenin görünür duvarları yoktur. Görünmeyen duvarları ise feodal gerici kadın-erkek ilişkileri, Kürt illerinde artan baskı sonucu dozu süratle yükselen devlet şiddeti karşısında genel suskunluk ve kan davasının trajedisiyle işlenen bir töre cinayeti.

Seyit Ali, (Tarık Akan) kendisini aldatan karısı Zine’yi (Şerif Sezer) töreye göre öldürmek zorundadır. Ancak Seyit Ali Zine’yi hala sevmektedir. Ne yapacağını bilemeyen Seyit Ali’nin Zine’ye yaptırdığı zorlu yolculuk, sert hava koşulları nedeniyle ölüm yolculuğuna dönüşmek üzeredir. Doğa şartları tıpkı içinden geçilen darbenin sert siyasi atmosferi gibi zorludur. Seyit Ali, karda uzunca bir yürünen yol sonucu bitkin düşen ve donarak ölmek üzere olan karısı Zine’yi kurtarmak için son bir çabayla onu kırbaçlasa da başarısız olur. Seyit Ali’nin dramatik çatışması baskıcı töre ahlakı ile duyguları arasındaki çelişkiden beslenir. O’nun ikilemi ve filmin ana dramatik çatışmasını ve örgüsünü ortaya çıkarır. Güney’in politik sinemasının ince işçiliği bu dramatik çatışma üzerine inşa edilir: Şartlar ne kadar kötü olsa da insanın içinde her zaman onu diri tutan insani bir yön vardır.

Diğer yandan sembolik anlatı stratejisiyle Yol, sürekli dişi ağrıyan Seyit Ali’nin dişinin ağrısını geçirmek için ilkel bir yöntem olan dişin dibindeki iltihabın dağlanmasına izin verir. Ağrıyan diş ile sembolize edilen özgürlük talebi ve çok eski ilkel bir yöntem olarak dağlama yani 12 Eylül baskısına rağmen dişin ağrısının tekrarlaması ile Yılmaz Güney, özgürlük talebinin şiddet yoluyla bastırılsa bile günün birinde yeniden kendini üreteceğini bildirir.

Yol, 12 Eylül faşizminin baskısı nedeniyle yapımından ancak 17 yıl sonra Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney’in çabalarıyla sinema seyircisiyle buluşabildi. Uzunca yıllar yasaklı kalmasının etkisiyle filme ilgi çok büyüktü. Bununla birlikte Yol, politik bir süreklilik içindeki Yılmaz Güney sinemasında bu sürekliliğin içinden kopuşuyla yeni bir seviyeyi işaret eder. O seviyede, politik bir filmde olması gerektiği kadar gerçekçi bir tutum, çelişkilere ve toplumun sosyolojik yapısına odaklanan sinema dilliyle Yol, politik Türk sinemasında yeni bir tanıma yükselir: Yanılsama ve gerçekliğin diyalektik bütünlüğü..

12 Eylül Sinemasında Kadın: Patrikarya ile tüketim toplumu arasında

Dönemin kadını ele alan, kadın konulu filmlerinin öne çıkan ortak özelliği kadın meselesini tartışmayı birden çok toplumsal cinsiyet rolü çerçevesinde ele almasıyla çeşitlenir.

Teyzem: Erdemle Kırbaçlanan Kadın !

Bunların arasında 1986 yapımı Halit Refiğ imzalı Teyzem (1986) filmi dönemin kültürel kodlarını sergilemesi bakımından hayli ilginçtir. Filmin baş karakteri Üftade (Müjde Ar) küçük yaşta uğradığı tacizin travmatik etkisiyle sürekli beklenti ve hayaller içinde savrulan kadın karakteri sembolize eder. Filmin odak noktasında yer alan Üftade’nin varoluş sancısı, ondan beklenen çocuk sahibi olma ve ona zorla giydirilen toplumsal cinsiyet rolleri ile sürekli çatışıyor olması, filmin dramatik altyapısını oluşturur.

12 Eylül sonrası kurulan ve kutsanan kutsal aileyi çeşitli tip ve karakterler üzerinden anlatan senarist Ümit Ünal, evin ablası rolündeki ismiyle müsemma Azade (Ayşe Demirel) ile aile baskısından “akıl sağlığı” ve özne konumunu korumayı bilen kadın karakteri tipler. Evin diğer bireyi Niyazi (Niyazi Bilgiç) hayalleri peşinde koşan bir müzisyendir. Niyazi sınıf atlamayı başaramaz ve bir müzeye bekçi olur. Üftade evde koca bekleyen ev kızıyla geleneksel-muhafazakar ailenin kadından beklenen rollerini simgeler. Evin üvey babası Recep, (Mehmet Akan) üniformalı fotoğrafları ve aşırı dindar yaşam tarzıyla 12 Eylül rejiminin evdeki patriyarkal temsilcisidir. Evin annesi Semiha karakteri (Tomris Oğuzalp) otoriter babanın Üftade’ye yönelik baskısına kayıtsız kalarak bir anlamda 12 Eylül sonrası şiddetle paralize olmuş ve felç olmuş apolitizmini sembolize eder.

