Ümit ÖZDEMİR / 24.02.2024
Sabahattin Ali, kendi devrinin olayları ve insanları içinde değerlendirildiğinde Türkiye Entelektüel tarihinin müstesna bir kişisidir. O’nun bu özelliği ve şüpheli ölümü kendisinden sonra gelen sol-aydın kuşakları etkilemiş ve sürekli tartışmanın konusu haline getirmiştir.
Bulgaristan doğumlu Sabahattin Ali, okumayı çok sevdiği ve çocukluğunu geçirdiği köyde elektrik lambasının altına gidip kitap okuduğu için lakabı “sabah yıldızı”dır. Almanca öğretmenliği yaparken kaleme aldığı Kuyucaklı Yusuf romanını Konya’da Cemal Kutay’ın yayınladığı Yeni Anadolu gazetesinde tefrika eder. Romanın telif ücretini alamayan Sabahattin Ali, romanın ilerleyen bölümlerini gazeteye teslim etmeyince Cemal Kutay tarafından Atatürk’e hakaret iftirası atılır. Parasını ödemek istemeyen Kutay, her zamanki provokatör tavrıyla Sabahattin Ali’nin ceza almasına neden olur.
Sabahattin Ali’nin ceza almasına neden olan şiiri:
Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur ?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar ?
Büyük hedeflere varılmış mıdır ?
Asarlar mı hala hakka tapanı ?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı ?
Köylünün elinde var mı sabanı ?
Sıska öküzleri dirilmiş midir ?
Sabahattin Ali’nin sorularla dolu şiirinde ne Atatürk, ne de gazi kelimeleri vardır. Bununla birlikte Sabahattin Ali, şiirinde eleştiri dozunu yüksek tutarak eşitsilziğin can yakan hallerini Cumhuriyet’in ilanına rağmen Kemalizmin sınıfsal eşitsizlikleri gidermedeki başarısızlığını dile getirir.
Sabahattin Ali Cemal Kutay’ın münzevi iftirası sonucu dost meclisinde okuduğu bu şiiri nedeniyle Konya’da 12 ay hapis cezasına hapis cezasına çarptırılır. Cezasının bir bölümünü de denizi görmemesiyle ancak dalga seslerinin duyulabildiği ünlü Sinop Cezaevi’nde çeker. Türk edebiyatının en güzel mahpusluk şiirlerinden olan lirik-coşkulu özgürlük tutkusunun mısralara dökülmüş hali olan Aldırma Gönül’ü burada yazar. Şiirin bir dizesi bir adaletsiz bir biçimde hapse atılan bir entelektüelin hüzne dönüşen isyanını dile getirir: Görmesen bile denizi / yukarıya çevir gözü / deniz gibidir gök yüzü / aldırma gönül aldırma… Şiir daha sonra Kerem Güney’în 1978’deki bestesi ve Edip Akbayram’ın yorumuyla şarkıya dönüşerek dillere yerleşecekti…
Yüksek Muallim mektebinden tanıştığı mektup arkadaşı Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektupta mahpusun psikolojisini şöyle tanımlar Sabahattin Ali: “Kafamın içinde binbir manzara, Binbir düşünce dolaşıyor. Hepsi benden uzak devirlere, benden uzak yerlere ait. Kafam hapishaneye ait hiçbir şeyi kendisine mal etmek istemiyor. Kafam hapishanede yaşamıyor… Kafam mazide, kafam dışarıda yaşıyor.1
Kendi içeride fikirleri dışarda yazarımız mektuplarında, Sinop cezaevinde tam tecrit koşulları altında yaşayan 14 komünist tutsak olduğunu haber verir.
Memurluk kaydı silinen Sabahattin Ali, cezaevindeyken Almanca ders verebileceği bu yolla eşi ve kızının geçiminin temini için gereken iznin verilmesi için bir dilekçe yazar. Bu dilekçeye ne cevap verildiği bugün bile bir sırdır. Sonunda Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan aftan yararlanan Sabahattin Ali tahliye olur.
