FAŞİZM VE ALMAN FAŞİZMİ

Nazım Hikmet Ran / 1936 (Yazılar-4 İstanbul -Adam Yayınları, 1987) 

(Editörden: Nazım Hikmet’in bu makalesi, 2.Dünya Savaşı yılları öncesinde Avrupa’yı saran faşizm tehlikesine karşı aydınlar ve sanatçıların kaleme aldıkları ve Türkiye’deki faşist Alman propagandasına karşı koydukları metinlerden biridir. Okuyacağınız üzere Nazım Hikmet, antrpoloji, biyoloji ve diğer bilimlerin Nazi üstün ırk teorisyenleri tarafından çarpıtma girişimlerini sunduğu anti tezlerle birer ikişer çürütüyor. Nazım’ın bu çabası, “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum”, “En Büyük Tehlike” gibi broşürlerle ve Güzel Ordu ve Tan gazetelerinin anti-faşist yayın çizgisiyle bütünleşen bir çaba… Resmi tarihin iddia ettiği gibi Türkiye 2.Dünya Savaşı ‘nda faşist Almanya’nın yanında savaşa girmediyse, bu burjuvazinin tercihlerinden çok, Türkiye ilerici hareketinin eldeki sınırlı imkanlarıyla karşı durmasındandır. Başta faşistlerden maddi destek alan Cevat Rifat Atilhan olmak üzere Nazi Almanyasına övgüler düzen, Yunus Nadi, Peyami Safa ve ordu kademesinde Hüseyin Erkilet ve Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun bütün çabalarına karşın anti-faşist yayınların başarısı faşistlerin ve yandaşlarının bu hevesini kursaklarında bıraktı. Günümüz Türkçesi’ne sadeleştirdiğimiz bu makaleyi, Avrupa’da kapitalizmin kriziyle yeniden yükselişe geçen aşırı sağ-faşist hareketlerin ve partilerin bu arada günümüzde Ukrayna’da savaş yanlısı politikaların açık kışkırtıcısı Yeşiller ve sosyal demokrat SPD’nin ırkçı-dışlayıcı siyasal söylemine karşı okunması ve paylaşılması umuduyla yeniden yayınlıyoruz)

Kapitalizmin genel buhran devri dünya emperyalist savaşı günlerinden başlar. Şimdiki ekonomik krizin kökü kapitalizmin genel buhranındadır. Dünya savaşı, kapitalizmin temellerini sararak, kemirerek ekonomik krizin taarruzunu kolaylaştırmıştır.

… Bu ne demektir?

“Bu her şeyden önce şu demektir ki emperyalist savaşı ve onun neticeleri kapitalizmin çürümesini kuvvetleştirmiş, onun dengesini bozmuştur, biz şimdi savaşlar ve devrimler devrinde yaşamaktayız, kapitalizm artık dünya ekonomisinin biricik ve her tarafı kapsayan sistemi değildir…” . (Stalin)

Artık dünyanın altıda birinde günden güne gelişen kuvvetleşen ve her gelişme adımıyla kapitalizme karşı koyan bir sosyalist iktisat sistemi vardır. Bu muzaffer sosyalist sisteminin varlığı bile kapitalizmin çürüyüşünü göstermekte, onun temellerini sarsmaktadır.

Emperyalist savaş ve dünyanın altıda birinde sosyalizmin kurulmuş olması sömürge ve yarı sömürgelerde emperyalizmi kökünden baltalamış, bu ülkelerde emperyalizmin nüfuzunu, otoritesini kırmıştır. Artık emperyalizm bu memleketlerde eskisi gibi hüküm süremez olmuştur.

“Bu yine şu demektir ki, savaş esnasında ve harpten sonra sömürgelerde ve tabi memleketlerde kendi genç kapitalizmleri ortaya çıkmış ve büyümüştür, bunlar pazarlarda eski kapitalist memleketlere karşı başarıyla rekabet etmektedirler…” (Stalin)

Genel savaş, kapitalist memleketlerin büyük bir çoğunluğuna işsizliği miras bırakmıştır. Bugün kapitalist ekonomide, yedek işsiz ordusu daimi işsizler ordusu haline biçimlenmiştir.

(Yeni Nesnelcilik akımının dışavurumcu ressamı Otto Dix’in eseri olan Metropolis triptiği, iki dünya savaşı arasında Alman toplumundaki çürüme ve yozlaşmayı gözler önüne serer. Resmin sol tarafında savaş gazileri ve sefalet içindek sokakalar resmedilirken orta tarafta burjuvalar ve en sağda fahişeler resmedilmiştir-editör)

Kapitalizmin bu genel buhran devrinde,· bir sıra kapitalist memleketlerde, gericilik en açık bir şekle – Faşist diktatoryası biçimine girmektedir.

Şimdi bakalım hangi somut kesin, tarihi şartlarda burjuva · emperyalist gericiliğin seyri faşizm biçimine girer? Bu şartlar nelerdir?

Bunlar :

1 . Kapitalist ilişkilerin kararsızlığı;

2. Sınıf dışı olmuş sosyal unsurların bol miktarda varlığı;

3. Şehir küçük burjuvazisi ve aydınların geniş tabakalarının fakirleşmesi, sefalete düşmesi;

4. Köy küçük burjuvazisinin memnuniyetsizliği;

5. Proletaryanın kitlesel taarruzlarının daimi tehdidi.

Burjuvazi, hakimiyetini sağlamlaştırmak için parlamento sisteminden gitgide vazgeçmek, partiler arasındaki ilişkilere ve kombinezonlara tabi olmayan faşist yönteme başvurmak zorunda kalmaktadır. Bu yöntem, doğrudan doğruya diktatorya yöntemidir.

“Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık, terorist diktatoryasıdır.” (K. İ. İ. K. XIII. plenium tezleri.)

Tarihteki bütün sömürücü sınıfların tecrübelerinden yararlanan burjuvazi, kendi hakimiyetini takviye, rejimini kurtarmak, hiç olmazsa bu rejimin batışını bir parça geciktirmek için en kanlı, en ağır zulüm ve baskı araçlarına başvuruyor.

Faşist rejimine karşı yapılan her protesto hareketi zincir ve barutla bastırılmaktadır. Böylelikle terör, burjuva hakimiyetinin en esaslı şekli oluyor.

Bir kitle temeli temin etmek isteyen tekelci sermaye, her türlü demagojik, yanıltmacalı araçlarla küçük burjuvaziyi, köylülüğü, memurları, zanaatkarları, lumpen proleterleri kendi tarafına çekmeye çalışıyor. Hatta işçi sınıfının geri kalmış tabakaianna bile bumunu sokuyor.

Büyük sermayenin baskısı altında bulunan, küçük mülkiyetini elden kaçırmamak için çabalayan küçük burjuvazi, faşistlerin yanıltmacalı şoven özelliklerine kolaylıkla kapılmaktadır.

Sosyal demokrasinin ihaneti yüzünden işçi sınıfının parçalanışı, bölünüşü, birçok kapitalist memleketlerde olgunlaşmış proleter devrim kuvvetlerini, geçici olarak, burjuva gerici kuvvetleri karşısında zayıf düşürdü. Bu bölünüş, ikiye parçalanış, proletaryanın köylü kitleleri ve fakir şehir küçük burjuva tabakaları üzerindeki etkisini, nüfuzunu da kırdı. Sosyal demokrasi bütün faaliyetiyle, proletarya diktatoryası aleyhine yaptığı hücumlarla bu tabakaların, geçici olarak, sağa doğru kaymalarında etken oldu.

Son yıllarda Faşizmin gamalı haçına, geçici olarak, çivilenen memleketlerden biri de Almanya’dır. Dünya iktisadi buhranı özellikle Almanya’da kendini kuvvetle göstermişti.

(Almanya’da karşı devrimi olgunlaştıran faktörlerin başında 1923 hiperenflasyonu gelir. Dünya savaşı yıllarında Alman emperyalizmi tarafından piyasaya sürülen Reichmark, savaş bitiminde emisyon hacminde görülmemiş bir artışa paranın değersizleşmesine ve ekonomide ilk defa koyulan adıyla “hiperenflasyona” neden oldu. Savaş borçları ve emperyalistlerin dayattığı acımasız Versay Anlaşması, Almanya’da faşizmin tohumlarını attı. Fotoğrafta değersiz kağıt para banknotlarıyla oyun oynayan çocuklar-editör)

Versay anlaşmasıyla, Almanya, Avrupa’daki topraklarından mühim bir parçasını ve bütün sömürgelerini elden çıkarmıştı. Bundan başka, tazminat olarak 13 milyar altın frank ödeyecekti. Bu miktar, iki defa indirilmiş olmasına rağmen, Yung Planı gereğince, 59 yıl içinde her yıl 1900 milyon mark ödemeye mecburdu. Bu tazminatı ödeyebilmesi için Almanya’nın ihracatını çoğaltması lazımdı. Alman kapitalizmi işçi sınıfının yaşama ve geçinme şartlarını günden güne aşağılatarak, bu sınıfı dehşetle istismar ederek ihracatını arttırmak yolunu tuttu.

(Nazım Hikmet’in ırkçı faşist propagandaya karşı yazılarını kitaplaştırdığı 1936 tarihli Kader Yayınları’ndan çıkarılan “Alman Faşizmi ve Irkçılığı” kitabı)

1929 yılında Alman işçisinin haftalık ortalama kazancı 42 marktı. 1932’de bu ortalama kazanç 21,6 marka kadar düştü.

Bütün bu vakalar proletaryanın devrimci hareketini günden güne çoğaltıyordu. Alman K. P.’si 1920 Reichstag seçiminde 950 bin oy aldığı halde 1932’de aldığı oyu 6 milyona çıkarmıştı:

Diğer taraftan Alman burjuvazisi, boyuna yükselen bu devrimci hareketle mücadelededir. Versay anlaşması yüzünden gayet kolaylıkla gelişme imkanlarını bulan şovenist-nasyonalist hareket büyüyor. Yanıltmacalı, sözde antikapilatist simgelerle beslenen şovenist ve antisemitist propaganda küçük burjuva tabakaları arasında yayılmaktadır.

Fakat bütün bunlara rağmen, devrim hareketinin boyuna · yükselişi karşısında, burjuvazinin eski “demokratik” usulleri artık kendine yeterli gelmiyor. Faşistleşme seyri başlamıştır. İşçi sınıfı gericilikle mücadele için kuvvetlerini seferber etmektedir. Bu seferberlikte Alman sosyal demokrasisinin oynadığı hain, olumsuz rolü bir kere daha hatırlamak lazım. Çünkü yukarda da söylemiş olduğumuz gibi, sosyal demokrasi işçi sınıfının kavgacı kuvvetlerini parçalayarak, proletaryanın küçük burjuva tabakaları üzerindeki nüfuz ve itibarını kırarak bu tabakaların Nasyonal Sosyalist Partisi’nin kucağına düşmelerinde kuvvetle etkili olmuştur.

Böylelikle, deminden beri saydığımız genel ve özel, somut, belirli, tarihi şartlar Almanya’da faşizmi, geçici olarak muzaffer kıldı… Ancak bu bahsi bitirmeden önce şunu hatırlatmak isteriz :

Stalin, “Almanya’da faşizmin zaferine sadece işçi sınıfı zaafının işareti gibi bakmamak lazımdır; bu zaferi, yalnız sosyal demokrasinin işçi sınıfına yaptığı ihanetlerle faşizme yol açışı sonucu olarak kabul etmemek gerektir,” dedikten sonra şunları yazıyor :

“Buna, aynı zamanda, burjuvazinin zaafının işareti olarak bakmak lazımdır Neden mi?

Almanya’da faşizmin zaferi aynı zamanda burjuvazinin zaafını niçin mi gösterir? “Çünkü burjuvazi artık eski parlamentarizm ve burjuva demokrasisi yöntemleriyle saltanat sürmek iktidarında olmadığından dolayı,” .. .iç politikada terörist idare yöntemine başvurmak mecburiyetinde kalmıştır.” (Stalin)

Yalnız bu kadar değil. Almanya’da faşizmin zaferi, burjuvazinin içine düştüğü durumdan barışçı bir dış politikaya çıkacak iktidarda olmayışının da işaretidir. “Bundan dolayı, o, savaş politikasına başvurmak zorundadır” (Stalin)

Bir adam Şunlan yazdı :

“Ve günün birinde felaket birdenbire patlak verdi. Gemiciler kamyonların üstlerine çıktılar ve halkı isyana çağırdılar; Milletimizin ‘özgürlüğü, güzelliği ve öz saygımız’ için yapılan bu kavganın liderleri’ iki üç Yahudi çapkınıydı.

” …İçlerinden hiçbiri savaşmamıştı…Ve işte kızıl paçavraları nı sallıyorlar. İlk önce, vatana karşı yapılan bu ihanetin aşağı yukarı yerel bir nitelik alacağını sandıydım. Bu deliliğin Münih’te de patlayacağını hayal edemiyordum…” ·

Bu satırlar Avusturyalı bir memur çocuğunun, Adolf Hitler’in 9 Kasım 1918 olayları karşısındaki duygularıydı.

O devirlerde Almanya’da sürülerle Hitler vardı. Üniformalarıyla beraber, cakalarını, toplumsal konumlarını ve ekmeklerini kaybeden imparatorluk zabitleri. Aşağı yukarı “basit” bir işçi kadar maaş almaya başlayan memurlar. Junkerler, iflas etmiş aydınlar, geleceklerini karanlık gören üniversite talebeleri. .

Onlarca kendilerini bu hale sokan kimlerdi? “İşçiler, Spartakistler, hatta Sosyal Demokratlar.” Bir kelimeyle kışkırtıcılar ve bütün bunları idare eden Yahudiler. Ne yapmalı? Hangi bayrağı kullanmalı?. . Siyah, beyaz, kırmızı· bayrağı .mı?

Bu bayrağın kitleler için çekici bir tarafı kalmamıştı artık.

Prusya muhafazakarlarının milliyetçiliği hapı yutmuştu. Kitleler, hatta küçük burjuva kitleleri bile, hayat şartlarının iyileşmesini, düzetmesini istiyorlardı.

Eski Alman milliyetçiliğine yeni bir boya, bir “sosyalist” boyası vurulmalıydı. Hitler’in yeni kurduğu fırkanın adı, bundan dolayı, Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi oldu.

Parti programının 25. maddesinde tröstlerin sosyalistleştirilmesi, asalak gelirin konfiskasyonu, tefeciliğin kaldırılması ve toprak tefeciliği meseleleri söz konusuydu. Fakat yine bu programda yalnız “Volksgenossen”lerin Alman vatandaşları addedilecekleri ileri sürülmüştü. Ve Yahudinin “Voiksgenossen” olmadığı ilan edilmişti. 8. maddede, Alman olmayanların Almanya’da yerleşmeleri yasak edilmiş ve 23. maddede edebiyat adamlarının ve Alman basınında çalışacakların yalnız “Volksgenossen”lere üye bulunmaları zorunluluğu istenmişti. (Editörün Notu: Volksgenossen Irkçı Nazilerin kimlerin Alman halkından, hangi etnik grupların Alman halkından olmadığına karar verdiği, kararı verirken “kan bağı” gibi son derece problemli bir kökene atıf yaptığı, ırk ayrımcısı bir yasadır)

Aylar ve yıllar birbiri peşinden geçtiler. Sosyal demokratlar, bakan sandalyelerine kurulmuş oturuyorlardı. Ebert’in üzerlerinde “Sosyalizasyon· yürüyor!” diye yazılı duvar afişlerini rüzgar ve yağmur çoktan yırtmış, sarartıp, soldurmuştu. Sosyalizmin en küçük bir izi bile görünürlerde yoktu. Sanayi sahipleri

ve finans zenginleri fabrikaların ve bankaların mutlak hakimi olmaya devam ediyorlar ve kulis arkasından Alman politikasının dümenini kullanıyorlardı.

Sıra enflasyona gelmiştir. Orta sınıflar, rantiyeler, memurlar son meteliklerini de kaybetmişlerdir. Kabahat kimin? Marksist enternasyonallerinin(?!) ve Yahudi bankalarının.(?!)

İşsizlerin sayısı çığ gibi birbiri üstüne yığılıp artmaktadır. 2.000.000, 3.000.000, 4.000.000, 5.000.000, 6.000.000.

Kabahat kimde? Siyah-kırmızı-sarı, Roma, Nev-York, Moskova, Amsterdam enternasyonallerinde.(? !)

Bütün bu “derin” görüşlerini propaganda etmek için Hitler iki metot kullanmaktadır. Birincisi :

“En büyük yalanda bile, her zaman, güven verici bir etken vardır… Halk kitleleri yüreklerinin ilkel saflıklarıyla, küçük bir yalandan ziyade büyük yalanlara kapılırlar.” (Hitler)

Hitler, şimdiye kadar yalnız İngilizlere has addedilen bu propaganda metodunu derhal uyguladı ve büyük yalanlarını yaymaya başladı. Hakikatte, Alman komünistleri, iktidar durumundaki Sosyal Demokratlar tarafından takip edilip, hapse atılıp sopalanırken, “Marksizm ve sosyal demokrasi aynı şeydir, birdir,” diye büyük bir yalanı sürdü ortaya. Ve yalanı daha genişleterek “Marksizmle uluslararası kapital aynı kapıya çıkar” şiarını attı.

