Ümit ÖZDEMİR / 15.03.2024
Perde, ABD’nin kendi ülkesindeki en büyük terör saldırısıyla açıldı. El Kaide’nin ikiz kuleleri hedef alan 11 Eylül saldırıları ile başlayan 21. yüzyıl, beklendiği üzere ABD emperyalizminin yeşil kuşak projesi için siyasal islamcıları desteklemesinin olağan sonuçlarındandı. ABD emperyalizmi ve neo conlarının fırlattığı bumerang, dönüp kendi kafasına çarpıyordu ! Yaşanan büyük şok, ikiz kulelere çarptırılan uçaklar ve çaresizlik içinde gökdelenlerin bir kaç dakika içinde yerle yeksan olması, ve çaresizlik içinde pencerelerinden atlayarak ölenlerin görüntülerinin servisi ile bütün itiraz noktalarını kırıldı.
ABD emperyalizmi ve gericiliği, bütün dünyada yarattığı terör, işgal, darbeler ve Sovyetleri yıkmak için harcadığı milyarlarca dolarlık mali kaynakla terörü kendi ülkesinden uzak tuttu. Terör saldırısı, bu dönemin bittiğini ABD emperyalizminin doğrudan askeri müdahalelerin öncüsü olması gerektiğini savunan neo conların tezlerini kuvvetlendirdi. Soğuk savaş boyunca askeri darbeler, konspirasyonlar ve komplolar ile hükümetleri deviren emperyalizm, bu saldırı stratejisine “esnek karşılık” adını veriyordu. Esnek karşılık, SSCB ve Doğu Bloku ülkeleriyle bir dünya savaşını göze alamayan ABD emperyalizminin iç olguları kullanarak rejim değişikliklerine gitmesi anlamına geliyordu.
Neo Conların “Yeni Amerikan Yüzyılı” adı altında ilan ettiği kampanya, yine iç olguların kullanımına dayanan ancak Ortadoğu’ya müdahale ederken Ortadoğu’da merkezi oranda lojistik sağlayabilecek ülkeleri destabilizasyonunu mecbur kılıyordu. Yeni Amerikan Yüzyılı belgesi ile ABD emperyalizmi, düşmanını arayan bir savaş başlatacak ve bu arayış emperyalist-siyonist ittifakın hedef ülkelerinin yer aldığı Ortadoğu’ya kadar sürükleyecekti.
ABD’nin 11 Eylül saldırıları ile Ortadoğu’da yeni düşman arayışları Afganistan’a müdahalesi, askeri işgali ve ardından ortaya saçılan belgelerle Irak’ta Saddam Hüseyin’i hedef alan kara propaganda kampanyası hedefteki ülkenin hangisi olduğunun ilanıydı. Provokasyon, bir false flag (sahte bayrak) operasyonuyla tertiplendi. Ambargo altındaki Irak’ın güneyindeki Arap devletçiklerini işgale hazırlandığı yalanı servis edildi. ABD, AB emperyalizmini de yedekleyerek Irak’ı bütünüyle işgal etmenin hazırlıklarına hız verdi.
SİVİL DARBE: YTP’NİN KURULMASI, ECEVİT’İN HASTALIĞI VE MATRUŞKA’NIN EN ÇİRKİNİ: AKP
Sivil darbenin örgütlenmesi, ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etme ve böylece diktatör ilan ettiği Irak lideri Saddam Hüseyin’i devirme planıyla biçimlendi. ABD emperyalistlerinin söyleminden yansıdığı biçimiyle “stratejik ortaklığı” emperyalistlerin kendine bağlı ülkelerden her isteğine kayıtsız, koşulsuz boyun eğmek olarak özetleyebiliriz.