Filmin odak noktasındaki Üftade (Müjde Ar) kaçış noktaları filmde en az olan karakter gibi görünmesine rağmen, savrukluğunun verdiği cesaretle oyunlar oynar. Sevgilisiyle buluşur, bunun için yeğeni Umur’la olan samimi ilişkisini kullanmaktan kaçınmaz ve kendine ait bir egemenlik alanı yaratır. Baskıcı evin hem içinde hem de dışında yer alır. Teyzem’de filmin iç ve dış mekanı olan ev, baskıcı bir mekan tahayyülüdür. Filmin çocuk karakteri Umur, (Ümit Ünal) evin dışında doğduğu için evde Üftade’yi hedef alan baskının yarattığı kötülüklerden bağımsız bir anlatıcı, aktarıcı rolündedir. Üftade karakterinin kaçış noktası evin içinde kendine ait yarattığı gizli bir alanda düşüncelerini, duygularını kayıt altına aldığı mektupları ve günlükleridir. Bu kayıtlar, otoriteyi sembolize eden Recep karakterinden bağımsız bir özgürlük alanı yaratır. Üftade’nin ilk arzusu, evin otoriter babasında kaçma-sakınma arzusuyla; aynı anda sevdiği adama Erhan (Yaşar Alptekin) duyduğu arzuyla filmin melodramatik olay örgüsünün motifleri oluşur. Üftade’nin baskıdan kurtulmak için bir oyun haline getirdiği Umur ile sevdiği erkek olan Erhan arasında yaşadığı yer değiştirme oyunu giderek psikolojisini etkiler. Hayaller ve sanrılar arasında bocalayan ve derdini anlatacak kimseyi bulamayan Üftade, sonunda delirir ve sanrısının zirvesinde kendisini beklediğini zannetiği Erhan’a doğru koşarken bir otomobilin altında kalarak can verir. Yönetmen Halit Refiğ, Semiha (Tomris Oğuzalp) karakterinin filmin sonlarında felç geçirerek konuşma yetisini yitirmesiyle, 12 Eylül sonrası yapılan kötülüklere suskun kalan geniş toplum kasimlerinin varacağı noktayı gösterir gibidir. Teyzem filmi ile Halit Refiğ-Ümit Ünal ikilisi, ataerkil aile düzenini ve aile baskısını tartışmaya açar. Teyzem, 12 Eylül sonrası rejimin desteklediği ataerkil-kutsal aile düzeninin beyazperdeye gerçekçi bir yansımasıdır. Halit Refiğ’in insan psikolojisini belirleyen ana vektörün içinde yaşadığı toplum ve sosyal çevresi olduğu yaklaşımı filmi kendi filmografisinde müstesna bir yere oturtur.

12 Eylül Sinemasında bir insanlık suçuna bakış: işkence anlatısı.

Muammer Özer’in 1988’de çektiği ancak sansür nedeniyle 27 yıl sonra İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilebilen Kara Sevdalı Bulut adlı film, 12 Eylül’de işkence gören eski bir sendikacı Sibel (Zuhal Olcay) yaşadığı travmanın evine, hayatına ve eşi ile olan ilişkisine yansımasını konu edinir. İşkence ve baskının insan ruhunda ve yakın çevresinde yarattığı etkileri açıkça eleştirme cesaretini gösteren bu filmiyle Özer, kendi ifadesiyle işkencenin insanı nasıl insanlıktan çıkardığını anlatır. Film, Sibel’in gözaltındayken uğradığı tecavüz sonucu yaşadığı gebeliğin de etkisiyle travmatize olan Atilla karakterinin durumunu da izleyicisine yansıtır. Atilla karakteri aynı zamanda evdeki patrikaryal devleti sembolize eder. 12 Eylül sonrası yaşanan dejenerasyonda ortaya çıkan insan tiplerinden muhbir vatandaşı canlandıran Esma karakteri baskı, işkence ve korku iklimi nedeniyle yoldaşlarını polise ihbar etmek zorunda kalmıştır. Masal anlatısıyla başlayan ve biten film, kendisi de bir işkence mağduru olan Muammer Özer’in sanatçı ve aydın sorumluluğuyla çektiği 12 Eylül sinemasının yüz akı filmlerinden biridir.

