Ümit ÖZDEMİR / 06.05.2024
Amcası David’in rahatsızlanması ve hastaneye kaldırılmasıyla açılan film, David’in hastanede hayatını kaybetmesiyle yeğeni Kim’in David’den kalan kültürel mirası okumasıyla devam eder. Amcası David’in İspanyol İç Savaşı’na POUM saflarında katılmış, bir Troçkist olduğunu öğrenmesiyle merakı biraz daha artan Kim’in araştırmasıyla yönetmen Loach kamerasını İspanya İç Savaşı yıllarına çevirir…
Kaybedilmiş bütün savaşların anısı ve bellek yükü geleceği belirler. Kim’in amcası David’in devrimci geçmişine olan ilgisi, insanların ve toplumların ortak meselesi olan “ben kimim” “nereden geliyorum” ve “nereye gidiyorum” evrensel sorulara odaklanır. Kim’in bu merakı film yoluyla ortak tarihi ve kültürel belleği inşa ederken, karşısına çıkan gerçekler Loach filmlerinde sıkça karşımıza çıkan bir temanın; kişisel olanla toplumsalın iç içeliğini ve bütünlüğünü yansıtır. Dramatik yapıyı tarih merakı, geçmişe yolculuk ve kişisel ile toplumsalın bütünleşmesi üzerine kuran Loach, David’in yaşadıklarını flashback (geriye dönüşlerle) anlatır.
İspanya İç Savaşı’nda kendi içinde bölünen dünya sol sosyalist hareketinin trajedisini ortaya koyan Loach, bu durumu köylü bir kadının birbirleriyle savaşan Troçkist, Stalinist ve Anarşist gruplara söylediği “neden birbirinizle savaşıyorsunuz faşistlerle savaşsanıza” repliğiyle yansıtır. David’in silahına sarılıp İspanyol kadının pazar çantasına ateş etmesiyle biten sahne, iç savaş içinde iç savaşın buruk bir tasviridir. Kadının feryadı ve kaçınılmaz olarak solun yenilgisini haber veren isyanı, trajediyi haber veren Shakespearyen anlatı yapısına birebir uyumludur.
İspanya İç Savaşı’na Cumhuriyetçilerin saflarında katılan ancak yaşadıkları yüzünden morali bozulan David’in kişisel dramı, İspanyol toplumunun trajedisine dönüşür. Amerikalı milyarder burjuva Hearst’ün mali yardımda bulunduğu Hitler ve Franco desteğini de alan Franco ve falanjistleri İspanyol devrimini İkinci Dünya Savaşı öncesinde ezdi. Bu yenilginin görünür nedenlerinden biri dünya sol, sosyalist hareketindeki 2. Dünya Savaşı öncesindeki bölünmedir. Tam 40 yıl faşizmle yönetilen İspanya, 1978’de yapılan anayasal reformlarla burjuva demokrasisine geçebildi.
Tam 40 yıl boyunca İspanyol halkına faşizmi reva gören “uygar” Avrupa ülkeleri, bu konuda hiçbir adım atmadı. Ken Loach’un Ülke ve Özgürlük filmi, neoliberalizmin etkilerini daha net hissettirdiği 1990’ların ikinci yarısından buraya nasıl geldik ? Sorusunun cevabını arayan ortalama izleyiciye verdiği yanıtlar yüzünden değerli bir film. Sınıflar mücadelesinde emekçi sınıfların her kaybı, sadece o sınıfların değil onun kültüründen beslenen, onun kazanımlarıyla ayakta kalabilen diğer sınıfları da derinden etkiler.
Loach, Ülke ve Özgürlük’te kaybedilen bir sınıf savaşının, kaybın nedenlerini sorgulatmanın ötesinde günümüze etkilerinin neler olabileceğini tartışmaya açar. Filmin İspanya’da hala en çok izlenen filmlerin başında yer almasının görünür nedenlerinden biri de budur. Sınıflar mücadelesinin sadece iki sınıfın burjuvazi ve emekçiler arasında geçmediğini, onlar adına kültürel ürünler veren sanat eserleri arasında da bir çatışma konusu olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir.