İkinci yönteme gelince :

“(Halk kitlelerinin) zekaları sınırlı, hafızaları kuvvetsizdir. Bu göz önüne alınarak, her etki edici propaganda sayısı az fikirlerle sınırlı olunmalıdır ve bunlar o kadar çok ve öyle sürekli tekrarlanmalıdır ki, en son halk adamı bile kendine aniatılmak istenen şeyi kavrayabilsin.”

Bir propaganda, “ilmi safrası ne kadar mütevazı olursa, kitlelerin hislerine o kadar çok dokunabilir ve o kadar çok başarılı olabilir.” (Hitler)

Fakat, Hitlerci propagandanın “mütevazı ilmi safrasında” biz antropolojinin hiç de mütevazı olmayan “gerçeklerini” bulabiliriz. Onun için incelememize antropolojiden başlayalım.

Kafa Ölçüleri Çıldınyor

Bir iki soru soralım :

1 . Bugün kaç ırk vardır?

2. Çeşitli ırkların ayırıcı özellikleri nelerdir?

3. Irkların arasında ne gibi ilişkiler vardır? Irklar nasıl meydana gelmişlerdir?

Bu sorulardan her birine tek bir cevap almak kolay değildir. İlk önce bu sorulardan ·birincisine cevap almaya çalışalım.

1873’te Ernst Hachel, 12 insani ırk olduğunu söylüyordu. Fakat ondan altı yıl sonra bu 12, 24’e çıkarıldı .. 1889’da Deniker, bu sayıyı fazla görmüş olacak ki 13 ile yetindi Fakat 1900’de yine iş ilerledi, 17’ye çıktı. Bugün Profesör Günther’e gelince, Avrupa’da . belli başlı 7 ırkın yaşadığını ileri sürüyor. Fakat meslekdaşlarının bazıları 2, bazıları 3, 6 ve bazıları 5 ırkla yetiniyorlar.

Almanya’nın antropoloji “Führer”i olan ve yukarda adı geçen Profesör Günther’in Avrupa’da yaşayan 7 ırkı şunlardır :

Nordik, Akdenizli, Alpin, Dinarik, Balt, Vestfalyen, Südest… · ,

Şimdi ikinci sorumuza gelelim. Çeşitli Avrupa ırklarının özellikleri nelermiş, bunu anlayalım.

Bundan dört beş yıl önce Amerikalı antropologlardan Ripley, Alman meslekdaşlarından Otto Ammon’u ziyaret etmişti. Aralarında şöyle bir konuşma olduydu:
– Aziz meslektaşım, bana Alpin ırkın ideal temsilcisinin fotoğrafını gösterir misiniz?

Profesör Ammon bu isteğe şöyle cevap vermişti ·:

– Maalesef, aziz meslektaşım, şimdiye kadar, özünde ırkının bütün karakterlerini toplayan bir tek ideal Alpin tipine rastlamadım.

Bu cevabı veren Profesör Ammon ırk kuramının düşmanı­dır sanılmasın. Tersine bu cevabına rağmen ırk kuramının şampiyonlarındandır ve ırkların tayin edici karakterlerini şöylece tanıtmaktadır.

“Nordik ırk ince, uzun boylu, kıvraktır. Erkeklerinin boyu

Orta hesapla 1 .74 metredir… Nordik ırk uzun kafalıdır, kafatası indeksi aşağı yukarı 75’tir. Yüzü incedir, alnı oldukça dar, burnu düz ve ince, alt çene kemiği dar, çenesi büyükçedir…

“… Nordik ırkın derisi solgun pembedir … saçları kumraldır … Nordik gözler mavi, mavi-gri, yahut gridirler.”

Akdenizli ya da Batılı ırka gelince.

“… Kısa boyludur, ama bodur değil, daha ziyade ince ve çevik.

Kafasının biçimi Nordik ırkınki gibidir. Fakat alnı daha basıktır.

Burun kısadır. Derisi esmerdir. Saçları koyu kestane ve siyah.. .’Alpin ırkı ele alalım :

“Küçük ve tıknazdır… Bacakları kısa ve kalındır. Başı yuvarlak ve geniştir.. . Derisi sarımtırak esmerdir…

Balt, Vestfalyen ve Südest ırklarının tariflerini geçelim de, bakalım saygıdeğer Profesör, Avrupa’da olmayan bir ırk, Asiroid ve Arap ırkları hakkında ne buyuruyorlar :

“Asiroid ırkı Dinarik ırkın yakınıdır. Orta boylu, tıknaz ve yuvarlak başlıdır, sakalı boldur. Çifte çeneliliğe çok müstaittir…

“…Arap ırkı ise orta boyludur, uzun kafalıdır. Dudakları oldukça kalındır… Arap ırkının Akdenizli (Batılı) ırkla sıkı bir yakınlığı olsa gerektir.”

Fakat iş yalnız ırkların saçlarını, burunlarını, boy poslarını tarif etmekle kalmıyor. Bu çeşit antropologların bir yandan, en dar, en yüzeysel mekanik materyalist olmaları, öte yandan, felsefede “idealist” ve “mistik” olmalarına engel değildir. Onlar bir elleriyle kraniometreleri, kumpasları, öteki elleriyle “ebedi ruhu” tutmaktadırlar. Bundan dolayı da yalnız ırkların kaşlarını, gözlerini değil, onların “ebedi” ruhi vasıflarını da tarif ve tayin etmek iddiasını güdüyorlar.

Gobineau ve Chamberlain’den aşırdığı satırlada Profesör Günther, Nordik ırkın manevi özelliklerini şöyle anlatmaktadır :

                                                                                           (Gobineau)

“Aristokrat sınıflara mensup bir insanın resmini yapmak isteyen mizah dergileri bunu, tercihen, Nordik ırkın çizgileriyle çizerler… ·

“…Gerçekte düşünen iradeyi, akıl yürütmede sağlamlığı… açık kalpliliği, adalet eğilimlerini Nordik ırklardan gelmiş olanlara atfetmek bir kuraldır. Bu özellikler Nordik ırkın bazı bireylerinde en temiz kahramanlık, siyasi şeflik yetenekleri ve sanatsal deha derecesine kadar yükselir. Nordik · ırktan gelmiş olan büyük adamların sayısı Batı memleketlerinde çoğunluktadır. Oysaki, Nordik karakterleri olmayan büyük adamlar bu memleketlerde küçük bir azınlıktır.” ,

Profesör Günther’in bu iddialarını ondan 25 yıl önce ileri süren Ludwig Waltman Fransa ve İtalya’da yetişen meşhur adamlar hakkında inceleme yapmak için bir uzun yolculuğa girişmişti. İncelemesinin sonucunda bu ülkelerde yetişen bütün meşhur adamlan TÖTON’laştırmıştı.’ Nasıl mı? Ne biçimde mi? Gayet basit! Haklarında inceleme yaptığı meşhur adamların isimlerini değiştirerek.

Waltman’ın derin incelemesiyle, Diderot Tietroh olmuş, Leonardo da Vinci’ye Yinekle adı takılmış Alighieri Aigler, Giordano Bruno Braun diye yeniden vaftiz edilmişlerdi.

Profesör Günther ve dostları işte bu çeşit belgeler ve araştırma bilgisi ile gerçeği bulmaya çalışmaktadırlar.

Her ne hal ise, biz konumuza devam edelim ve bakalım profesör cenabları Alpin ırkın manevi özelliklerini nasıl tarif ediyorlar :

“Alpin ırk ideal küçük burjuva tipidir… Görüşü ailenin, köyün ya da mahallenin dar çerçevesini aşamaz…

“Alpin ırk savaşçı eğilimlerden uzaktır… Genellikle Fransa’da rastlandığı gibi, iş hayatından sonra miskin bir rantiye hayatı sürmek Alpin ırkın idealidir.”

Suç ve cinayette bile Alpin ‘ırkla Nordik ırk arasında farklar görülürmüş.

Nordikler suç ve cinayetlerinde cesur, atılganmışlar. Alpinler’in arasından ise, ancak “küçük hilekarlar, hırsızlar” çıkarmış. Alpinler’de “Büyük cinayetierin gerektirdiği cesaret kesinlikle” yokmuş.

Gerçekten Alpinler’in arasından mizansenli “Reichstag yangınları” çıkarıp bunu başkalarının üstüne atacak “cesaretli” suçluların çıkmayışı dikkate değerdir!

Yukardan beri yazdıklarımız Alman antropologlarının iddialarıdır. Alman antropologlarına göre en mükemmel insan ruhunu taşıyan ve uygarlığı kuran biricik ırk Nordikler’dir. Kitabımızın sayfaları izin verebilseydi · de, bu hususta bir de mesela İtalyan antropologlarını dinleseydik, görürdük ki onlar için de insan ruhu en mükemmel kalıbını Alpin ırkta bulmakta ve uygarlık ancak Alpinler’in sayesinde kurulmaktadır.

Şimdi şöyle bir soru soralım :

Burunların düz veya kambur, başların uzun veya yuvarlak oluşu ırklar arasında mevcudlyeti iddia edilen o manevi ayrılıkları, o felsefi görüş farklarını nasıl yaratabilir? Antropologlar, ırklar arasında nitelik farkları bulunduğunu söylüyorlar, oysaki burun ve kafatası ayrılıkları sadece oransaldır.

Bu sorunun karşılığını veremeneyen antropologlar, işi başka taraftan tutturmaya çalışıyorlar. Boy, kafatası, saç, burun yeterli gelmiyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi ruhu ele almak lazım; Hem başka çare de yok. Çünkü, düşünün bir keı:e, bugün Almanya’nın başında bulunan Nordik idarecilerin gözlerine, kaşlarına, saçlarına, burunlanna bir göz atacak olursak iş çatallaşmaz mı?...

Mösyö Hitler Nordik mi? Evet mi? Antropologlara göre öyle mi olması gereklidir? İyi ama, hazretin ne profili, ne alnı, ne saçları Nordik tipinde değil. Dış görünüşe göre akıl yürütür, antropoloji indeksleriyle ölçersek, mübareğin damarlarında bir’ · damla Nordik kanın dolaşmadığı sonucuna ulaşınz.

Mösyö Goebbels Nordik mi? Amma yaptınız! Şöyle bir fotoğrafına bakmak yeter. Goebbels’in Nordikliğinden vazgeçtik, herhangi bir Ari ırka mensup olduğu bile şüphelidir.

“İş cephesi”nin führeri doktor Ley’e gelince, onda mükemmel bir Yahudi şekli ve dış görünüşü vardır.

Nasıl, işlerin yalnız şekil ve dış görünüşle yürüyerneyeceği ortada değil mi? Almanya’da bugün hangi babayiğit antropolog çıkar da; burunları; çeneleri, boyun posu bakımından, Hitler, Goebbels ve Ley’in Nordik olmamaları lazım gelir, diyebilir?

Öyleyse ne yapmalı? Mesele gayet basit :

“Nordik olmayan bir ruh, Nordik bir şekil ve görünüş taşıyabilir; buna karşın Nordik bir ruh Nordik olmayan bir kalıbın içine girebilir.” (Prof. Stömmler)

Artık, ırkların ruhi ve manevi vasıfları fizik karakterlerinden daha önemli kabul edilmektedir. .

. .

“En emin ırki indeksler, ölçütler manevi özelliklerdir. Aynı şeyi düşünenler, duyanlar, aynı ideali güdenler ırk bakış açısından birbirinin yakınıdırlar.” (Fh. Fretsch)
Beğendiniz mi? İyi ama, öyleyse antropolojiye ne lüzum vardı? Bütün o kafatasları ne diye ölçülüp biçildi? Saçların kıvnmlarıyla niçin uğraşıldı? Alman üniversitelerinde yeniden yeniye kurulan antropoloji kürsülerinin masraflarını Alman halkı ne diye ödüyor?

Haydi diyelim ki artık ırk meselelerinde, her şeyden önce, manevi vasıfları, özellikleri göz önüne alacağız, öyle olsun.

Şimdi soralım, bu bakımdan, Nordik olan nedir?

– “İnsanlık için heyecana gelmek.”

(R. F. Wolf) Hayır! bilakis :

– “Ulusal fikir için heyecanlanış”.

(Hitler) Nordik olan nedir?

– “Protestanlık!”

Hayır! bilakis :

(Penke)

– “Papaya bağlılık.”

(Ludvig Waltman) Nordik olan nedir?

– Toprağa bağlılık!”

(Darre) Hayır! özellikle :

– “Büyük yayılışlar eğilimi.”

(Vacher) Nordik olan nedir?.

– “ilim!”

(Chamberlain)

  • “Metafizik!”

  • (yine Chamberlain)

  • Görüyorsunuz ya, “Nordikliğin manevi özellikleri nedir?” diye sorduğumuz soruya her antropolog başka türlü cevap veriyor. Bu cevaplar birbirinin taban tabana tersidir. O kadar ki hatta Chamberlain kendi kendiyle tezata düşmekten bile çekinmiyor.

  • Her ne hal ise, biz bu tezatları yok farzedelim de sözde “kesinlikle açık ırksal özellikleri, karakterlerin” varlığını kabul edelim. Bu· takdirde akla ilk gelen soru şu olur :

  • – Bu açık, kesin ırksal özellikler, karakterler hiç değişmez mi? Ebedi midirler?

  • – Hayır! Bütün ırklar gelişmiş, olgunlaşmışlardır. Hepsinin kökeni birdir. Hepsi aynı bir tek ırktan çıkmışlardır. Profesörler bize öğrettiler ki, Dinarik ve Asiroid, Mediteranyen ve Arap ırkları köken olarak tek bir ırktırlar.

  • Halbuki, diğer taraftan, Alman antropologlarının çoğu Neo-Darwinisttirler. edinilmiş, kazanılmış vasıfların, miras yoluyla, geçme yeteneklerini inkar ederler. Bu inkar edildikten sonra birçok ırkların varlığını nasıl açıklamalı ?

  • Bunun, Neo-Darwinistlerce verilemeyen cevabını boşu boşuna beklemeyerek konumuza devam edelim.

  • İnsanların bir tek , yoksa birçok kökenden mi geldikleri meselesi bir asırdan beri tartışma konusudur. İnsanlar bir tek hayvan atadan mı, yoksa birçok hayvan atalardan mı geliyorlar? Bu mesele daha halledilmiş değildir. Ancak karşılaştırmalı anatominin tarih öncesi dönemlere ait araştırmaların verdiği sonuçlar insanın bir tek hayvani kökü olduğu inancını kuvvetlendirmektedir.

  • Bu inancı kabul edecek olursak şöyle bir soruyu sormamız lazım gelir :

    Bir tek ortak atadan birçok ırklar nasıl çıkmış, ne suretle gelişmiştir ? Topluluktan ayrılma ve çekilme yoluyla mı? Neo-Darwinistlere göre bu yollardan her ikisi de kazanılmış, özelliklerin ata ırkta önceden mevcut oluşlarını farzettirir. Demek oluyor ki, Neo-Darwinist görüşüyle bugün mevcut olan ırkların bütün özellikleri ana ırkta esasen mevcuttu. Yani ana ırkta hem brakisefallık, hem dolikosefallık, hem sarı, hem siyah saçlılık, hem düz, hem tümsek burunluluk vasıfları vardır. Bununla birlikte, Neo-Darwinist bakış açısını kabul edecek olursak, çeşitli ırkların varlığını ayrılma yoluyla açıklayamayız.

    Bu işte ayrılmayı bir yana bırakınca, elde yalnız mutasyon kalıyor. Sıçramalarla gerçekleşen değişmelere mutasyon (hücre bölünmesi) deniyor: Bir türde, bir soyda birdenbire bazı özellikler ortaya çıkıyor. Işte bu özelliklerin böyle apansız çıkışlarına mutasyon adı veriliyor. Bu ani, apansız değişmelerin mekanizması Neo-Darwinistlerce henüz izah edilmiş değildir.
    Şimdilik, bir neo-Darwinist görüşüyle, çeşitli ırkların oluşmuş olmalarındaki sebep mutasyondur, diyelim ve antropologlarımızı dinlemeye devam edelim.

    Günther’in üstadı Eugen Fischer, Nordik ırkın doğuşunu şöyle anlatıyor :

  • “Taş devrinin sonunda Cro-Magnon’un ırkı Alp ve Pirene dağlarının kuzeyinde yaşamaktaydı. Bu devirde Kuzey Avrupa henüz buzlarla örtülüydü. Buzlar çözülür çözülmez bu ırktan bazı kabileler kuzeye giderek yerleştiler. Bu arada İskandinavya’nın bir bucağına sığınan küçük bir insan grubu da var. Grup küçüktür ve bu küçük grup içinde ayrılma kanunları bütün dehşetleriyle hüküm sürmektedir.

  • “İşte Nordik ırk bu şartlar içinde doğuyor. “Cro-Magnon insanın geniş enli yüzü yavaş yavaş inceleşti, saçları kumral oldu v.s…”

  • İyi ama, neden, niçin İskandinavya’daki hayat şartlarına kısa bir kafatası değil de, uzun bir kafatası, geniş bir alın değil de, dar bir alın, yuvarlak bir yüzden ziyade ince bir yüz daha iyi intibak edebiliyordu? Bize bunu izah etseler ya!

