Ümit ÖZDEMİR / 28 Şubat 2024
Türk siyaseti 1990’lı yılların ikinci yarısında artan oranda büyük bir çürüme ve yozlaşmanın pençesine düştü. Bu çürüme ve yozlaşma, Türk lümpen burjuvazisinin dışa bağımlı irili ufaklı komprador grupların arzu ettiği, desteklediği bir şeydi. Bu arzu ve istek elbette buna uygun siyasi kadroları yaratacaktı. Siyasi alanı biçimlendiren 12 Eylül faşist cuntası eliyle emeğin haklarının Uluslar arası sermayenin yerli işbirlikçileri tarafından gasp edilmesi, bir çığın kar topuna dönüşmesine benzer biçimde 90 lı yıllara etki edecekti.
Bu koşullara ilaveten Türk burjuva siyasetinin çürümesini ve yozlaşmasını kışkırtan bir başka faktör ise rejim güçleri tarafından düşük yoğunluklu savaş olarak adlandırılan Kürt savaşıydı. Vietnam doktrini benzeri bir yöntemle Kürt köylerini yakmaya kadar giden bu şiddet kampanyası, kentlere milyonlarca Kürt emekçinin yığılmasına neden oldu. Elbette bu operasyonların sürdürülmesi için adına derin devlet denilen gerçekte kontrgerilla olan yapının beslenmesi büyütülmesi kaçınılmazdı. Dünyanın kapitalist ülkelerinde SSCB’nin 1991’de dağılmasının ardından gereksiz konuma düşen kontrgerilla, gladyo türünden yapıların tasfiyesi, Türkiye’de tasfiye edilmek şöyle dursun güç kazanması ve merkezi siyaseti belirlemesi 1990’lı yılların bir başka belirgin özelliğiydi.
Kontrgerillanın bütün dehşetiyle iç siyaseti belirlemesi, OHAL rejimi ile sivil uzantılarla baskı rejimini kurumsallaştırması ve çeteleşmenin yarattığı büyük çürüme sonunda dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve ekibinin yol vermesiyle Türk bayrağının bir Alman televizyonunda uyuşturucu şırınga fotoğrafıyla servis edilmesine kadar vardı.
Bu çürümenin ana kaynaklarından biri de kod adı Pike olan Mehmet Ağar ve kontrgerilla devletinin “1000 operasyon yaptık sonuç vatandaşın huzurudur” sözleriyle meşrulaştırdığı operasyonel güvenlik devletiydi. Operasyonların vatandaşın “huzurundan” çok solu, sosyalistleri yurtseverleri imha etme, siyasi alandan tecrit ve ülkenin yağmalanması için uygun zeminin yaratılması amacıyla yapıldığı gün gibi ortadaydı. Nitekim 1990’lı yılların ikinci yarısına damga vuracak olan neoliberal taaruzu bütünleyen 1000 operasyon, emekçi sınıfların olası politik öncülerini kendi aralarından çıkarma ve neoliberal saldırıya karşı örgütlü direniş çabalarını daha kaynağında boğma girişimi olarak tarihe geçti. Yine de özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında özelleştirme karşıtı yaygın direnişler ve kamu emekçilerinin sendikalaşma çabaları neoliberal saldırının yıkıcı etkilerini bir süreliğine de olsa bertaraf edebildi.
Neoliberal taaruzun üçüncü dalgası olarak 5 Nisan 1994 kararlarını “son sosyalist devleti yıktık” demagojik açıklamasıyla duyuran dönemin Başbakanı Çiller ve sosyal demokrat ortağı Murat Karayalçın, alınan neoliberal dönüşüm kararlarıyla sermaye sınıfına yeni bir birikim modeli yarattılar. Türkiye’nin yarı sömürgeleşmesinde yeni bir halka olarak da okuyabileceğimiz 5 Nisan kararları ile devlet kapitalizminden kalan KİT’lerin özelleştirilmesine hız veriliyor ve böylece devletin ekonomi üzerinde denetim ve planlama araçlarından biri olan KİT’lerin özel sermayeye devri gündeme geliyordu. Gündelik hayatın tamamen metalaşmasını ve dengeli bir ekonomi için kamuda kalması gereken mal ve hizmetlerin özel sermaye gruplarına devredilmesiyle şekillenen süreç, yeni bir ihaleler ve rantiyeler rejimi yarattı. Türk burjuva siyasetindeki çürümeyi daha da derinleştiren özelleştirme furyası, zamanla ülkücü mafya artıklarının, çetelerin gündelik hayatın ve siyasetin bir parçası haline gelmesinin zeminini hazırladı. Kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal İstanbul’un orta yerinde çeteler tarafından katledilirken, dönemin ileri gelen siyasi liderlerinden Mesut Yılmaz Budapeşte’de bir otelde yumruklanıyordu. Devlet içindeki mafyalaşmanın, geldiği vahim noktayı göstermesi bakımından ilginç ve öğretici olan bu olay, siyasi alanın şiddet yoluyla belirlendiği 1990’lı yılların özeti gibiydi. Mesut Yılmaz’a atılan yumruk ve mağduriyet algısı, onu Demirel ile işbirliğine zorlamak isteyen güçlerin işiydi.