Ortadoğu’yu işgal yoluyla yeniden biçimlendirme ve bu arada güvenlik sorunları yaratarak bütün Ortadoğu halklarını birbirine düşürme politikasını güden emperyalist siyaset, dolaysız olarak Ortadoğu’daki petrol ve hidrokarbon pazarını yağmalama niyetini gizliyordu. Bir tür algı operasyonu diyebileceğimiz kitle imha silahlarının varlığı söylemi, işte bu yağma niyetinin önüne çekilmiş bir perdeydi. Irak’a karşı başlatılan medya operasyonu, kamu oyunu Saddam Hüseyin’i zalim bir diktatör olarak göstererek iknaya çabalayan yayınların hepsi bu emperyal amaca hizmet ediyordu. Irak’ta işgalden yıllar sonra bile kitle imha silahlarının varlığı ispatlanamadı, yapılan bütün denetimler ve aksi yöndeki BM raporlarına rağmen kitle imha silahları yalanı kullanışlı bir kaldıraç olarak işlevini gördü. Olgularla kurguların birbirinin içine geçtiği, kavram kargaşası ve zihin bulanıklığı yaratılarak kitleleri savaşa ikna etme çabası böylece karşılığını buldu. Irak’ta konudan habersiz milyonlarca sivilin hayatını derinden etkileyen ambargo yoluyla kuşatma ve savaş hazırlıkları ABD emperyalizminin bölgenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını yeniden yağmalamak için tertipleniyordu…
Türkiye’ye gelince Başkan Bush’un Beyaz Saray’daki dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’ten Irak ve İran konusunda gerekirse askeri müdahale yapabileceklerini söyler. Dönemin Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Zeki Çakan görüşmeyi şöyle anlatır:
“Beyaz Saray’dayız ve atmosfer sıcak. Dostane bir hava var ve Başkan Bush, Türkiye’nin stratejik ortak olduğunu söyledi. Çıkarlarımızın nasıl kesiştiğini, ortaklıktan duyduğu memnuniyetin altını çizdi. Enerji başta olmak üzere birçok konuda fikirler masaya yatırıldı. Başbakan Bülent Ecevit de stratejik ortaklık konusunda Bush’la aynı fikirde olduklarını iletti. Bu sırada konu Türkiye’nin komşularına geldi ve Bush, Irak, İran, Suriye konusunda gerekirse askeri müdahale bile yapılabileceğini açıkladı. Ecevit de üç ülkenin komşu ve Müslüman ülkeler olduğunu söyledi. Harekata sıcak bakmayacaklarını belirtti. İşte o anda Beyaz Saray buz kesti ve o dostane hava gitti. Bush, Ecevit’in sözlerinden sonra bir daha konuşmadı. Başbakan da müsaade istedi. Bizi uğurlamadılar bile. Bush, sadece Kemal Derviş’in sırtını sıvazladı, Beyaz Saray’dan çıktık. Orada hükümetin düştüğünü gördüm.” 1
ABD başkanı Bush’un sırtını sıvazladığı Genel Vali Kemal Derviş, sivil darbe mesajını alarak yandaşlarıyla birlikte hükümeti düşürmek için hazırlıklara başladı. Yeni Türkiye Partisi, işte bu hazırlıkların ve emperyalist siyasetin kuklası olarak tarihe geçti. İktidardaki DSP ikiye Hüsamettin Özkan, Kemal Derviş ve İsmail Cem’in başını çektiği klik tarafından ikiye bölündü ve 60’a yakın vekili, Yeni Türkiye Partisi’ne geçti. Hükümetin bir anda azınlık durumuna düşüren bu gelişme, bir tesadüf değil, daha çok bir de stabilizasyon çalışmasıydı. Emperyalizme bağlı iç olguların tamamı harekete geçmiş ve Ecevit’e Brütüs sendromu yaşatmıştı.