  • Fakat, hayır, asıl izah edilmesi lazım geleni izah edemiyorlar

  • Her ne hal ise, üstatların yine veremeyecekleri bu izahatı da beklemeyelim, bahsimize devam edelim.

  • Irkların arasındaki farkların sırf karşılaştırmalı içerikte olduklarını görmüştük. Şimdi de bu karşılaştırmalı farkların sabit olduklarını, değiştiklerini göreceğiz. ,

  • Walcher, birçok ikiz çocuklar üstünde tecrübeler yaptı. Bunlar, gerek şekil ve dış görünüşleri gerekse irsi plazmaları bakımından birbirlerinin tıpkısı olan ikizlerdi.

  • Walcher, ikizlerden birisinin başını, aylarca, yumuşak bir yastıkta yatırdı. Mükemmel bir brakisefal elde etti. Öteki kardeşi ise başını sen bir yastığa dayayarak yatırdı. Netice : Çocuk dolikosefal oldu.

  • Şurasını da kaydedelim ki, tecrübeye konan ikiz kardeşlerin kafatası indeksleri arasındaki fark, Arap ırkıyla Nordik ırkın kafatası indeksleri arasındaki farktan çok olmuştu.

  • Amerika’ya göç edenlerden doğan çocukların kafatasları babalarıyla analarıninkinden farklı oluyor. Mesela Avrupa Yahudi-
    lerinin kafatası indesleri 83’tür. Oysaki Amerika’da doğan Yahudi çocuklarının kafatası indeksleri 79. Avrupa’dan gelmiş brakisefal (düzkafalı) Yahudileri dolikosefal (uzunkafalı) yapmak için üç nesil yeterli gelmektedir.

  • Yalnız şunu söylemek lazımdır ki. Bir iki nesillik değişmeler sırf haricidirler ve irsi (hereditaire) plazmaya etki edemiyorlar. Eğer dolikosefal (uzunkafalı) Yahudiler Amerika’dan tekrar Avrupa’ya dönseler, çocukları belki yine brakisefal (düzkafalı) olur.

    Fakat, birçok nesillerden sonra bu harici değişmelerin irsi plazmayı da bozmayacağını, böylelikle· bu edinilmiş, müktesep özelliklerin irsi özellikler haline gelmeyeceklerini topyekün kim iddia edebilir?

  • Dick’e göre bugün İngilizlerin çoğu dar çene kemikli zayıf yüzlü, düşük omuzludurlar. Bu karakterler, büyük şehirlerde hüküm süren gayri sıhhi şartların neticesi olarak, XVI. yüzyılda ve XVII. yüzyılın başlangıçlarında ortaya çıkmışlardır.

  • Bugün, her kapitalist ilerleme aşaması geçiren memlekette bu tipe rastlıyoruz. Dahası var, artık bu karakterler irsi plazmaya da nüfuz etmişler bizzat kendileri de irsi, nesilden nesile geçer olmuşlardır. Anatomide bu tipe “type asthenique” yahut “leptosome” diyorlar.

    Sıkıntıları, fabrikaları, bürolarıyla, bütün bir kapitalist endüstriyalizm devrinden geçen her insani ırk, “düşük omuzlu, uzun ve dar göğüs kafesli, kemikli ve zayıf yüzlü” . yeni bir insan tipini, “asthenique” tipini doğurmaktadır. Böylelikle, belirli bir üretim sisteminin yeryüzünde genelleşmesi insani ırkların fizik ve entellektüel özelliklerini bir seviyeye indiriyor, tesviyesini, “nivelement”ını (düzleşmesini) gerçekleştiriyor.

  • Biz, organizmanın irsi (hereditaire) savunma araçlarındaki olgunlaşmasını incelerken de de aynı olgularla karşılaşmaktayız. Bundan dört yüz yıl önce “Ari” ırkın temsilcileri frengi virüsünü aldıktan çok az sonra ölürlerdi. Bugün bu ırkın kanı frengi virüsüne alışmıştır, artık bu ırklar için frengi, kronik, müzmin bir hastalık haline gelmiş, eski keskin özelliğini kaybetmiştir.

  • Frengiyle temas eden başka ırklar için de bugün aynı hal olasıdır.

  • Bazı bünye oluşma şekilleri ırki biçimlere benzer. Mesela boy, ırki bir özelliktir. Fakat aynı zamanda bünyevi bir özellik de olabilir. Fertleri inceleyen ilimler çok kısa boylu insanlara cüce derler; ırklan inceleyen bilginler bunlara Pigme adını vermişlerdir.

  • Afrika’nın güneyinde yaşayan filanca zenci kabilesi birdenbire cüce oluyor? Bilinmeyen, fakat herhalde insan için uygun olmayan etkenler birçok nesiller boyunca bu kabilelerin üstüne etki ederek bazı organların bozulmasına sebebiyet vermişler. Özellikle içsel atım yapan glande’lar (bezler) bundan üzülmüştür. İnsanın boyunu ve aynı zamanda derinin, saçların ve gözlerin boyanışını, yüzün ve burnun biçimini, tek kelimeyle, antropologların bobçalarında “ırki karakterler” ismi altında bulunan nesneleri tayin eden bu glande’lardir.

  • Yeni ırkların doğuş mekanizması hakkında şöyle bir bakış açısı güdebiliriz :

    Dışsal etkenler vücuda, içsel atımlı glande’lara (bezlere) etki ediyorlar. Bu etkenlerin etkisiyle glande’lar yavaş yavaş biçim değiştirme seyrine giriyor. Ve bu yüzden glande’ların atımları değişikliklere maruz kalıyor. Bu seyir esnasında bazı fertlerin dış görünüşleri, şekil ve şemailleri değişmektedir. İrsi plazma da bütün bu değişikliklere yabancı kalmış değildir. O da biçim değiştiriyor. Ancak irsi plazmanın bu biçim değiştirmesi hemen, ilk nesilde olmuyor. Tekrarlayan dışsal etkilerin neticesi olarak, bu etkileri “toplamlaştıran”, ani bir mutasyon (hücre bölünmesi) halinde ortaya çıkıyor. (Frick) Başka türlü de olamaz zaten. Çünkü, bir mütasyon’un, bir sıçramanın “apansızlığını”, “aniliğini” başka biçimde nasıl açıklayabiliriz ? Bir “mütasyonun”, “bir sıçramanın” “aniliğini” “apansızlığını” kabul etmek demek, sebebiyeti, nedenselliği (causalite) inkar edip mistisizme kaçmak demektir.

  • “Mütasyon, apansız ve birdenbire sıçramalarla gerçekleşir”… Apansız mı? Birdenbire mi? Fizikten alınmış çok basit bir örneği “suyun, birdenbire, apansız buhara biçim değiştirmesini” inceleyelim. Su ısınmıştır fakat hala sıvıdır, “su”dur. Bu suyun ısısı 100 dereceye ulaşıyor ve… “Birdenbire” sıvı su, buhar haline dönüşüyor. Sıçrayış “birdenbire” “apansız” olmuştur. Fakat bu sıçrayış suyun ısı derecesini boyuna yükseltmek yoluyla hazırlanmıştır. Niceliksel değişmeler “toplamı” niteliksel bir değişme olmuştur.

  • Engels, Anti-Dühring’de der ki : su, “normal hava basıncı ve 0° derece ısıda sıvı halinden katı haline geçer, 100° S.’de ise sıvıdan gaza; böylelikle bu her iki dönüm noktasında ısının basit oransal değişiklikleri suyun niteliksel değişikliğini yapar.”

    Bu oransal niteliğe biçim değiştirme kanunu hem doğal, hem sosyal olayları kapsar. Sıçramayı, dönüşümü kabul etmeyen adi bir olgunlaşma ne kadar kültürden ve ilimden uzaksa, bu sıçramalardan, dönüşümlerden önceki oransal değişim birikimini görmemek de o kadar kültür ve bilimden uzaktır.

    Şimdi biz yine konumuza devam edelim. Dış dünyanın dolaylı etkilerinin irsi plazma üstünde düzenli etkisi oluyor. Bu plazma, ısınan suyun ısısı nasıl değişiyorsa öyle değişiyor. Sonra, irsi plazmadaki bu küçük, basit değişmeler toplamının “apansız”, “birdenbire” türünün tipini değişirmesi anı geliyor. Türün tipi “birdenbire” “apansız” değişiyor. İşte size bir mutasyon. Mutasyon (hücre bölünmesi), uzun bir olgunlaşma yolunun sonunda yeni bir niteliğe sıçrayarak, dönüşüme geçiştir.

  • Bu mütasyonlar, ister Darwin’in iddia etmiş olduğu gibi fevkalade küçük, isterse Vries’in mütasyonları gibi büyük olsunlar, ne çıkar. Her ikisi de, gerçekte, niceliğin niteliğe dönüştüğü, geçtiği anlardır.

  • Irki ve bünyevi oluşum karakterlerinin arasında, esas itibarıyla, fark olmadığını yukarda görmüştük. Bunlardan her ikisi de irsidirler ve birbirine fevkalade benzerler. Bu söylediklerimiz şunu ifade eder ki :

  • “Tiplerin biçim değiştirmesi, ve tesbiti imkanı memleketlerin ve dönemin şartlarıyla ve sonuçta, ırki karakterlerin biçim değiştirmesiyle tayin edilmiş ve sınırlandırılmıştır”.

  • Meşhur Viyanalı anatomist Tandler de aynı fikirdedir :

    “Bir insan grubunda, ve eninde sonunda bütün bir ırkta olan bir ortak bünye oluşum niteliğinin genelleşmesi o bünyevi oluşum niteliğini ırki bir niteliğe biçim değiştirebilir.

    Bilimin bugünkü aşamasında şu olguları tespit etmek mümkündür :

  • 1 . Saf ırk yoktur.

  • En uzak devirlere ait araştırmalar da bile saf ırklar bulunamamıştır.

  • 2. Irklar, aşılması mümkün olmayan duvarlarla ayrılmış değillerdir.

  • Oysaki rasistler, ırkçılar, irısan ırklarının, aşağı yukarı hayvan türleri gibi, sınırlı ve ayrılmış birer “bütün” olduklarını iddia etmektedirler.

    “Bir ırktan başka bir ırka geçiş mümkün değildir.” (Bryn) 3. Şimdiye kadar ırki tespit ve ölçüler tayin edilememiştir. Antropologlardan bazıları bu ölçüleri kafatası indekslerinde aramışlar; bazıları, saçların biçimiyle meseleyi halletmek istemişler; bazıları ise ruha yapışmışlardır.

  • Burada bir noktaya işaret etmek lazım geliyor.

  • Biz kalıtım yoluyla geçen özellikleri inkar etmiyoruz. Bu özelliklerin kişilere ve ırkiara göre değiştiğni biliyoruz. Fakat yine biliyoruz ki, kalıtım yoluyla geçmeyen, miras edilmeyen bir şey ; varsa o da beynin içeriği, düşüncenin akışıdır. Aynı toplumsal durum, aynı sosyal şartlar, “muhtelif” ırklarda aynı entelektüel tepkileri yapar.

  • “Helen, Arap, Cermanik, Latin, Japon hakimlerinin zihniyetleri, ayrıntılara varıncaya kadar, birbirlerine benzer.” (Saller)

    Aynı şeyi Fransız, Japon, İngiliz, Alman ve Bolivyalı bankerler için de söyleyebiliriz. En saf Nordik bir çocuğu bir Afrika kabilesinin içinde büyütsünler ve doğrudan doğruya Afrika’nın göbeğinden gelen zenci bir bebeği Berlin Üniversitesi profesörlerinden birinin evinde yetiştirsinler : Nordik çocuk ne Goethe’den, ne Schiller’den, ne matematikten, ne Nasyonal-Sosyalizmden ve ne de düellodan haberdar olur. Zenci ise ne aslan avı, ne büyücülük, ne kavga danslarından ve ne de putlardan bir şey anlar. İdealist veyahut solipsist, kendiliğinden materyalist yahut diyalektik materyalist olmanın irsi plazmayla hiçbir ilgisi yoktur. Bütün bunlar, içinde yaşanılan topluma bu toplumun üretim tarzına ve insanın mensup olduğu sınıfa tabidir.Peygamberler zamanında Marx “marksist” olamazdı ve eğer Muhammed, Lenin’in devrinde yaşasaydı Muhammed olamazdı.

  • 4. Irki ölçütler sabit değildirler. Değişirler.

  • Mendelizın ve Neo-Darwinizm bitkisel ve hayvani türleri ve insan ırklarının tiplerini tayin etmiş ve sınırlamışlardır. Böylelikle yolu önceden tıkamışlar, canlı maddenin gelişimini anlayabilmek imkanından kendi kendilerini mahrum bırakmışlardır.

  • Hayvanı insana biçim değiştiren şey nedir? İş !

  • “..Belirli bir anlamda, insanı yaratan iştir.”

  • (Engels) . İş yalnız insanı değil onu çeviren, kuşatan doğayı da biçimlendiriyor. Dahası var : ·

  • “Civarındaki doğaya etki ve bu hareketle onu dönüştürerek o (İnsan) aynı·zamanda kendi doğasını da dönüştürür.” (Karl Marx, Kapital, C. Il, s. 4, neş. Costes)

  • İnsanlığın yazılmış ve yazılmamış bütün tarihi insan tarafından boyuna değiştirilen ve · insanı boyuna değiştiren bu doğanın koynunda geçmiştir. Eğer insanın etkisi, faaliyeti olmasaydı, doğa, şu on bin sene içinde ancak ufak tefek değişikliklere maruz kalırdı. Halbuki insan eli nesilden nesile onu değiştirmektedir. Bugün yeryüzünde yaşayan ırklar bile bu on bin sene içinde biçimlenmiştir. · .

  • Fr. Engels der ki :

  • “Cermenlerin istilası zamanındaki Almanya’nın . ‘doğasından çok az bir şey kalmıştır. Toprağın yüzeyi, iklim, bitkiler, hayvanlar, bizzat insan bile, her şey tamamıyla değişmiştir ve her şey insanın eliyle değişmiştir, halbuki insanın · etkisi olmasaydı Almanya’nın doğasında meydana gelecek değişiklikler hiç değerinde kalırdı”.

  • Demek oluyor ki, insan ırkları hayvan türlerinin doğuşunu tayinde biricik doğal şartlar içinde doğmamışlardır. İnsan ve insan ırkları söz konusu olunca bizzat insanın yaratmış olduğu bir “ikinci doğa”nın, bir “medeniyet”in varlığını unutmamak lazım.

  • Kullandıkları üretim aletlerinin gelişim derecelerine uygun bir üretim ilişkilerine girişen ve eninde sonunda bu üretim ilişkileriyle tayin olunan bütün bir hukuk, aile, devlet, din ve fikir kurumları kuran insanlar, sadece herhangi bir hayvan gibi, yalnız biyolojik bir varlık değillerdir.

  • İnsan giyindi. . ·

  • İnsan barınacak yerler yaptı, yiyeceğini pişirerek yemeye başladı.

  • İnsan toprağı sürdü, hayvanları ehlileştirdi

  • İnsan sınıflara ayrıldı. Bazıları saraylarda, bazıları kulübelerde yaşar oldular.

  • Bazıları soğuğa,sıcağa, açlığa karşı tamamen korunabildi, bazıları korunamadı.

  • Artik sıcak, soğuk, açlık, kuraklık, rutubet, aşk, bütün bu tabiat kuvvetleri insanın üstüne doğrudan doğruya değil “medeniyet” yayılımından geçerek etki ediyorlardı. İnsan “siyasi bir hayvan” olmuştu. Artık onun bedeni ve manevi gelişimi, üretiminin tarzıyla, üretim seyrindeki vaziyetiyle tayin kılınıyordu.

    Bununla birlikte, ırk sadece bir biyolojik kategori değildir, o aynı zamanda bir toplumsal kategoridir.

  • Marx der ki :

  • “Türlerin arasındaki, ırk farkları v.s. gibi, tabii farklar tarihi faktöderle tayin edilmiş olabilirler ve olmalıdırlar.”

  • İşte geniş bir saha ki üzerinde işleyerek gerçek bilim adamlarını bekliyor. “Bu sahaya, burjuva antropologları girmemiş gibidirler. Onlar, ırklar arasında sonsuz, mutlak ve değişmez farklar mevcut olduğu iddiasına dayanan metafizik hipotezlerinin karanlığında kalarak, edinilmiş, kazanılmış özelliklerin mirasını topyekun inkar ederek, insanın gelişimini kolaylaştıran doğa şartlarının bitmez tükenmez zenginliğini yalnız doğal ayrımlarla sınırlayarak, diyalektik materyalizmle hiçbir ilgisi olmayan yüzeysel, kendiliğinden bir materyalist gözüyle, insanı sadece, tabii şartların verimi gibi görerek, insanın faal ve sosyal bir varlık olduğunu unutarak, antropolojiyi bugün içinde bulunduğu çıkmaza sokmuşlardır.

  • Irklann Karışması

  • Hitler’in “ilmi safrasına” tahsis ettiğimiz geçen konuda bazı şeyler eksik kaldı. Mesela ırkların karışması meselesi.