Kim’in kişiliğini inşa ederken geçtiği yol, kişisel olanı toplumsal bağlamına oturtarak anlatan Loach, amca David ve İspanyol İç Savaşı’nın kaybının yarattığı melankoli ile gerçekçi anlatı dilini ustaca sentezlemesiyle Ülke ve Özgürlük’ü politik sinemanın unutulmazları arasına yerleştiriyor.
Kim amcası David’in fularında bulduğu İspanya toprağını mezarına serperken, komünist şair William Morris’in “The Day is Coming” şiirini okur. Loach’un bu film sahneleri kolektif belleğe çağrı mesajları olarak okunabilir. Kim kendinden bir kuşak önce Margaret Thatcher ordularının madenci grevine saldırısına karşı madenci direnişini hatırlamaz. Buna karşın, Kim David’in arşivinde bulduğu 1936 İspanya İç Savaşı’nın tartışmalarını Daily Worker gazetesinden okur. 1936’da Franco’nun falanjistlerinin yerini 1982’de Thatcher’ın ordu birlikleri almıştır. Tam da bu esnada Loach’un Ülke ve Özgürlük’te kolektif belleğe yaptığı çağrı anlamlıdır. 1936’daki İç Savaş, 1982’de neoliberal saldırı dalgasına karşı ekmeğini korumak için özelleştirmeye karşı direnişe geçen İngiliz maden işçilerinin mücadelesiyle bütünleşir. 1936 direnişçileri İspanya toprağını faşizm belasından kurtarmak için mücadele ederken, 1982 direnişçileri işçi sınıfının bütün kazanımlarını yok etmeye çalışan “Demir Lady” Margaret Thatcher’a karşı direnirler..
Sınıflar mücadelesinin kolektif hafızasını silmek, emekçilerin çoğu zaman canları pahasına yarattığı kazanımların özgürlüğün ta kendisi olduğunu unutturmak adına burjuva saflardan yapılan bütün saldırılar işçi ve emekçi sınıfların fiziki varlığıyla sınırlı değildir. Saldırılar aynı zamanda ve daha çok ortak mücadele belleğini zayıflatmaya ve yaralamaya yönelir. Ülke ve Özgürlük, bu bağlamıyla onu ehlileştirmek için Cannes Film Festivali’nde verilen ödüllerden çok daha önemli bir işleve sahiptir. Çünkü sizde biliyorsunuz ki geçmiş aslında bugündür..
Filmde kayıp ve yas duygusunun emekçi sınıflar için görünür sembolleri, Blanca’nın sevgilisinin cenaze törenindeki direniş konuşması, Stalinistler tarafından katliyle birlikte David’e miras kalan kızıl fuları ve The Day is Coming şiirini okuyan Kim’in hafızasına yerleşmesiyle birleşir. Sıradan insanların başka bir ülkenin özgürlüğünün tehlikeye düşmesi tehdidine karşı silaha sarılmalarıyla biçimlenen sınıf savaşı, bütün eksikliklerine rağmen canlı, özgün karakterlerin diliyle İspanyol İç Savaşı’nın izler kitleye aktarılması filmin en özgün yanıdır. Sıradan insanları azizleştirmeyen, kahramanlaştırmadan epik bir öyküyü kendi gerçekliği içinde tartışmaya açan yönetmen Ken Loach, Marx’ın “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar” sözünü film haline getirmeyi başarır.
Filme damgasını vuran kolektifleştirme sahnesi, tamamen doğaçlama yöntemlerle çekildi. Bu sahne Ülke ve Özgürlük’e siyasi derinliğini ve anlamını veren oyunculuk yeteneğinin ortaya çıktığı sahnedir. Bu sahnedeki uyum ve performansın görünür nedeni, Loach’un oyuncuları tamamen özgür kılan, onlardan yeteneklerini ortaya koymasını isteyen özgürlükçü tutumunun ürünüdür.
Bu birleşim sanatta kolektif çabanın, onu üreten bireyleri de aşarak yeni bir estetik seviyenin habercisidir. İspanya İç Savaşı’na ezilenlerin gözünden bakan Ülke ve Özgürlük’ü Troçkist bir yönetmenin çekmesi tesadüf değil, bir zorunluluktu. İspanyol İç Savaşı’nın kaybı, İspanyol halkının 40 yıl boyunca faşist Franco rejiminin boyunduruğu altında ezilmesine sebep olması bakımından acı bir yenilgidir.