DSP lideri Bülent Ecevit’in kendinden isteneni yerine getirmemesi, sivil darbe gerçeğiyle yüzleşmesine neden olurken, kendisi de hastaneye kaldırıldı. Ağır ve uzun tedavi süreçleri ve bitkin hali kamu oyunda Başbakanlığı sürdürebilecek mi ? Sorularının yoğunlaşmasına neden oldu. Ecevit’in giderek bozulan sağlığından şüphelenen koruma müdürü Recai Birgün, Ecevit’în hastaneden çıkarılarak evine götürdüklerini anılarında anlatır: Birgün: sivil darbenin hastane ayağında yaşananları “‘Başkent Üniversitesi Hastanesi’nde 10 gün kaldık. Omurgasında çökme olduğunu söylediler. Ecevit’e ‘çalışamaz’ raporu verileceği duyumunu aldık. Eve çıkardık. Hastaneden gelen doktorları kabul etmedik. Sağlığı düzeldi. 2001’deki o yapı, hükümeti yıkmak için Ecevit’in hastalığını kullandı. ‘ Destabilizasyon için Ecevit’i indirmeye çalışan klik, hem partisini bölüp hem de hastanede boş durmuyordu. Bütün bu yaşananlar tahmin edilebileceği gibi yıllar sonra büyük bir tantanayla Fetö-AKP operasyonu olan Ergenekon kumpas davalarında soruşturma konusu haline getirildi. Soruşturmanın gerçeklerin açığa çıkmasından çok, bu gizli operasyonlara destek verenleri konuşturmamak için tertiplendiği; soruşturmayı yürütenlerin siyasi kimliklerine bakılarak tahmin edilebilir.
MATRUŞKANIN EN ÇİRKİNİNİN İNŞASI: ABD’NİN SİYASAL İSLAMCILARI DİZAYNI
Sivil darbe süreci, esnasında ABD emperyalizmi boş durmuyor ve yeni aktörlerini Beyaz Saray’da ağırlıyordu. ABD emperyalizmi Irak’ı işgal etmek için Diyarbakır, Mardin ve İskenderun limanını istiyor, karşılığında ise yeni aktörü AKP’nin iktidara çıkması için destek vereceğini ilan ediyordu. Pazarlıklar sırasında AKP’nin önde gelen isimleri (Arınç, Erdoğan ve Gül) ve Neo-Conların has adamları Ortadoğu’da emperyalist yağmanın detaylarını şekillendiriyordu. İşte bu bütün büyük planlama Türkiye siyasetinde siyasal islamcılardan sezeryan yoluyla yeni ve daha Amerikancı bir partinin doğumunu müjdeliyordu: AKP !
Bir ABD projesi olarak AKP’nin Washington koridorlarında doğumu, emperyalist yağma ve talanın yedek gücü olarak sahaya sürülmesinin sebebiydi. Engels’in “İhtiyaçlar keşiflerin atasıdır” sözüne uygun olarak emperyalistler aradıkları kumaşı, her zaman olduğu gibi siyasi islamcı Refah Partisi’nin içinde buldular. Kendilerine “yenilikçiler” adını veren bu grup, kökenlerini 1980 öncesi oldukça etkisiz ve sekter bir islamcı güç olan Akıncılardan alıyordu. Neo Osmanlıcı yani bütünüyle yayılmacı bir dış politika çizgisinin ortaya çıkışı ise 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra mümkün olabildi. Neo Osmanlıcı akımı devletin ideolojik aygıtları arasında öne çıkaran tarihsel süreç, SSCB’nin 1991’de yıkılmasıydı.
Neo-Osmanlıcı çizgiyi savunanlar, gazeteci Cengiz Çandar ve akademisyen Mustafa Çalık’ın öncülüğünde çıkan Türkiye Günlüğü dergisinde fikirlerini açıkladılar. Neo-Osmanlıcılar kemalizmin defansif, misak-ı millici dış politika çizgisinin terk edilerek, bunun yerine yayılmacı ve eski Osmanlı coğrafyalarını tahakküm altına alan bir dış politika çizgisini savunuyordu. Bütünüyle hayali ve gerçeklerden uzak bu dış politika fikriyatı aynı zamanda Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasında öncülüğünü yaptığı, yeni emperyal vizyonla da uyumluydu. Bu emperyal vizyon, dinsel ve etnik ayrımcılıkların sürekli kışkırtılması ve mikro milliyetçilikler üzerinden Orta Doğu ve Balkanlardan başlayarak dünyanın diğer ülkelerinde çatışmaların derinleştirilmesine ve ülkelerin emperyalizmin vizyonuna göre parçalanmasına dayanıyordu.