  • Bu mesele bugün Hitler Almanyası’nda birinci safta duruyor. Goebbels ve yaranının propagandalarına göre, ırkların karışması ırkların ölümüdür, medeniyetin ve kültürün yozlaşmasıdır.

  • Bu büyük “felsefi”(? !) cereyana önderlik eden Hitler’i dinieyelim :

  • “Her hayvan ancak kendi türünden gelenlerle çiftleşir. Erkek fare dişi fareye, erkek ispinoz dişi ispinoza, erkek leylek dişi leyleğe doğru gider.. v.s.

  • Elbette, erkek bir kaplan dişi bir sıçanla çiftleşmez. Yalnız burada, hazret, bir noktayı, haydi gürültüye demeyelim, dalgınlığa getiriyor. Türlerle ırklan birbirine karıştırıyor Türler için olmasın beklenen kanunların o türlerin aydınlanması için, ırklar için de olması beklenen olduğunu yutturmak istiyor. Aynı türden olan hayvanlar kendi türlerinin başka ırklarıyla mükemmelen çiftleşirler. Doğanın cinsi özgürlüğünde ırksal yasaklar yoktur.

  • Tür ile ırkı birbirbirine karıştıran üstada göre, insan ırkları karışırsa nesil bozulur, medeniyet mahvolur, filan falan. İyi ama, birçok bilginlerin yaptıkları araştırmalar bunun aksini ispat etmektedir.

  • Beyazla Amerika yerlilerinin çiftleşmesinden doğan melezler, baba ve analarından daha güçlü oluyorlar. (Franz Boas)

  • Eugen Fischer, Hotantolaria Boerlerden, beyazlada siyahlardan doğan melezleri incelediği zaman Franz Boas’ın vardığı sonucu elde etmiştir.

  • Melezlerin boyu ana ve babalarınınkinden daha uzun oluyor, yüzleri daha ince ve doğurma kabiliyetleri daha fazla.

  • Boas’ın, Fischer’in ve Hoge’un yaptıkları incelemelere kendisininkini de katan Hermann Lundburg diyor ki :

  • “Ana ve babalarınınkine göre karışmış ırkın boyu daha yüksek, oranları daha uyumlu, özellikle yüzlerinin üst kısımları daha dar ve uzundur”

  • Böyle yığınlarca incelemenin, hiç de işlerine gelmeyen sonuçlarına cevap veren Hitler’ciler ikiye ayrılmışlardır.

  • Bir kısmı, melezlerin, aşağı ırka mensup baba veya anadan yüksek, fakat yüksek ırka mensup baba ve anadan aşağı olduklarını iddia etmektedir. Bir kısmı ise melezierin hem aşağı, hem yüksek ana ve babalarından daha aşağı olduklarını söylemektedir.

  • Melezierin fizyolojisinde anlaşmazlığa düşen üstadlar bunların ruhi sakatlıkları, ahlaksızlıkları konusunda aynı fikirdedirler. Özellikle büyük limanlarda doğan melezierin çoğunlukla suç ustası olduklarını istatistiklere(?!) dayanarak ispata kalkışmaktadırlar. İyi ama, kozmopolit limanların fuhuş ve sefalet içinde yüzen aç mahallelerinde en saf Nordik ana ve babadan gelmiş çocukları da büyüttüğümüz zaman başka bir netice mi elde ediyoruz?

  • Görülüyor ya, hep o bilimden ve olgulardan uzak görüş, hep insanı sadece biyolojik bir varlık kavrama cehaleti ve sosyal etkenleri toptan inkar etmek prensibi. Hatta bu prensipte insan ırklarını sıçan ve arslan gibi ayrı· türler zannetmck bilginliği.(?!) ,Bu konuyu bitirmeden önce şunu söylemek lazımdır ki, biyoloji, ırkıların iddialarını teyit edecek tek bir örnek bile vermemektedir. Pratik biyolojide ise herkes bilir ki, hayvan yetiştirenler ve bahçıvanlar ırkları “asilleştirmek” için ırkların temizliğini muhafaza ederek ırkları birbirine karıştırırlar. İyi bir hayvan yetiştiricisi yahut usta bir bahçıvan olmak için her iki yöntemi de uzlaştırmak lazımdır.

  • Sosyolojiye gelince, bu sahada bizim ırkçı antropologların tezi kuyruklu bir yalan biçiminde ortaya çıkar. Sosyoloji, pratikte, ırklar karışmasının tehlikeli olduğunu hiçbir suretle göstermemiştir. Tam aksine, aristokrasinin verdiği yöntemde görüyoruz ki, bir ırkın saflığını muhafaza edişinin sonu yozlaşma ve ölümdür.

  • Son söz :

  • İki ırkın karışması “yüksek” ırkın seviyesini alçaltır diye ileri sürülen iddiayı ispat edecek tek bir delil yoktur.

  • Yüksek Irklar Aşağı Irklar

  • Irkçılara göre medeniyetin yaratıcısı yalnız. Nordikler, mesele biraz daha geniş tutulursa, yalnız Ariler’dir.

  • Bu iddianın boşluğunu anlamak için biraz tarih bilgisi yeter.

    İki bin sene kadar geriye gidelim. Uzak Asya’da, brakisefal, sarı derili, siyah saçlı bir ırk yüksek bir feodal medeniyet kurmuştur. Kitaplar basılıyor, ince gövdelerine ipekli kumaşlar sarılmış, dalgınlık içinde saçları ağarmış düşünürker felsefe Sistemleri kuruyorlar. Kulaklarda tüy gibi şiirlerin ahengi, gözlerde ince boyalı basma resimlerin tadı. Barut icadedilmek üzeredir.

  • Şimdi aynı yıllarda, bir de gözlerimizi Batı’ya çevirdim. Elbe bölgesinde balta görmemiş bir orman romantik haşmetiyle ilgi çekiyor. Fundalıklar arasında sürünen kadınlar ve erkekler var. Bu yaratıklar tembel, batıl inançlı, açgözlüdürler, Geç vakitlere kadar uyurlar. Oburlukları hudutsuzdur. “İlahi düşünme” özelliğine gelince Batılılarda bu özelliğin izine bile rastlamak mümkün değildir. Eğer bu. devirlerde, Uzak Doğu’da Çinli bir antropolog yaşasaydı da bu Batılılara bir . göz atsaydı şöylederdi. “İşte hayvanİara yakın bir ırk! Bu ırkın çocukları medenimilletierin köleliğini etmeye mecburdurlar.” 1

  • Bizim düşsel Çinli antropologun “hayvanlara yakın, köleliğe layık” bulduğu ırk bundan iki bin bu kadar yıl önceki Nordikler’dir. Hani bugün şu medeniyetin biricik yaratıcısı olatak ilan edilen Nordikler.

  • Ancak, iki bin bu kadar yıl önceki· Batılı yabanilere bakıp onları hor gören bizim Çinli antropologu, Çinli Günther’i tarih haksız çıkaracaktı. Çünkü tarih ona ispat edecekti ki, ırklarda “yüksek” ve “aşağı” denilen şeylerin her ikisi de değişen, sosyal kavramlardır, yoksa onun zannettiği gibi, sonsuz, taş kesilmiş, miladi nesneler değil.

  • Yüksek ve aşağı ırklar var mıdır? Buna verilecek cevap şudur :

  • “Yükseklik” ve “aşağılık” bir kavmin hayatındaki aşamalarından başka bir şey değildir. ,

  • Bu sözümüzü ispat etmek için çok uzaklara gitmeye de hacet yok. Şu son elli yılı göz önünden geçirelim.

  • Milletler boyuna birbirleriyle yarışmaktadır. Birisi ötekisini geçiyor, sonra o · geçeni başkası arkada bırakıyor. Almanya mütefekkirlerin ve şairlerin ülkesi Almanya sanayi hakımından öteki milletleri geçiyor, sonra şu son üç yıl içinde öyle bir yuvarlanış yuvarlanıyor, öyle bir geri kalıyor, aşağı düşüyor ki odun yığınları üstünde kitapların yakıldığı memleket oluyor.

  • Bundan 50 yıl önce Japonya neydi? Bugün emperyalist devletlerin en zorlularından biridir. Ya Amerika? Bundan 50 yıl önceki Çarlık Rusya’sını düşünün, bir de bugünki Sovyetler elini!.. Bu örnekleri sayısız çoğaltabiliriz.

  • Kanın, kafatasının filan değil, fakat belirli sosyal şartların verimleri olan bu dönüşümleri görmemek için insanın · Hitlerci bir antropolog kadar kör olması lazımdır.

  • Irkların biyolojik değerleri ancak sınıf ve ırk zulmü, basıncı olmayan bir toplumda, bütün ırkların yaşama ve varlık şartları eşit olunca incelenebilir.

  • Irk, Sınıf ve Emperyalizm

  • “Dünyanın her tarafında, her kavimde, her ırkta idare eden sınıfların idare edilen sınıflardan farklı bir oluşuma sahip oldukları gerçeği önünde eğilmek lazımdır. Bazen idareci sınıflarla idare edilen sınıflar iki ayrı grupturlar ve bu grupların sinesinde aynı ırklar çeşitli oranlarda temsil edilmişlerdir. Mesela, batılı kavimlerinin yüksek sınıflarında Nordik, Vestfalyen, yahut Dinarik kan çoktur, oysaki aşağı tabakalar, daha ziyade, Alpin ve Balt ırkındandırlar.” (Günther)

  • Böylelikle antropologlar yüksek, hakim, idareci sınıfiara yüksek ırk belgesini vermiş oluyorlar.

  • “Bolşevizm devrinde, aşağı insan olan Tatarların katlettikleri kurbanlar yüksek boyları ve çevik yürüyüşleriyle efendi sınıflarına üye olduklarını gösteren insanlardı.” (Rosenberg)

  • Irkçı antropolojinin hakim sınıfları savunan palavrası reddedilmeye bile değmez .. Geçelim. Ve ırkçılığın dünya kapitalizmine, emperyalizmine nasıl yardakçılık ettiğini görelim.

  • Amerikalı antr0pologlardan Stoddard diyor ki :

  • “Bugün Asya, semitik bir idare altında ve Çinli İcra teşkilatları aracılığıyla Batı Avrupa’ya karşı Bolşevizm biçimine girmiş bir saldırı hazırlamaktadır.”

  • Böylelikle, Asya, Avrupa’ya hücum etmeye hazırlanırken Bolşevizm biçimine girmiş oluyor… Bolşevizm “Doğuya karşı ihanet”le suçlanmaktadır. Çünkü renkli ırkiara “beyazlar kalesinin” kapılarını “açmak” istemektedir.

  • “Rusya’nın idarecileri, renkli kavimlerin yaşadığı ülkeleri bugün tahrik etmekte olan kargaşalıkların farkındadırlar.(…) Bolşevik tahrikçileri mutlu olmayan renkli insanların kulaklarına kin ve intikam incilinden sayfalar fısıldamaktadırlar…

  • “…Bolşevizm, beyaz şehirdeki mürted (dinden çıkmış) ve haindir. Bundan dolayı, her ne pahasına olursa olsun Bolşevizmi ezmek, demir bir yumrukla onu beyaz şehrin dışına atmak lazımdır.” (Stoddard)

  • Amerikan emperyalizminin dili ve dünya kapitalizminin emriyle konuşan bu haydut antropologun içyüzünü yukarıya aldığımız satırlar gün gibi ortaya çıkarmaktadır. Şimdi biraz da

  • Neo-Alman emperyalizminin “bilginlerini” dinleyelim : “Bolşevizm, Mogoloidlerin Nordik medeniyet şekillerine karşı isyandır. (Rosenberg)

    Neo-Alman emperyalizmi Avrupa’nın güney doğusuyla yakından ilgilidir. Bu ilginin antropoloji diliyle yansımasını dinleyelim :

  • “Bugün Çeklere, Lehlilere, Levantenlere dışarıdan bir özgürlük vermek demek onları ırki bir kargaşalığa teslim etmek demektir.”

  • Bu satırları yazan Rosenberg’i yakından tanımak faydasız olmayacak.

  • Herkes biliyor ki, bugün Hitler’in gütmekte olduğu dış politikanın gizli kuvveti “Thyssen” çelik grubudur; ideologu ve tatbik edicisi ise Alfred Rosenberg.

  • (Alman politik poster sanatçısı John Heartfield’in AIZ dergisi için

    tasarladığı kapak “Tanrının elindeki araç,

    Thyssen’in elindeki oyuncaklar”)

  • Rosenberg’in emrinde gizli bir “enternasyonal” vardır. Bu, Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış bir oluşumdur. Oluşumun amacı kuzeyde, doğuda, merkezi büyük Cermen imparatorluğunu kurmaktır. Planının temelinde Alman finans ve ağır sanayi sermayesi yatıyor.

  • Bismark’tan sonra Alman sanayisi bütün dünyada birincilği alabilecek bir hale gelmişti. Alman emperyalizminin iç ve dış politikasının yörüngesini artık Alman finans sermayesinin “Ruhr”u çiziyordu. Alman İmparatorluğu dört bir yana saldırdı. Afrika’ya, Balkanlara’a nüfuz etti. Osmanlı İmparatorluğu Krupp’la Doyçe Bank’ın resm’i bir yarı sömürgesi haline getirildi. İran’da dalavereler çevrildi. Hindistan ve Mısır’ın yönetimi İngiliz emperyalizminin elinden alınmak istendi. Bu politikanın muzaffer olabilmesi için muazzam bir askeri rnekanizmaya ihtiyaç vardı. O da kuruldu. ,

  • 1914-1918 senelerinde Alman ağır sanayisi öldürücü makinelerin en mükemmelini üretti. İki milyon Alman demir ve kömür politikası uğrunda öldüler. .

  • Emperyalist savaştan mağlup çıkan Almanya’nın emperyalist politikasının başına bugün yeni bir triumvira geçmiştir. Artık Thyssen-Hitler-Rosenberg politikası hüküm sürmektedir.

  • Bugünkü Alman politikasını anlamak için şu aşağıdaki noktaların iyice kavranması lazımdır.

  • Thyssen grubu, Alman emperyalizmine lazım olan kömür ve demirden bugün yalnız kömüre sahip bulunmaktadır. Kömürün ayrılmaz kardeşi olan demir Lorrain’de Fransa’da kalmış, daha doğrusu Fransa’nın eline geçmiştir. Halbuki Alman kömürünün en geniş tüketim sahası dahildeki çelik üretimidir. Bununla birlikte elde demir olmayınca kömürün manası kalmamaktadır. Dahası var :

  • Alman emperyalizmi Lorrain’i kaybederek yalnız demirden mahrum olmakla kalmamış, aynı zamanda onu en müthiş rakibinin eline teslim etmiştir. Çünkü Ruhr kapitalistlerinin en büyük rakip ve düşmanlarından biri de Lorrain’in çelik kralları Comite des Forges’dır. Thyssen’in en amansız rakibi Fransız çelik kralı De Wendel’dir.’ Schneider-Creuzet silah fabrikalarını mahvetmek için Krupp senelerce uğraştı ve hala uğraşmaktadır.

  • Fakat, diğer taraftan şunu da unutmamak lazım ki, Thyssen ve Krupp’un Lorraine (Loren) demirine ne kadar ihtiyaçları varsa, Schneider-Creuzet’ün de Rhine Westephalian kokuna o kadar ihtiyaçları vardır. Bu iki kutup, bir hududun iki tarafında aynı işleri yapmaktadırlar. İkisinin de amacı çelik üretimidir. Alman ve Fransız emperyalizmlerinin kavgasını, bir bakıma, bu noktada toplayabilidz.

    Fransız Komite de Forj’u (Comite des Forges), Thyssen’in başka piyasalardan demir elde etmemesi için bütün Avrupa’yı kapsayan bir demir karteli yapmıştır. Bu kartel Thyssen ve Krupp’un sanayisini tehdit etmektedir. Halbuki Thyssen’in üretimi genişlemiştir, kömürünün pazara ihtiyacı vardır.

  • Bütün bir tezat içinde Thyssen’in bir tek çıkış noktası kalmıştır. Ruhr’u Lorrain esaretinden kurtarmak, Fransız çelik blokunu kırmak, tek kelimeyle Lorrain’i zorla ele geçirmek. Görülüyor ki; Thyssen planının ilk hedefi Fransa’dır.

  • Diğer taraftan, Ruhr’un ·Alman sanayisindeki önemi günden güne artmış ve artmaktadır. Bu genişleyen sanayinin makine sanayisine, lokomotif, gemi sanayisine ihtiyacı vardır. Fakat o bu ihtiyacını yalnız Almanya içinde tatmin edemez. Dünya pazarını elde etmesi lazımdır. Bu kavgada ise karşısına İngiltere ve Amerika çıkmaktadır. Thyssen bu rakiplerine karşı fiyatları indirecektir.