(Kara Sevdalı Bulut)

İşkence mağdurlarını konu alan bir başka film Zeki Ökten imzalı Ses (1986) işkence görmüş bir gencin (Tarık Akan) kasabada tanıştığı Şermin (Nur Sürer) karakteriyle yaşadığı yakınlaşmayla ilerler. Dramatik çatışma genç adamın kendisine işkence yapanın sesini tanımasıyla başlar. Ses ve hafızanın diyalektik ilişkisinden yürüyen film anlatısı, işkence mağduru ile işkencecinin yüzleşmesi gerilimiyle temposunu yükseltir. Yönetmen Zeki Ökten, sesin hafızada açtığı ize bakarak insan bedenini ve psikolojisini derinden etkileyen işkence olgusunu tartışmaya açar.

12 Eylül’de devletin faşist terörünün en yaygın ve yoğun biçimde uygulandığı Diyarbakır Cezaevi’ndeki hak ihlallerini anlatan Muhammet Arslan imzalı Kanlı Postal (2015) günlük hayatın işkenceye, mahkumların birer savaş esirine dönüştüğü, işkencenin dayanılmaz boyutlara ulaşmasıyla dört tutsağın (Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner) protesto için kendilerini yakarak ölmelerine neden olan Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları anlatır. Film, oyuncularının üstün performansları ve yaşananlara sadık tutumuyla olan bitenden habersiz seyirciyi zorlasa da, Kürt meselesinin ana kaynaklarından birinin anlaşılmasına sunduğu katkıyla ve 12 Eylül’ün insanın kişiliğini yok etmeye yönelen işkence laboratuvarı Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları olanca yalınlığıyla aktarmayı başarıyor.

(Kanlı Postal 2015)

Ömer Uğur imzalı Eve Dönüş (2006) apolitik işçi Mustafa (Mehmet Ali Alabora) ile eşi Esma (Sibel Kekilli) aldıkları televizyonun taksidini ve çocuklarının bakımı dışında pek dertleri olmayan ortalama ailenin darbe sonrası alt üst edilen hayatlarına odaklanır. “Şeyhmuz” kod adıyla bir örgüte üye olmakla suçlanan Mustafa, işkenceye maruz kalır. 12 Eylül’ün yarattığı baskı ve korku ikiliminden apolitik bile olsa her insanın nasibini alabileceğini anlatan Eve Dönüş, iddiasız, yalın ve gerçekçi yaklaşımıyla 12 Eylül’ün işkence temalı filmlerinden biridir.

Eve Dönüş (2006)

Sırrı Süreyya Önder imzalı Beynelmilel (2006) benzer bir anlatı stratejisi izler. Önder, Adıyaman’da müzik yapan Gevende adlı bir müzik grubunun başından geçenlerle 12 Eylül askeri diktatörlüğünün bu kez Anadolu’da yarattığı baskıcı iklimin kodlarını aktarır. Trajikomik anlatısıyla Beynelmilel, Gevende’nin düğünlerin yasaklanması ve sokağa çıkma yasağı ile düştüğü geçim sıkıntısına karşı alternatif çözüm olarak yörenin sıkıyönetim komutanının kendilerinden bir askeri bando yaratmasıyla dramatik olay örgüsü biçimlenir. Adıyaman’ın devrimcileri Haydar (Umut Kurt) bölgeyi ziyaret edecek olan askeri konsey üyelerine bir protesto eylemi düzenlemek için Gevende’leri kullanır. Dramatik çatışma ve olay örgüsünün ana eksenini oluşturan protesto hazırlığı Gevendelerin askeri konsey üyelerinin ziyareti esnasında çaldığı Enternasyonal marşı ile krize ve grup üyelerinin tutuklanmasına neden olur. Babası Abuzer (Cezmi Baskın) ile birlikte göz altına alınan Gülendam (Özgü Namal) babasının işkenceye götürülmesine şahit olur. Babasından bir daha haber alamayan Gülendam’ın yıllar sonra Kızılordu korosunun İstanbul’da vereceği konser haberini televizyonda gören ve o esnada çalan Enternasyonal marşını soran kızına “babamın bestesiydi” sözleriyle yanıt vermesiyle dramatik anlatı zirvesine ulaşır. Seslerin insan hafızasında yarattığı etki Sırrı Süreyya Önder’in Beynelmilel’in de de karşımıza çıkar.