(Sanayisizleşmenin ikinci dalgası olan 5 Nisan 1994 kararları ile Türkiye ekonomisi için stratejik önemdeki Karabük Demir Çelik fabrikalarının da kapatılması kararı alındı. Fotoğraf KDÇ’nin kapatılmasına karşı düzenlenen mitingden)
Kontrgerillanın bütün unsurlarıyla sahne aldığı Gazi Mahallesi katliamı, 12 Mart 1995’te tertiplendi. Klasik Marksist teorideki tanımla faşizmin açık teröre dayalı diktatörlüğünün ilanı ve buna koşut olan neoliberal çürüme, kent varoşlarına yığılan Kürt, solcu ve alevilerin barındığı mekana kontrgerilla taaruzuyla biçimlendi. Kontrgerillanın kendini gizleme ihtiyacı duymadığı katliam, barikatlardaki direnişle karşılanırken, katliamın tertipçileri arasında olduğu iddia edilen Veli Küçük’ün yanı sıra OHAL valisi dönemindeki icraatlerıyla tanınan İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, Emniyet Müdürü Necdet Menzir ve Mehmet Ağar katliamın asli unsurlarının kimler olabileceği hakkında bir fikir veriyordu. Katliam, 1980 öncesine benzer bir biçimde Gazi mahallesindeki 4 kahvehane ve bir pastanenin kimliği belirsiz kişilerce açılan yaylım ateşle tertiplendi. Saldırıda Halil Kaya adlı bir yurttaş hayatını kaybederken 5 i ağır 20 kişi de yaralandı. Katliam sonrası karakola yürüyen halkın üzerine de ateş açılmasıyla 22 Mart 1995’e kadar sürecek olan çatışmalar başladı. Gazi katliamında sanık olan polislerin tamamı ciddi bir ceza almadan beraat ettirilirken, katliamda hayatını kaybeden 17 kişiden 7’sinin polis kurşunlarıyla öldürüldüğü adli tıp raporlarıyla kesinleşti… Katliamdan akılda kalan görüntü yerde yatan bir kadının polis tarafından tekmelenmesiydi. Faşist terörü naklen yayınlamaktan imtina eden medya polisin yerde baygın yatan bir kadının görüntülerini servis etmesi, infialin daha da büyümesine neden oldu.
Gazi katliamı, 1991-1993 yılları arasında giderek güçlenme eğilimleri gösteren sosyalist solun pasifize edilmesi için benzerlerinin 1980 öncesinde Maraş ve Çorum örneklerinde görüldüğü üzere tertiplenen bir katliamdı. Katliam sonrası sorumlu makamlarda olanların hiçbiri ceza almadığı gibi DYP’den milletvekilliği yapılarak ödüllendirildiler. Katliam 1993’te başlayan seri provokasyonlar -gazeteci Cüneyt Arcayürek’in deyimiyle- sessiz darbe zincirinin son halkasında yer alması bakımından yeterince incelenmedi. Gazi katliamıyla birlikte neoliberal şirket devletin kurulmasına itiraz edebilecek, böyle bir potansiyele sahip toplumsal muhalefet güçleri, açık kontrgerilla terörüyle susturulmak istendi. Katliam, siyasetin bütün araçlarının işlevsizleştiği ve katılımın, örgütlenmenin ve demokratik taleplerin hiçe sayıldığı 1980 sonrası neoliberal dönemin tamamlayıcısıydı. Katliam esnasında düzen güçlerinin bütün unsurlarının kriz anında nasıl bir tutum takındıkları da yeterince tartışılmadı. Neoliberal dönüşümün tamamlayıcısı olarak Gazi katliamı , 27 Aralık 1995 seçimleri öncesi devleti siyasal islamcılara teslim etmek için tertiplenen bir operasyondu. Katliam esnasında DYP’nin hükümet ortağı olan CHP’nin ciddi bir reaksiyon göstermemesi, kendisinden beklenen önlemleri almaması ve sonrasında Necdet Menzir’in görevden alınması talebiyle sınırlı bir politika izlemesi, düzen içi sosyal demokrat anlayışın neye benzediğini gösterir.