  • (*) Fransız Çelik Kralı Wendel Fransız Faşizminin Thyssen’idir. Ve Fransa’da özellikle “sol cenahın her gün biraz daha kuvvetlenmesine karşı” Hitler’e yardım etmeye başlamışur. 1935 Ocak ayında 143.000 ton, 1936 Ocak ayında ise 547.000 ton maden ihraç etmiştir Almanya’ya. Bugünlerde Ren’i işgal eden “Alman” topları bu “Fransız madenlerinden dönüştürülerek savaşa girmiştir. Güney ve merkezi Amerika’da Pittsburglu ve New-Yorklu makine ve lokomotif imalatçılarıyla; Hindistan’da, Çin’de, Güney Amerika’da İngiliz ihracatçılarıyla, Balkanlarda (G. E. C) Sir Hugo Hirst, Owen Young ile; İspanya ve Kuzey Amerika’da İngiliz gemiciliğiyle; Türkiye, Meksika ve Uzak Doğu’da Vkhers ve Mitsu ile boğuşmaktadır. Fakat bu boğuşmalardan muzaffer çıkabilmesi için kendine üstünde Alman ticaret havası esen, Alman sevgisiyle bezenmiş bir “Alman ticaret” yolu açması zorunludur. Almanya için böyle bir tek yol vardır : Merkezi Avrupa’dan Uzak Doğu’ya giden yol!

  • Bu yol Alman emperyalizminin eski bildiğidir. Balkanların milyonlarca köylülerinden, yakın doğu milletlerinden ta Mısır’a ve Hindistan’a kadar uzanan bütün memleketler, bu yol boyunca Alman pazarı haline getirilmek istenmişti. Thyssen, Krupp ve Doyçe Bank Anadolu-Bağdat demiryolunu bu maksatla yapmış, Von der Goltz ve Liman paşalar bu maksatla Osmanlı ordusuna girmişlerdi. ·

  • Şimdi yirmi sene sonra bu yol yine Ruhr’un ağzını sulandırmaktadır. Thyssen ve Krupp yine aynı yolun üstündedirler. Alman ağır sanayisi buralarda eski konumunu adım adım kazanmaya çalışıyor. .

  • Avusturya ve Atina, Yakın Doğunun ilk kapısıdır. Ve bu ilk kapıdan Macaristan Almanya’nın· eli altına girmiş, Avusturya bu demir yumruğun altında ezilmemek için çırpınıyor. Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya’da Alman bankaları önemli mevkileri tutmuşlardır. Otto Wolff-Krupp-Holtzman sendikası, Simens ve A. E. G. Alman elektrik sanayisi kralları ve Ruhr’un ajanları Türkiye’de birlikler kurmaktadırlar. İran’da, yine Holtzrİran Wolff sendikası İran Körfezi’nden Hazer Denizi’ne kadar uzanacak bir demiryolu işinin başındadır.

  • Bütün bunlar ilk adımlardır; Ruhr Lorrain’ini tekrar ele geçirme ve Doğu’ya hakimiyet planının ilk adımları.

    Bugün Alman ekonomisinde aşağı yukarı Ruhr kadar önemli olan bir sanayi merkezi daha vardır. Bu merkez Berlin’in birkaç saat ötesindeki I. G. Farbenindustrie’dir. Bu sanayi, sentetik yöntemle · her çeşit eşya imal etmektedir. Suni gübre, suni dokuma, silah… Bu sanayinin üretimi, bugünkü şartlarda, dünyaca bu maddelere olan ihtiyaçtan fazladır; Bu sanayinin sermayesi milyarları geçmekte ve işlettiği işçi toplamı 1 30.000’i bulmaktadır. Artık Neo-Alman emperyalizminde bu sanayi de mühim bir rol oynamaktadır. Artık Ruhr ve Thyssen’in iştahında I. G. Farbenindustrie’nin emelleri de katılmıştır. I. G. Farbenindustrie’nin başbuğu olan Dusberg ile Thyssen can ciğerdirler. Dusberg’in sağ eli ve I. G. Farbenindustrie’nin finans direktörü olan Schmitz aynı zamanda Thyssen’in çelik tröstünde yönetim kurulu üyesidir. Alman kimya sanayisi Alman çelik tröstünde birkaç milyonluk hisse senedine sahiptir.

  • Bütün bu söylediklerimizden anlaşılacağı gibi Thyssen başta olmak üzere Alman sermayesi yiı1e Alman sınırlarına sığamamaktadır. Onun daha büyük bir çerçeveye bir kıtaya ihtiyacı var. İşte Neo-Alman emperyalizminin, Thyssen’in bütün bir kıtayı kuşatma planının temeli budur. Bu plan gereğince, Lorrain’in demiri, Belçika ve Hollanda’nın kömürü, Batı ve merkezi Avrupa’nın çeliği, Sovyet Ukranya’nın buğdayı, Balkanların bakırı, Almanya’nın olmalıdır. Kısaca, aşağı yukarı bütün Avrupa, Alman pazarı haline gelmelidir. “Almanya’yı milli · bir hükümet yapan Ruhr onu bir Avrupa İmparatorluğu da yapmak istemektedir”.
    Bu planı uygulamak için iç ve dış politikada Stressman, Brüning gibiler yeterli derecede yetkin görülmedikleri için Hitler iktidara getirildL Alman burjuvazisi içeride ve dışarıda bu planı eski yöntemlerle uygulayamayacak kadar kendini zayıf hissettiği için faşizme başvurdu. Ruhr’un Avrupa planı : Alman Nazi İmparatorluğu biçimine girdi ve Thyssen’in politikası, Rosenberg’in dış siyaseti oldu.

  • Rosenberg’in Planı ve Merkezi N ortlik ·Alman İmparatorluğu Projesi

  • Thyssen’in planını yalnız Hitler ve onun. Irkçı Nasyonal Sosyalizmi uygulama sahasına koyabilmek ümidini veriyordu. Nasyonal-Sosyalizm ile Thyssen’in planı arasındaki benzerliği gördükten sonra Hitler’in iktidar mevkiine getirilmiş olması, bu bakımdan da, açıklamasını bulmuş olur. Bir bakıma diyebiliriz ki, Thyssen olmasaydı Hitler olmazdı. Fakat şu da kesindir ki, Thyssen de artık Hitler’siz yaşayamaz.

  • Stressman, Almanya’nın 1914’den önceki sınırlarına ulaşmak istiyordu. Halbuki Thyssen’in gözü bu sınırlara doymuyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi çok daha büyük bir “emelin” peşindedir. Hitler, Thyssen’in bu “emelini” Mein Kampf adlı eserinde açıkca benimsemiştir. Nasyonal-Sosyalizmin ırk imparatorluğu sınırları, Thyssen’in sınırlarıdır.

    Bütün bu planda Yahudi meselesi, Yahudi düşmanlığı, öteki bahislerimizde kullanılan bir afyondan başka bir şey değildir. Hitler’in ırk kuramı Berlin ve Frankfurt Yahudilerine karşı açılmış bir mücadele silahı olmaktan çok, Avrupa’nın küçük devletlerini . yutmak için kullanılan bir araçtır.

  • Hitler-Goebbels-Rosenberg ırk nazariyesi der ki :

  • “Eski milli devlet liberalizm devrinin verimidir. Liberalizmin içsel bir ifadesi olan demokrasi ortadan kaldırıldıktan sonra, dış politikanın da değişmesi gerektir. Nasyonal-Sosyalizmin devlet şekli ırk imparatorluğudur.” (Rosenberg)

  • “Milli devlet Fransız devriminin idealidir. Nasyonal-Sosyalist, inkilabı ırk imparatorluğunu doğurdu. Milli devlet ırk imparatorluğunun yanında cüce kalır; nasıl ki, millet de ırkın bir parçasıdır. Bununla birlikte devlet batmalı onun yerine ırk imparatorluğu gelmelidir.” (Rosenberg)

  • Devlet, ırk ve imparatorluğu birbirine karıştıracak, devlet’in ne demek olduğunu anlamayacak kadar cahil olan Rosenberg’in bilgisi üzerinde duracak değiliz. Burada bizi ilgilendiren şey Alman ırkçılığının Thyssen ideolojisinden başka bir şey olmadığını göstermekti.

  • Hitler-Goering-Gobbels triumvirası Reichstag’ı yakarak iktidara geldikten sonra Thyssen’in iştahını bir plan etrafında topladılar. Bu plana Rosenberg planı denir. Bu gizli plan Hitlerist Almanya’nın İncilidir. Her siyasi faaliyet, her diplomatik adım, her bakanın nutku, her askeri hazırlık bu plana göre yapılmaktadır. Bu plana göre Nazi devletinin Cermen aynı düşünceye sürüklenmiş olması lazımdır. Bu gaye gerçekleşmedikçe Nasyonal-Sosyalist inkılabı(?!) tamamlanmamış olacaktır.

  • Bu planın emredicisi Thyssen, yazanı Rosenberg, lideri Hitler, mareşalı Goering ve propagandisti Goebbels’tir.

  • Rosenberg planı 100 milyon nüfuslu bir orta Avrupa Nazi İmparatorluğu kurmak gayesini güdüyor. Bu plana göre Alman “ırk imparatorluğu”, Batı Latin ve Anglosakson bölgeleri dışında, bütün Avrupa’yı içine alacaktır. Avusturya, İsviçre’nin önemli bir kısmı, Bohemya, Moravya, Silezya, Belçika, Hollanda, İskandinavya devletleri, Baltık memleketleri, Yugoslavya ve Romanya’nın önemli parçaları gelecekteki imparatorluğun sınırları içindedir:

  • İşte Goebbels bir nutkunda : “Nasyonal-Sosyalizm yalnız Almanya’da kalmayacak her tarafa yayılacak, eski Fransız Devriminin yaptığı etkiyi yapacaktır,” dediği zaman kastı bu plandı.

  • Şimdi Rosenberg’in planına göre kurulmak istenen Cermen birleşik imparatorluğunun gerçekleşebileceğini farzedelim. Ve bakalım bu plan Avrupa’da nasıl bir değişiklik yapacak?

    Alman ırk imparatorluğu bir taraftan Süveyş Kanalı’na bir taraftan Kuzey deniziyle Adriyatik denizine kadar uzanacak. Kuzey ve Baltık denizleri birer Cermen iç denizi olacaklar…

  • Bu planın başarılı olması demek, Rusya ve İngiltere hariç bütün Avrupa kömürünün Alman emperyalizmi eline geçmesi demektir.

  • Fakat deminden beri söylediklerimiz Rosenberg-Thyssen planının bir tarafıdır. Madalyanın öbür yüzünde Sovyet illerinin istilası ve Asya’ya yayılmak vardır.”

  • Çünkü, Alman birliği oluşurken bunun geniş sömürgelere ihtiyacı olacağı ortadadır. Bundan dolayı Hitler’in 100 milyonluk “yüksek” ırkı, Sovyetlerin “160” milyonluk “aşağı”, “Bolşevik” ırkını hakimiyeti altına almalıdır. O “aşağı”, “Bolşevik ırkı” ki, Baltık, Kara ve Okyanus denizleri arasında, dünyanın altıda birinde yaşamaktadır. Hitler’in kültürünü kabul etmelerine imkan yoktur, Thyssen’in mallarını almazlar. Ve işin asıl kötüsü sanayilerini, tarımlarını şimdiye kadar tarihte görülmemiş bir hızla kurarak sosyalizmi muzaffer etmişler ve böylelikle gelecek Alman ırk imparatorluğunun karşısına şimdiden en büyük bir tehlike olarak dikilmişlerdir. Hitler’in gelecekteki birliği her ne kadar büyük olacaksa da(?!), Sovyetler Birliği şimdiden, ondan daha büyüktür ve sanayi şubelerinin birçoklarında Thyssen’i şimdiden geçmiştir. Cermen birleşik imparatorluğu gerçekleşirse(? !) Fransa ve İngiltere’yi yenebilmesi olasılığı kuvvedidir. Oysa ki, Sovyetler’i yenebilmesi çok uzak bir olasılıktır. Şimdiden “alçak ırk” “yüksek , ırktan” çok kuvvetlidir. Bütün bunlardan başka, asıl esaslı olan taraf, Hitler rejimiyle Sovyet rejimi arasındaki sınıfsal, sosyal ve tarihi karşıtlıktır. Alman faşizmi, ırkçılığı, her ne pahasına olursa olsun, kapitalist rejimini kurtarmak isterken, Sovyetler sosyalizmi kurmuş bulunuyorlar.

  • İşte bütün bu sebeplerden dolayı Rosenberg planının ikinci kısmı Sovyetler Birliği’ni mahvetmek gayesini gütmektedir. Rosenberg : “Doğudaki Alman ırkına özgürlük bağışlamak milletimizin esaslı amaçlarından biridir,” diyor.

  • Böylelikle Bolşevizme karşı mücadele Thyssen’in dünyayı istila planının en önemli emelidir.

  • Berlin’in Üç Binası

  • Bugün Berlin’de, şöyle bir bakışta göze çarpmayan, üç bina vardır. Birincisi, şehrin göbeğinde Prinz-Albrechtstrasse’de Goering’in sarayı. İkincisi, aynı caddede 8 numaralı yapı. Burada Alman faşizminin en kanlı silahlarından biri olan gizli terör kuvveti, gizli devlet polisi teşkilatı yerleşmiştir. Üçüncü bina ise Wilchelmstrasse’de 70 a numaralıdır. Bu adresi herkes bilmez. Bugün Almanya’nın dış politikası burdan idare edilmektedir. Halbuki burası Alman Dışişleri Bakanlığı binası değildir.

  • Wilchelmstrasse No. 70 a’da Nazi Partisi’nin dış bürosu çalışır. Fakat bu büro sadece bir parti bürosu değil, Nasyonal Sosyalist Partisi’nin kalbidir. Büro bir savaş bakanlığı sisteminde kurulmuştur. Birçok memleket için ayrı ayrı şubeleri çalışır. Büronun emrinde yığınlarla ajan vardır. Bu ajanların adı sanı dillere destan değildir.

  • olacaklar…

  • Bu planın başarılı olması demek, Rusya ve İngiltere hariç bütün Avrupa kömürünün Alman emperyalizmi eline geçmesi demektir.

  • Fakat deminden beri söylediklerimiz Rosenberg-Thyssen planının bir tarafıdır. Madalyanın öbür yüzünde Sovyet illerinin istilası ve Asya’ya yayılmak vardır.”

  • Çünkü, Alman birliği oluşurken bunun geniş sömürgelere ihtiyacı olacağı ortadadır. Bundan dolayı Hitler’in 100 milyonluk “yüksek” ırkı, Sovyetlerin “160” milyonluk “aşağı”, “Bolşevik” ırkını hakimiyeti altına almalıdır. O “aşağı”, “Bolşevik ırkı” ki, Baltık, Kara ve Okyanus denizleri arasında, dünyanın altıda birinde yaşamaktadır. Hitler’in kültürünü kabul etmelerine imkan yoktur, Thyssen’in mallarını almazlar. Ve işin asıl kötüsü sanayilerini, tarımlarını şimdiye kadar tarihte görülmemiş bir hızla kurarak sosyalizmi muzaffer etmişler ve böylelikle gelecek Alman ırk imparatorluğunun karşısına şimdiden en büyük bir tehlike olarak dikilmişlerdir. Hitler’in gelecekteki birliği her ne kadar büyük olacaksa da(?!), Sovyetler Birliği şimdiden, ondan daha büyüktür ve sanayi şubelerinin birçoklarında Thyssen’i şimdiden geçmiştir. Cermen birleşik imparatorluğu gerçekleşirse(? !) Fransa ve İngiltere’yi yenebilmesi olasılığı kuvvedidir. Oysa ki, Sovyetler’i yenebilmesi çok uzak bir olasılıktır. Şimdiden “alçak ırk” “yüksek , ırktan” çok kuvvetlidir. Bütün bunlardan başka, asıl esaslı olan taraf, Hitler rejimiyle Sovyet rejimi arasındaki sınıfsal, sosyal ve tarihi karşıtlıktır. Alman faşizmi, ırkçılığı, her ne pahasına olursa olsun, kapitalist rejimini kurtarmak isterken, Sovyetler sosyalizmi kurmuş bulunuyorlar.

  • İşte bütün bu sebeplerden dolayı Rosenberg planının ikinci kısmı Sovyetler Birliği’ni mahvetmek gayesini gütmektedir. Rosenberg : “Doğudaki Alman ırkına özgürlük bağışlamak milletimizin esaslı amaçlarından biridir,” diyor.

  • Böylelikle Bolşevizme karşı mücadele Thyssen’in dünyayı istila planının en önemli emelidir.

  • Berlin’in Üç Binası

  • Bugün Berlin’de, şöyle bir bakışta göze çarpmayan, üç bina vardır. Birincisi, şehrin göbeğinde Prinz-Albrechtstrasse’de Goering’in sarayı. İkincisi, aynı caddede 8 numaralı yapı. Burada Alman faşizminin en kanlı silahlarından biri olan gizli terör kuvveti, gizli devlet polisi teşkilatı yerleşmiştir. Üçüncü bina ise Wilchelmstrasse’de 70 a numaralıdır. Bu adresi herkes bilmez. Bugün Almanya’nın dış politikası burdan idare edilmektedir. Halbuki burası Alman Dışişleri Bakanlığı binası değildir.