İncelediğimiz filmler, 12 Eylül sonrasının çeşitli toplum katmanlarında yarattığı etkileri ele alması bakımından çeşitlilik arz ediyor. Bu yazının haricinde kalan başka filmlerin de olduğu gerçeği bir yana, seçtiğimiz filmlerin tamamının ortak özelliği, toplumun bağrında gelişen ve askeri darbe sonrası yaşananlara yakından bakmasıdır. Bununla birlikte Hilmi Maktav’ın  “12 Eylül bütün ülkeyi Kenan Evren’in komuta ettiği bir kışlaya çevirdiğinde, ceza evlerine gönderilenler arasında yönetmenler, oyuncular da vardı. Ama askeri darbenin mağdur ettiği solcu kahramanlar, film karelerine, bir kez bile “ordu” ve “darbe” sözcüklerini kullanmadan, orduyu eleştirmeden, sadece sol geçmişleriyle hesaplaşarak girebildiler. Bugün bile 1970 sonrasında doğan ortalama seyircinin darbe yıllarında geçen bu filmleri izleyip ne olduğunu anlamasının imkanı yoktur. Niçin girmişlerdir cezaevlerine o kahramanlar, niçin işkence görmüşlerdir ve niçin filmin kötü adamının dışında, başta cuntacılar olmak üzere hiçbir kurumla hesaplaşma gereği duymamışlardır?” eleştirisi 12 Eylül filmlerinin büyük eksikliğini dile getirir. Bir başka açıdan ise 12 Eylül ve sonrasını anlatan pek çok filmde şiddetin asli faili olarak devletin kolluk kuvvetlerinin (asker ve polis) uyguladığı şiddet, bir iki istisna hariç, genelde dolaylı ve ima yoluyla anlatılmış ve böylece şiddeti uygulayan sistemin öznelerinin kimler olduğu netleşmemiştir.  Filmlerin asıl hikayesi darbe olmakla birlikte, bu konu adeta bir tabu gibi yeterince açıklıkta yansıtılamamış, anlatı stratejisi, genelde faşist darbenin birey üzerindeki etkileriyle sınırlandırılmıştır. Filmlerin anlatısındaki bir başka ortak yön ise solcuların “haksızlığa uğramış acılı insan” vurgusudur. Bu vurgu, 12 Eylül faşizmini hazırlayan koşulların bütünüyle kavranmasına engel olmuş ve bir bakıma 12 Eylül öncesini suçlayan devletin resmi ideolojisinin yeniden üretimine dolaylı yoldan katkıda bulunmuştur. 12 Eylül faşizminin yarattığı bütün çürüme ve yozlaşmanın varlığını sürdürdüğü günümüz Türkiye’sinde 12 Eylül üzerine çekilen filmlerde yönetmenlerin seyirciye 12 Eylül’ü yaratan koşullarla yüzleşmesi, hesaplaşması ve sorgulanabilmesine aracı olması beklenir. Toplumcu sinemanın azalan etkisi, 12 Eylül’den günümüze kadar uzanan baskıcı iklimin yerini özgürlükçü bir demokrasiye ve insan haklarının egemen olduğu hukuk rejimine bırakmamasının yarattığı tahribatla beraber düşünüldüğünde yazımızın etkisi anlaşılacaktır.

]]>
https://yaziportal.org/2021/09/12/sinemada-12-eylul-tank-paletiyle-gelen-neoliberalizmin-beyazperdeye-yansimasi/feed/ 0
EMPERYALİZM VE EYLÜL ASKERİ DARBELERİ : 11 EYLÜL 1973 ŞİLİ VE 12 EYLÜL 1980 TÜRKİYE https://yaziportal.org/2021/09/11/emperyalizm-ve-eylul-askeri-darbeleri-11-eylul-1973-sili-ve-12-eylul-1980-turkiye/ https://yaziportal.org/2021/09/11/emperyalizm-ve-eylul-askeri-darbeleri-11-eylul-1973-sili-ve-12-eylul-1980-turkiye/#respond Sat, 11 Sep 2021 10:08:36 +0000 https://yaziportal.org/?p=5902 Yazarımız Mustafa Durmuş’un bu makalesi, daha önce özgürdenizli (www.ozgurdenizli.com) da yayınlandı. Makaleyi yazarımızın izniyle yeniden yayınlıyoruz.

11 Eylül bundan 47 yıl önce Şili’de demokratik yollara iktidara gelmiş olan Sosyalist Başkan Allende ve Hükümetine karşı CIA tarafından organize edilmiş ve faşist General Pinochet öncülüğündeki Cunta tarafından yapılan kanlı darbenin yıl dönümü.

12 Eylül ise, yine CIA tarafından organize edilmiş olan, yerli büyük sermaye tarafından da desteklenen ve faşist General Kenan Evren öncülüğündeki Cunta tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askeri darbesinin 40. Yıldönümü.

12 yılda 15 darbe

Bu darbelerle birlikte 1973-1985 tarihleri arasında başta Latin Amerika olmak üzere Uzak Doğu ve Orta Doğu coğrafyasında 15 civarında askeri darbe gerçekleşti. Ardından askeri diktatörlükler iş başına geldiler.