Huntington’un Türkiye’deki acentalığını üstlenen Türkiye Günlüğü dergisiyle başlayan tartışma, bir başka iç olgu Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” çalışmasıyla taçlanacaktı. Davutoğlu’nun öne sürdüğü dış politik çizgi, 2. Abdülhamit döneminde denenmiş ve iflas etmiş İttihad-ı İslam’ın yeniden ihyasıydı. Davutoğlu, Abdülhamit Dönemi’nde izlenen Pan-İslamist siyasetin sömürgeciliğe karşı İslam dünyasında direnişi örgütlediğini iddia eder. Davutoğlu ve epigonlarının tarih anlatısında bilerek atladığı olgu, Arap kabile ve aşiretlerinin 1. Dünya savaşı esnasında İngiliz emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmesiydi. Bu anlayışın kökeninde ise faşizmin ideologlarından F.Ratzel’in Siyasi Coğrafya kitabında savunduğu lebensbraum (yaşam alanı) teorisi vardır. Teoriye göre sürekli nüfus artışı olgusu, devletin mekansal büyümesini, yani aslında başka ülkelerin işgalini, zorunlu kılıyordu. Ratzel’in bu faşist görüşünü Stratejik Derinliğe birebir kopyalayan Davutoğlu ve neo-Osmanlıcıların düşünsel sefaletini anlamak kolaylaşır.
Çok kültürlü çok dinli bir Osmanlı toplumu iddiası, etnosantirik bir demokrasi kurulabileceği ham hayaline dayanır. Neo Osmanlıcılık, 2. Abdülhamit sultasının Anayasal düzeni reddeden, meclisi lağveden, kurduğu ağır baskı, sansür ve jurnal mekanizmasıyla gündelik hayatı cehenneme çevirmesini de inkar eder. Milliyetçiliğin romantik bakış açısının bütün zararlarının görülebileceği Neo Osmanlıcılık’ın dış politika anlayışı ise yayılmacılığın ta kendisidir. Gerçekte, Pan İslamizm ve onun ideolojik maskesi Neo Osmanlıcılık; İslam ülkeleri arasındaki Uluslar arası politikadan doğan çıkar ve çatışmaları da yadsır. Son analizde Neo Osmanlıcılık, onu savunanların iddialarının tam aksine sömürgeciliğe karşı herhangi bir direniş noktası oluşturmak şöyle dursun, amaç söylem ve eylemleriyle emperyalizme hizmet etmiştir.
Akıncılar, İran tipi bir rejimin kurulmasını savunurken, her zaman olduğu gibi siyasal islamcıların bu yeni kolunun pazarlanması ve iktidara getirilmesi işi de sol liberal tayfaya ihale edildi. Birikim dergisinin merkez sağı da çökerten kesintisiz neoliberal yağma ve talanın ardından yapılan 3 Kasım 2002 seçimleri sonrası çıkardığı sayıda “Muhafazakar Demokrat İnkilap 1946-1983 ve sonunda 3 Kasım” yazısıyla kapaktan AKP’nin seçim zaferini bir “devrim” olarak selamladı.
Birikim yazarlarına göre “ceberrut devlet” 3 Kasım 2002 seçimleriyle son bulmuş ve nihayet DP’nin 1950 seçimlerindekine benzer bir zaferle AKP iktidara gelmişti. Liberal tarih anlatısının sınıfları ve sınıflar mücadelesini inkar eden bakışını savunan Birikimcilere göre “ceberrut” merkez ile demokrat “çevre” çatışmasında galibiyetini ilan eden çevre, yani siyasal islamcılar, nihayet Türkiye’de demokratik reformların ve sivilleşmenin önclülüğünü yapabilecekti. Türkiye solunu da bu “demokratikleşme” çabalarına destek sunmaya çağıran Birikimciler ve onun günlük gazete biçimindeki yansıması Radikal, böylece sosyalist sol içinde AKP yanlısı liberal bir hegemonyanın sözcülüğünü üstlenecekti. Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulmasını müjdeleyen bu çevreler, aslında bir illüzyonun ta kendisi olacaktı.