Sabahattin Ali, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur’un talebi üzerine rejimden özür dileyen bir şiiri kaleme almak zorunda kalır ve memurluğa geri döner. Ancak tabi bu geri dönüş kabına sığmaz eleştirel zekasının etkisiyle düzenin yozlaşmasını, nepotizmi görmesine engel değildir. Aydın hareketinin ana kaynaklarından biri olan dergi çıkarma özlemi baskın gelir. Tan Gazetesi baskını ile yalnızca bir kaç sayı çıkabilen Yeni Dünya yerini Marko Paşa’ya bırakır. Tam bir mizah ve muhalefet efsanesi olan Marko Paşa, eleştirel aklın ve bunun verimi mizahın üç büyük yazarını Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’i bir araya getirir.
1945 sonrası dönem tek parti dikta rejiminin sona erdiği, ancak Cumhuriyet rejiminin kendi termidorunu yaratarak, kendi evlatlarını yemeye başladığı bir dönemdir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından çok partili siyasal hayata geçileceği iyimser fikri, ABD ile imzalanan gizli anlaşmalarla yerini derin bir hayal kırıklığına ve öfkeye bırakacaktı. Öfkeyi bir bilinç durumu olarak yaşayan Sabahattin Ali, eleştirilerini düzenin sahiplerine yöneltir. Dönem beraber yaşama ve öğrenme kültürünün kurucu unsuru olan Köy Enstitülerinin kapatılmaya başladığı dönemdir. Laiklikten geri adımlar atılması imam hatip ve ilahiyat fakültelerinin kurulmasını, Milli Eğitimin kurucu öncülerinden Hasan Ali Yücel’in bir komployla görevden alınması takip eder. Sabahattin Ali’nin keskin kalemi memleketi adım adım Amerikan emperyalizminin ileri karakolu haline getirenleri hedef alır.
”Laik bir memlekette bir insanın dinsizlikle itham edilmesi henüz yobazların kökünün kazınmadığını göstermekten başka bir şey ifade etmez.
(…)
Yirminci yüzyılın ortasındayız. Sesini gündün güne yükselten irtica bağırıyor. Kız okullarını oğlan okullarından ayıralım (Sanki tarlada ve fabrikada da kadını erkekten ayırabilirlermiş gibi.)
“Din dersleri okutalım da şu bozuk ahlakımız düzelsin.” (Sanki kendi ahlaklarında din ile düzelecek taraf kalmış gibi.)
Dünyanın neresinde bir gerilik varsa dört elle sarılıyorlar. Hür ve efendi bir milletin içinde yaşadıklarını unutup uşaklara dalkavukluk ediyorlar. Ankara’nın bir camisinde beş on ihtiyar bir hacı babanın eteğini öpünce utançlarından yere geçecekleri yerde sinsi ve memnun gülümsüyorlar. Çünkü onların kanaatlerince, bu millet ne kadar uyuşturulursa, kendi hak edilmemiş ekmeklerini o kadar emniyetle yiyeceklerdir. ”
Bir bilinç durumu olarak öfkenin hedefinde, bebek adımlarıyla yürümeye çalışan burjuva demokrasisine bile izin vermeyen bürokrat sınıfların hakim partisi CHP vardır. Soğuk savaşın etkisiyle dinsel düşünceye verilen tavizleri açıkça eleştiren bu satıların yazarı olarak Sabahattin Ali, derin bir aydın yalnızlığı yaşamaktadır.