Bu darbelerin neden olduğu insani kayıplar, sosyal kayıplar ve ekonomik kayıplar ve nedenleri üzerine şu ana kadar çok şey yazıldı (bunlardan biri de tarafımca yazılmış olan “12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün Ekonomi-Politiği” adlı bir kitapçık. Bu çalışma Memleket Siyaset Yönetim Dergisi’nin 2011 /15 sayısında aynı adla yayımlandı).

Yazıya bu darbeleri bir başka bağlamda ele alan bir kitaptan (1) bazı alıntılar yaparak başlayacağım.

Ulusal kalkınma stratejisine karşı askeri darbeler

Kitabın yazarı J. Hickel’in bu darbelere ilişkin temel çözümlemesi şöyle özetlenebilir: Bu darbelerin yapıldığı ülkelerde sömürgecilik sonrası döneme denk düşen ulusal kalkınmacı strateji ve politikaların uygulanması ABD emperyalizmine ve batıya büyük rahatsızlık verdiğinden batı bu darbeleri organize etti ya da kışkırtmıştır.

Buna göre; İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşen sömürgecilik sonrası dönemde Afrika (özellikle de Gana ve Mısır ) bir tür Afrika sosyalizmini denerken, Hindistan ve Doğu Asya’da benzer uygulamalar görüldü, buralarda bebek sanayiler kuruldu. Bunlar batılı ülkelere karşı yüksek gümrük tarifeleri uyguluyor, yabancı sermaye kontrolü yapıyor ve yabancıların özel mülkiyeti edinmesini kısıtlıyordu.

1960-1970’leri kapsayan bu “kalkınmacı dönemde” azgelişmiş ekonomiler yılda ortalama yüzde 3,2 oranında büyüdüler. Bu, sanayi devrimi döneminde batı ekonomilerinin büyüme hızlarının 2-3 katı ve sömürgecilik döneminin sömürge ekonomilerinin büyüme hızının ise 6 katından fazlaydı.

Böylece gelir ve servet uçurumu azaldı. Öyle ki Latin Amerika’da en zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki servet farkı yüzde 22 oranında azaldı, toplumsal refah arttı.

1960 yılında ABD’de ortalama kişi başı gelir Doğu Asya’dakinden 13,6 kat fazlayken, bu oran 1970’lerin sonlarında 10,1 kata geriledi (yüzde 26 düzelme yaşandı). Güneyin yükselişi aynı zamanda Birleşmiş Milletler nezdinde UNCTAD’ın kurulmasıyla sonuçlandı.

Musaddık, Sukarno, Allende…

Yazara göre, bu gelişmeler batı ve ABD için tehlike arz ediyor ve darbeler çağının da önünü açıyordu. Öyle ki 1953 yılında ABD’de Eisenhower Başkan olduğunda, “kalkınmacılığı komünizme açılan yol olarak” niteleyip lanetlemişti. Bu tutum darbeler dönemini başlattı. İlk hedef İran ve Musaddık oldu. CIA darbesiyle Musaddık devrildi ve yerine Şah Pehlevi getirildi.

(Ulusal kalkınmacı bir programı savunan İran lideri Musaddık)

Guatemala’dan Brezilya’ya kadar birçok Latin Amerika ülkesinde United Fruit Company gibi büyük Amerikan şirketlerine toprak, arazi gibi imkân ve imtiyazlar sunan yerli diktatörler korunurken, kalkınmacı paradigmaya yönelenler birer birer devrildiler.

(Amerikancı darbe ile devrilen Guatemala’nın solcu halkçı lideri Arbenz-editör)

Guyana’da, o ana kadar seçilmiş ilk Marksist devlet başkanı 1953 yılında Britanya tarafından devrildi. Küba’daki 1961 yılında Castro’ya karşı yapılan Domuzlar Körfezi çıkartması ise başarısız kaldı.

Endonezya’da CIA, IMF politikalarına karşı çıkan ve yoksullardan yana yeniden bölüşüm programlarını başlatan Sukarno’yu devirmeyi amaçlayan General Suharto’ya destek verdi. ABD askeri destek ve istihbarat desteği sundu. Suharto böylece 1965 yılında yüzyılın en kanlı iç savaşını başlatarak 500 bin ila 1 milyon arasında Sukarno taraftarını katletti. 1967’de Suharto kontrolü tamamen ele geçirdi.

1966 yılında Gana devlet başkanı bir askeri darbe ile devrildi ve ekonomi IMF ve Dünya Bankası’na teslim edildi.

Bu arada, 1940-1950’lerde ABD’de gelir vergisi oranları yüzde 90’a yaklaşmıştı. Bu dönem söylenenin aksine en yüksek büyüme oranlarının da elde edildiği, aynı zamanda reel ücretlerin yüksek, sendikalaşma oranının yüzde 35’leri aşarak tarihsel zirve yaptığı bir dönemdir.