Tarihe oldukça sorunlu bir bakış sunan liberal tarih ve siyaset anlayışının en büyük problemi, emperyalizme bağlı yarı sömürge bir ülkede iç siyasetin de emperyal kurumlar tarafından şekillendirildiği gerçeğini yadsımasıydı. Uzun destabilizasyon ve iç olguların yeniden örgütlenmesinin sonunda şişman kadın sahneye çıktı ! MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Tekir Yaylasından yaptığı çağrı ile 3 Kasım 2002 seçimlerinin yolu açıldı. 3 Kasım 2002 seçimleri bu uzun hazırlık sürecinin sonunda tertiplendi. Bir tür seçimli darbe adı da verilen 3 Kasım seçimleri için son düzenleme CHP’ye yapıldı. Her zaman kariyerist genel Başkanı Deniz Baykal, Erdoğan’ın hapisten çıkarılıp milletvekilliği için aday gösterilmesi karşılığında Cumhurbaşkanı yapılacaktı. Plan buydu ama sosyal demokratların siyasal islamcılardan yediği tarihi çalımlardan biri olarak tarihe geçen bu anlaşma ölü doğmuştu. Siyasal islamcılarla yürütülen gizli pazarlıklar sonucu Erdoğan kuyudan çıkarıldı ve sahneye sürüldü.
3 Kasım 2002 seçimleriyle birlikte “devleti ölü ele geçiren” AKP, kendisine biçilen emperyal vizyona uygun adımları atmaya başladı. ABD’nin Irak’ı işgali için lojistik bir üs olarak gördüğü İskenderun limanı boşaltıldı. Mardin’de ABD askerlerinin üstlenebileceği yerler incelenirken yine Diyarbakır’da ABD emperyalizminin kalıcı üstlenmesi için araziler tespit ediliyordu.
Bütün bu hazırlıklar, Irak’ın Kuzeyden işgal edilmesi için gerekli tezkerenin meclise sunulmasıyla tamamlandı. Meclise sunulan tezkere ile binlerce ABD askerinin Türkiye topraklarını kalıcı olarak işgal etmesinin fiilen önü açılıyordu. Tezkere mecliste oylanırken Bush’un Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in Ankara’yı sık sık telefonla arayıp, “Gemilerimiz yolda, daha fazla bekleyemeyiz tezkereyi bir an önce çıkarın” sözleriyle kurduğu diplomatik baskı, ABD’nin Dışişleri Bakan Yardımcısı Elizabeth Jones’un “tezkereyi reddederseniz ekonominizi mahvederiz” sözleriyle tehdide dönüştü…
Liberallere göre “diplomatik nezaketten yoksunluk” olarak duyurulan bu tehdit, tarihte benzerlerine örneğin Johnson mektubunda2 olduğu üzere- sıkça rastlanılan yarı sömürgeye emir veren emperyal efendinin, niyetini gizlemeyen söylemiydi.
Anti emperyalist itiraz kuvveti ise tezkerenin oylandığı 3 Mart 2003 tarihinde Ankara’da görülmemiş bir kitlesellikle Savaş Karşıtı Platformun düzenlediği mitingle ortaya çıktı. Mitingde, emperyal vizyona yedeklenmenin ve ileri karakolun da ötesinde Ortadoğu’ya yönelecek işgaller zincirine üs olmanın Türkiye halklarına sadece zarar verdiği duyurulurken, silahlanma ve savaş harcamaları yerine; toplumsal ve insani gelişimin ana kaynakları olan eğitim ve sağlık harcamalarına bütçe ayrılması isteniyordu. Mitingde örneklerine 1960’lı yılların ikinci yarısında sıkça rastladığımız anti emperyalist reaksiyon gösteriliyordu. Savaş karşıtı koalisyona bağlı sanatçıların yazdığı “Savaşa Hiç Gerek Yok” şarkısı da Türkiye rock tarihinin yüz akı işlerinden biri olarak tarihe geçti.