İşte bu tablo 1996 yılına gelindiğinde çürümenin ve yozlaşmanın sivil faşist çeteler eliyle bütün siyasal alana teşmil edilmesi gerçeğiyle birleşince acil ve mecburi bir takım tedbirleri zorunlu kılacaktı. Türk sermaye sınıfının özellikle AB’ye girmeye hevesli TÜSİAD gibi gruplarının liberal Avrupa Birliği hayali için hukuk reformu taleplerinin öne çıkmaya başladığı 1996-1997 aralığı siyasal alanda tasfiye ve yeniden restorasyonu beraberinde getirdi. AB’ye girmek için şart koşulan siyasi kriterlerlerin içinde yer alan devletin kontrgerilla unsurlarından ayıklanması talebinin basındaki sözcüsü ise Radikal gazetesi olacaktı.
Radikal ve Birikim dergisinin işlevi bu konjonktürel süreçte ortaya çıktı. Radikal ve Birikim çevresinde toplanan yazarlar sosyalist solu, sol liberalizmin ve AB’ciliğin sınırlı demokratikleşme taleplerine ikna etme ve AB’nin siyasi programına kazanmak için yazılar kaleme aldılar. Yazılardaki ana espri, “ezberlerin bozulması” ve sivil toplumculuğun ölçüsüz biçimde övülerek Avrupa tarzı liberal bir demokrasinin Türkiye’de de kurulabileceği ham hayaliydi. Sonunda AB ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, Türkiye ile AB ülkeleri arasında dış ticaret ilişkilerini Türkiye’nin aleyhine bozdu. Türkiye’nin AB’nin öne sürdüğü siyasi kriterleri yerine getirme çabaları ise AB’nin sürekli yeni kriterler ve yaptırımlar getirmesiye kadük kaldı. Aslında AB’nin Türkiye stratejisi sosyalistlerin 1960’larda söylediği sloganı doğruluyordu: Onlar ortak biz pazar işte size ortak pazar ! AB’nin stratejisi Türkiye’yi eşitsiz ekonomik ilişkilerine dahil edip yarı sömürgeleştirirken, siyasi kriterleri yerine getirse dahi sürekli yeni engeller yaratan bir tür tıkaç siyaseti izlemesiydi. AB’nin siyasi programıyla gözleri kamaşan ve siyasi programa teşne olan ÖDP ve ardıllarının da desteğiyle sol liberalizm, görülmemiş bir ilginin ama aynı zamanda sosyalist solu tasfiye etmenin manivelası haline getirildi. Sol liberalizmin görmezden geldiği, emperyalizm yani aslında emperyalizme bağlı yarı sömürge bir ülkenin bütün kaynakları yağmalanırken, bu gerçeği inkar ederek batı tipinde bir burjuva demokrasisi kurulabileceği kanısını yaygın bir ideoloji haline getirdiği için yanılgılar ve yönlendirmeler ideolojisi olmasıydı.
Emekçi sınıfların içinde uzun erimli, sabırlı ve dirayetli bir çalışma yürütmek yerine, AB’den gelebilecek bazı yaptırımlarla karışık müzakere süreçlerine bel bağlamak, dönemin yaygın ve patetik tutumlarından biri haline getirildi. Sosyalist sol için bir tür eritme kazanı olarak değerlendirebileceğimiz sol liberalizm, kurduğu hegemonya ile eritme ve dönüştürme işlevini fazlasıyla yerine getirdi. Hastalıklı etkilerini en çok 2010 referandumunda Yetmez Ama Evet çizgisinde gördüğümüz bu siyaset tarzı, siyasal islamcılara alan açmakla kalmadı daha fazlası, izlediği hatalı siyasetle tek adam rejiminin payandası haline geldi. Günümüzde de amiyane tabirle AB amigoluğunun fonlardan beslenen garabet bir sol anlayışın kurumlarını yarattı. Medyaskope’dan, Gazete Oksijen’e, YSP’den onun etkisindeki bütün sosyalist sol, işte bu nedenle doğru düzgün bir alternatif siyaset ve fikri hegemonya üretemiyor. AB’nin liberalizmin yani aslında yarı sömürgeciliğin şampiyonluğunu yapanlar zamanla o hale geldiler ki Nuray Mert gibi eski Radikal yazarları siyasal islamcı tarikatları “sivil toplum” kuruluşu gibi lanse etti. Bundan mıdır bilinmez siyasal islamcı yağma rejiminin aktörlerinden biri olan İsmail Ağa cemaati birkaç ay öncesine kadar AB fonlarından yararlanıyordu !
Susurluk kazası, aslında kaza görünümlü bir tasfiye operasyonu olarak tarihe geçti. Susurlukta trafik kazası sonucu parçalanan Mercedes marka otomobilin içinden devletin kontrgerillasının bütün uzantıları ortalığa saçıldı. Bu esnada sol muhalefetin yeniden toparlanması üniversite öğrencilerin akademik demokratik ve parasız eğitim için harekete geçmeleriyle birleşerek adalet talebinin kitleselleşmesine neden oldu.
Yığınlar, enflasyonist neoliberal dönüşümle bunalmış ortalığa saçılan kontrgerilla artıklarının suçlarının bütün çıplaklığıyla ortaya serilmesiyle yaşanan politik yozlaşma arasında doğrudan bir ilgi kurmaya başlamıştı. İşte bu uyanış sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemlerini tetikledi. Yarattığı panikle siyasal islamcı Erbakan’a “bunlar gulu dansı yapyorlar” dönemin Adalet bakanı Şevket Kazan’ın “Ne yapıyor bunlar, mum söndü oynuyorlar” sözleriyle aşağılamaya çalıştığı eylem, kısa sürede o kadar popülerleşti ki, Türkiye’yi sömüren sermaye gruplarından Sabancı holding binasında da eyleme destek verildiği görüldü. Konformist yanları olmakla birlikte geniş yığınların politik partilerin öncülüğünü beklemeden kendiliğinden harekete geçerek adalet talebinde bulunması anlamına gelen Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemleri, düzenin sahiplerini yeni siyasal tutum almaya itecekti.
Reformistlerin İtalya’daki temiz eller operasyonlarını örnek göstererek çürüme ve yozlaşmayı bir restorasyon projesiyle çözüme kavuşturma çabaları, bu siyasal eylemliliği yönlendirme ve siyasal alanı belirleyecek olan talepleri düzen sınırları içine hapsetme programı olarak tarihe geçti. “Hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü” “bağımsız yargı” ilk duyulduğunda kulağa hoş gelen ancak yarı sömürge bir ülkede gerçeğin inkarı anlamına gelen cümleler serbestçe konuşulur hale geldi. Bunda elbette kitlelerin siyasal eylemlerinin yarattığı çarpan etkisinin payı büyüktür.
Bu yeni siyasal durum, ister istemez Türkiye’de sınıfları ve halk kitlelerini siyasi alanın dışında tutan hakim anlayışın yeniden ve farklı bir yolla üretilmesine neden oldu. Hakim sınıf ve iktidar bloğunun bir parçası olan militerler iktidarda giderek güç kazanmaya başlayan ve pervasızca laikliğe meydan okuyan siyasal islamcıları dizginlemek, hem de TÜSİAD sermayesinin talep ettiği liberal reformları gerçekleştirecek bir aktör arayışı içindeydi. Bu arayış, sokaktan yükselen adalet taleplerini ustalıkla düzen içi reformlara ekleme ve buradan hareketle yeni bir hegemonya tesisi için hareket etmenin koşullarını zorluyordu. Türkiye’de militarizmin düzen içi siyasetin imkanlarını belirleyen ana güç olması ve 12 Eylül’den başlayarak solun önünü kesmek için siyasal islamı destekleyen kirli sicili, düzenlenecek operasyonun imkanlarını kısıtlayan olgulardı. Askerler 12 Eylül faşist darbesinin yarattığı büyük çürüme ve yozlaşmanın iktidara taşıdığı liberal-islamcı ittifakı karşısında sürekli mevzi kaybederken, öte yandan toplumun laikliğe duyarlı kesimlerinin sivil alana askeri müdahale çağrıları arasında sıkıştı. Açık bir darbe yapabilmenin imkanlarını kısıtlayan bu siyasal tablo ve dağılmışlık düzen güçleri açısından yeni sorunlar yaratıyordu.
Tabloyu 10 Kasım 1996’da şeriatçı Kayseri Refah Partili Şükrü Karatepe’nin takiyyeyi öven ve taraftarlarını sığ bir kindarlığa davet eden sözleri tamamladı. Karatepe konuşmasında sonunda sarf ettiği “Tek parti rejiminin kalıntısı, çağ dışı olmuş, insanları köle gibi gören ve rey verip de yöneticisini seçen insanlara hiç muamelesi yapan bu düzen mutlaka değişmelidir! Ve Müslümanlar, sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu imanı eksik etmeyin” 1Türkiye sağının bütün ilkelliğini ve fikri düzeysizliğini sergileyen bu konuşmasıyla Şükrü Karatepe kendi siyasi sonunu hazırladı.
İşte bu sıkışıklık bir dizi psikolojik harp operasyonunun ardı ardına sergilenemesine neden oldu. Aczimendi tarikatının lideri Müslüm Gündüz’ün özel yaşamının da içinde yer aldığı görüntülerin basına servis edilmesiyle başlayan psikolojik savaş operasyonu, siyasal islamcıların Ankara Sincan’da 31 Ocak’ta düzenlediği Kudüs’ü kurtarma gecesine İran Büyükelçisini davet etmesi ve gecede yaşananlar büyük bir infiale neden oldu. Erbakan’ın Başbakanlık konutunda tarikat liderlerine verdiği iftar yemeğiyle doruğa ulaşacak olan tepkisellik, sokaktan yükselen ve çetelerin yargılanması taleplerinin önüne geçecekti.
Militarizmin siyasal islamcılarla ortaklığının bitişi olarak Sincan’da tertiplenen Kudüs gecesinin ardından 4 Şubat 1997 sabahı tank birliklerinin Sincan’da gövde gösterisi yapması, psikolojik harekatın bir başka boyutuydu. Tank geçişini örgütleyen dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” sözleriyle gösteriyi savundu. Tankların yürütülmesi, şeriat çağrıları ve buna karşı çeşitli sivil toplum örgütlerinin düzenlediği gösteriler, siyasal kutuplaşmayı zirveye taşırken düzen dışına çıkma ihtimali olan adalet ve özgürlük taleplerini bastırdı. Yaratılan bu siyasal atmosfer, adalet ve çetelerin yargılanma taleplerinin bastırılarak yerini düzen içi laiklik taleplerinin alması, bu kutuplaşmanın bir tarafı olan militarizmin tam da istediği bir şeydi. Nitekim yine Çevik Bir’in söylediği “sıra artık silahsız güçlerde” sözü bu psikolojik harekatın hangi aktörler tarafından yürütüleceğinin itirafıydı. 28 Şubar süreciyle militer kadro, uzun süredir kaybettiği itibarını ve tarihsel blok içindeki yerini tahkim edecek 28 Şubat sürecini işte bu koşullarda başlattı. Militarizmle ortak hareket eden sivil toplum örgütlerinin laiklik eksenli muhalefeti, özünde düzen içi bir laikliğin yaratılan çürüme ve sömürüye karşı cevap vermesinde yetersiz kalıyordu. Çiller dönemi neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı sosyal yıkımı ve % 140’lara varan enflasyonu hedefine oturtmadan yapılan bu muhalefet, düzeni rahatsız etmemekle birlikte militerlerin hareket alanını genişletiyordu.
9 saat süren MGK toplantısı sonucunda yolsuzlukların üzerini kapatma sözüyle kurulan DYP-RP koalisyonu fiilen bitti. Ancak yine de Başbakan Necmettin Erbakan krizi yönetebilmek adına askerlerin kendisinden talep ettiği reformları uygulamamakta direndi. Erbakan’ın bu direnişi, krizin daha da derinleşmesine neden olurken; siyasal islamcıların kendi makam ve mevkilerinden başka hiçbir şeyi önemsemediklerinin ispatı oldu. Askerlerin siyasal alana dolaylı müdahalesinin sloganı olacak olan “postmodern darbe” cümlesi darbenin örgütleyicisi olan Çevik Bir’in etrafında yer alan Batı Çalışma Grubunun adının sıkça duyulmasına neden oluyordu. Düzen içi siyasetin, müesses nizamın bekası için yapıldığı belirtilen bu çalışma ile militerler sivillere alması gereken tedbirleri dayatıyordu.
Militerlerin hükümete baskı kurarak karar almalarını dayatmasındaki öncelikli hedefi, kamu oyunu bu kez ikna yoluyla arkasına geçmesini ve böylece talebin sadece askerlerden gelen bir talep değil halkın da talebi olduğu teziyle meşrulaştırmaktı. Bu meşrulaştırma operasyonu, askerlerin siyasi alana müdahale geleneğine eklenen son bir zincir olarak kalmadı aynı zamanda AKP’nin kuruluşunu hızlandıran bir politika olarak tarihe geçti.
Militerlerle siyasal islamcıların çatışmasında taraf olan sol muhalefetin sözcülerinden ÖDP’nin ne şeriat ne darbe iyi de ne diyebileceğimiz apolitik tutumu, sosyalist solu düzen içi çatışmada paralize etti. Düzen içi kutuplaşma ve çatışmanın emekçilerin hak taleplerini bastırmak için tertiplendiğini ilan edemeyen bu yaklaşım ve siyaset, emekçilerden yana tutum almak onların siyasal alandaki sözcüsü olmak ve siyaset üretmek yerine kendini boşluğa savurdu.
28 Şubat süreci Erbakan’ın MGK’da alınan kararları imzalamamasıyla doruğuna yürüdü. Devlet içi çatışma, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın “ülkeyi iç savaşa sürüklediği” ve “laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi” sebebiyle RP için kapatma davasına dönüştü. Finalde, 11 Haziran brifinginde Genelkurmayın irticaya karşı “gerekirse silah kullanılabileceği” beyanıyla açık askeri darbe çağrısına kadar genişledi. Alarm zillerinin çalınmasına neden olan bu tehditle sağır sultan rolünü oynayanlar süratle istifa etmeye başladılar. DYP’nin milletvekilleri birer ikişer istifa ederken, koroya iki DYP’li bakanın da katılmasıyla RP-DYP hükümeti fiilen bitti. 18 Haziran’da Erbakan’ın istifa etmesi, Hürriyet Gazetesi’nde bir daha asla manşetiyle duyuruldu.
Her zaman düzen içi manevra yapan siyasal islamcılar 28 Şubat sonrasında da benzer bir tutum takındılar. 12 Eylül darbesine selam duran Amerikan halifesi Fetullah Gülen, 28 Şubat’a da selam durmakta gecikmedi. Gülen’in şu sözleri bu selamın özeti gibidir: “Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini, anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası ben zannediyorum, onlar bazı sivil kesimlerden daha demokrat.”
28 Şubat psikolojik harekatıyla karışık “post modern” darbesi, son tahlilde Türk siyasal alanına yapılan askeri müdahalelerden biri olarak tarihe geçmekle kalmadı, paradoksal olarak askerlerin müdahaleyle istedikleri sonucun tam tersine neden oldu. Militerler solun, halkın emekçilerin siyasal alanda söz ve karar sahibi olmaması için tertipledikleri 12 Eylül darbesinden 27 yıl sonra bu kez siyasal islamcıları iktidardan indirdiler. Ancak hesap edemedikleri, belki de görmek istemedikleri olgu şuydu: Bu operasyonu ABD’nin onayından geçirmeden yapmak, Türkiye’de askeri darbelerin onay ve icra mevkilerinden biri olan ABD emperyalizminden bağımsız hareket etmek; ister istemez hareketin lider kadrosunun tasfiye edilmesiyle sonuçlanacaktı. Militerlerin bir başka stratejik hatası ise hakkında 15 yolsuzluk dosyası olan siyasal islamcıların yeni lideri Erdoğan’ı Siirt’te 12 Aralık 1997’de bir seçim mitingi esnasında okuduğu islamcı ajitasyon şiiri üzerinden yargılayıp hapse atmaktı. Mehmet Cevat Örnek’in bu şiiri siyasal islamcı kara propagandanın berbat örneklerinden biridir. Siyasal islamcıların yolsuzluk dosyaları yerine şiir yüzünden oldukça konformist bir hapis sürecine mahkum edilmesi, tam aksi ve daha büyük bir mağduriyet algısı yarattı. ABD’nin Irak’ı işgal ve Orta Doğu’ya BOP ile yeniden paylaşımın aparatı olarak AKP’yi Leon Panetta ve Paul Wolfowitz’e kurdurması, askerlerden medet umanların siyasal alandan tasfiyesiyle sonuçlandı. AKP emperyalist efendilerinin çizgisinden şaşmadan ilerledi ve emperyalizmin Orta Doğu’daki bütün suçlarında ortaklarından biri oldu.
28 Şubat siyasal islamcı ajitasyonun amiyane tabirle yıllarca ekmeğini yiyeceği bir imkana dönüştü. 28 Şubat sonrası ağır bir bedel ödememekle birlikte siyasal islamcılar, 28 Şubatı istismar ederek mağduriyet söylemi geliştirdiler. Siyasal kutuplaşmada yığınları siyasal islam adına mobilize eden mağduriyet söylemi, kısa zaman sonra yoksul mütedeyyinler üzerinde etkisini gösterdi ve o etki siyasal islamcılığın yeni partisi AKP’yi iktidara taşıdı. 28 Şubat’ın bütün generalleri hapisle cezalandırılırken, yerlerini siyasal iktidarla hiçbir sorunu olmayan yeni kuklalar alacaktı…
Öte yandan liberaller için de bulunmaz bir imkan yaratan 28 Şubat karşıtı söylem, “askeri vesayeti bitireceği” ilan edilen AKP’ye yedeklenmenin aparatı haline geldi. Bu ittifak, liberallerle siyasal islamcıları önce mikro düzeyde Abdurrahman Dilipak ve Şanar Yurdatapan’ı saçma bir kitap olan Kırmızı ve Yeşil kitabında, sonra makro düzeyde Yetmez Ama Evet kampanyasında polis eşliğinde bildiri dağıtırken bir araya getirecekti.
Bu bir araya gelişin yarattığı ideolojik hegemonya, AKP’nin hukuki alanı istediği gibi düzenlemesine neden olacak ve hukuk kurumlarını Fetullah Gülen’e devretmesine neden olacak 2011 anayasa referandumunda evet çıkmasına neden oldu. Beklendiği gibi AKP ve siyasal islamcı pragmatist lideri Erdoğan, bu ortaklıkla işi bitince ortaklarını tekmeledi !
28 Şubat harekatının temel sorunu, hegemonyayı korku ve baskıya dayalı inşa etme girişmiyidi. Korku ve baskı kültürü, Türkiye’nin siyaset kodlarına sinmiş, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyete, askeri darbeler ve “ara rejim” adı verilen açık teröre dayalı “geçiş” dönemlerine damgasını vuran bir yöntemdir. Bu yöntemin sık sık kullanılması, yöntemi dinsel bağnazlıkla yeniden kullanacak ve siyaset bilimciler Howson ve Smith’in tanımlamasıyla karşı hegemonya kuracak olan siyasal islamcıların eline koz verdi. Kara propaganda, tehdit, algı operasyonu gibi enstrümanları kullanmayı öğrenen siyasal islamcılar kendilerine bu alanı açan militerlere ne kadar teşekkür etseler azdır ! Siyasal alanı askeri müdahaleler ve darbelerle biçimlendirilmesinin mutlak kazananı siyasal islamcı, rantiye tarikat grupları olurken; kaybeden ise 100. yılın sonunda bile doğru düzgün bir burjuva demokrasisi bile kuramamış ülkemiz oldu. 12 Eylül darbesiyle yol verilen siyasal islamcılığın Fransız siyaset adamı Regis Debray’ın “hasta bir Cumhuriyetin varacağı yer kışladır” sözleriyle betimlediği üzere dönüp dolaşıp vardığımız açmazı tanımlar.
Bir afrika atasözünün öğrettiği gibi “leoparın kuyruğunu tutmayacaksın ama tuttuğun zaman da bırakmayacaksın” sözleri siyasette fikir üretmek, fikirler ve tartışmalar üzerinden yürüyerek hegemonya kurmak ve çoğulculuğu bu hegemonya üzerine inşa etmek yerine; askeri operasyondan medet umanların trajik sonunu özetliyor. Türkiye’de askerlerin siyasal alandan çekilmesi ve siyasal alanın genişlemesi yerine müdahalelerle daralmasını isteyen bu pretoryen yaklaşım, uzun vadede siyasal islamcıların hegemonyasını pekiştirdi ve günümüzdeki karanlığın temellerini attı…
1Kıonuşmanın tamamı için: https://tr.wikipedia.org/wiki/28_%C5%9Eubat_S%C3%BCreci