Hayek ve Friedman devrede: Neo-liberalizm

Bu gelişmeler sonucunda gelir ve servetten aldığı paylar göreli olarak azalan sermaye sahibi seçkinler çareyi Hayek ve Friedman’a sığınmakta buldular. Bu iki sağcı 1947 yılında diğer sağcı entellektüeller ve politikacılarla birlikte Mont Pelerin Topluluğunu kurdu.

Friedman’a göre, enflasyon ve işsizliğin nedeni piyasaların gerçekten serbest olmamasıydı. Bu nedenle de devlet müdahaleciliğine son verilmeliydi. Ancak serbest piyasaları sadece ekonominin yasalarıyla değil, demokrasi ve özgürlük değerleriyle ilişkilendirdiğinden Friedman’ın fikirleri oldukça güçlü bir görünümdeydi (örneğin Kapitalizm ve Özgürlük adlı kitabı).

Friedmancılara göre sadece Keynesyenler değil, komünistler, sosyal demokratlar ve Güney’deki kalkınmacılar da ulusun düşmanıydılar. Bu iki sağcı akademisyen fiyat kontrollerine, asgari ücret yasalarına ve yoksullara verilen sübvansiyonlara karşıydılar.

1929’da patlak veren Büyük Depresyon’la birlikte etkisini yitiren klasik liberalizmi yeniden canlandıran bu iki akademisyenin öncülüğünü yaptığı bu ideolojinin adı neo-liberalizm oldu. Neo liberaller, emekçilere verilen sübvansiyon ve diğer devlet desteklerine karşı iken, zenginleri ve büyük şirketleri koruyan düzenlemelerden ve teşviklerden yanaydılar. Şikago Okulu ise sağcıların 1970’lerdeki mabedi idi.

Şili: neo-liberalizmin ilk denek’i

Şili uygulamaları neo-liberalizmin ilk uygulamalarıdır. Neo liberal uygulamalar asgari ücret yasasını çıkartan, ekmeğin fiyatını düşüren, ücretsiz öğrenci yemeği veren, düşük gelirlilere konut imkânı sunan, işçi sınıfının kamusal ulaştırmadan daha fazla yararlanmasına imkân veren, bakır madenlerini kamulaştıran, köylülere yeniden toprak dağıtan, sömürgeci Latifundia sistemine son veren Allende Hükümetine karşı CIA destekli Pinochet darbesi ve askeri diktatörlüğünün ardındaki ekonomik ve sosyal program olarak hayata geçirildi.

Darbecilere Britanya yapımı savaş uçakları da Başkanlık sarayını bombalamak suretiyle destek verdi. Darbe ile birlikte CIA’nın fonladığı bir grup Şilili ekonomist (Şikago Üniversitesi Mezunları- Şikago Çocukları diye bilinirler) yeni rejimin ekonomik programını oluşturmakla görevlendirildiler. Bunların rehberi ise Friedman’ın Kapitalizm ve Özgürlük adlı kitabıydı.

Programın ilk etkileri enflasyonun yüzde 341’e, ekonominin resesyona ve işsizliğin yüzde 19’a yükselmesiyle görüldü. Sonraki yıllarda devasa bir özelleştirme başlatıldı. 500’den fazla kamu işletmesi (bankalar dâhil) özelleştirilerek satıldı. Okullar ve sosyal güvenlik sistemi özelleştirildi, tarifeler kaldırıldı, fiyat kontrollerine ve gıda sübvansiyonlarına son verildi. Sosyal hizmetler için bütçeden ayrılan pay yarıya düşürülürken, ordunun payı artırıldı.

(Şili’de özgün bir sosyalist devleti kurmaya çalışırken Amerikacı faşist darbe ile devrilen Şili Başbakanı Salvador Allende-editör)

Türkiye: 12 Eylül 1980 askeri darbesi

12 Eylül tarihi ise şu ana kadar Türkiye’de yapılmış en kanlı darbenin 40. Yılında olduğumuzu bize anımsatıyor. 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbe ülkenin son 40 yılını da belirlediği gibi, birçok yönüyle belirlemeye de devam ediyor.

Darbelerin ekonomik ve politik nedenleri

Öncelikle, yukarıda yer verilen kalkınmacı perspektiften darbe değerlendirmesi biçiminde özetleyebileceğimiz yaklaşıma tekrar dönelim.

Bu yaklaşıma göre; sömürgecilik sonrası dönem olan 1960 sonrası yıllarda iktidara gelen bazı ulusal kalkınmacı yönetimler, emperyalist ülkelerin çıkarlarına ters düşen strateji ve politikalar izlemeye başladıkları için, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler tarafından düşman olarak ilan edildiler ve bu yüzden de CIA destekli askeri darbelerle devrildiler.

Bu noktada şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor: 1960 sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde ABD emperyalizminin ve NATO’nun payı çok büyük olduğu çok açık. Çünkü (ekonomik-parasal ilişkiler bir yana) darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan Pentagon ve NATO ile ilişkiliydiler ve bu yapı ile birlikte ülkedeki oligarşinin bir parçasını oluşturuyorlardı.

Buna rağmen tüm darbeleri sadece ülke yönetimlerinin emperyalizmle dönemsel olarak ters düşmesi ya da çatışması ile açıklamak doğru değil. Çünkü darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel) ekonomik ve politik faktörler söz konusu. Bunların başında kuşkusuz ciddi ekonomik ve politik krizler geliyor.

Örnek vermek gerekirse, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinde bu iki faktörün ikisi de etkili olmuşken, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve ardından 20 Temmuz OHAL ile gelen ve genelde sivil darbe olarak da nitelendirilen rejimde ekonomik faktörlerden ziyade politik kriz etkili oldu.

12 Eylül 1980 darbesine giden süreç: Ekonomik ve politik kriz

Hatırlayalım: 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki askeri yönetim döneminde resmi kayıtlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı. Bu dönemde, 1 milyon 683 kişi fişlenirken, binlerce kamu görevlisi 1402 Sayılı Kanun gereğince kamu görevinden mahrum edildi. Tespit edilebilen, gözaltında ya da hapishanelerde, işkence vb. yöntemlerle ölen sayısı 229 oldu. 700 kişinin idamı istendi ve bunlardan 50’si (17 ‘si siyasi hükümlü olmak üzere) idam edildi (2).

12 Eylül askeri darbesi öncesinde dünya kapitalizmi uzun süren bir iktisadi durgunluk, Türkiye ekonomisi ise derin bir iktisadi ve politik kriz içindeydi. Türkiye’nin krizi aslında 1962’den itibaren uygulamakta olan kapitalist ithal ikameci büyüme modelinin (en azından Türkiye’deki kısıtlı biçiminin), bir kriziydi ve kendisini döviz krizi biçiminde gösteriyordu.

Yani ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla belli düzeyde satın alma gücünü garantileyen göreli olarak yüksek işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem içsel, hem de dışsal ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi.

Dış pazara bağımlı büyüme modeli

Sermaye birikim rejimini bu krizden çıkartmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün olabilirdi. Bu artık, iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel olarak, dış pazara dayanan bir model olmak durumundaydı. Bu modelin ekonomi-politik temelini ise rekabetçi işçi ücretleri (yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve genel olarak hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu.

Krizden çıkış için öncelikle, 24 Ocak 1980 Kararları adı altında IMF-Dünya Bankası kaynaklı istikrar tedbirleri ve Yapısal Uyum Programları uygulandı. Bu kararlar Türkiye’yi hızla küreselleşen kapitalizme -emperyalizme yeni ve daha sağlam bir biçimde eklemlemeyi hedefleyen kararlardı.

Askeri diktatörlük: 24 Ocak kararlarının arkasındaki güç

Bu kararların hayata geçirilebilmesi için (aksak işlese de) mevcut parlamenter demokratik rejimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü ülkede işçi sınıfı hareketi ve sendikalar güçlenmiş, başta üniversite gençliği olmak üzere, toplumsal muhalefet ayağa kalkmıştı. On binlerce işçi grevdeydi. Sermaye sınıfı açısından işçi ve emekçilerin haklarını, ekonomik ve politik örgütlerini ortadan kaldıracak bir açık diktatörlüğe ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı 12 Eylül Askeri Darbesi ile kurulan askeri diktatörlük karşıladı.

Bu süreçte, bu kararlara ve bu kararları uygulayan askeri ve sivil yönetimlere uluslararası sermaye, emperyalist devletler, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar da destek verdiler.

Kârlar artırıldı, ücretler düşürüldü, halk yoksullaştı

24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün sonucunda; Türkiye ekonomisinin makro ekonomik performansı artırıldı; yerli ve uluslararası sermayenin kârlılığı restore edildi ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi yapabilir hale getirildi. Bunun faturası ise (açık diktatörlük şartlarında) işçi ve emekçi sınıflara ödettirildi. İşçilerin reel ücretleri ve köylülerin gelirleri düştü, gelir dağılımı daha da bozuldu. Düşük ücret, yüksek reel faiz, zamlar ve devalüasyonlar ile halk daha da yoksullaştırıldığı gibi, ekonomik ve demokratik haklarından mahrum bırakılarak askeri diktatörlük altında ağır bir zulme uğratıldı (3).