CHP-DP ayrışmasıyla birlikte DP’nin liberal bir demokrasi kurulması için girdiği ittifakları yok edecek saldırı, Tan Gazetesi matbaasına yönelir. Matbaalar ve yayınevlerinin tahrip edildiği Tan baskını, soğuk savaşçıların basına ve özgür düşünceye düşmanlıklarını ilan etmekle kalmadı; saldırganlar aynı zamanda soğuk savaşın Türkiye cephesini örmeye aday olduklarını ilan ettiler. CHP gençlik kollarının çalışmalarıyla tertiplenen saldırıyla verilen mesaj bellidir: Amerikan tarzı iki partili, yarı sömürge statüsünde bir yeni rejim inşa edilecektir. Bu yeni rejimde sola, sosyalistlere ve sol ile ittifaka girmesi muhtemel diğer siyasal güçlere yer yoktur ! Sabahattin Ali bu tehlikeyi öldürülmeden çok kısa süre önce kaleme aldığı Asıl Büyük Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır yazısında yarı sömürgeleşmenin yıkıcı etkilerini gösterir: Sabahattin Ali, 2. Dünya Savaşı yılları sırasında stokçuluk ve savaş vurgunuyla palazlanan ticaret burjuvazisinin, yerle bir edilen Avrupa burjuvazisiyle ticari ilişkiler kurabilmek adına sergilediği oyunları açık ve akıcı bir üslupla anlatır. Yazıda, despotik CHP iktidarının ve onun sözde muhalifi Demokrat Parti’nin girdiği 21 Temmuz 1946 hileli seçimlerinden başlayarak, çok partili demokrasi oyununa koşut olarak Batı ile yakınlaşma adına verilen tavizler anlatılır. Emperyalizmle savaşarak kurulan Türkiye’nin hakim sınıfları, 1944 Yalta Konferansı ile kurulmaya başlayan iki kutuplu dünyada söz sahibi olamamaktan dolayı pişmandır. Yazıda Sabahattin Ali, 2. Dünya Savaşı sırasındaki yokluklar ve karaborsa vurgunu yüzünden veremden ve bakımsızlıktan kırılan Türk halkının nasıl baskı altına alındığını anlatır.
Aynı zamanda Sabahattin Ali, Türk burjuvazisinin emperyalizme nasıl uşaklık ettiğini ve NATO’ya girmek adına olmayan komünist tehdidini kullanıp baskıyı ve sömürüyü nasıl derinleştirdiğini örnekleriyle ortaya koyar. Sabahattin Ali’nin bu yazısı; Mehmet Ali Aybar ile birlikte çıkardığı Zincirli Hürriyet dergisinde 5 Şubat 1948’de yayınlanır. Sabahattin Ali soğuk savaşçıların oynadığı demokrasi oyununu şu sözlerle ortaya koyar: “Bu çare ise komünist tehlikesi masalıdır. Gerçi yurdumuzda ne bir tehlike teşkil edecek kadar komünist, ne de onları temsil edecek kadar şuurlu (bilinçli) ve teşkilatçı bir komünist kitlesi vardır. Buna rağmen böyle bir tehlike, Amerika’dan para koparmak ve içerideki namuslu halk dostlarını yıldırmak için lüzumlu olduğundan mevcut değilse de icat edilmelidir. İşte bunun için sosyalist partilerin kurulmasına izin verilip, sonra bunlar “Komünist” diyerek gürültü patırtı içinde kapatılır” 2
Gerçekten de Sabahattin Ali’nin işaret ettiği üzere Türkiye’de sosyalist hareket çok zayıftır. Çoğu kadrosu hapiste ve siyasal hayatı etkileyecek derecede örgütlü de değildir. Ancak soğuk savaş için yaratılmak istenen korku iklimi, olmayan tehdidi var gibi gösterme çabalarıyla birleşerek derin bir paranoyayı besler. Bu paranoya ise İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer ayrılan SSCB’nin yarattığı sempatiye karşı burjuva sınıfının sine qua non (olmazsa olmaz) argümanıdır. Savaş zengini yağmacı Türk burjuvazisi, 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni güç dengeleri içinde emperyalizme yedeklenmek adına bu paranoyayı çoğaltmak zorundadır…
Marko Paşa en fazla 20 bin tirajı olan günlük gazetelerin tam üç misli tiraja ulaşarak haftalık 60.000 gibi düzenin sahiplerini rahatsız edecek bir rakkama ulaşır. Bunda yani tirajın o güne dek görülmemiş bir oranda yüksek çıkmasında elbette 2.Dünya Savaşı sonrasında demokrasi özlemlerinin ağır bastığı, tek parti dikta rejiminden kurtulma çabalarının yadsınamaz bir payı vardı. Marko Paşa’ya karikatürleriyle hayat veren bir diğer basın emekçisi ise Mim Uykusuz’dur. Uykusuz’un, politik çelişkileri karikatürün vulger diliyle dergi sayfalarına yansıtan sanatı, tirajın büyümesinin diğer nedeniydi. Dergi kısa sürede kovuşturmalara maruz kalır. Pek çok sayısı toplatılır, yine de her kapatıldığında başka isimler altında yayın hayatına devam eder… Büyük Rus düşünürü Herzen’in ifade ettiği üzere “Siyasal özgürlüklerden yoksun bir toplumun çığlıklarını duyurabileceği tek kürsü, edebiyat kürsüsüdür” Marko Paşa’nın siyasal kültürel misyonu tam da Herzen’in tariflediği üzere, dergi sayfalarından yükselen toplumsal muhalefetin sesi olarak yığınlar üzerindeki etkisiyle görünür hale geldi. Bütün özgürlük alanlarının kısıtlandığı yerde ortaya konan entelektüel emek ve mücadele çabası sınıf mücadelesinin ta kendisine dönüştü.