  • Wilchelmstrasse No. 70 a’da Nazi Partisi’nin dış bürosu çalışır. Fakat bu büro sadece bir parti bürosu değil, Nasyonal Sosyalist Partisi’nin kalbidir. Büro bir savaş bakanlığı sisteminde kurulmuştur. Birçok memleket için ayrı ayrı şubeleri çalışır. Büronun emrinde yığınlarla ajan vardır. Bu ajanların adı sanı dillere destan değildir. Resmi diplomasi memuriyetleriyle hiçbir ilgileri yoktur. Çoğunun geçmişi karanlıktır. Bu adamlar, hariçteki Almanlar, maceracılar, ticaret ajanları, Baltık memleketlerinin yarı Alman unsurları, eski anti-Bolşevik örgüt üyeleri arasından seçilir.

  • Bu büronun şefi Alfred Rosenberg’tir. Yukardan beri adı geçen Rosenberg Çarlık Rusyası uyruğudur. Riga’da mimarlık okulunda okumuştur. Dünya Savaşı sırasında Moskova’da bulundu. Sonra Reval’de resim hocalığı yaptı. Daha sonraları Münih’te gazetecilik etti. 9 Eylül 1923 Hitler ayaklanmasının (Birahane Ayaklanması1) şeflerinden biriydi. Partinin yayın organı Wolkiseher Beobachter gazetesinde2 baş yazar oldu. Ve bugün, demin de söylemiş olduğumuz gibi, Nasyonal-Sosyalist Partisi’nin harici politika bürosu şefidir. Şimdi bu büronun faaliyet tarzını, hakiki iç yüzünü gözden geçirelim Rosenberg’in teşkilatı “uluslararası”dır. Bu “uluslararası” oluşumun dünyadaki ilk yardımcıları 1917 Bolşevik devriminin sınır dışı ettiği insanlardır. Bu insanlar yeryüzünün aşağı yukarı her tarafında koloniler kurmuşlardır. Bu kolonilerin ajanları Macaristan, İtalya, İngiltere’deki faşist ve anti-sosyalist oluşumların ya koruyucusu ya da en faal uşaklarıdırlar. Berlin ve Paris’teki Gizli-Servis ajanları, Bakü petroluna göz dikmiş olanlar, silah fabrikatörleri, meşhur maliyeciler, hep bu unsurlardan istifade ediyorlar.

  • Genel Savaşta Rus-Alman Baltık alaylarının kumandanı olan Prens Avlov, “Macaristan’ın Kurtuluşu” ismindeki gizli örgütü kuran ve 1919 Macar Sovyet Cumhuriyetinin yıkılışından sonraki beyaz terörü idare etmiş olan Miralay Heyos v.s. gibi şahsiyetlerin çeşitli siyasi, toplumsal, iktisadi yörüngeleri varsa da hepsinin üzerinde toplandıkları nokta tektir : Anti-Sosyalizm.

  • İşte Nasyonal-Sosyalist Partisi dış büro şefi Rosenberg planını uygulayabilmek için bu uluslararası “beyazlar” çevresinden azami yaralanmayı temin ediyor.

  • Thyssen planının bir ikinci kopyası olarak Rosenberg planı yalnız diplomasiye dayanamazdı elbet. Onun başka yöntemlere de başvurması lazımdı. Rosenberg bu yöntemlere derhal başvurdu.

  • Yarınki Cermen birleşik imparatorluğuna girmesi arzu edilen memleketlerde içten içe propagandaya, kışkırtmalara girişildL Az çok Alman azınlıkları olan devletlerde gizli veya açık “mahalli” Nasyonal-Sosyalist partileri kuruldu. Böylelikle iç ihtilaller yoluyla bu memleketlerin Cermen birleşik imparatorluğuna “kendiliklerinden” katılımları temin edilmek istenmektedir. Avusturya’daki son Nazi “ihtilalleri” hep bu yöntemin verimleridirler.

  • Görülüyor ya, Hitler’in ırk teorisi Thyssen’in işine ne kadar yarıyor!..

  • Rosenberg’in gizli örgütü yukarıda söylediğimiz sonucu elde etmek için üç koldan çalışmaktadır.

  • olacaklar…

  • Bu planın başarılı olması demek, Rusya ve İngiltere hariç bütün Avrupa kömürünün Alman emperyalizmi eline geçmesi demektir.

  • Fakat deminden beri söylediklerimiz Rosenberg-Thyssen planının bir tarafıdır. Madalyanın öbür yüzünde Sovyet illerinin istilası ve Asya’ya yayılmak vardır.”

  • Çünkü, Alman birliği oluşurken bunun geniş sömürgelere ihtiyacı olacağı ortadadır. Bundan dolayı Hitler’in 100 milyonluk “yüksek” ırkı, Sovyetlerin “160” milyonluk “aşağı”, “Bolşevik” ırkını hakimiyeti altına almalıdır. O “aşağı”, “Bolşevik ırkı” ki, Baltık, Kara ve Okyanus denizleri arasında, dünyanın altıda birinde yaşamaktadır. Hitler’in kültürünü kabul etmelerine imkan yoktur, Thyssen’in mallarını almazlar. Ve işin asıl kötüsü sanayilerini, tarımlarını şimdiye kadar tarihte görülmemiş bir hızla kurarak sosyalizmi muzaffer etmişler ve böylelikle gelecek Alman ırk imparatorluğunun karşısına şimdiden en büyük bir tehlike olarak dikilmişlerdir. Hitler’in gelecekteki birliği her ne kadar büyük olacaksa da(?!), Sovyetler Birliği şimdiden, ondan daha büyüktür ve sanayi şubelerinin birçoklarında Thyssen’i şimdiden geçmiştir. Cermen birleşik imparatorluğu gerçekleşirse(? !) Fransa ve İngiltere’yi yenebilmesi olasılığı kuvvedidir. Oysa ki, Sovyetler’i yenebilmesi çok uzak bir olasılıktır. Şimdiden “alçak ırk” “yüksek , ırktan” çok kuvvetlidir. Bütün bunlardan başka, asıl esaslı olan taraf, Hitler rejimiyle Sovyet rejimi arasındaki sınıfsal, sosyal ve tarihi karşıtlıktır. Alman faşizmi, ırkçılığı, her ne pahasına olursa olsun, kapitalist rejimini kurtarmak isterken, Sovyetler sosyalizmi kurmuş bulunuyorlar.

  • İşte bütün bu sebeplerden dolayı Rosenberg planının ikinci kısmı Sovyetler Birliği’ni mahvetmek gayesini gütmektedir. Rosenberg : “Doğudaki Alman ırkına özgürlük bağışlamak milletimizin esaslı amaçlarından biridir,” diyor.

  • Böylelikle Bolşevizme karşı mücadele Thyssen’in dünyayı istila planının en önemli emelidir.

  • Berlin’in Üç Binası

  • Bugün Berlin’de, şöyle bir bakışta göze çarpmayan, üç bina vardır. Birincisi, şehrin göbeğinde Prinz-Albrechtstrasse’de Goering’in sarayı. İkincisi, aynı caddede 8 numaralı yapı. Burada Alman faşizminin en kanlı silahlarından biri olan gizli terör kuvveti, gizli devlet polisi teşkilatı yerleşmiştir. Üçüncü bina ise Wilchelmstrasse’de 70 a numaralıdır. Bu adresi herkes bilmez. Bugün Almanya’nın dış politikası burdan idare edilmektedir. Halbuki burası Alman Dışişleri Bakanlığı binası değildir.

  • Wilchelmstrasse No. 70 a’da Nazi Partisi’nin dış bürosu çalışır. Fakat bu büro sadece bir parti bürosu değil, Nasyonal Sosyalist Partisi’nin kalbidir. Büro bir savaş bakanlığı sisteminde kurulmuştur. Birçok memleket için ayrı ayrı şubeleri çalışır. Büronun emrinde yığınlarla ajan vardır. Bu ajanların adı sanı dillere destan değildir. Resmi diplomasi memuriyetleriyle hiçbir ilgileri yoktur. Çoğunun geçmişi karanlıktır. Bu adamlar, hariçteki Almanlar, maceracılar, ticaret ajanları, Baltık memleketlerinin yarı Alman unsurları, eski anti-Bolşevik örgüt üyeleri arasından seçilir.

  • Bu büronun şefi Alfred Rosenberg’tir. Yukardan beri adı geçen Rosenberg Çarlık Rusyası uyruğudur. Riga’da mimarlık okulunda okumuştur. Dünya Savaşı sırasında Moskova’da bulundu. Sonra Reval’de resim hocalığı yaptı. Daha sonraları Münih’te gazetecilik etti. 9 Eylül 1923 Hitler ayaklanmasının (Birahane Ayaklanması3) şeflerinden biriydi. Partinin yayın organı Wolkiseher Beobachter gazetesinde4 baş yazar oldu. Ve bugün, demin de söylemiş olduğumuz gibi, Nasyonal-Sosyalist Partisi’nin harici politika bürosu şefidir. Şimdi bu büronun faaliyet tarzını, hakiki iç yüzünü gözden geçirelim Rosenberg’in teşkilatı “uluslararası”dır. Bu “uluslararası” oluşumun dünyadaki ilk yardımcıları 1917 Bolşevik devriminin sınır dışı ettiği insanlardır. Bu insanlar yeryüzünün aşağı yukarı her tarafında koloniler kurmuşlardır. Bu kolonilerin ajanları Macaristan, İtalya, İngiltere’deki faşist ve anti-sosyalist oluşumların ya koruyucusu ya da en faal uşaklarıdırlar. Berlin ve Paris’teki Gizli-Servis ajanları, Bakü petroluna göz dikmiş olanlar, silah fabrikatörleri, meşhur maliyeciler, hep bu unsurlardan istifade ediyorlar.

  • Genel Savaşta Rus-Alman Baltık alaylarının kumandanı olan Prens Avlov, “Macaristan’ın Kurtuluşu” ismindeki gizli örgütü kuran ve 1919 Macar Sovyet Cumhuriyetinin yıkılışından sonraki beyaz terörü idare etmiş olan Miralay Heyos v.s. gibi şahsiyetlerin çeşitli siyasi, toplumsal, iktisadi yörüngeleri varsa da hepsinin üzerinde toplandıkları nokta tektir : Anti-Sosyalizm.

  • İşte Nasyonal-Sosyalist Partisi dış büro şefi Rosenberg planını uygulayabilmek için bu uluslararası “beyazlar” çevresinden azami yaralanmayı temin ediyor.

  • Thyssen planının bir ikinci kopyası olarak Rosenberg planı yalnız diplomasiye dayanamazdı elbet. Onun başka yöntemlere de başvurması lazımdı. Rosenberg bu yöntemlere derhal başvurdu.

  • Yarınki Cermen birleşik imparatorluğuna girmesi arzu edilen memleketlerde içten içe propagandaya, kışkırtmalara girişildL Az çok Alman azınlıkları olan devletlerde gizli veya açık “mahalli” Nasyonal-Sosyalist partileri kuruldu. Böylelikle iç ihtilaller yoluyla bu memleketlerin Cermen birleşik imparatorluğuna “kendiliklerinden” katılımları temin edilmek istenmektedir. Avusturya’daki son Nazi “ihtilalleri” hep bu yöntemin verimleridirler.

  • Görülüyor ya, Hitler’in ırk teorisi Thyssen’in işine ne kadar yarıyor!..

  • Rosenberg’in gizli örgütü yukarıda söylediğimiz sonucu elde etmek için üç koldan çalışmaktadır.

  • Birinci kol : Felemenk (Hollanda-Belçika ülkelerinin olduğu coğrafya) ve İskandinavya’yı toplayan Kuzey bölgesinde işlemektedir.

  • İkinci kol : Avusturya, Tuna memleketleri ve Balkanlar’ı kucaklayan Güney bölgesinde faaliyet göstermektedir.

  • Üçüncü kol : Rusya’ya müteveccih şark ınıntıkasında çalı­ şıyor.

  • Kuzey ve Güney bölgesinin bir kısmındaki Rosenberg faaliyetini bir tarafa bırakalım da, Balkanlar’daki Nazi kışkırtmasına şöyle bir göz atalım :

  • Yakın Şark’ın yolu üstünde duran Balkanlar’da Alman malına müşteri olabilecek milyonlarca insan yaşamaktadır. Genel savaştan önce buralarda Doyçe Bank çok önemli bir konum tutmuştu. Şimdi de Thyssen ·buralara kendinin gelecekteki rakipsiz pazarı gibi bakmaktadır. Thyssen’in bakışını Rosenberg gerçekleştirmek için çalışıyor. Romanya’da ilk önce bir Yahudi düşmanları topluluğu kurdurdu. Bunun ideologu Profesör Cuza idi. 1933’de Cuza’nın oğlu Berlin’e geldi. Rosenberg’le konuştu. Cuza’nın örgütü aynı sene içinde bir Nazi oluşumu biçimine sokuldu. Harpten önce Berlin’de askeri ataşe olan Tataresev bu Nazi hareketinin askeri şefliğine geçirildi.

  • Bu oluşum özellikle köylüleri kendine temel yapmak istiyor. Attığı sloganların en başında : Yahudilerin mallarını köylülere dağıtmak! maddesi gelmektedir.

  • Fakat bu, madalyanın bir tarafıdır. Öbür tarafını ise “Fransız politikasını bırakıp Alman politikasını takip etmeliyiz!” demekle bizzat Cuza Parlamento’da ifşa etmiştir.ince

  • Romanya’da Cuza’ya yaptırdığı işi, Rosenberg, Yunanistan’da “Etniki Enosis Elados” (Milli Yunan Birliği) adındaki faşist topluluğuna yaptırmaktadır. Bulgaristan’da ise Mihailof’un · faşist grubu Rosenberg’in sadık kölesidir.

  • Nasyonal-Sosyalist Felsefesi

  • “Alman Basın”ının Nasyonalist Felsefe adıyla çıkardığı bir kitap vardır. Kitapta meşhur “ideologlar”dan parçalar alınmıştır. Kitabın yarısından çoğu ırklar teorisine ayrılmış. Bu teorinin çeşitli cephelerini geçen konularımızda gözden geçirdiğimiz için şimdi bu “önemli” kitabın incelediği (? !) başka sahalara şöyle bakıverelim.

  • Tarih :

  • Üretim kuvvetlerinin gelişmesiyle aşağı yukarı bütün kavimler aynı aşamalardan geçmişlerdir. Fakat “ırkçı tarihi” bu olguyu inkar ediyor. Ona göre, tersine, her kavmin değişmeyen, sonsuz ve bir tek medeniyet ideali vardır. .

  • Böyle bir iddiayı ileri süren “ırkçı tarihçilerin” nasıl bir çıkmaza girdiklerini bir iki örnekle anlatalım.

    Morgan, Bachofen ve saire gibi etnologlann yaptıklan incelemelere dayanan Engels ispat etmiştir ki anaerkillik, ilkel komünizmin son devrine uygun gelir. Ve ancak üretim güçlerinin gelişmesi sonucunda özel mülkiyetin gelişmesiyle ananın reisliği altındaki toplum, yerini, başında “Pater Familias”ın (aile babasının) bulunduğu tek eşli aileye bırakır. Irkçı tarihçiler, baba erkilliğe gelmeden önce · bütün kavimlerin bir ana erkillik devrinden geçmiş olduklarını inkar edemiyorlar. Halbuki, ana erkillik Nasyonal-Sosyalizmin ileri sürdüğü Nordik kahramanlığı ve erkekliği fikrine aykırı düşüyor.

  • Ne yapmalı? Olgularla Nasyonal-Sosyalist hipotezini’ nasıl uzlaştırmalı? Rosenberg imdada yetişiyor. Anaerkilliği “yabancı ideallerin” Nordik kaleye girip Cermanik kıymetleri “kısmen imha” ettikleri bir devir olarak göstermeye çalışıyor.

  • “Nordik” Yunanlılar “Nordik olmayan” bir ideal kabul ederek anaerkilliğin sultası altında yaşamış oluyorlar.

  • Bütün tarihi, ırkçı fikirlere göre yeni baştan inşa eden Rosenberg bu olayı şöyle anlatıyor :

  • “Yunanlılardan önce Ege denizi kıyılannda oturan kavimler ana erkil bir dinden yukarı çıkamamıştılar…

  • “… Kendi eski tanrılarını yeniden canlandırma ve haklarını edinebilmek için Nordik Yunanlıların zayıf anlarınıbeklediler.

  • Görülüyor ya, Rosenberg’in. “tarihi yeniden inşa eden” ilmi nasıl en basit tarihi gerçeklerden ve olgulardan uzaktır.

  • Rosenberg’e göre Yunanlılar mağlup ettikleri kavimlerin tanrılarını, anaerkil prensiplerini ve bu meyanda “demokrasi”yi zayıf düştükleri devirde kabul etmiş oluyorlar. Yani, Yunanlıların en zayıf devirlerde anaerkil düzen, dışarıdan, Nordik olmayan kavimlerin eliyle Yunanistan’a getirilmiş oluyor.

  • Halbuki tarihi gerçek tamamen bunun tersidir. Çünkü Yunanlılar, tam tersine, daha henüz saf ve sağlıklı “Nordik” bir ırk iken anaerkil devri yaşamışlardır.