Emperyalizmin 21. yüzyılda Türkiye üzerine uyguladığı baskı, “ekonominin mahvedilmesi” tehdidinden, iç olguların yeniden dizayn edilmesine kadar geniş bir repertuara dayanıyordu. Bu repertuar, sokakta halk muhalefetinin geniş ve yaygın savaş karşıtı protestosuyla Irak’ın işgaline karşı direnmesi, TBMM’de de yankısını buldu… Tezkere TBMM’de 264 kabul 250 red oyuyla salt çoğunluk sağlanamadığı için reddedildi. Tezkere, ABD’nin bütün çabalarına ve emperyal efendi Paul Wolfowitz’in telefon diplomasisine rağmen onaylanmadı. Bu elbette, Türkiye’de siyasetin her adımını incelikli bir stratejiyle inşa edilen emperyalist siyaset için beklenmeyen bir şoktu. Burada geçerken değinelim, Liberal tarih anlatısının TBMM’yi kutsayan ve parlamenter rejimi olumlayan ve kurumlarını yücelten sorunlu bakış açısı; parlamentonun gerçekte burjuvazinin ortak işler komitesi olduğu gerçeğini yadsır.
Sokaktan yükselen muhalefetin yokluğunda savaş yanlısı tezkerelerin birer ikişer geçmesi, liberal tarih ve siyasal anlatının aslında ne kadar boş olduğunun ispatı değil midir ? Vaziyeti toparlamak isteyen liberal söylem, tezkerenin reddedilmesiyle yapılacak en iyi yönelişin, Türkiye’nin AB’ye eklemlenmesi, AB çizgisinde bir dış politika benimsemesi gerektiği tezine sarıldı. Bu tez de yine AB’nin Türkiye’de kurmaya çalıştığı hegemonyayı üreten sivil toplum kuruluşları tarafından savunuluyordu.
Erdoğan ve savaş yanlısı kabinesinin emperyalizmin emirlerini kayıtsız koşulsuz yerine getirme çabası, nüfusunun çoğunluğu Müslüman halklardan oluşan Irak’ı işgal edebilecek kadar emperyalizme yedeklenmesiyle siyasal islamcıların en çirkin yüzünün görülmesi bakımından öğreticidir. Savaş yanlısı tezkerenin oylanması, AKP’yi iktidara taşıyan milliyetçi-muhafazakar tabanda da çatlakların oluşmasına neden oldu. Sonradan inkar etse de dönemin bakanlarından Ali Babacan’ın söylediği iddia edilen “Irak’a ilk bombalar düştüğünde hazineye 8 milyar dolar para gelecek” sözleri, bu uşaklığın tam tanımı gibidir. Daha sonra bu sözleri söylemediğini açıklayan Babacan, “o esnada pazarlıkların devam ettiğini” söyleyebildi. Örneklerine kendilerini tenzih ederek perşembe pazarı tüccarlarında rastladığımız bu tavır, bir tür tüccar siyaseti olan AKP’nin emperyalist siyasete yedeklendiğinin ispatıydı.
ABD’nin tezkere karşıtı tutuma karşı saldırısı, 4 Temmuz 2003’te bir grup subayın başlarına çuval geçirilerek tutuklanması oldu. Erdoğan mı ? tezkereye onay vermeyen vekillerini bir daha aday yapmayarak tasfiye etti.
1 Mart 2003 tezkeresinin reddini ordu içindeki ulusalcı-kemalist militerleri hedef göstererek siyasi sorumluluktan kaçmaya çalışan AKP liderliği, emperyalizmin ordu içindeki tasfiye operasyonu olan Ergenekon & Balyoz davalarının kapılarını açtı.
Son tahlilde 1 Mart tezkeresinin reddi, bütün kurumları emperyalistler tarafından dizayn edilmeye çalışılan ve bunda da maalesef bir ölçüde başarılı olunan güzel ülkemizin solu ve sosyalistlerinin başarı hanesine yazılan önemli bir dirençtir. ABD emperyalizmi, 1 Mart tezkeresinin reddi üzerine bütün işgal planlarını revize etmek ve İskenderun’a kadar getirdiği deniz piyadelerini geri çekmek zorunda kaldı. Emperyalizme ve kapitalizme gösterilen her türlü direniş, direnenlerin sınıfsal muhtevasından bağımsız olarak anlamlı ve değerlidir. Yazı da ileride gösterilmesi kuvvetle muhtemel direnişlere yol göstersin diye kaleme alındı..
1https://www.odatv.com/guncel/2002-sivil-darbesi-o-gun-beyaz-sarayda-ne-yasandi-244657