Sabahattin Ali’ye ilk saldırı Osman Yüksel tarafından gerçekleşir. Irkçı Osman Yüksel, Sabahattin Ali’den dayak yer. Olayın görgü şahidi Sabiha Sertel “Atatürk Bulvarı’nın önünden geçmiştik. Baktık, Sabahattin birini yakalamış ayakları ve kolları ile bütün hızı ile yakaladığını dövüyordu” cümleleriyle anlatır.3
Sabahattin Ali kaçma planını da Sabiha Sertel’e anlatır. Sertel anılarını kaleme aldığı Roman Gibi adlı yapıtında bu durumu şöyle aktarır: “Bunlar beni, Nazım Hikmet gibi hapishanelerde çürütecekler. Aleyhime açılmış beş dava daha var. Ben kaçmaya karar verdim. Burada tanıdığım H. beni 24 saatte memleket dışına çıkaracağını, teşkilatları olduğunu söyledi. Kaçacağım”4
Sabahattin Ali’nin memleket sevgisi eleştirel bir sevgidir, her eleştirel sevgi gibi büyük ve derin bir birikime dayanır. Katledilmesi, bu eleştirel sevgi kaynağının yok edilerek itaat-biat kültürünün yaygınlaştırılması için düzenlenmiş bir cinayetti. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, TSEKP lideri Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun şüpheli bir biçimde evinin banyosunda ölüsünün bulunması, hepsi birlikte düşünüldüğünde soğuk savaşta sol aydın kırımının nedenlerini daha derinden kavramamıza neden olur. Sabahattin Ali ve Esat Adil’in öldürülmesi, 1947 DTCF tasfiyeleriyle üniversitelerin aydınsızlaştırılması, sonunda Nazım Hikmet’in riskli yollardan SSCB’ye hicret etmesiyle meydan, Necip Fazıl gibi Fuat Köprülü gibi sağcılara kaldı.
Bu operasyonlar DP’nin ideolojik hegemonya kurmasını kolaylaştırdı. Lumpenliğin galebe çalması için kapatılan Köy Enstitülerine ilaveten; 1951’de bu kez Halk evlerinin DP tarafından kapatılmasıyla, memleketin kültür hayatı için olmazsa olmaz nitelikteki halk evleri kütüphanelerinde yok edilen 700 bin kitapla lumpenleşme ve bayağılaşmanın önü sonuna kadar açılır. Bu lumpenleşme ona koşut olarak yeni türedi ve lumpen bir burjuvazi yarattı ve üst yapıda kendilerine hacı ağa adı verilen görgüsüzlerin karikatürleri gazete sayfalarında yayınlanmaya başladı… Köyden kente göç olgusu kentlerin kapasitesinin çok üzerinde nüfuslanmasına ve çarpık kentleşmeye, yoğun işsizliğe ve buna bağlı olarak suç oranlarında patlamaya neden oldu.