Uluslararası sosyalist hareketin bölünmesi, Blanca’nın Stalinist askerler tarafından katli, Goya’nın 1908 Madrid ayaklanmasında”Kurşuna Dizilenler” tablosunu anımsatırcasına isyanın bastırılması, melankolinin yükselmesine neden olur. Bütün filmin anlatıcısı David’in “devrimler çabuk yayılır ve eğer biz burada başarmış olsaydık, dünyayı değiştirebilirdik” sözleri filmin politik mesajıdır.
Benzer bir biçimde Ken Loach’un İspanya İç Savaşı için “Yaşadığımız yüzyılda halkın bu gezegenin gerçek sahibi olabilmesi için birkaç büyük fırsat çıkmıştı. Bu da onlardan biriydi” sözleri önemlidir.
Gerçekten de 2. Dünya Savaşı öncesinde verilen sınıf mücadelelerinin kırılma noktası İspanya İç Savaşı’dır. Faşistler karşı devrimle İspanya’yı yedekledikten sonra Avrupa’nın geri kalanına saldırmak için zamanı kollayacaklardır…
Faşizme karşı verilen mücadelenin hatıraları ve yadigarlarının izinden bir dönemi aydınlatmayı başaran Ülke ve Özgürlük, dramatik yapısı, olay örgüsü ve karakterleriyle özgün bir demokrasi deneyiminin kanla bastırılmasının neler olabileceğini tartışması bakımından müstesna bir filmdir. Avrupa kahverengi bir faşizm vebasına yakalanırken, faşist işgalden kurtarılması ülkeler ve halkların çok ağır bedeller ödemesini gerektirdi…
Filmi başarıya ulaştıran bir diğer olgu, Ken Loach’un oyuncu yönetimindeki inkar edilemez başarısıydı. David’in torunu Kim’i oynayan Suzanne Maddock’un dedesinden kalan mektupları okurken ağladığı sahneler için söylediği “gözyaşlarım gerçekti oynamıyordum, sahici tepkiler veriyordum” sözleri bu durumun kanıtı gibidir. Yükselen karşı devrime karşı silaha sarılmak zorunda kalan Uluslararası Tugayların trajik yenilgisi usta yönetmen Metin Erksan’ın da filmi izlerken ağlamasına neden olur. Bu, filmdeki kayıp ve yas duygusunun seyirciye de geçtiğini gösterir. Filmin vizyona girmesiyle birlikte yoğun bir ilgi görmesi, deyim yerindeyse seyircilerin akın akın filmi izlemeye koşmasıyla Loach yeniden ayağa kalkabilmiştir. Özellikle 1990’ların ikinci yarısında Ken Loach’a uygulanan sansür, filmlerini göstermeme ve parasızlık yüzünden Mc Donald’s reklamı bile çekmek zorunda kalmasıyla şekillenen süreç, Ülke ve Özgürlük’ün gişe başarısıyla sona erdi.
Loach sinemasının belirgin niteliği, kişisel trajedileri toplumsal bağlamıyla birlikte ele alıp yorumlamasıdır. O’nun bu sinema dili, kişisel olan her şeyin toplumdan, üretim ilişkilerinden ve üretim ilişkileri ile biçimlenen mülkiyet ilişkileri ve elbette bunların üzerinde inşa olunan kültürel dolayımla iç içe geçerek gerçekçi bir sinema estetiğine ulaşır. Loach’un emekçilerin adına yenilgilerin ve zaferlerin kaydını tuttuğu sinema anlatısı, sıradan insanların hayatlarıyla bütünleşti ve onlara anlatılan hikayenin aslında kendi hayatlarının hikayesi olduğu ve bu hikayede kendinden bir şeyler bulabileceği mesajını iletti. Umarız ki sinemaya The Old Oaks’la veda eden bu kıymetli yönetmenin anlatı dili ve derdi, başka yönetmenlere de ilham kaynağı olsun…