    Tarihi olguları tahrif ederek ırkçı teorilere örnekler getirmek isteyen faşist tarihçiler işi o kadar azıtırlar ki yine aynı Rosenberg, Fransız Devrimini, aşağı Alpin ırkın, . yüksek Nordik ırkiara isyanı şeklinde açıklar.. “Jakoben güruhu, ince uzun endamlan ve kumral saçlarıyla göze çarpanların kafalarını kesti.” Nordik ırkın ince uzun boylu ve kumral saçlı temsilcilerini giyotine götüren “aşağı Alpin ırk” gerçekte üçüncü sınıftı, burjuvaziydi. Yine bu aynı üçüncü sınıf 1848’de Almanya ve Avusturya’da feodal rejimi devirmeye kalkıştı. Fakat kendi hamlesinden korkarak ve özellikle proletaryanın devrimi tamamlayacağından çekinerek yaptığı işi sonuna kadar götüremedi. Monarşinin karşısında yelkenleri suya indirdi ve bu düşük cenin inkılaptan sonra gelen onlarca yıllarda monarşiyle uzlaştı. Ve ancak 1918’de iktidarın tamamını eline geçirdi. İşte bundan dolayı bugün Almanya’yı Ne yapmalı? Olgularla Nasyonal-Sosyalist hipotezini’ nasıl uzlaştırmalı? Rosenberg imdada yetişiyor. Anaerkilliği “yabancı ideallerin” Nordik kaleye girip Cermanik kıymetleri “kısmen imha” ettikleri bir devir olarak göstermeye çalışıyor.

  • “Nordik” Yunanlılar “Nordik olmayan” bir ideal kabul ederek anaerkilliğin sultası altında yaşamış oluyorlar.

  • Bütün tarihi, ırkçı fikirlere göre yeni baştan inşa eden Rosenberg bu olayı şöyle anlatıyor :

  • “Yunanlılardan önce Ege denizi kıyılannda oturan kavimler ana erkil bir dinden yukarı çıkamamıştılar…

  • “… Kendi eski tanrılarını yeniden canlandırma ve haklarını edinebilmek için Nordik Yunanlıların zayıf anlarınıbeklediler.

  • Görülüyor ya, Rosenberg’in. “tarihi yeniden inşa eden” ilmi nasıl en basit tarihi gerçeklerden ve olgulardan uzaktır.

  • Rosenberg’e göre Yunanlılar mağlup ettikleri kavimlerin tanrılarını, anaerkil prensiplerini ve bu meyanda “demokrasi”yi zayıf düştükleri devirde kabul etmiş oluyorlar. Yani, Yunanlıların en zayıf devirlerde anaerkil düzen, dışarıdan, Nordik olmayan kavimlerin eliyle Yunanistan’a getirilmiş oluyor.

  • Halbuki tarihi gerçek tamamen bunun tersidir. Çünkü Yunanlılar, tam tersine, daha henüz saf ve sağlıklı “Nordik” bir ırk iken anaerkil devri yaşamışlardır.

  • Tarihi olguları tahrif ederek ırkçı teorilere örnekler getirmek isteyen faşist tarihçiler işi o kadar azıtırlar ki yine aynı Rosenberg, Fransız Devrimini, aşağı Alpin ırkın, . yüksek Nordik ırkiara isyanı şeklinde açıklar.. “Jakoben güruhu, ince uzun endamlan ve kumral saçlarıyla göze çarpanların kafalarını kesti.” Nordik ırkın ince uzun boylu ve kumral saçlı temsilcilerini giyotine götüren “aşağı Alpin ırk” gerçekte üçüncü sınıftı, burjuvaziydi. Yine bu aynı üçüncü sınıf 1848’de Almanya ve Avusturya’da feodal rejimi devirmeye kalkıştı. Fakat kendi hamlesinden korkarak ve özellikle proletaryanın devrimi tamamlayacağından çekinerek yaptığı işi sonuna kadar götüremedi. Monarşinin karşısında yelkenleri suya indirdi ve bu düşük cenin inkılaptan sonra gelen onlarca yıllarda monarşiyle uzlaştı. Ve ancak 1918’de iktidarın tamamını eline geçirdi. İşte bundan dolayı bugün Almanya’yı idare eden sınıfın, yani Alman burjuvazisinin – eğer Rosenberg fikri takip sahibi olsaydı – aşağı bir ırka mensubiyeti icabetmektedir.

  • Fakat Rosenberg’te fikri takip sahibi olmak niteliğini de de aramamak lazım. Thyssenler, Krupplar, Borsigler v.s. Rosenberg’in efendileridirler ve bunların aşağı bir ırktan olmaları elbette Rosenberg’ce kabul edilemez. Fransız devriminde burjuvaziye aşağı ırk damgası yapıştırılabilinir iması, Nasyonal-Sosyalist inkılabında(? !) Alman burjuvazisine bu damga vurulamaz. Hem artık “aşağı ırk” proletarya olmuştur. “Ve ·gerek Almanya’da, gerekse bütün dünyadab proletaryanın burjuvaziye karşı yaptığı kavga, aşağı ırkın yüksek ırkiara karşı yaptıkları mücadeleden başka bir şey değildir.” Rosenberg ve benzerleri tarihi böyle yazıyorlar. Dahası var. Bir ırkçı tarihçi tarihe geçmiş bir şahsiyet hakkında hüküm vermek için onun hareketlerini göz önünde tutar, eğer bu hareketler “Nordik ideale” uygunsalar ona “Nordik” belgesini verir. Aksi takdirde, söz konusu şahsiyet “yüzde yüz Nordik” bile olsa bu belgeyi alamaz.

  • Nordik olan her şeyin tartışma götürmez bir tarzda yüksek olduğu prensibi kabul edildikten sonra artık tarihi şahsiyetler bambaşka bir ışık altında boy gösterirler. ‘

  • Mesela Mesih, genel heyetiyle, ideal bir Nordik tipidir. Fakat eksik olan bir sıfatı vardır; harpcuyane fikirlerden kurtulmuş olması. Bununla beraber Nordik sıfatı ona büyük bir cömertlikle bahşedilmiştir.

  • Rosenberg, Mythe du XX siecle adlı kitabında şunu yazıyor :

  • “İsa Yahudi bir çevre içinde büyümüş olmasına rağmen, kökten Yahudi olduğu gerçekleşmemiştir.”

  • Gerçekleşmemiştir. Fakat bu görüş Machiavelli (Makyavel) gibi tiksindirici ve antipatik bir kişi üzerinde uygulanınca tersine dönüyor : ·

  • “İnsani alçaklıklar ve onların meşruiyeti üzerine kurulan bir sistem asla Nordik bir ruhun verimi olamaz.”

  • İşte Machiavelli için söylenen söz. Böyle bir adamın kökeni elbette ki Nordik olamaz.

  • “Machiavelli, çoğu Etrüskler’in yurdu Montespertole köyündendir.”

  • Etrüskler de Nördik ırkından değildir.

  • Bütün sütnine ve peri masalları, ırkçı alimleri tarafından, bilimsel birer veri gibi· ciddiye alınmıştır.

  • “Lenz, der ki, devler kavramı, cesur Vestfalyenler’le kahraman ve büyük Nordikler’in arasındaki kavgaların bir hatırasıdır. Cücelere gelince, bunlar da Nordikler’in aşağılık Asiroidler’le yaptıkları mücadelelerin hatırasından başka bir şey değildir.” ·

  • “Alim” Günther tamamıyla bu fikirde değildir.

  • Fakat Rosenberg’te fikri takip sahibi olmak niteliğini de de aramamak lazım. Thyssenler, Krupplar, Borsigler v.s. Rosenberg’in efendileridirler ve bunların aşağı bir ırktan olmaları elbette Rosenberg’ce kabul edilemez. Fransız devriminde burjuvaziye aşağı ırk damgası yapıştırılabilinir iması, Nasyonal-Sosyalist inkılabında(? !) Alman burjuvazisine bu damga vurulamaz. Hem artık “aşağı ırk” proletarya olmuştur. “Ve ·gerek Almanya’da, gerekse bütün dünyadab proletaryanın burjuvaziye karşı yaptığı kavga, aşağı ırkın yüksek ırkiara karşı yaptıkları mücadeleden başka bir şey değildir.” Rosenberg ve benzerleri tarihi böyle yazıyorlar. Dahası var. Bir ırkçı tarihçi tarihe geçmiş bir şahsiyet hakkında hüküm vermek için onun hareketlerini göz önünde tutar, eğer bu hareketler “Nordik ideale” uygunsalar ona “Nordik” belgesini verir. Aksi takdirde, söz konusu şahsiyet “yüzde yüz Nordik” bile olsa bu belgeyi alamaz.

  • Nordik olan her şeyin tartışma götürmez bir tarzda yüksek olduğu prensibi kabul edildikten sonra artık tarihi şahsiyetler bambaşka bir ışık altında boy gösterirler. ‘

  • Mesela Mesih, genel heyetiyle, ideal bir Nordik tipidir. Fakat eksik olan bir sıfatı vardır; harpcuyane fikirlerden kurtulmuş olması. Bununla beraber Nordik sıfatı ona büyük bir cömertlikle bahşedilmiştir.

  • Rosenberg, Mythe du XX siecle adlı kitabında şunu yazıyor :

  • “İsa Yahudi bir çevre içinde büyümüş olmasına rağmen, kökten Yahudi olduğu gerçekleşmemiştir.”

  • Gerçekleşmemiştir. Fakat bu görüş Machiavelli (Makyavel) gibi tiksindirici ve antipatik bir kişi üzerinde uygulanınca tersine dönüyor : ·

  • “İnsani alçaklıklar ve onların meşruiyeti üzerine kurulan bir sistem asla Nordik bir ruhun verimi olamaz.”

  • İşte Machiavelli için söylenen söz. Böyle bir adamın kökeni elbette ki Nordik olamaz.

  • “Machiavelli, çoğu Etrüskler’in yurdu Montespertole köyündendir.”

  • Etrüskler de Nördik ırkından değildir.

  • Bütün sütnine ve peri masalları, ırkçı alimleri tarafından, bilimsel birer veri gibi· ciddiye alınmıştır.

  • “Lenz, der ki, devler kavramı, cesur Vestfalyenler’le kahraman ve büyük Nordikler’in arasındaki kavgaların bir hatırasıdır. Cücelere gelince, bunlar da Nordikler’in aşağılık Asiroidler’le yaptıkları mücadelelerin hatırasından başka bir şey değildir.” ·

  • “Alim” Günther tamamıyla bu fikirde değildir.

  • “Taş devrinden beri Orta Avrupa’ya nüfuz edegelen Alpinler’in hatırasında cüceleri görmek daha doğru değil midir?”

  • Rosenberg ve Erbit’ten önceki “burjuva tarihinde” karşıtlıklar vardır. Fakat, şimdi, Rosenberg ve Erbit’ten sonra tarih tamamıyla gülünç karşıtlıkların dergisi olmuştur Felsefe : Her ırk ancak bir tek felsefi sistem yaratabilir ki bu sistem de o ırkın kanı ile tayin edilir. Aşağı ırkların felsefesi materyalistir : “Kendi kendinden memnun olmak ve hayatını dolu hissetmek için yemek ve içmekten başka bir şeye ihtiyacı olmayan insan…” Dikkat edin, şimdi ortaya idealist Nordik ırkı çıkacak :

  • “…ruhunun açlığını ve fikrinin susuzluğunu gidermek için kendini ekmeğinden mahrum eden insanı hiçbir zaman anlayamaz…

  • “Zaten bir insanın, ırkına has olmayan bir şeyi anlaması kabil değildir”. (Adolf Hitler)

  • Görüyorsunuz ya, ırkçı “ideologlar” felsefi materyalizm kavramı ile “materyalizm”in günlük hayatta kullanılan anlamı arasındaki farkı anlamayacak kadar bilgilidirler.(? !)

  • Irkçı ideologlarda fazla bir felsefi kültür aramayalım. Fakat ne de olsa, bu üstatların şu aşağıdaki olayın açıklamasını nasıl yaptıklarını insan merak ediyor :

  • Bir parça okumuş olan her insan bilir ki, aynı kavim çeşitli felsefi merhaleler geçirebiliyor. Canlandırmacı idealist oluyor, deist idealizme geçiyor, ordan solipsist idealizmi benimsiyor, Hegelyen idealizm aşamasına ulaşıyor, derken onu mekanik materyalizm basamağında görüyoruz, bundan sonra da diyalektik materyalizme ulaşıyor.

  • Şimdi böyle aynı kavmin çeşitli felsefi aşamalardan geçebilmesiyle, her ırkın ancak bir tek felsefi sistem doğurabileceğini söyleyen ırkçı bakış açısını nasıl uzlaştırmalı?

  • Bu merakımızı tatmin etmek için yine imdada yetişen ırklar teorisidir. Şöyle ki : Bu teoriye göre, bir ırk başka bir ırkı nüfuzu altına alınca ona kendi felsefesini de kabul ettirir, sonra başka bir ırk gelir, o da bunu sultası altına alarak kendi felsefesini eski muzaffer ırka telkin eder v.s…

  • Bunun böyle sonsuza kadar sürüp gitmemesi için anlam yok elbette… ·

  • Biz yukarda Hitler’in ağzıyla öğrenmiştik ki “idealizm” yalnız

  • Nordik kanın verimidir. Fakat, hastaların vücuduna giren fena ruhu sihir kuvvetiyle kovmaya çalışan ve çekirgelere karşı korunmak için büyü yapan orta Afrika zencileri de, felsefi manasıyla, idealisttirler. Ve eğer Rosenberg’in, Hitler’in sözlerine inanmak lazım gelse, bu “idealist” zenciler, sıtmayı kininle ve çekirgeleri zehirli gazla karşılayan “materyalist” Alman ziraatçılarından daha Nordiktirler.

  • Felsefe için olması mümkün olan şey sanat için de olması mümkündür.

  • “Sanat her zaman özel bir kanın verimidir…

  • Fakat Rosenberg’te fikri takip sahibi olmak niteliğini de de aramamak lazım. Thyssenler, Krupplar, Borsigler v.s. Rosenberg’in efendileridirler ve bunların aşağı bir ırktan olmaları elbette Rosenberg’ce kabul edilemez. Fransız devriminde burjuvaziye aşağı ırk damgası yapıştırılabilinir iması, Nasyonal-Sosyalist inkılabında(? !) Alman burjuvazisine bu damga vurulamaz. Hem artık “aşağı ırk” proletarya olmuştur. “Ve ·gerek Almanya’da, gerekse bütün dünyadab proletaryanın burjuvaziye karşı yaptığı kavga, aşağı ırkın yüksek ırkiara karşı yaptıkları mücadeleden başka bir şey değildir.” Rosenberg ve benzerleri tarihi böyle yazıyorlar. Dahası var. Bir ırkçı tarihçi tarihe geçmiş bir şahsiyet hakkında hüküm vermek için onun hareketlerini göz önünde tutar, eğer bu hareketler “Nordik ideale” uygunsalar ona “Nordik” belgesini verir. Aksi takdirde, söz konusu şahsiyet “yüzde yüz Nordik” bile olsa bu belgeyi alamaz.

  • Nordik olan her şeyin tartışma götürmez bir tarzda yüksek olduğu prensibi kabul edildikten sonra artık tarihi şahsiyetler bambaşka bir ışık altında boy gösterirler. ‘

  • Mesela Mesih, genel heyetiyle, ideal bir Nordik tipidir. Fakat eksik olan bir sıfatı vardır; harpcuyane fikirlerden kurtulmuş olması. Bununla beraber Nordik sıfatı ona büyük bir cömertlikle bahşedilmiştir.

  • Rosenberg, Mythe du XX siecle adlı kitabında şunu yazıyor :

  • “İsa Yahudi bir çevre içinde büyümüş olmasına rağmen, kökten Yahudi olduğu gerçekleşmemiştir.”

  • Gerçekleşmemiştir. Fakat bu görüş Machiavelli (Makyavel) gibi tiksindirici ve antipatik bir kişi üzerinde uygulanınca tersine dönüyor : ·

  • “İnsani alçaklıklar ve onların meşruiyeti üzerine kurulan bir sistem asla Nordik bir ruhun verimi olamaz.”

  • İşte Machiavelli için söylenen söz. Böyle bir adamın kökeni elbette ki Nordik olamaz.

  • “Machiavelli, çoğu Etrüskler’in yurdu Montespertole köyündendir.”

  • Etrüskler de Nördik ırkından değildir.

  • Bütün sütnine ve peri masalları, ırkçı alimleri tarafından, bilimsel birer veri gibi· ciddiye alınmıştır.

  • “Lenz, der ki, devler kavramı, cesur Vestfalyenler’le kahraman ve büyük Nordikler’in arasındaki kavgaların bir hatırasıdır. Cücelere gelince, bunlar da Nordikler’in aşağılık Asiroidler’le yaptıkları mücadelelerin hatırasından başka bir şey değildir.” ·

  • “Alim” Günther tamamıyla bu fikirde değildir.

  • “Taş devrinden beri Orta Avrupa’ya nüfuz edegelen Alpinler’in hatırasında cüceleri görmek daha doğru değil midir?”