Sabahattin Ali’nin katlini, kendi başına tekil bir olay olarak değerlendirmek hata olur. Deyim uygunsa bu cinayet, peşi sıra daha büyük aydın kırımlarının ve kitle katliamlarına varan -Sivas katliamı- ve Türkiye’de soğuk savaş içinde düşünce dünyasını kurutan bir cehennemin kapılarını açtı. Cinayetin üzerindeki sis perdesinin kaldırılmaması için gösterilen çaba, aydınlatılması için gösterilen çabalara galebe çaldığı için Türkiye siyasal islamcı lumpenliğin eline teslim edilebildi. Bugün bir kere daha hatırlatmamız gereken olay şudur: Aziz Nesin ve diğer aydınlar Sabahattin Ali cinayetinin asli failinin Nihat Erim olduğuna işaret ederler. Nihat Erim’in dönemin önemli bir siyasi konumunda olması ve siyasi hayatı boyunca sol ve komünizmle mücadele eden bir anti-komünist sağcı olması ve özellikle 1971 darbesinde üstlendiği emperyal rol gereği yaptıkları birlikte düşünüldüğünde; Erim’in Sabahattin Ali cinayetinin azmettiricisi olduğu yolundaki şüphelerin kuvvetlendiği görülür. Ancak Aziz Nesin’in aynı dergide yoldaşı olduğu Sabahattin Ali’nin katillerinin bulunması için öne sürdüğü bu iddia, tek parti diktatoryası altındaki hukuk kurumlarının işlevsizliği nedeniyle soğuk savaş karanlığında kaybolur gider.
Aydın mı ? Aklıyla savaşan çoğu zaman yalnız insan topluluğudur. Aydınlardaki halk sevgisi ve yurtseverlik duygusu kitleleri kuşattığında politik bir güce dönüşebilir. Sabahattin Ali’nin akıbetinin soğuk savaş karanlığında tam 9 ay boyunca meçhul kalması ve bütün sahne düzenlendikten sonra cinayeti aydınlatacak kişisel eşyalarının yakınlarına verilmemesi yine bu cinayeti örtbas etme çabalarının bir tezahürüydü… Sabahattin Ali’nin eserlerinin yeniden basılması 1960’lı yılların görece daha özgür ortamında mümkün olabildi. Sabahatin Ali’yi en güzel tanımlayan sözü Zekeriya Sertel söyledi. Sertel, Sabahattin Ali için “O edebiyatımızın Maksim Gorki’siydi” demiştir. Sertel’in bu sözleri, tam bir otodidakt olan Sabahattin Ali’nin özellikle öykülerinin içinde yer alan Isıtmak İçin öyküsünde belirginleşir. İnsan sevgisini öykülerinde gerçekçi bir yaklaşımla ele alan Ali, kıymeti çok sonra anlaşılabilmiş yazarlarımızdan biridir.
Düzene uymayı reddeden uyumsuz roman kahramanı Kuyucaklı Yusuf, kasabasını sömürenlere silahını doğrulturken, yoksulluğun ve eşitsizliğin karşısında yer alanların romandaki yansımasıdır. İçimizdeki Şeytan’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi saran Nazi propagandası gerilimini çeşitli tip ve karakterler üzerinden gözler önüne sererken, bir bakıma Nihal Atsız faşistini roman yoluyla teşhir etti. Kürk Mantolu Madonna’da umutsuz bir aşkın sınıf farklarının altını çizdi. Sabahattin Ali’nin eserleriyle dünya çapında yarattığı etkiyi Nazım Hikmet şöyle tarifliyor: “Sabahattin Ali’yi Puşkin ve Lenin’in dili sayesinde yalnız Ruslar değil, Çinliler, Bulgarlar, Ukraynalılar, Moğollar, Macarlar, kısaca yetmiş yedi millet okuyor… yetmiş yedi millet Sabahattin Ali’nin halkını, Türkiye halkını ve onun dilini seviyor. Çünkü Sabahattin, Türkiye halkının ve Türkçenin en namuslu, en vatansever ve en yetenekli evlalarından biridir”5
1Hazırlayan: Ayşe Sıtkı; Doğan Akın, Sabahattin Ali’nin Özel Mektupları “İki Gözüm Ayşe”, Ataol Yayıncılık, s.16
2Yazının tamamı için: https://edebiyatgunlukleri398074657.wordpress.com/2020/08/20/asil-buyuk-tehlike-bugunku-ehliyetsiz-iktidarin-devamidir-sabahattin-ali/
3Sabiha Sertel, Roman Gibi, İstanbul, Cem Yayınları, 1978, s.222
4a.g.e s..368
5Haz Filiz Ali, Atilla Özkırımlı, Sevengül Sönmez Sabahattin Ali: Anılar, İncelemeler, Eleştiriler, İstanbul YKY, 2014 s.18-21