Darbeden bu yana geçen 40 yıl boyunca Türkiye neoliberal politikalara teslim edilerek bir bütün olarak hızla dönüştürüldü, özelleştirmeler ve serbestleştirme politikalarıyla ekonomi küresel kapitalizme ve emperyalizme daha da bağımlı hale getirildi, kalkınma ve sanayileşme çabalarından vazgeçildi.

İktidar ortaklarının çatışması ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi

12 Eylül askeri darbesinden sonra da ülkede post modern darbeler gerçekleşti. Bunların en sonuncusu bir kalkışma ya da ‘15 Temmuz 2016 Başarısız Darbe Girişimi’ olarak tarihe geçti. Ancak, bazıları tarafından ‘kontrollü bir darbe’ olarak datanımlanan bu girişim, 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki gibi ekonomik kriz koşullarının yol açtığı bir darbe değildi.

Çünkü darbe öncesi yıla göre, darbe yılının ilk 6 ayında borsa yüzde 15 yükselmiş, yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaşmış ve 10 yıllık devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıllara göre düşmüştü.

Kısaca 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardındaki faktör ekonomik krizden ziyade politik krizdi. Bu krizin bir ayağı 2013 yılından o yana iyice belirginleşen FETÖ-AKP çatışmasıydı. Diğer ayağı ise Orta Doğu’da Türkiye’nin de parçası haline geldiği savaşla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Kürt Sorunuydu. Öyle ki 2015 yılında çatışmasızlık sürecine son verip savaş konseptine geri dönüşü sağlayan bir üst akıl darbe mekaniğini de harekete geçirdi.

OHAL rejimi ve KHK’lar

Darbe girişiminden sadece 5 gün sonra ilan edilen OHAL ve devreye sokulan KHK’ler neo-liberal, neo-popülist ve neo-otoriter bir rejimin kurulmasının ilk adımları oldu. Geçen 4 yıl boyunca parlamenter rejim ortadan kaldırılıp, güç ve iktidarın tek elde toplanmasına izin veren bir Türk Tipi Başkanlık Sistemi kuruldu.

OHAL döneminin yol açtığı çok ağır insani, sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetleri görebilmek içinse çarpıcı bir yazıya bakmak (4) ve geniş çaplı bir araştırmaya dayalı olarak hazırlanan 993 sayfalık raporu incelemek yeterli olur (5).

Diğer yandan kurulan bu “yeni” rejim altında da politik kriz atlatılamadığı gibi, ekonomi derin bir krize sürüklendi. Öyle ki 2016 yılı ekonomik olarak “kayıp yıl” kabul edilirken, 2017 yılında, biraz yeni büyüme hesaplama yönteminin etkisi, biraz da Kredi Garanti Fonu’nun devasa boyutlara ulaşan kredileriyle ekonomi hormonlu bir biçimde büyütüldü.

Ancak, 2018 yılından itibaren ekonomi sert biçimde yavaşladı ve tüm parasal ve reel göstergelerin de yansıttığı gibi krize girdi. Yani bu kez politik kriz ekonomik krizi tetikledi.

Sonuç: 12 Eylül devam ediyor

2020 yılına gelindiğinde ise, Korona Salgının da etkisiyle Türkiye ekonomisinde tam bir çöküş gerçekleşti. Haziran ayındaki erken açılmayla birlikte kontrolden çıkan salgının yanı sıra, reel ekonomi hem arz, hem de talep yönlü olarak derin bir krizin içine girdi. Ülke tarihinde ilk kez geniş tanımlı işsizlik yüzde 50’nin üzerine (17,2 milyon) çıkarken, yoksulluk hızla arttı.

Yükselen militarizm paralelinde artırılan savaş harcamaları ve gelir eşitsizlikleri bu süreci daha da kötüleştirirken, devlet bu kez sürdürülemez düzeylere doğru giden bütçe ve Hazine açıkları ve borçlanmalarla mali bir krizin içine sürüklendi. Bunun sonucunda rejim giderek daha da otoriter bir karaktere bürünmeye başladı.

Özetle 12 Eylül 1980’de başlayan süreç hala devam ediyor. Bunu durdurup tersine çevirecek bir toplumsal güç ve bir demokratik politik irade ortaya çıkana kadar da devam edecek gibi görünüyor. (12 Eylül 2020)

Dip notlar:

  1. Jason Hickel, The Divide-A brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 112-133.

  2. Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.

  3. Nejla Kurul, “KHK’lilerin yası tutulabilir mi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr (20 Temmuz 2019).

  4. Mağdurlar İçin Adalet Topluluğu, İkinci Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu (Ocak 2019).

]]>
https://yaziportal.org/2021/09/11/emperyalizm-ve-eylul-askeri-darbeleri-11-eylul-1973-sili-ve-12-eylul-1980-turkiye/feed/ 0