  • Rosenberg ve Erbit’ten önceki “burjuva tarihinde” karşıtlıklar vardır. Fakat, şimdi, Rosenberg ve Erbit’ten sonra tarih tamamıyla gülünç karşıtlıkların dergisi olmuştur Felsefe : Her ırk ancak bir tek felsefi sistem yaratabilir ki bu sistem de o ırkın kanı ile tayin edilir. Aşağı ırkların felsefesi materyalistir : “Kendi kendinden memnun olmak ve hayatını dolu hissetmek için yemek ve içmekten başka bir şeye ihtiyacı olmayan insan…” Dikkat edin, şimdi ortaya idealist Nordik ırkı çıkacak :

  • “…ruhunun açlığını ve fikrinin susuzluğunu gidermek için kendini ekmeğinden mahrum eden insanı hiçbir zaman anlayamaz…

  • “Zaten bir insanın, ırkına has olmayan bir şeyi anlaması kabil değildir”. (Adolf Hitler)

  • Görüyorsunuz ya, ırkçı “ideologlar” felsefi materyalizm kavramı ile “materyalizm”in günlük hayatta kullanılan anlamı arasındaki farkı anlamayacak kadar bilgilidirler.(? !)

  • Irkçı ideologlarda fazla bir felsefi kültür aramayalım. Fakat ne de olsa, bu üstatların şu aşağıdaki olayın açıklamasını nasıl yaptıklarını insan merak ediyor :

  • Bir parça okumuş olan her insan bilir ki, aynı kavim çeşitli felsefi merhaleler geçirebiliyor. Canlandırmacı idealist oluyor, deist idealizme geçiyor, ordan solipsist idealizmi benimsiyor, Hegelyen idealizm aşamasına ulaşıyor, derken onu mekanik materyalizm basamağında görüyoruz, bundan sonra da diyalektik materyalizme ulaşıyor.

  • Şimdi böyle aynı kavmin çeşitli felsefi aşamalardan geçebilmesiyle, her ırkın ancak bir tek felsefi sistem doğurabileceğini söyleyen ırkçı bakış açısını nasıl uzlaştırmalı?

  • Bu merakımızı tatmin etmek için yine imdada yetişen ırklar teorisidir. Şöyle ki : Bu teoriye göre, bir ırk başka bir ırkı nüfuzu altına alınca ona kendi felsefesini de kabul ettirir, sonra başka bir ırk gelir, o da bunu sultası altına alarak kendi felsefesini eski muzaffer ırka telkin eder v.s…

  • Bunun böyle sonsuza kadar sürüp gitmemesi için anlam yok elbette… ·

  • Biz yukarda Hitler’in ağzıyla öğrenmiştik ki “idealizm” yalnız

  • Nordik kanın verimidir. Fakat, hastaların vücuduna giren fena ruhu sihir kuvvetiyle kovmaya çalışan ve çekirgelere karşı korunmak için büyü yapan orta Afrika zencileri de, felsefi manasıyla, idealisttirler. Ve eğer Rosenberg’in, Hitler’in sözlerine inanmak lazım gelse, bu “idealist” zenciler, sıtmayı kininle ve çekirgeleri zehirli gazla karşılayan “materyalist” Alman ziraatçılarından daha Nordiktirler.

  • Felsefe için olması mümkün olan şey sanat için de olması mümkündür.

  • “Sanat her zaman özel bir kanın verimidir…

  • “Sanat kitabında her ırk kendine has yazıyı yazar.” (Rosenberg)

  • Fakat bazen öyle ırklar vardır ki,

  • “Hiçbir sanatverimine kabiliyederi yoktur, mesela Yahudi ırkı gibi.” (Hitler)

  • tanrı Din :

  • Halis ırkçılar kendi ırkının verimi olmayan hiçbir din tanımazlar. İşte bundan dolayı Nordik din hareketi Hıristiyanlığı reddeder. Ona göre bütün dinlerin kaynağı kandır. Yabancı bir kan yabancı bir din getirir. Alman, Nordik, Aryen kanına, Alman, Nordik, Aryen bir din ve Alman, Nordik, Aryen bir tanrı azımdır.

  • Bununla beraber bazı Nordik ilahiyatçılar arasında, Nordik bir dine taraftar olmakla beraber, Hıristiyanlığı reddetmeyenler de vardır. Çünkü bunlara göre haç eski Cermenlerin icatlarındandır. Ve kuzeyden güneye doğru inerek Hıristiyan dinini doğurmuştur. Bundan dolayı Hıristiyanlık eski Cermanik dinin bir çeşitliliğinden başka bir şey değildir.

  • “Oportünist” ırkçı ilahiyatçılar, Hıristiyanlığın Nordikleştirilerek muhafazasına taraftardırlar ve Hıristiyanlıkla ırkçılığı uzlaştırmaya çalışmaktadırlar :

  • “Alman halk kilisesi ırkta tanrının verimlerinden birini görür ve bundan dolayı ırkın saflığı ve temizliğinin muhafazası zorunluluğunu onayı ve bunu tanrının emirlerinden biri olarak kabul eder.” (Saksonya Halk kilisesinin 28 tezlerinden)

  • Bütün bu laflar ve manasız sözlerden çıkarabileceğimiz bir tek netice vardır : Tanrı insanları değil, insanlar tanrıları kendi tanrı , insanları değil, insanlar tanrıları kendi suretlerinde yaratmışlardır.

  • Ahlak :

  • “Öyle hareket et ki senin iradenin yönü Nordik bir ırkın kanunları için rehber fikirler olsun!” (Günther)

  • Bütün bunları okuduktan sonra insan kendi kendine soruyor : iki yüzyıllık bir Alman burjuva felsefesi, ilmi, nasıl oluyor da böyle bir deli saçması yiğınında, böyle bir yalan dolan bataklığında son nefesini veriyor? Nasıl oluyor da bir Rosenberg yahut bir Heidegger, Helmholtz’ın, Haeckel’in yerine geçebiliyor ve bir Hauer, Feuerbach’a, bir von Leers, Lessing’e, bir Lohst ve bir von Schirach, Goethe’ye, Heinrich Heine’ye “halef” olabiliyor?

  • Bilim iflas etti.

  • On altıncı asırda, daha o günlere kadar eşi görülmemiş bir – hamleyle, dünyanın ekonomik temelleri sarsıldı. Ticaret, sanayi, gemicilik, mazide örneği olmayan bir gelişim gösterdiler. Batı ve Doğu Hindistan’da büyük keşifler yapıldı. Ve işte böyle bir hava içinde tarihin kadranı burjuva toplumun doğuş saatini çaldı. Coğrafi keşifler bilimsel keşiflerle beraber yürümektedir. Orta Çağ skolastiği her şeyi Aristo’ya ve kutsal kitaplara döndürdü. Genç burjuvazinin yeni ilmi bu göklerde dolaşan safsatalarla kanaat etmiyor artık. Dünyayı, o, bizzat dünyayla açıklamak istemektedir. Her gerçek tecrübenin mihenk taşına vurmakta, gözlemlerinin sentezi, onun gözleri önünden, doğa ve toplum kanunlarının perdesini kaldırmaktadır.

  • Fakat doğmakta olan, daha henüz doğan kapitalizm devrinin bilimsel yöntemleri, . bilimi köstekleyen metafiziğin zincirlerini kırıp koparacak kadar cesur değildir. Kepler, Descartes ve Galileo’larla aydınlanan bu devirde-burjuva ideolojisi doğal bilimlerinin ilerlemesini ancak topallaya topallaya takip edebilmektedir. Pozitif bilimlerin sonuçları materyalizmden haberler vermeye başladıkları halde burjuva ideolojisi henüz idealisttir.

  • Fakat çok geçmeden, sanayi devrinin süratle ilerlemesi, burjuva ideolojisinde derin değişikliklere sebep oluyor. Doğal bilimler yeni dal budaklar vermiştir : Kimya, biyoloji, Felsefe, doğa bilimlerinden elde edilen neticelerin sentezini yapıyor.

  • Newton, maddenin ataletini iddia eden idealist kuramlar yapmıştı. Fransız Ansiklopedistleri, bu kuramların tersine, maddeyle hareketin birliğini öğretmekte ve evrenin başlangıcında bu ilahi kışkırtılmış kuvvet bulunduğu hipotezini reddetmektedirler.

  • Fakat, burjuvazinin bir materyalist felsefe yaratmak çabasına giriştiği devir uzun süremezdi. Almanya’da bu kısa devrin temsilcileri Feuerbach, Büchner, Vogt ve Haeckel’dir. Bunların materyalizmleri yüzeysel, düşüncesiz ve dardır. 1848’de Alman burjuvazisinin yelkenlerini suya indiren sebepler, burjuva materyalizminin Almanya’da verimli bir saha bulamaması üzerine de etkili olmuştur. Buna karşın materyalizm proletaryanın elinde bir kavga bayrağı gibi yükseliyor. Yalnız bu materyalizmle eskisi arasında büyük ve derin farklar vardır. Marx ve Engels’in ve bütün dünya proletaryasının materyalizmi diyalektik materyalizmdir.

  • Diğer taraftan burjuvazi artık Kant’a, Hume’a, Berkeley’e dönüş emrini vermiştir. Bu emir, sölipsist ve agnostik idealizme geri çekilme demektir. Bu geri çekilme temelinde bütün bir ekonomik ve sosyal sebepler var. Ostwald, Pearson, Henri Poincare gibi fizisyenler, bilimsel araştırmalarında diyalektik materyalizmle amansız bir kavgaya girişiyorlar. Onlar alim olarak materyalist, filozof olarak idealisttirler.

  • Doğal bilimlerden materyalist sonuçlar .elde edildiği halde, felsefede Hegel’den önceki idealizme geri çekiliş!..

  • İşte bu karşıtlık, devrimizin seçkin özelliğidir. Emperyalizm devrinin burjuva düşünürü doğal bilimlerinin etütlerinden gereken sonuçları çıkarmaya muktedir değildir.

  • Bilimlerle burjuva ideolojisi arasındaki bu ayrılık özellikle yirminci yüzyılın başlangıçlarından itibaren daha ziyade büyümeye, uçurumlar haline girmeye başlamıştır. Blank, diyalektiğin nicelikten niteliğe geçiş prensibini haklı çıkaran, bu prensibin doğruluğunu ispat eden kuramını buluyor. Bohr, atomu analiz etmekte başarılı oluyor. Böylelikle, hareket ve maddenin birliği ispat edilmiş oluyor. Fakat, ne gariptir ki(? !) diyalektik materyalizmin doğruluğunu ispat eden belgeler, deliller çoğaldıkça, burjuva bilim insanlarının felsefi materyalizme karşı giriştikleri kör ve inatçı mücadele de o kadar keskinleşiyor.

  • Öyle ki, artık Blank’a dualist (ikili) bir felsefe yeterli gelmiyor da, trializmi (üçlü) icadediyor.

  • Şu son yıllarda, bazı İngiliz fizisyenleri ve biyologları bir açıklama yayınlıyor. Bu açıklama, pozitif bilimlerdeki son keşiflerin materyalizmi belgelediğini gösteriyordu. Fakat bu açıklamanın altına imza atan İngiliz bilginleri kendilerinin dini akidelere sadık kimseler olduklarını da ilan etmekten çekinmediler. Bu açıklama dolayısıyla Bertrand Russell çok haklı olarak diyor ki :

  • “Bu bilginler, dini gelenekleri korumak için söyledikleri sözleri, bilgin sıfatıyla değil, fakat mal ve mülkünü, güzel ahlakını muhafaza endişesinde bulunan vatandaşlar sıfatıyla söylemişlerdir”

  • Bilim materyalizmden yanadır; idare edici, sömürücü sınıfların çıkarları idealizmden yana. Bu iki eğilimi uzlaştırma imkanı yoktur.

  • Devrimizin felsefesi, ilmin bize öğrettiği şekilde evrenin anlayışından ayrı ve aykırı olamaz.

  • Fakat :

  • “Mekanik bir felsefenin etkisiyle, ekonomik sistemle hayat, sermayeyle iş, devletle halk, halkla fert arasındaki karşıtlıklar sürekli keskinleşmektedir. Bu karşıtlıkları uzlaştırmak ve esaslı surette bölünmüş olan halkımızı organik bir birliğe ulaştırmak için tek bir çare varsa, o da, hareketlerimizde ve düşüncelerimizde bilincin baskısını mahvetmek, ·mekanik anlayışların yerine organik bir felsefe getirmektir”.(Uakof Graf.)

    Görülüyor ya iş nasıl hallediliyor. Gayet basit : Zekayı, bilgiyi ve bilimsel düşüFakat Spengler ondan daha ileri gitti. Ona göre sebeple netice insan düşüncesinin icat ettiği kategorilerden başka bir şey değildir. Spengler’e göre tarih “sebepsiz” akıp gider. Ve bundan dolayı da tarihi incelemek bilimsel bir uğraş değil, şairane bir dalgınlıktır. Faşist ideologlar “her çeşit ilmi safrayı” kaldırıp atıyorlar.

  • Onların sığındıkları örnekler “bütünlük” “mistik sentez”, “ruh” ve “ırk” tır dalgınlıktır. Rosenberg’e göre hayali (objektif) gerçek yoktur. Bilim insanlarının hayali gerçeklerin bulmak için çabalamaları boşunadır.

  • Çünkü : .

  • “Bir ırkın algıyabileceği en yüksek’ bilgi, onun ilk dini mitoloji ile tamamen saklıdır.” (Rosenberg)

  • Mesele ortada. Her kavmin kendine has bir dünyası vardır, tıpkı kendine has burnu, saçı, duruşu olduğu gibi(?!). Ve demek oluyor
    ki insanların düşüncelerinde “Ademle Havva” devrinden beri hiçbir değişiklik olmamıştır ve bundan yirmi otuz yüzyıl önce İskandinavya’da yaşayan Tötonlar, Hitler’in Nasyonal Sosyalizmine aşinaydılar; nasıl ki, aynı yüzyılın Sernitleri de marksisttiler(? !). Bundan dolayı da felsefenin işi şudur :

  • “Tarihte görülen bütün felsefeler ancak hayati amaçlarıyla ve bazı ırkların anlayışlarıyla ilişkin olarak anlaşılabilinir.(…) Bir kavimde saklı ve bununla birlikte onun için hayırlı olduğundan dolayı o kavmin en doğal bir ifadesi olan bir (felsefe), cevheri başka olan bir kavim için büyük bir tehlike olabilir ve hatta onun ölümüne sebebiyet verebilir.” (Hitler)

  • Anlaşıldı ya! Sebebiyet denen nesne kapı dışarı! Her memleket ve her kavim için akla gelebilen bir bilim, mantık, felsefe yoktur. Yahudi bir kimyagerin bulduğu bir ilaç, Ari bir Alman’ı öldürebilir, Tabii bunun aksi de doğru oluyor. Şöyle böyle Asiroid olan bir Einstein’in ispat ettiği bir “nesne” bir Nordik için baştan başa yalan ve yanlıştır.

  • “Bizim içimizde en mükemmel ifadelerini bulmak için mücadele eden kuvvet ve mitolojiler red ve inkar edilemez.”

  • (Rosenberg) Kahrolsun bilim. Yaşasın red ve inkar edilemeyen mitoloji!

  • İşte iki ayağı birden çukura giren ve son nefesini vermemek için çabalayan bir sömürücü sınıfın “fikri” seviyesi. Halbuki o, gençliğinde, Hegel’in ağzıyla ilan “Aklın doğru çıkarmadığı herhangi bir şeyi kabul etmemekte gösterilen inat, insana şeref veren mükemmel bir inattır.”

  • Bugün ise o sınıf : “Yalnız felsefe değil, bilim de iflas etmiştir,” diyor ve şiarı şöyle oluyor : “Barbarlık devrine dönelim! “

  • (Blank). Kapitalizmin filozofları artık dünyayı açıklayamadıkları için, onlara göre, bilim “iflas” etmiştir. Fakat bu “iflas” sözünü her sahada ciddiye almamak lazım. Kapitalizm, savaş işlerinde bilimi pek ala kullanıyor. Bugün hiçbir muharebe bilimin yardımı olmaksızın yapılamaz. Yalnız, kesin olan bir şey varsa o da, sömürücü kapitalizmin üretim şartlarının, her türden ilerlemeye engel olan bir duvar haline geldikleridir. “Bilim iflas etti!”

  • Burjuva toplumunun faşizm yoluyla “rönesansı” bizzat bu toplumun gençliğinde biriktirdiği kültür mirasın red ve inkar etmesi demektir. O can çekişirken, kendi yarattıklarını, artık bütün insanların malı olan ve tarihe bu sıfatla giren şeyleri itmekte, tekmelemektedir.

  • Bu mirası almak proletaryaya düşer!

  • Son Söz

  • Bir daha tekrar ediyoruz : ,

  • “Faşizm, mali sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür.”

  • Faşizm, kapitalizmin son aşaması olan emperyalist devrinin verimlerinden ·biridir.

  • Faşizmin Almanya’da muzaffer oluşuna : “Burjuvazinin zaafının; onun artık eski parlamentarizm ve burjuva demokrasisi yöntemleriyle hüküm sürmek iktidarında olmayışının belirtileri gibi de bakmak lazımdır.” Faşizmin dış politikası : HARPTİR.

Diğer Yazılar

Yoksulluk

EKONOMİYİ BÜYÜTME KONUSUNDA İKİ FARKLI YOL

  Mustafa Durmuş / 9 Eylül 2024 Geçen hafta açıklanan büyüme verilerini analiz ederek başlayalım: …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir